Yunanca/ Atina 2006 baskısından
İ Ç İ N D E K İ L E R
İlias Venezis
Martılar
Eski tapınağın kayığı
Dafni
Ege’nin deniz ruhu
İ L İ A S V E N E Z İ S
İLİAS VENEZİS 1904 yılında Küçükasya’nın Ayvalık kasabasında doğdu ve 1973 yılında Atina’da öldü. Venezis Yunanlıların Anadolu bozgunu sırasında Türkler tarafından yakalanıp amele taburlarına gönderildi(Eylül 1922). Ailesi Midilli’ye sığındı ki Midilli(Lesvos) Adasının o çağı “Lesviaki Aniksi” adı verilmesiyle ünlüdür. Stratis Milivilis’in çıkarttığı Kampana gazetesi Venezis’in Türkler elinde amele taburlarında esir yaşamını kaleme aldığı yazılarını (31328 Numara) tefrika halinde ilk defa yayınladı (Şubat 1924). 1927 senesinde de Nea Estia Venezis’in “Ölüm” adlı hikâyesine ödül verdi. Bu yazın hayatında ilk ortaya çıkışıdır. 31328 Numara adlı eseri Midilli’de 1931 yılında basıldı ve yayınlandı (bugüne kadar çeşitli dillerde beş yüzün üzerinde baskısı yapılmıştır). Bu kitap Venezis’i daha 26 yaşındayken yazar olarak kabul ettirmiştir. 1932 senesinde Atina’ya yerleşmiş ve 1957 senesinde Atina Akademisine seçilene kadar Trapeza Tis Elladas bankasına memur olarak atanmıştır. Adı 30 kuşağını temsil eden sanatçı ve edebiyatçıların arasında en önemlisi olarak bilinir ve tanınır. 1939 Şubatında Galini (Dinginlik) adlı romanı yayınlandı, Devlet Ödül Komitesi ve Atina Akademisi tarafından ödüllendirildi. 14 Aralık 1943 senesinde Eoliki Yi (Eolia Toprağı) adlı Ayvalık yöresindeki çocukluk yıllarını anlatan eseri yayınlandı. Baskısı iki hafta içinde tükendi.
Harpten hemen sonra Venezis’in kitapları birçok dile çevrildi ve Yunan edebiyatını dışarıya tanıttı. Burada şimdi seçilmiş üç hikâyesinden Dafni, Anemi adlı koleksiyonundan gelir (8 baskı yapılmıştır -ilk baskı 1944), kalan Glari (Martılar) ve To Kaiki Tou Thısıou (Thisio’nun Kayığı) Egeo (Ege) adlı koleksiyondan alınmıştır (19 baskı yapılmıştır-ilk baskı 1941).
M A R T I L A R
MİDİLLİ ADASININ KUZEY SULARINDA, Molivo ve Petra köyleri arasında, sahile çok yakın ıssız ve çorak küçük bir adacık vardır. Bir adı bile yoktur. O denizlerde avlanan balıkçılar ona basitçe şöyle der: <<Ada>>. Adada her yeri kaplamış çalılıklar dışında tek bir ağaç bile bulunmaz. Üç mil ötedeki Midilli’nin tepeleri renkten renge bürünerek çevreye sükûnet veren bir hat oluştururken çıplak ada sert çizgileriyle daha bir ıssız görünür. Sanki tanrı karaları ve denizleri oluştururken o ilk yedi günde bu adacığı unutmuş gibidir.
Fakat yaz günlerinde bu çıplak kıyı şeridinden güneşin uçsuz bucaksız deniz içinde kaybolup gittiğini görebilirsin. O zaman renkler her an değişerek suları boyarken, sanki hafif dalgalar içinde erirler. Gökyüzünün apaçık ve tertemiz olduğu akşamlar çok uzaklardaki Atos Dağlarını seçebilirsin, yavaşça deniz içinden çıkarlar ve yine yavaşça gelen geceyle birlikte denizde kaybolurlar. Bu vakitler, ıssız adanın tek sakini Dimitris Amca onu insanlarla ve hayatla bir araya getiren biricik işi yapacaktır: Deniz fenerini yakacak. Işık yanmaya başlayacak, sönecek, tekrar yanıp sönecek, aynı aralarla, acımasızca ve kaçınılmaz, hayatın karanlık güçleri gibi, insanoğlunun alın yazısı, ölüm.
Yaşlı fener bekçisi sandalını kuma çekti. Havanın gece birden dönmesi ve suların yükselmesi olasılığına karşı çok dikkat ediyordu. Fenerin yolunu tutmadan önce sandalına son bir göz daha attı.
“E, bu yolculuk da bitti…”, dedi yavaşça.
Yaşlı adam kendi kendine mırıldanır ve susar. Karşı kıyıya olan bu seyahat ayda bir sefer olurdu. Aylık erzakı[1] için gidiyordu, un, yağ ve ihtiyacı olan buğday pirinç gibi tahıl ürünleri için. Başlarda her yolculuğunda köyde bütün gün kalırdı. Eski arkadaşlarıyla konuşuyor, dünyada neler olup bittiğini, memleket haberlerini öğreniyordu, insanlar savaşta mıydı yoksa barış mı hüküm sürüyordu.
Gümrük muhafızı ona aylığını ödüyordu.
“E, gelecek aya kadar sağlıcakla kal Dimitri Amca”.
Yaşlı adam kafasını sallar ona teşekkür ederdi.
“Sen de evladım, eğer ömrümüz yeterse”.
<<Adasına>> dönmeden köyde kalan diğer zamanını kocaman bir kaya üzerindeki yüz basamakla çıkılan Meryem ana kilisesine tırmanıp orada dua etmekle geçirirdi. Eski ikonanın önünde kafasını eğip istavroz çıkarıyor ve Anadolu felaketinde kaybolan iki oğlu ve diğer insanlar için en sonunda da kendi için dua ediyordu.
“Yaşıyorlarsa koru onları”, oğulları için böyle yalvarıyordu. “Onları gazaptan ve kötülüklerden koru. Koru onları bıçaktan…” Artık her ne dua biliyorsa mırıldanırken yere basan yaşlı bacakları titrerdi.
“Benim içinse artık dinlenme zamanı…”, der ve gözleri dolardı.
Yüz basamağı her seferinde daha hafiflemiş bir kalple inerdi. Yolda durup oynayan çocuklara bakardı. Hepsi de onu tanırdı ve gördükleri zaman çığlığı basarlardı:
“Dimitri Amca! Dimitri Amca!”
Onlara fındık fıstık almış olurdu ve görünce paylaştırırdı, çocuklar da sevinç içinde bağrışırlardı:
“Gecikmeden yine gel dedeciğim! Gecikme e mi?”
Bu yolculuklar her seferinde böyle geçiyordu. Ama yıllar yılları kovaladıkça insanlarla ilişkisi yavaş yavaş kayboldu. Kimsesizlik gittikçe onu esir alıyordu, günden güne onu emip yutuyordu, sanki korkunç gücünü adamın varlığına damla damla akıtıyordu. Her seyahatinde işleri için köyde kaldığı süre azalmaya başladı.
Kayanın üstündeki kiliseye çıkmayı kesti.
“Artık yapamadığım için affet beni”, diyordu tanrıya, sanki günah işlemiş gibi. “Her yerde sana dua edebilirim, gör bak ne kadar güçsüzüm”.
Her yolculuktan sonra adaya döndüğü zaman da gece geç vakte kadar yıldızların altında oturup dua ediyordu.
Artık haber sormuyordu, dünyada ne olup bittiği onu ilgilendirmiyordu. Her şeyden bihaberdi.[2] Günden güne tüm koca dünya ıssız adası çevresinde daralıyor, güneş alçalırken derin denizle ve renklerle üstünü örtüyordu.
Zaman zaman sohbet ettiği son birkaç arkadaşı havadan kaçıp kısa süre için adaya demir atan balıkçılardı. Vakti adanın sahilinde geçiriyorlar ve dalgaların kesilmesini havanın durmasını bekliyorlar, çektikleri çileden ve kaderlerinden konuşuyorlardı. Birçok defa da orada geceyi geçirirlerdi. Gün ağarıncaya kadar geçen uzun saatler boyunca sohbetin bittiği yerde sıra adamın iki oğluna gelirdi. Konuşmaya değer tek o konu kalırdı.
“Kim bilir…”, derdi balıkçılar. “Yaşıyor olabilirler ve bakarsın bir gün dönerler, Dimitri Amca. Senin geri dönen martıların gibi.”
Yaşlı adam hiç konuşmuyor, kımıldamıyor sadece donuk gözlerle gecenin derinliklerine bakıp öyle oturuyordu.
“Öyle Dimitri Amca, senin martılar gibi. Senin martılar gibi dönebilirler. Umudunu kaybetmeyesin”.
Balıkçılar bu şekilde lafı onun martılarına getirmiş oluyordu.
“Sahiden be Dimitri Amca, onları nasıl ehlileştirebiliyorsun? Nerede duyulmuş martıların alıştığı…”
“Öyledir evlatlarım”, diye mırıldanıyordu. “Burada her şey alışır. Sadece insanlar…”
Karşı kıyıda yaşayan herkesin bildiği gibi onlar da biliyordu ama martılarla olan hikâyeyi yine duymak istiyorlardı. Yavruları kayalıklarda bulmuştu, daha tüyleri bitmemiş iki martı yavrusunu.
O zamanlar kış aylarıydı, yavrulara acımış ve onları fenerin yanındaki kulübesine taşımıştı. Baktı ve büyüttü, ağına yakalanan küçük balıklarla besledi. Bir gün aklına onlara bir isim koymak geldi.
“E, sana ne diyeceğiz bakalım…”
O andaki sakin ve huzurlu zamanında, kalbinde ve anılarında iki küçük çocuk yüzü dönüp dolaşıyordu, çok küçük zamanlarıydı ve onlara içinden sesleniyordu.
“Madem ki…, sana Vasilaki diyelim”, sana da diyelim… Argiris”.
Böylece o günden sonra martıları oğullarının adlarıyla çağırmaya başladı. Ve martılar da yavaş yavaş adlarına alışmaya başladı.
Martılar büyüdükleri zaman, hem bahar da gelmişti artık, bir sabah kuşların tutsak kalmasının günah olduğunu düşündü. Onları bırakmaya karar verdi. Kamıştan yaptığı büyük kafesi açtı ve önce bir kuşu yakaladı. Onu ellerinde tuttu okşadı. Kalbinin hafif çarpıntısını hissediyordu.
“Haydi, Vasili!” dedi kuşa ve uçup gitmesi için ellerini açtı.
Kuş uçup gitti.
Diğerini de kafesten çıkardı, ilki gibi onu da okşadı ve bıraktı. O gün her şey sakin geçti, ardından gelen gece de sakindi. Hissettiği sadece daha yalnız olduğuydu.
O gece küçük pencerede hafif kanat sesleri duyduğu zaman erkenden kulübesine çekilmişti. Yaklaşıp baktı.
Buna inanamadı. Sanki dönen oğullarıymış gibi o da sevinçten uçuyordu.
Martıların içeri girmesi için kapıyı açtı.
O zamandan sonra şu oldu: Kuşlar sabahtan çıkıp gidiyorlar, karşı Anadolu kıyılarında sonra ta Siğri [3]taraflarına kadar gezip dolaşıp akşamları dönüyorlardı. Diğer martılarla birleşip sürü olmuşlar ve ıssız adanın üzerinde uçuyorlardı. Alçaktan geçerlerse yaşlı adam onları kanatlarının altındaki kül rengi tüylerinden ayırt edebiliyordu. Sandalıyla denize çıktığında onlar da oraya yakınına gelip havada dönüyor ve çığlıklar atarak üzerine doğru alçalıyorlardı. O yöredeki balıkçılar da artık martılarını tanımıştı. Kuşlara bakıp gülerek bağırıyorlardı:
“Hey Vasili!…Hey Argiri!”
Issız adada günler böyle birbirini kovalıyordu. Biri geliyor öbürü gidiyordu. Günlerden ve gecelerden öyle dingin bir sıraydı ki ölümden başka bekleyecekleri hiçbir şey yoktu.
Bir yaz akşamı alışılmadık bir şey oldu. Martılar dönmedi. Ertesi gün ne gündüz ne de gece göründüler.
“Çok uzağa gitmişlerdir”, diye içinden geçirdi yaşlı adam kendini kandırmak için.
Sonraki sabah da hep yaptığı gibi fenerin alçak duvarına oturmuş denizi seyrediyordu. Bir an üç mil kadar uzakta deniz yüzünün köpürdüğünü görür gibi oldu, sanki yunuslar oynaşarak geçiyor gibiydi. Ağır hareketlerle su yüzüne çıkışlarını ve sonra hızla suya dalışlarını hep izlerdi.
“Şimdiki de yunuslar olacak”.
Ama biraz sonra yunus olmadığını net olarak gördü.
“İnsan bunlar!” Dedi şaşırarak.
Sahile indi ve bekledi. Birazdan onların bir oğlanla kız olduklarını seçebildi. Yan yana, güven dolu, ağır ağır kulaç atıyorlardı. Küçük dalgacıklar da arkalarında bıraktıkları izi örtüyordu.
“Ne istiyorlar?”
İnsanların yüzerek buraya kadar geldiğini hiç hatırlamıyordu. Ortalıkta bir kayık falan da görünmüyordu ki ondan atlayıp yüzmüş olsunlar.
Biraz sonra vardılar.
İki ıslak beden denizden çıkmış sahilde titriyordu.
Oğlan kıza gözlerinin içiyle baktı ve kollarını kaldırarak gerindi.
“Ah!”diye ses çıkararak derin bir nefes aldı. “Ne kadar güzeldi!”
Kız da aynı hareketi yaptı kollarıyla. Ve daha yavaşça:
“Ne kadar güzeldi!” Dedi.
Sonra fener bekçisine doğru koştular.
“Sen Dimitris Amca mısın dedi oğlan.
Yaşlı adam güneş ışınları içinde parlayan genç kızın vücudu karşısında başını hafif eğmiş, utanma hissiyle dolu olarak dikilmiş duruyordu.
“O benim”, dedi heyecanla. “Yoksa başınıza bir şey mi geldi?”
“O, hayır! Anlatmak için acele ediyor oğlan. “Dün akşam kız arkadaşımla buraya yüzelim demiştik ve işte geldik”.
“Nereden?” diye sordu yine şaşkınlıkla yaşlı adam.
“Karşıdan, Petra’dan.
Dimitris Amca ne diyeceğini bilemiyor, sadece daha evvel yabancıların böyle yüzerek geldiğini hiç hatırlamadığını mırıldanıyor.
Fenere doğru çıkmaya başladılar.
O önden yürüyordu, çocuklar da onu takip ediyordu. İkisi de onsekiz ondokuzundan fazla olmayacaktı. Yaşlı adam önde ilerliyordu, yıllar omuzlarına yüklendikçe yükleniyordu, sanki onu suçluyorlardı çünkü ihtiyar onları artık dinlenmeleri için hala bırakmıyordu. Fenerin alçak duvarına oturdular. Önlerinde sakin Ege, üstlerinde Ege’nin titreşen güneş ışınları vardı.
“Nerelisiniz?” Diye sordu yaşlı adam.
“Atina’da okuyoruz”, dedi kız. “Ben kimya okuyorum arkadaşım mühendislik”.
“A, sahi mi!...” Kızın dediğini anlamadan mırıldanıyor yaşlı adam.
“Hiç gittin mi Atina’ya dedecik”, soruyor kız.
“Hayır, hiç gitmedim”.
“Bunu şimdi ister misin?
İhtiyarın sesi zor duyuluyor:
“Hayır çocuğum, artık geç”.
“Burada çok yalnız olmalısın, dedecik”
“Çok yalnızım yavrum”.
Sustular. Az bir zaman geçti. Yukardan bir martı sürüsü geçti. İhtiyar kalktı ve tatlı getirmek için
kulübesine girdi. Küçük pencereden öylesine uzanmış delikanlı ve kızı görebiliyordu. Bedenlerinde ve yüzlerinde denizin damlaları hala titreşiyordu. Güneş fena yakmıştı, denizin karaya vurduğu bronz heykeller gibiydiler –biri sağlık diğeri gençlik tanrısı. Kızın siyah saçları omuzlarına düşmüştü ve iri kara gözlerinde derin bir ışık kıpırdaşıyordu. Delikanlı doğruldu ve derin ışığın kutsadığı bu yüze doğru başını eğdi. Büyülenmiş gibi ona baktı sonra yavaşça ellerini uzattı ve okşadı.
“Hrisula…”, diye sadece kızın adını fısıldadı, yoğun duygudan dudakları titriyordu.
Kızın iri kara gözleri aralandı. Gözler bir an delikanlının yüzüne sabitlenerek hareketsiz kaldı. Sonra ellerini başına dolayarak ona sıcak bir öpücük verdi.
Bu kutsal anda bütün ıssız adada her şey alabildiğine basit ve uysaldır. Yaşlı adamın kalbinde de her şey öyle sakin ve uysaldır. O yaz sabahı, coşan bir sel olur, duygular gözleri doldurup yaşartır. Bu aniden ortaya çıkan sevgi ve şefkat yaşlı adamın yalnızlığını çalkalandırdı, hareketsiz suları…
“Dedecik, biz de içeri gelelim mi?” Kız dışarıdan seslendi.
“Ben geliyorum, geliyorum!” dedi ihtiyar heyecanla.
Onlara tatlı, badem ve su getirdi.
“Bir şeyim yok başka…” Mırıldandı özür dilemek ister gibi.
“Otur, otur dedecik” Kız onu yanına oturtmak için elinden tuttu.
Yaşlı adam oturur.
“Yarın da gelin”, der onlara ihtiyar, korkarak. “Gece size balık avlayacağım”.
“Yarın gidiyoruz”, diye cevap verir kız üzüntülü. “Burada olduğumuz günler gelmedik de yazık ettik! Sen hep böyle yalnız mısın dedecik?”
“Her zaman, yavrum”.
“A, şimdi anlıyorum, neden martılar…”, mırıldandı delikanlı.
“Evet yavrum, bundandır. Yalnızlık”.
“Onları affetmelisin dedecik”, der biraz sonra delikanlı. “Şayet bilselerdi bunu asla yapmazlardı”.
Yaşlı adam anlamıyor. Şaşkınlıkla delikanlının karşısında duruyor.
“Neyi diyorsun yavrum?
“Martılarını öldürenleri söylüyorum, Dimitri amca. Onlar arkadaşlarımızdı”.
Yaşlı adam anlıyor, dizleri titriyor, kalbi sıkışıyor.
“Onları öldürdüler mi dedin?”
“A, bunu bilmiyor muydun henüz?”
Delikanlı dudaklarını ısırıyor ama geçti. Ona gençlerin avlandığını, sonra sahile indiklerini, iki martının sürüden ayrılarak alçaldığını, arkadaşlarının da denemek için üzerlerine tüfeği doğrulttuğunu anlatıyor. Sonra orada yakında bulunan bazı balıkçıların kül rengi tüylerinden martıları tanıdıklarını da söylüyor.
Yaşlı adam dinliyor, dinliyor –bir şey değil, iki martıydılar.
“Bilmiyorlardı, dedecik…”, diyor sıcak bir sesle kız, yaşlı suratta gördüğü sessiz derin üzüntüden çok duygulanarak. “Bilmiyorlardı ki…”
Öteki de kabullenerek ağır ağır kafasını sallıyor:
Evet, yavrum. Hiç bilmeyecekler…”
Yeterli süre geçtikten sonra:
“Gitmeliyiz”, diyor delikanlı.
Kız kalkıyor.
“Gidelim”.
Onlar önden gidiyor, yaşlı adam biraz arkadan geliyor.
Sahile varıyorlar.
“Hoşça kal dedecik”, diyor önce kız.
İhtiyarın elini yakalıyor, eğilip öpüyor. O da uzun saçlarını okşuyor.
“Tanrı sizi korusun”, mırıldanıyor duygulanarak.
Gittiler. Yaşlı adam uzun süre gövdelerinin denizde bıraktığı izi seyretti. Her şey gözünden silinene kadar. Ve deniz her zamanki gibi ıssız ve sonsuz kaldı.
Hava kararmıştı. Fenerin alçak duvarına oturdu, böyle saatler geçti. Donuk gözlerinin önünden her şey birer birer geçmeye başladı: çocukluk yılları, büyüttüğü ve kaybettiği evlatları, onu üzen insanlar. Her şey geçiyor ve siliniyordu. Burada aynı yerde biraz evvel öpüşen iki genç de. Yüksekte uçan bir martı sürüsü de. İki martının kül rengi tüyleri var. Onlar da geçip kayboluyorlar. Bir daha hiç dönmeyecekler. Başını eğmişti ve gözyaşları kuru toprağa damladı. Fenerin ışığı üstünde yanıyordu, sönüyordu, tekrar yanıp sönüyordu, aynı aralarla, acımasız ve kaçınılmaz, insanoğlunun alın yazısı, ölüm.
*
ESKİ TAPINAĞIN KAYIĞI
Mahallenin doğu yakasındaki büfesinin camekânından kafasını çıkarıp yukarı kaldırdı. Eski tarihi tapınak Thisio[4]’nun kolonları arasında iki güvercin uçuyordu. Bol güneşli, apaçık bir gündü. Beyaz güvercin havada hızlı bir takla attı, oyun oynuyordu. Siyah güvercin büyük bir daire çizdi, Hareketleri sert ve kararlıydı.
Büfedeki adam konuştu:
<<Acaba bugün hangisi olacak? Beyaz mı? Yoksa siyah mı?>>
Sesi hafiften ve sakindi. Gerginlik yoktu. Ama bu sakin seste, süregelen bir dostluğun sarsıcı bekleme heyecanı vardı.
<<Bugün hangi güvercin inecek? Gün iyi mi geçecek? Kötü mü?>>
Bir anda.
<<Tamam! Oldu! Beyaz...>>, şükretti ve masmavi gökyüzünde, eskrimde[5] bir kılıç hamlesi yapar gibi sert bir hat çizerek inen kuşa tekrar baktı. <<Oldu, acaba bu iyi günlerin müjdesi olacak mı?..>>
Kuşun hareketlerine ısrarla baktı. Sonra kayığa baktı, yeşil renkli fakat boyası, henüz bitirilmemişti yarı tamam direksiz küçük bir kayıktı. Orada büfesinin karşısında, tarihi Thisio Tapınağının kolonlarının biraz aşağısında duruyordu. Ustalar kayığı yaparken pruva kargasına[6] tahtadan küçük bir haç dikmişti. Kayığın üstünde başka hiçbir şey yoktu. <<Şimdi! Şimdi! İşte!>> Büfedeki adam açık camekândan kafasını dışarı çıkarmış mırıldanıyordu. <<Güvercin iniyor! Martı iniyor! Beyaz! Beyazı inecek...
Bir an sonra.
<<Yine kaçtı! Ah! Yine gidiyor! Yine diğeri mi olacak! Fakat...>>
Siyah güvercin, yukarda daireler çizerek durmadan dönüyordu. Adam dikkatle ona bakıyordu.
<< Galiba kayığı unuttu. Aklında başka yer olacak. Fakat buna nasıl inanırsın? Hiç beklemediğin bir yere mi?..>>
Esen rüzgâr adamın kır saçlarını savurup dalgalandırıyordu. Yoldan bir kaç yaya geçiyordu. Büfeye bir çocuk uğruyor ve satın almak için defter araştırıyor.
<<Kaç yaprak, oğlum? Ellilik mi, altmışlık mı yoksa yüz yapraklı mı istersin? Çizgili mi olsun?>>
Bunları otomatik olarak görev duygusuyla soruyordu. Büfenin raflarına baktı. Çocuğun istediği defteri buldu ona verdi ve çocuk gitti, Adam derinden bir iç çekti.
<<Ah!>>
Kafasını tekrar camdan dışarı çıkardı. Beyaz güvercin iniyordu, kayığa doğru iniyordu. Ayakları dokundu dokunacaktı.
<<Tamam! Tamam, oğlum, hadi aslanım benim, gururum benim!>>
Hop! Güvercin tekrar yukarı fırladı. Hiç belli etmeden, dünyanın bütün karanlık, gizemli işlerinde olduğu gibi, siyah güvercin havada daire çizmeyi hemen bıraktı, aşağı doğru süzülmeye başladı. Hiç zik zak yapmadan dosdoğru, işaret koymuş gibi, geldi ve kayığın pruva kargasına kondu.
Adam camdan kafasını içeri çekti. Açık camekânı kapattı. Saçlarını düzeltti.
<<Yine siyah. Bugün yine siyah...>>
Sesi hafiften titrek çıkıyordu. Keder vardı, sabır vardı.
<<Yine beyaz olmadı...>>
Adam her zamanki gibi yalnızdı. Biricik varlığı olan büfesinin küçük pencereleri arasında dolaşıp duruyordu. Durup dolu raflara baktı. Her şey yerli yerindeydi, çok gösterişli, zengin görünüyorlardı, yan yana, bir biri üstüne yerleştirilmiş kutularda neler yoktu ki: biberler, kimyonlar, limonlar, çocuk oyuncakları, iki oyuncak tren, bir fil, bir yeşil kurbağa, kartondan bir karagöz[7], iki mercan tespih. Çeşitli kâğıt çıkartmalar. Dışarıda da rüzgâr vardı. Rüzgârın altında, güney penceresinden sadece birkaç metre ötede, tarihi tapınak Thisio her zamanki gibi sessiz ve hüzünlü haliyle ona bakıyordu. Kuzey penceresinden gelip geçen elektrikli trenleri görebiliyordu. Adam, sarı büfesinin doğu penceresinden, batan güneşin ışınları altında parlayan gemisini görüyordu. Gemisi! Thisio’nun kayığı.
Turkolimano’da[8] doğan çocuk büyümeğe başladığı zaman annesi ona şöyle demişti:
<<Senin denizci olmayacağını görüyorum yavrum. Babana benzemiyorsun, kardeşine de benzemiyorsun. Ama öyle olsun, yavrum. Sen de karada iş tutarsın, ah cezalım benim!>>.
Gerçekten, ona ne kadar deseler de de denizci olmayacaktı. Sahilde oynamıyordu, Turkolimano’daki diğer çocuklar gibi balıkçı kayıklarıyla gitmiyordu. Evin avlusunda çoğu zaman kendi kendine toprakla oynuyordu. Kazıyor, ağaç çıksın diye dalları toprağa dikiyordu, onların etrafına çakıl taşlarıyla küçük duvarlar yapıyordu: Genelde dört köşe, taşları yan yana dizerek, her taraftan kapalı, dört köşe kapalı duvarlar.
<<Seni hangi sanata verelim?>> Ana babası ona sordu.
O da cevap verdi:
<<Ben duvar yapacağım. Evler yapacağım>>.
Bina ustası oldu. İyi bir usta da olmayı başardı. Turkolimano’da, Kastella’da duvarlar yaptı. İyi işler. Halk Pazar günleri oraları gezip dolaşıyordu, onun yaptığı deni-
ze bakan duvarları görüyordu. O da bundan sevinç duyuyor çok mutlu oluyordu.
<<İşte hayat bu!>> Diyordu. <<Duvarlar. Sağlam beyaz duvarlar. Yere kök almış. Denize onlar baksın. O denizi ne yapacaktı? Adamı yutar. İnsanoğlu karada yaşamak içindir. Duvarlar gibi>>.
Duvarlarının namı Turkolimano’dan daha ötelere kadar ulaştı, Paşalimanı’na, daha uzakta Pire’ye kadar. Herkes onu arıyordu, ev yapacak olunca duvarlarını ona yaptırıyorlardı. Adam da bundan gurur duyuyordu.
Tek istedikleri doğru yapılmış sağlam duvarlardı. Hiçbir çatlak, yarık olmasın isteniyordu. Duvarlar sürekli yükseliyordu, sağlam temeller üzerinde, taştan, yeryüzünün en sert taşlarıyla. Devamlı yükseliyordu.
Çok mutluydu. Ara sıra denize de göz attığı oluyordu. Yukardan, iskeleden bakınca, Saronikos’un[9] dalgalarının ona doğru ilerlediğini görüyordu. Körfezin dalgalı zamanları olsa da suları çok defa süt liman olurdu. Kayıklar gelip geçerdi, vapurlar büyük buhar kazanlarından durmadan islim[10] salardı.
<<İşkence bu!>> diyordu. <<Halkın ne zoru var da kendine işkenceler yaratıyor! Basılacak sağlam toprak varken neden bu şeytanın üzerinde batıp çıkıyorlar! İyi ki denizci olmadım! İyi ki duvarlarım var!>>
Yıllar geçti. Otuz yaşına geldi. Otuz beş oldu. Evleneyim dedi. Diğer ustalar onu zorluyordu:
<<E, daha ne duruyorsun! Adama kadın gerek, bir yuva kurmak gerek!>>
O da cevap veriyordu:
<<Bırakın biraz daha zaman geçsin>>. <<Biraz daha geçsin>>.
Söylenenleri devamlı kulak arkasına atıyordu. Hayatında bir değişiklik olacaksa, bırak biraz daha geciksin, diyordu. Değişiklikten korkuyordu. Yaşadığı dar çemberin içindeki düzenin bozulması onu korkudan titretiyordu: Yat kalk hep duvarlar, şafaktan gün batımına kadar. Sonra yine gece oluyordu. Bütün hayatı buydu. <<Biraz zaman geçsin, kardeşim. Biraz daha geçsin>>.
<<Ne diyorsun! Geçecek olan ne zannediyorsun! İhtiyarlayacaksın. Kadının zamanı mı olur!>>
<<İyi! İyi! Zaman her zaman vardır! Her şeye zaman bulunur!>>
Ama zaman bulunamadı. Başka bir güç ona engel oldu, bu durum kendine çizdiği planın dışındaydı, duvarlarının dışında. Ve her şeyi birden alt üst etti.
Kastella’da yüksek bir yapıda çalışıyordu, kale surlarına benzeyen duvarlar Kastella’dan başlayıp ba-
tıya doğru uzanıp gidiyordu. Hava kararmıştı. Sert karayel[11] esiyordu! Kabahat hangisindeydi? İskele kalasının ucuna basarken iyi tartmamış mıydı? Sert esen karayel miydi? Bir an geri döndüğünde, karşısında denizi görmüştü de ondan mıydı? Her neyse, kalasa basmasıyla kendini yerde buldu. Ölmedi ama bacağı kırıldı ve ömür boyu topal kaldı.
Aylarca yataktan kalkamadı. Yalnız olduğu bu aylar boyunca Turkolimano’daki kulübesine kapandı kaldı, her şeyi ama her şeyi baştan sona tekrar düşündü.
<<Şimdi artık benim için duvarlar tamamen bitti. O ötekisi de, kadın da, bitti. Artık bundan sonra böyle olacaktı>>.
Öyle mi olmuştu? Bu mu oluyordu, bir anda bütün hayatı altüst mü olacaktı, bütün planları, bir düzene koyduğu hayatı böyle mi olacaktı? Suçu neydi?
Defalarca o düştüğü anı gözünde canlandırıp düşündü:
<<Sebep rüzgâr mıydı, deniz miydi yoksa kalas mıydı?>>
Hayır, kalas değildi. Rüzgâr da olamazdı. Öyleyse şuydu: Dönüp denize baktığı vakit, tam o anda düşmüştü. Böyle olmuştu! O zaman düşmüştü!
<<Görsene>>,dedi kendi kendine mırıldanarak. <<Denizin öç alma vaktinin geldiğini görsene! Görsene, seni duvarın üstünde iskeledeyken bulmaya geldiğini! Görsene duvara kadar yaklaştığını!>>
Böylece, bunları aklına getirerek, denize kin duyuyor, olandan onu sorumlu tutuyor, tüm hayallerini yok eden katı yürekli bir zorba olarak onu hayatının bir köşesine oturtuyordu. Şimdi artık geçmiş ola. Bir şey yapmak için çok geçti. Gecenin dışarıdaki sesini duyuyordu, rıhtımın taşlarını döven dalgaların uğultusunu, martıların çığlıklarını duyuyordu. Uğultular, martılar, dalgalar, her şey, ama her şey onu yatağa kök salmış, orada hareketsiz kalmış durumda buluyor ve damla damla damarlarına akan sıcak bir sıvı madde oluyor, kana karışıp kızıştırıyordu. Şimdi artık geçti. Her şey için geç.
<<Baksana!...Baksana! Su seni bırakmıyor. Görsene her şey apaçık ortada...
Tanrıya yakarıyordu.
<< Tanrım, kara bahtım... Senin takdirin böyle...>>
Zaman geçti, rolünü oynadı. Duvarların adamı yataktan sakat kalktı. Artık bastona dayanıyor, sakat bacağını sürüyerek yürüyordu.
<<Şimdi ne yapacağımı düşünmeliyim. Ne yapacaksam her şey yeni yaşamım için olacak.>>
Düşündü.
<<Şimdi oturduğum yerde yapacağım bir iş istiyorum. Turkolimano’da>>.
Fakat hayır! Neden Turkolimano’da olsun? Buradaki hiçbir şeyi görmemek daha iyi, seni yerle bir eden duvarları neden bir daha göresin. En iyisi uzaklara, daha uzaklara!
Böylece Atina’ya kadar gitti. Balkan harbinden kalma bir büfeyi satın aldı. Thisio tapınağının hemen yanındaydı, köprüye yakın. Duvarlardan, yapılardan biriktirdiği parası vardı. Bunu çıkarıp ortaya koydu, ne kadarsa verdi, yine de bir miktar ona kaldı.
<<Oturarak yapılacak iştir. İyi iş. Bölge de sakin ve iyi>>.
Yeri tanımak için çevreyi bir güzel dolaştı. Thisio’nun kolonlarına kadar gitti, diğer tarafına geçti, Keramikos’ta boğa heykelinin olduğu yere vardı. Keramikos’un boğası onu çok etkiledi. Yakındaki küçük parkı meraklı gözlerle inceledi. İki yüksek palmiye vardı –çıplak gövdeli, sadece tepelerinde biraz yaprakları olan. Palmiyeler de onu çok etkiledi.
<<Çevremde her şey iyi güzel derim. Özlemini çekeceğimiz bir şey yok. Dahası var, bu da ayağımızın altında...>> Elektrikli treni söylüyordu. Köprünün altından geçiyordu. Kesilmeyen elektrik gücü, sürekli hareket, tükenmeyen güç. Deniz tarafına gidip geliyordu. Kaderleri, kederleri, zevkleri, gözyaşlarını taşıyordu. Gün doğumundan gece yarısına kadar, devamlı.
<<Yalnızlık çekmeyeceğiz derim, hiç bir şeyden yoksun kalmayacağız...>>
Böylece adamımız tarihi Thisio tapınağının kıyısında yerleşti. Büyük bir merakla büfeyi kanarya sarısına boyadı, üst tarafına da mavi bir kuşak çekti.
<<Bak hele!>> dedi boyayı bitirdiğinde şaşırarak. <<Kayıkları da böyle boyamazlar mı?>>
Büfesini bir güzel donattı. İçine her şeyden biraz koydu. Fakir mahalleydi, aradıklarını bulsunlar istedi: kurşun kalemden zamka, sigaradan baharata, yumurta, limon, kâğıt çıkartmalar, filler, kurbağalar, daha neler neler. Dar raflara her şeyi özenle dizdi, her kutunun dışına mor mürekkeple içinde ne varsa yazdı, büfenin cephelerine camekânlar yaptı, iki de küçük pencere açtı, biri doğu tarafında diğeri batıya bakıyordu. Dükkânı tanıtmak için bir camına çıkartma yapıştırdı, çıkartmada bir yabani hayvanı motifi vardı, zürafanın uzun boynu camın bittiği yere kadar uzanıyordu. Her şey yerli yerinde, özenli ve pırıl pırıl görünüyordu. Çocukken ağaç çıkacak diye toprağa sapladığı dalların çevresine çakıl taşlarıyla yaptığı duvarlar gibiydi. Öyle. Adam bunların arasında, Thisio’nun kolonlarını görüyordu, denizin uğultusu gibi ses çıkaran trenleri duyuyordu, güneşin doğuşunu batışını seyrediyordu.
Zaman böylece geçti, saçları ağarmaya başlamıştı, artık hayattan beklediğim başka bir şey yok diyordu. Sadece ara sıra yalnızken aklına şu takılıyordu:
Trene binip Turkolimano’ya kadar gitmek istiyordu. Thisio’ya çıkıp geldiğinden beri bir defa olsun Turkolimano’ya inmemişti. Tabi bu ayağıyla biraz zordu. Ama tren altından geçiyordu. Ardı arkası kesilmeden. Sürekli. Diyordu:
<<Gelecek pazara. Başka türlü olmaz! Büfeyi kapatacağım ve gideceğim. Ben de insanım. Kapatacağım>>.
Pazar yaklaşıyordu, yapamayacağını görüyordu. Müşterisi çoktu, gelip sigarasını alacak, limon alacaktı. Onları kaybetmek istemiyordu.
<<Öyle olsun, gelecek pazara>>.
<<Tanrım! Ben lanetli miyim de burada içeri bağlandım? Bu çürük duvarların içine? Hayır! Hayır! Gelecek Pazar mutlaka! Gitmek elimde değil mi?>>
Böylece pazarlar geçiyordu, zaman geçiyordu. Büyük özlemi yerinde duruyordu, içini kemirici, ısrarcı. Sürekli Turkolimano diyordu. Kaybolmuş hayat içinde gittikçe yoğunlaşıyordu, duvarları eritiyordu –düzgün sıralı taşları, kurulmuş bütün doğru düzeni, baharatları ve filleri. Ayrıca, deniz de gözleri parlayarak, tarihi tapınağın ince hassas kolonlarının yakınına, , Turkolimano’dan haber gönderiyordu.
<<Gitmelisin! Gitmelisin!>>
Her şeye rağmen sonunda, bir Pazar günü gitme cesaretini bulabildi. Dükkânı kapattı, Turkolimano’ya indi. Bütün gününü orada geçirdi. Kastella’nın sahil yolunu boydan boya dolaştı, yavaş yavaş, ayağını sürüyerek. Yukardan denizi gördü, yaptığı o duvarlara baktı. Oraya vardığı zaman –düştüğü yere- kalbinin çatlayacak gibi olduğunu hissetti. Issız yolda tek başınaydı, bol güneşli bir gündü. Başlığını çıkardı. Duvarın önünde durdu.
<<Tanrım...>>. Fısıldarken sanki kaderin önünde diz çökmüştü.
Duvar ayakta dimdik, sarsılmadan ona bakıyordu, güçlü ve gizemli.
<<Sadece, duvarlar hiç değişmiyor. Sadece duvarlar>>. Dedi.
Denize baktı. Korkuyla.
<<O da>>, dedi. <<O da>>.
Thisio’ya döndüğü zaman bitkindi. Fakat biraz rahatlamıştı.
<<E, isteğin oldu>>, dedi yatmadan evvel.
Sonra, büyük savaş Yunanistan’a kadar geldi. 1942. Sarı büfede çeşitler azalarak tükeniyordu; yiyecekler, sigaralar. Çekirge bulutu memleketin üzerine çökünce ne var ne yoksa her şeyi yok etti. Büfede kalanlar sadece biraz baharat, kâğıt çıkartmalar, iplik, fil ve bir kurbağaydı.
<<Ne yapacağız, tanrım? Ne yapacağız tanrım?>>.
Bütün gözlerde korku vardı, korku büyüktü. Ülkede dehşet kol geziyordu. Açlıktan halk kırılıyordu, yollara düştüler ve can çekişerek öldüler. Sağ kalanlar bunları görüyor ve yiyecek bir şeyler bulmak için dört dönüyordu, bulduklarını da yemiyor, daha kötü günler için saklıyordu, yarınlar için.
Büfenin sahibi her şeyinin yavaş yavaş kaybolup gittiğini, elinde sadece bir tomar kâğıt kaldığını gördü, banknot[12].
<<Bu kâğıtlar şimdi ne olacak?>> <<Bu bir tomar parayı ben ne yapacağım? Para da kaybolup gidecek>>,dedi. <<Onunla yapılacak bir şey olmalı>>, diye düşündü.
Komşularına da öğüt veriyordu. Herkes, ne kadar parası varsa onunla bir şey yapsın. Bir kısmı parasını yiyeceğe yatırdı, bir kısmı da eşya ve altına. Adam düşünüyordu.
<<Ben ne yapayım? Ne yapayım?>>
Günlerce sabahlara kadar çok düşündü, ta ki aklına bir fikir gelinceye kadar.
<<Buldum işte! Neden daha evvel düşünmedim? Bay Aleksandros’la konuşacağım>>.
Bay Aleksandros’la konuştu, anlaştılar. Konuşma ağaç, kereste üzerineydi. Neden ağacı düşündü?
<<Göreceksiniz! Göreceksiniz!>>
Elbette. Tahta almalıydı! İstediği döşeme tahtası değildi, doğramalık kapı, pencere tahtası da değildi. Tahtalar bir kayık içindi! Tamı tamına bir kayık yapmaya yetecek kadar tahta.
<<Şimdi harpteyiz, birçok kayık batacak. Kereste pahalılaşacak. Bu düşündüğüm iyi bir yatırım>>.
Böyle diyordu. Bu işten hiç anlamazdı, tahta düşüncesi de nereden çıkmıştı! Tahtaları satın aldı, Thisio’nun yakınında bir depoya koydu. Biraz zaman geçti. Aniden onu çok kaygılandıran bir düşünce kafasına saplandı:
<<Tahtaların böyle depolanmasında büyük sakınca var. Almanların ihtiyacı olmaz mı? Ya kokusunu alıp gelirlerse!>>
Dahası var:
<<Bir şey olur da depo yanarsa! Öyleyse tahtalardan bir şey yapmak lazım, bir şey! Ne yapılacağını bulmalıyım!>>
Buluncaya kadar geceleri bunu düşünerek uykusuz kaldı. Sonunda yüzünü güldüren gün karşısında aniden doğdu ve ona ışıklarını göndermeye başladı. Ta uzaklardan, geçmişin karanlığından çıkıp geliyordu ve tahtaları yönlendirdi.
<<Fakat>> diye bağırdı. <<Bu işte! Bu işte! Bunca gece gün eziyet çektim de neden bunu düşünemedim? Tahtalar kayık olmalı! Kayık burada olsun! Elbette! Kolonların yanında! Limandan uzakta! Kolonların yanında! Böylece korkulacak bir şey de kalmaz!>>
Thisio’nun yanında bir kayık! Elbette olur! Tersanedeki bir kayık aslanın ağzındadır. Direği de konunca bitmiş olur, oh ne âlâ, piş ağzıma düş, Alman da gelip onu alsın. Ama burada olursa! Thisio’dan limana taşımayı kim nerden akıl edecek!
Thisio’nun kayığına böyle karar verdi. Büfe sahibi adam Turkolimano’daki tersaneden usta getirdi. Adam çocukluktan arkadaşı ve birinci sınıf ustaydı.
<<Gördün mü?>>diyor usta ona. <<Sen hiç kıyıdan bunca uzakta kızağa tekne konulduğunu gördün mü? Yüzdüremedikten sonra...>>
<<Boş ver, böyle olsun kardeşim. Çünkü böyle olmalı, böylesi daha iyi olacak...>>
Kayığa duyulan bu yakınlık derinlerden geliyordu, kandan, denizcilerden, ailenin balıkçılarından.
Kayık meydana çıkarken günler onun için daha sakin geçiyordu. Tapınağın kolonları da her gün biraz daha ortaya çıkan kayığı merakla izliyordu, sarsılmaz sakinliklerini biraz kaybeder gibi oldular ve aralarında konuştular:
<<Bu yaptıkları iş kötü bir şey olmasın! Başımıza gelene bakın? Bizim bölgemizde ne yapıyor bunlar? Böyle yapmacık bir iş şimdiye kadar görmedik!>>
Haber Keramikos’a kadar gitti, boğa haberi aldı.
<<Kayıklarla bizim ne alıp vereceğimiz olabilir?>> dedi ürkerek. << Canlılar delirdi galiba! >>
Theonikos ve Mnisaretis’in mezarlarındaki taş kitabeler de onu yumuşatmaya çalışarak: <<E, yapma böyle, bırak insanları kendi başına>>, dedi sakince.
İki palmiye de habere çok sevindi, yapraklarını sallayarak onlar da aralarında konuştu: <<Vah garip, kimsesiz kayık! Ne iyi oldu da bize arkadaş geldi!>>
Kayık günden güne biçimini alıyordu. Gelip geçen yayalar, mahalleliler, herkes durup önünde haç çıkarıyordu:
Tanrı adına! Thisio’ya kayık dikiyorlar! Thisio’ya diktikleri kayığa bakın!>>
Gülüştüler, merakla bakıp gittiler. Büfenin sahibi geriden, pencereden, onlara bakıyor ve mırıldanıyordu:
<<Gördün mü? Herkes onu inceliyor, herkesi etkiledi>>.
Mutluydu bundan, çünkü adamın hayatı ansızın dışa taşmıştı, dışarısı onu mıknatıs gibi çekiyordu.
Kâğıt çıkarmalar arasından yüzen bir gemi çıkartmasını arayıp buldu. Kayık değildi, üçgen biçimi yelkenleri olan bir tekneydi. Üç direkli büyük yelkenli gemi, pupa yelken denizde seyrediyordu. Hemen, evvelce cama yapıştırmış olduğu yabani hayvan çıkartmasını, zürafayı söktü, yerine üç direkli yelkenliyi yapıştırdı –yeni çıkartma koyu kırmızı, sarı renklerdeydi.
<<Şimdi artık ortam tamam...>> dedi.
Kayık bittiği zaman sonbahar girmişti, yıl 1942. Pruva kargasına ustalar tahtadan bir haç dikti.
<<Kayığı boyayalım mı?>>
<<Hayır, onu sülyenli[13] bırakalım, dedi büfeci. <<Bitmiş olduğu göze çarpmasın. Tamamlanmamış görünsün>>.
Fakat sülyenin kırmızısına dikkat edince onun çok göze çarptığını gördü.
<<Hayır. Daha gösterişsiz olmalı. Yeşil bir renk çekelim ona>>.
Onu yeşile boyadılar.
<<E, artık tamam. Şimdi savaşın bitmesini bekleyeceğim. Nasıl olsa savaş seneye biter>>.
Sonbahar geçti, kış geldi. Thisio’nun çevresindeki her şey kayığa artık alışmıştı. Tren yolcuları gelip geçerken onu aşağıdan görüyordu, yanı başındaki kolonlarla ve evlerle inanılmaz bir bağ kurmuştu. İlk görüşte gözlerini ovuşturuyorlardı ama sonunda trenler de ona alıştı.
Sonra yağmurlar başladı. Sarı büfenin içinde adamın çeneleri birbirine vuruyordu, yeşil kayığı soğuktan buğulanmış camekânın arkasından görüyordu. Ona ısrarla bakmaktan adamın da gözleri buğulanmıştı –artık her şeyi bulanık görüyordu, denizde dalgalar gibi.
Bir gün şaşkınlıkla gözlerini ovuştururken kendine: <<Baksana, kayık sanki denizde yüzüyor!>> Dedi.
O kış da böyle geçti. İlkbahar ve yaz geldi. Mevsimler bitip geçiyor fakat sadece savaş bitmiyordu.
<<Bu nereye kadar sürecek?> Diyordu adam kayık için. <<Savaş bitmiyor. Güneş onu kavuracak. Yağmur yiyip bitirecek. Bir şey yapmalıyım>>.
Çok düşündü, sonra şöyle dedi:
<<Şöyle yapayım! Çürümeden onu satayım. Yerine de bir başkasını yaparım, yeni kayık. Tabi bu sırada savaş da bitmiş olur>>.
Kayığın yeşil boyalı pruvasına[14] beyaz boya ile yazdı: Satılık. Sonra da beklemeye başladı.
Mahalleli ilanı görünce çok güldü. Keramikos’un boğası da bu alım satımı öğrendi ve kuyruğuyla sağrısına[15] vurdu. Thisio’nun kolonları da öğrendi fakat kıllarını kıpırdatmadılar. Fakat palmiyeler tepelerindeki birkaç yaprağını neşeyle salladı.
Yeni sonbahar geldi, 1943, ardından kış geldi. Savaş hâlâ bitmiyordu, kayık oradaydı, hiçbir alıcı çıkmamıştı, yağmurlu havalar onu yiyip bitiriyordu. Mahallenin kümes hayvanları küpeşteye sıçrıyordu, üzerinde gezinip pisliyordu. Bir gece şu oldu: kayığın gövdesinden yakmak için tahta söktüler. Ertesi gün büfenin sahibi bunu görünce kalbi duracak gibi oldu ve dedi ki:
<<Tanrım ne olur bir an evvel elden çıksın. Ne olur onu biri satın alsın. Kapıma alıcılar gönder>>.
Alçakgönüllüce tanrıya yalvarmıştı, tarihi tapınağın soğuk kolonları bile bunu duydu. O kadar sıcak bir yakarıştı! Adam aniden korkuyu ilk defa içinde hissetti:
<<Bu kadar yalvarıştan sonra, almaya gelen olur mu acaba? İsa beni duyduysa alıcı gönderir mi?>>
Adam aniden kayığın ne kadar zamandır orada karşısında olduğunu, ona ihtiyacının ne kadar büyük olduğunu fark etti. Ona ilgisi sadece meraktan değildi, sadece onun şekil ve biçiminden değildi. Daha fazlasıydı. Bu başlangıç ve sona duyulan duyguydu, geçmiş ve gelecekti, hayat ağacıydı. Deniz yapayalnız adamla barış kurmak için onun içinde dönüp dolaşıyordu. Orada Thisio’da ona her zaman var olduğunu hatırlatıyordu.
<<Ben direnmeye son verdim. Ne istersen o olsun tanrım. İsteğin neyse o olsun>>.
Ve yine geldi ilkbahar. Savaş, yıkım, günler hep aynıydı. İnsanlar. Büfe sahibi. kayık hep oradaydı, kımıldamadan, yerli yerinde. Böyle olmakla beraber, bu ilkbaharda bazı gerçekler ortaya çıkmaya başladı. Bir gün büfenin camından bakarken adam bir güvercin gördü, kayığın üstünde havada dolaşıyordu. Biraz sonra başka bir güvercin daha göründü. Biri beyaz, diğeri siyahtı. Kayığın üzerinde dönüp duruyorlardı, sonunda, biri alçaldı ve hiç duraksamadan indi ve baş kargasına kondu, haçın üzerine.
<<Bak! Bak!>> diye söylendi adam, kalbi hızla çarpmaya başladı. <<Bak! Şimdi martılar da geldi kayığa!>>
Ağzından çıkan ‘’martılar’’ sözcüğünü kulağı duyunca bunu düzeltmek istedi, ‘’güvercinler’’ demek istedi –lakin düzeltmedi.
<<Bak şimdi martılar da geldi!>>
Konan güvercin beyazdı. Biraz sonra kalktı, diğeriyle havada buluştu ve gittiler. Gün adam için pek sevinçli oldu, ümitle geçti.
<<Tekrar gelebilirler>>.
Kalbi heyecanla çarparak ertesi günü bekledi. Güvercinler tekrar göründü. Havada daireler çizdiler, sonra ikisi de kayığa inip kondu. Üçüncü gün yine göründüler. Fakat ikisi birden inmedi, sadece siyah indi. Pruvadaki haçın üzerine kondu.
<<Bu kötü!>> diye mırıldandı adam ve haç çıkardı. Bugün kötü bir şey olacak. Kara martı bunu haber verdi>>.
Bütün günü kötü bir şey olmasını bekleyerek geçirdi.
Günler günleri izledi. Değişen bir şey yoktu. Ne kayıkta, ne de insanlarda. Çevrede sadece, halkın matemi ve gözyaşları vardı. Almanlar öldürüyorlardı, işkence yapıyorlardı. Matem bitmiyordu, umut yoktu. Sarı büfede kapalı kalmış adam için de artık kesindi. Her şey geride kalmış, çok uzaklardaydı –duvarlar, deniz, Turkolimano. Ve önündeki her şey bulanık, çok derinlerdeydi. Sadece yakıcı sıcaklık, sadece o, orada, karşıdaydı: Kayık.
<<Bak sadece bu kaldı. Sadece bu var artık>>.
Kayığın onu bırakabileceğini aklına bile getirmek istemiyordu. Onun güneşin altında yüzdüğünü görüyordu, Thisio’nun kolonları arasında. Ve onun üstünde uçan güvercinleri, martıları görüyordu. Beyaz ne zaman inecek pruva kargasına, ne zaman siyah inecek. Bu hareket umudu biçimlendirip ayar yapıyordu, umutsuzluğu da –doğa kanunu. Tükenişi, sonu ayarlıyordu, şekil ve biçimsiz, son özlemi.
<<Beyaz insin bugün...>>
<<Siyah bugün inmesin...>>
Ertesi gün yine. Yine. Kendi için, insanlar için.
<<Beyaz insin bugün...>>
<<Siyah inmesin...>>
Yanında, çevresinde halkın yalnızlığı, kendi yalnızlığı.
<<Madem böyle olması kaderdi tanrım, madem kalmasıydı istediğin...>> söyleniyordu alçakgönüllü.
*
D A F N İ
STREFİS TEPESİNİN KUZEY YAMACINDAKİ BÖLGE, yani Areos parkının çevresi bir vakitler çok ıssız, çorak bir yerdi. Bitmiş tek bir ağaç bile göremezdiniz, her yeri kuru ot kaplamıştı, hava kararırken Türk Dağlarının sert hatları arasından sızan bir tutam mavi ışık bölgeyi aydınlatırdı. O saatlerde kuşlar uçuşarak, her biri tepenin kovuklarındaki yuvalarına çekilirdi ve zaman zaman da çocuklar onları avlamak için gelirlerdi. Fakat bu uzun bir yürüyüştü ve Strefis tepesi çoğu zaman yalnız ve sessizdi. Yanından akıp giden ve sularını kaderlerini bulacakları Saranikos denizine akıtan ırmağın sesinde onların öyküsünü dinlerdi.
O taraflarda, Zaymi yolunda, avlusunda birkaç ağaç bitmiş küçük bir taverna[16] vardı. Genç kızlar ve oğlanlar
birbirlerine aşklarını fısıldamak ve öpüşmek için giderlerdi. Ege adalarından ve yörelerinin dağlarından gelen yoksul öğrencilerdi. Atina gibi büyük bir kenti ilk defa görüyorlardı, böyle büyüleyici bir seyahate çıkmayı ilk defa deniyorlardı. Kestane rengi gözleri, simsiyah saçları, genç bedenlerinde ucuz basmadan giysileri vardı, gürültü yapmazlardı, bademle uzo içer ve hava kararıncaya ve yıldızlar çıkıncaya kadar saatlerce sessiz sedasız otururlardı. O zaman da oğlanlar kızlarını öperler, nehrin fısıltısını dinlerler ve birbirlerine memleketlerinin denizlerinin, dağlarının hikâyelerini anlatırlardı.
Fakat böyle müşterilerle Zaymi yolundaki taverna çok iş yapmaya başladı, Plaka’daki[17] meslektaşları bunu çok kıskandı, Psirri’dekiler ve tanınmış başka yerlerdekiler de kıskandı.
<<Ne yapacaksın, ne hayat bulacaksın bu çocuklarla!>> diyordu kendi kendine, taverna sahibi. <<Bunlar göğe bakmaktan ve iç çekmekten başka ne bilirler. Şaraptan ne anlarlar!>>
Asla müşterilerinin sarhoş olduğunu, ortalığa döküp saçtığını görmemişti. Sadece yılın belirli mevsimlerinde –yaz başları ve sonbahar sonunda- Zaymi yolunun tavernasında ağaçların altında bir şeylerin canlandığını gözlüyordu. Hava kararırken âşıkların gürültüsü daha fazla ve iç çekişleri daha canlı oluyordu, ara sıra içki ve meze siparişi için coşkuyla bağırıyorlardı: bu zamanlar ya öğrenciler memleketlerine gidiyordu, vedalaşma zamanıydı, ya da memleketten dönüyorlardı ve sevgilileriyle yeniden kavuşma zamanıydı.
<<Bu taverna hiçbir şekilde sarsılmaz!>> diyordu taverna sahibi Thomas. <<Ama Plaka’dan müşteri çekmek için de bir kurnazlık düşünmelisin! Onlar o kadar acayip insanlar ki!>>
Şimşek bakışlı, koca bıyıklı, saf, şişko biriydi. Kalbinde bir rahatsızlık vardı –doktorlar ona üzülmeyi bırak, her şeyi düşünüp dert edinme demişti. Mademki hep sağduyuyla bir şey olmuyordu, o zaman kaderin neyse o olsun dedi.
Şöyle oldu:
Strefis tepesi yöresindeki birkaç evden birinde Dafni kalıyordu, yeşil gözlü çok garip bir genç kızdı. Fakir bir zanaatkâr olan babasıyla yaşıyordu, evde başka biri de olmadığı için küçükten beri yalnız oturmasını ve hayal kurmasını öğrendi. O zamanlar odasını kırmızı üniformalı süvariler[18], gemiler, balıklar ve vahşi hayvanlar dolduruyordu. Bütün bu şeyler odasında birlikte yüzüyordu ve Dafni onlarla çok iyi arkadaş olmuştu, kâh altın ata, kâh kırmızı balığa, bazen de yelkenli bir gemiye binerek günlerini geçiriyordu. Güneşin Saranikos denizine alçaldığı zamanlarda Strefis tepesine çıkıyordu. Kayalıklarda, mağaralarda ve ıssız vadilerde dolaşarak avarelik ediyordu. Çok uzaktan duyulan şehrin uğultusunu dinliyordu, deniz ve Salamina dağları renkten renge girerken ortaya çıkan
ışık oyunlarını seyrediyordu ve akşam büyülenmiş olarak evlerine dönüyordu.
<<Vadiler bu akşam çok ıssızdı>>, diyordu babasına.
Ya da:
<<Tepeden büyük bir bulut geçti>>.
Daha önemli şeylere de rastladığı oluyordu.
<<Bu akşam yeşil kuyruklu bir kuş geldi>>, diyordu. <<Karatavuk muydu?>>
<<Karatavuk yeşil kuyruklu olmaz>>, diye cevap veriyordu babası.
<<Tepenin sakinlerini tanımayı ne zaman öğreneceksin?>>
<< Bir gün gelir kuşları tanımayı öğrenirim babacığım>> diye inatla cevaplıyordu kızcağız.
Ve sonra da:
<<O, baba sen ne bilirsin benim tepem hakkında! Diyordu ona ve yaz gecelerini anımsıyordu, sımsıcak toprağa uzandığı zaman duyduğu yerin garip sesini anımsıyordu, kayaların çıtırtısını, çalıların hışırtısını.
<<Bu akşam tepenin her yerinde her şey konuşuyordu>>, demişti bir keresinde babasına.
<<Bu akşam gerçekten her şey konuştu mu tepede?>>
Fakat Dafni ona cevap vermedi, çünkü bu şeylerin sesini sadece kendisinin duyabileceğini biliyordu.
Bir akşam vakti, Dafni Strefis tepesinden beklenmedik bir olay görerek eve döndü: yuvası içinde oturan daha tüyleri bitmemiş bir kartal yavrusu. Neopolis’in bazı bitirim çocukları Likavipos’un çıplak kayalıklarında yuvayı bulmuşlar ve <<Onu Strefis tepesine götürüp bırakalım, bakalım anası onu bulabilecek mi?>> demişler. Böylece, yavruya ne büyük işkence olacağını düşünmelerine rağmen onu yuvasından almışlar, Strefis tepesine kadar uzun bir yolculuk yapmışlar ve orada bir kovuğa onu bırakmışlar ve gitmişler. <<Öbür gün görmeye geliriz>>, demişler ve aralarında anlaşmışlar.
Dafni Neapolis’in bitirimlerini gördü ve orada bir yere saklandı, konuşmaları duydu. . <<Ah, zavallı kartalcık!>> diye üzüldü. <<Acaba ana kartal onu bulabilecek mi?>>
O gece yavru kartalı düşünmekten hiç uyuyamadı. Ancak gün ağarırken uykuya daldı, rüyasında ana kartalı gördü: kanatları akan kanından kıpkırmızıydı ve yüreği parçalanarak kendini bulutlara vuruyordu, bulutlar da onu kırmızıya boyuyordu.
Sabahleyin çırpınarak uyandı ve hemen tepedeki kovuğa gitti. Yapayalnız, soğuktan tir tir titreyen, acıkmış, yavru kuş oradaydı.
<<Ah, anası onu bulamayacak>>, dedi Dafni, üzüntüden kahrolarak. <<Yaralı ve bulutların içinde ölecek. Bu yavru ne olacak burada?>>
Çok düşündü, yarını düşündü, bugünü de düşündü, belki o serseri çocuklar bugün gelirlerdi, onu bulurlarsa alıp işkence yaparlardı.
O zaman kararını verdi:
<<Onu kurtarmalıyım>>.
Kuşu yuvasıyla beraber aldı ve Zaymi yolundaki tavernanın sahibi Thomas amcaya götürdü. Onun kuşlardan anladığını ve sevdiğini biliyordu, bir yığın saka kuşu ve kanaryayı kafeste beslediğini görmüştü.
<<Bu ne Dafni?>> Tavernacı şaşırarak sordu.
<<Ah, baksana Thomas amca! Sana bir yavru kartal getirdim!>>
<<Kartal mı?>>
Dafni kuşun hikayesini bir çırpıda anlattı.
<<Besle onu, Thomas amca, büyüyüp tüyleri çıkana kadar. O zaman bırakırsın>>.
Ona öyle kalpten yalvardı ki adam da kabul etti.
<<Peki Dafni. Kartalın kafeste saklandığı görülmemiştir ama hatırın için onu kabul edeceğim. Çünkü bırakırsak ne olacak buna?>>
Thomas amca o akşam kartalı büyük bir kafese koydu, ona pirinç, yeşil yaprak ve su verdi. Fakat küçük vahşi kuş hiç birine dokunmadı.
<<Bununla nasıl olacak?>> Ertesi gün böyle dedi Thomas amca ile Dafni. <<Böyle giderse ölecek>>.
<<Daha çok küçük ve çaylak>>, dedi kız. <<Anasız yapamayacak>>.
<<Anasını da nerden bulacağız? Tabi onu çağıramayız>>.
<<Tabi onu çağıramayız>>. Kızcağız papağan gibi tekrarladı,
Çok üzgündü, zira kuşun ümitsiz durumunu görüyordu.
<<Şayet anasını bulursak, şayet ona bir ana bulursak...>>, diye kendi kendine konuşmaya başladı.
Böyle düşünüp dururken aniden gözü bir yere takıldı.
<<Denesek bir kere... Onu bir kere denesek...>>, diye devamlı mırıldanıyordu.
Thomas amca dönüp şaşkınlıkla baktı:
<<Ne demek istiyorsun, Dafni?>>
<<O, evet! Evet! Bırak deneyelim!>>dedi kararlılıkla kızcağız. <<Ona bir anne verelim! Thomas amca, ne olur hayır deme!>>
Ona düşüncesini anlattı: Tavernadaki bir çok kafesten birinde bir keklik vardı –Thomas amcanın çok sevdiği gözü gibi baktığı bir kuştu. Sakin bir kuştu, Çok yalnız ve kimsesizdi. Neden yavru kartalı onun yanına koymasınlar?
<<Böylece kekliğe de iyilik etmiş oluruz>> dedi Dafni.
<<Hayır! Hayır! Nasıl olur? Dedi adam. <<Keklik evcil kuştur, kartal ise vahşi kuştur. Eminim, onu parçalar! Bunu şimdi yapamasa bile, çünkü daha buna gücü yok, biraz büyüyünce yapacaktır. Hayır, Dafni!>>
<<Gel, Thomas amca!>> Onu çekiştirdi kız. <<Göreceksin ki ona zarar vermeyecek. Alıştıklarını göreceksin. Ben kuşlardan anlarım. Sonunda korkulacak bir şey görürsen onları ayırırız>>.
Kızcağız ona çok yalvardı, sonunda kızın karşı konulmaz isteğine, büyük diretme gücüne dayanamadı:
<<İyi>>, dedi. <<Deneyelim>>.
Öyle de oldu. Kekliğin büyük kafesine yavru kartalı koydular. İlk gün kafeste keklik bir köşeye kartal diğer köşeye çekildi. Kuşlar birbirine meraklı gözlerle baktılar, bazen düşmanca bazen korkuyla. Akşama kadar hiçbiri yerinden kımıldamaya cesaret etmedi ve diğerinin yanına gitmedi. Bütün gece de köşelerine çekilip hareketsiz kaldılar. Kartal dağları ve atalarının orada hür yaşamını düşündü durdu, keklik de sıcak taşların altında büyüteceği yavrularını hayal etti.
Ertesi gün, güneş doğarken, Dafni geldi. Thomas amcayla kafese gittiler, sularını değiştirdiler ve her kuşun önüne taze yaprak koydular.
<<Gel şimdi>> dedi kız şefkatle kekliğe. <<Sen büyüksün, o ise yavru. Onun anası olmalısın>>.
Kekliği eliyle yakaladı ve sessiz sakin duran kartalın yanına götürdü. Fakat elini üzerinden çekince keklik çabucak yerine döndü.
<<İyi, iyi>>, dedi Dafni. <<Seni anlıyorum, alışıncaya kadar bekleyelim. Ama onun anası olacağını biliyorum>>.
Böyle birkaç gün geçti, Dafni de Thomas amca da kafeste olacakları merak ve heyecanla beklediler. Bu olay seyrek taverna müşterileri arasında da duyuldu, alaca karanlık çökünce hepsi alaydan alarak soruyordu:
<<Ne haberler var, Thomas amca, seviştiler mi seninkiler?>>
<<Bekleyin biraz daha>>, diyordu onlara. <<Nasıl seviştiklerini göreceksiniz>>.
Kızın güveni yavaş yavaş içinde yer etmeye başlamıştı, garip bir hisle, kuşkucu insanlara karşı kuşları savunmanın görevi olduğunu anlıyordu.
<<Bir kartal bir keklikle! Hiç olur mu, Thomas amca?>>
<<Kuşlarda her şey olur, derim ben. Sadece insanlarda olmuyor>>.
Gerçekten Dafni’nin düşündüğü oldu. Birkaç gün sonra keklik analık duygusuyla öksüz ve yetim kartala önce yaklaştı, sonra kanatlarını dokundurdu, sonra da eğildi ve kartalın yeminden yemeye başladı. Sanki ona şunu diyordu: <<Eğil sen de ye!>> Kartal da eğildi ve yeminden yedi, suyunu içti, kekliğin yaptığı gibi. Yavrunun karamsar hali kayboldu, canlandı. Bir akşam yağmur çiseledi. Thomas amca içeri almak için kafese gitti. O zaman kekliğin yavru kartalı sudan korumak için kanat gerdiğini gördü.
<<Tanrım!>> Dedi, duygulanarak. <<Bu kadarına inanmazdım. İşin buraya varacağına katiyen inanmazdım>>.
Taverna müşterileri de bunu öğrendi ve şaşkınlık içinde birbirlerine anlattı. Tavernaya hiç gelmemiş arkadaşlarına da anlattılar. Onlar da bu şaşılacak şeyi görmek için akın akın gelmeye başladı. Git gide taverna canlandı, müşterisi arttı, her gün daha fazla büyüdü.
<<Zaymi yoluna gidip kartalla kekliği görelim mi?>> Diyorlardı.
<<Gidelim>>.
Önce merakla kuşlara bakıyorlar sonra içmeye oturuyorlardı.
<<Garip. Değil mi?>>
<<Kartal daha ufak, ondan kekliğe bir şey yapmıyor>>, diyordu yılların tecrübesine güvenen birçok insan. <<Biraz büyüsün bakalım ondan sonra göreceğiz!>>
<<Onu parçalayacak mı diyorsun?>>
<<Başka ne olabilir? Hele büyüsün, onu parçalayıp yiyecek!>>
Zaman geçiyordu, yavru kartal günden güne boy atıp büyüyordu, insanların sabırsızlığı da günden güne artıyordu. Yeni müşteriler gelmeye başladı, avluya girer girmez önce kafese bakıyorlardı ve sanki rahatları kaçmış gibi soruyorlardı:
<<Daha olmadı mı?>>
Herkes <<evet>> cevabını bekliyordu, sanki böylece rahatlamış olacaklardı. Sonra da aldıkları cevaptan düş kırıklığına uğruyorlardı:
<<Hayır. Hiçbir şey olmadı>>.
<<A, ama bu olacak! Bu olacak!>> Diyorlardı, emin olarak ve inatla. <<Çok zaman geçmez>>
Doğadaki uyum onları heyecanlandırıp kafalarını karıştırıyordu: Güçlüler zayıfları parçalar. İnsanlarda olanın kuşlarda olmaması onları bütünüyle rahatsız ediyordu.
Thomas amcanın içine yavaş yavaş kuşku düşmeye başladı, zayıf kalbine Dafni’nin aşıladığı inanç kayboluyordu. İki akıntı arasında kalmış çabalıyordu. Kartal şimdi artık çok büyümüştü. İsterse zahmetsizce kekliyi parçalayıp yiyebilirdi. Keklik öyle savunmasızdı ki!
Geceleri, müşteriler gittiği zaman taverna karanlık ve ıssızdı, sık sık kafesin yanına gidiyor kulak kabartıyordu. Hiçbir şey duymuyordu, kafesin içi sessiz ve sakindi, ama gözleri karanlığa alışınca gecenin içinde parlayan kartalın gözlerindeki üzüntüyü görüyordu.
<<Acaba onu bırakmalı mıyım? Acaba kekliğimi parçalar mı?>>
Fakat o da insandı, hemen doğruca şunu düşündü:
<<Şayet onu bırakırsam, tanrının bana gönderdiği bütün bu bolluk elden gidecek>>, diyordu beklenmedik müşteri artışı için. <<Onları buraya çeken bir şey olmayacak o zaman>>.
Korkarak Dafni’ye soruyor:
<<Sen ne diyorsun? Kuşu bırakmalı mıyız?>>
Fakat düşüncelerinin tümünü, gizli hesaplarını ona söylemiyor. Ama öteki bütün küçüklüğüne rağmen, derin içgüdüsüyle adamı anlıyor.
<<Biliyorum Thomas amca, neden bana sorduğunu biliyorum. Fakat sen ne diyorsun? Keklik için mi korkuyorsun?>>
<<Sana ne diyeyim bilmiyorum>>, diye cevaplıyor adam, karmakarışık duygular içinde dolaşıyor. <<Kartal artık büyüdü, onu bırakırsak uçabilecek. Lakin yine de...>>
<<Onu biraz daha tutabiliriz>>, diyor kız dayanma gücü göstererek. <<Bana korkacak bir şey yok gibi geliyor Thomas amca... Korkma sen>>.
Bu arada öğrenip Zaymi yolunun tavernasına kuşların öyküsünü izlemeye gelen insanlar artık kendilerini tutamamaya başladılar. Düş kırıklıkları olanca açıklığıyla görülüyordu zira kartal kekliği parçalamıyordu, keklik gibi olmuştu.
<<Ah, kardeş!>> diyorlardı iç çekerek. <<Bu şey artık kartal değil! Keklik onu bozdu>>.
Bir akşam şu oldu: Müşterilerden biri arkadaşlarıyla otururken çok şarap içmişti, sohbet keklik ve kartal üzerine geldiği zaman yerinden sıçradı, öfkeyle kafese doğru atıldı, elini içeri soktu, kartalı avuçlarına alıp öfkeyle bağırarak onu sarsmaya başladı:
<<Pis yaratık! Ne oturup ona bakıyorsun ulan! Neden oturuyorsun?>>
Thomas amca gördü, önce olanı iyi anlamadı, adam kartalı boğmaya gitti sandı, bütün kanı tepesine sıçradı. Atılıp adamı zorla kafesten uzaklaştırdı.
<<Kuşun ne suçu var be adam!>> Diyordu öfkeden köpürerek. <<Sana ne suç işledi?>>
Adam nerdeyse elinde kalacaktı. Masadaki arkadaşları koşup yetiştiler ve arkadaşlarını tavernacının elinden zor aldılar, sonra da hepsi öfkeyle çekip gitti. Giderken de:
<<Bizi tavernanda bir daha görürsen iki olsun! Dediler.
İşte bu kadar! Ertesi akşam yabancı müşteriden çok az kişi geldi ve daha ertesi akşam çok daha az. Hepsi kuşların öyküsünde kendilerince hiçbir ilginç yan bulamayarak eski inlerine geri döndü.
Böylece bölge yeniden ıssızlaştı, akşamları sadece yine kızlarıyla beraber yıldızları seyretmeye yoksul öğrenciler geliyordu.
Dafni o zaman Thomas amcaya şöyle dedi:
<<Sanırım artık kartalı bırakabiliriz, gitsin>>.
<< Sanırım bana göre de öyle >>, dedi temiz kalpli Thomas amca.
Strefis tepesine gittiler, kafesi açtılar ve kartalı bıraktılar. Dafni’nin vadisi üzerinde bir süre uçuşunu ve Türk Dağları tarafında gözden kayboluşunu izlediler.
Thomas amca elinin tersiyle dudaklarını sildi ve Dafni’yi siyah saçlarından öptü, sanki onu kutsar gibi.
*
E G E’ N İ N D E N İ Z R U H U
(Bir döneğin masalına seyahat)
MELTEM SERT ESİYOR. Burada, Andros adasında dalgalar daima büyük olur, Tinos ve Andros adaları arasındaki boğazın açığından gelir. Güneş dalgaların üzerinde devinirken ben dalgalara ve denize âşık eski Venedik kalesi ve sular içindeki kayalıkları Andros’a bağlayan yarı harap köprüye can havliyle tutunmaya çalışıyorum. Köprünün tepesine varınca, rüzgâr nerdeyse beni köprüden koparacak gibi, var gücüyle altımdan geçen denize doğru çekiyor. Eller ve ayaklarla kuvvetli tutunmalı, uyuşuk olmamak gerekiyor -seni bırakmaması için bütün vücudunla yere secde eder gibi.
Bu yaz sabahında ne ıssızlıktır bu, Marinos Dandalos’un kalesi! Kalenin burçları hepten yıkılmış, mazgalları da, kuleleri de, nöbet yerleri de –her şey yıkıntı. Var olan sadece kayaların yeşil kökleri. Deniz dövmüş, kemirmiş, sanki su asırlar boyu onu dişleriyle ısırmış. Yediği top güllelerinin izinden hiçbir şey kalmamış. Güzeller güzeli Fiorenca’nın kaledeki yeşil sarayından da eser yok. Sadece bir karaltı, rüzgârın dövdüğü taş ve topraktan şekilsiz kalıntılar –burçtan bir parça duvar. Bir kırlangıç bir anda süzülerek kayadaki kovuğuna giriyor –o da ıssızlıktan korktu, denizden yukarı fırlayıp uzaklaştı. Toprak pişirdiği çalı ve dikenlerle dolu, onları güneş sararttı, toprağa karakterlerini ve renklerini aktarıncaya kadar.
Issız ve yaban. Hem denizin uğultusu var hem de sükûnet. Ege’de Venedikliler zamanının onca ihtirası, bunca dökülen kan, bunca hile entrika ve mücadele, ne oldu –hepsi kül oldu! <<Ege Dukalığı geride kaldı ve sonsuza kadar görünmez oldu, hiç övülmeksizin, kimse ona ağlamaksızın. Şu tarihi kanuna boyun eğildi: Barbarlar bu toprakta teslim oluyor, bu toprak sonunda onları dışarı atıyor, her zaman. Onlardan sadece kalan kaybolan mezarlarındaki birazcık toz. Başka bir şey yok.
Geri dönerken köprü kemerinin üzerinde yine sürükleniyorum, ne mutluluk ki bu toprağın sonsuzluğunda her ne varsa, göz ona dokunuyor! Yukardan yürüyerek inerken, Andros adalılarının evlerinin sanki denizlerine ibadet eder gibi dizildiklerini görüyorum. Ruh içlerindedir. Bu beyazların içindedir, deniz evleri, gösterişsiz sade evler, nesilden nesle geçiyor, daha güçle, daha doğurgan ruhla, Yunanlılık ruhu: Ege’nin şeytanı, deniz ruhu. Durmaksızın hareket, gerçek olamayacak umutların ve seyahatin çekici sesine doğru devinim. Denizin sonuna çizilmiş ufuktan ötede var olmak için. Sonra da, oraya varınca daha öteye seyahat yeniden başlasın, gittikçe öteye, birçok defalar belli bir amaç için değil, fakat saf sevgi için, bilmek aşkı için, arzulama aşkı için.
Bu beyaz evlerin içinde, ne zaman babaları gibi seyahat edeceklerini düşleyerek güneşte kavrulmuş çocuklar büyüyor. Hayalleri bizim küçük denizlerimiz için değil. Akıllar okyanusa çıkacak büyük gemilerde. Andros’un daha da güçlü delikanlıları yaşamlarının çok uzun zamanını okyanusta geçiriyor. Karılarıyla seyrek bir araya geliyorlar. Sonra kadınlar, onların çocuklarını hazırlayarak, tekrar beklemeye başlıyor. Geceleri, deniz uğuldamaya başlayınca, yalnız kadınlar oturuyorlar ve çocuklarını uykuya yollamak için anlatmaya başlıyorlar; korsan hikâyelerini ve hayalet hikâyelerini, büyük denizleri, sabrı sebatı, umudu ve gücü, deniz canavarlarını, hanımımız Deniz Kız’ını, inancı. Onlara her ne anlatıyorlarsa alın yazılarının değişmezliğidir ve de kendi kaderlerinin. Onlara dolaşırken ve beklerken hep uyanık olmalarını öğretiyorlar.
Çıplak kayadan Andros’un gemicilerin evlerine bakarken orada denizin ruhu yaşıyordu, yıkıntılardan ve onun evlerinden ayrıldım. Kayris burada doğmuştu. Hem beyaz evlere, hem denize, hem insanlara hem de onların kaderine bağlanarak anladım ki o zaman da aynı deniz şeytanı hüküm sürüyordu, onun kaderinin ufuk çizgisi. Kayris de adasının gemicilerinin duyduğu aynı sesi duydu. Yolları bir biçimde değişikti. Lakin kalp vuruşları aynıydı. Ne o, ne bu, deniz ruhu, Ege’nin deniz ruhu, kimsesiz ve ateşli gizli saatlerinde durmadan ona sesleniyordu:
<<Dolaş! Dolaş! Daima dolaş!>>
O kadar ecdat, o kadar saf Ege geleneği –pagan ruhundan ve Hıristiyan ruhundan gelen, asla susup durmayan ve devamlı rüyalara ve zihne giren korsan rüzgârı–, ne biçim hücre ki bu güçsüz bedenlerde çoğalıp yoğunlaşmış ve ona bu gerilimi ve heyecanı veriyor. Alçak gönüllülüğe, Tanrının kurtarıcılığını benimsemeye bu istek ve eğilim, lakin bunun yanında hem hala uslanmazlık, itaat altına alınamama ihtiyacı, hala da Tanrının ona dokunacağı, tek başına zaferi ele geçireceği duygusu, ne alevdi ki bu güçsüz gövdeleri yakıyordu!
Vatanım Ayvalıkta çocukken önce Kayris’in efsanesini duydum. Ayvalık Ege sahilinde gemicilerin, delikanlıların ve mal mülk sahiplerinin bir şehriydi, Türkiye içinde hür Yunan şehri olarak gelişti. Muktedir görünmek için mümkün olabileni yapan devletin bir kadısı ve birkaç paralı askeri dışında şehirde oturan Türk yoktu. Lakin her şeyi yapabilecek olan kaçakçılardan tir tir titriyorlardı. Şehrimiz işte böyle özerkti, aralarından seçtikleri ihtiyar heyeti halkı yönetiyordu. Halkta Yunanistan’a bağlılık vardı, büyük amaç oydu ve ikona dolaplarında, ikonaların arkasında krallık gemilerinin tasvirleriyle beraber piyango biletlerini de saklıyorlardı. Biletleri değerlerinden çok fazla para ödeyerek gizlice Yunan konsolosluğunun kavasından satın alıyorlardı. Donanmaya yardım ettiklerini söylüyorlar ve Hıristiyan Anadolu’ya böylece özgürlük geleceğini düşünüyorlardı.
Büyümeye başladığım zaman, yaşlılardan gençlere geçerek masal efsane olmuş iki garip hikaye öğrendim. Efsanenin biri Papa İkonomos adlı rahip içindi. Diğeri yine bir papaz, önemli adam Theofilos Kayris ve onun zamanının - 1821 Yunan ayaklanmasından önce - önemli okulu Ayvalık Akademisi içindi.
Hikâye Papaz İkonomos o kazazedeyi fırtınalı bir gecede bulmuştu diye başlıyor, Çeşme’de Moskof’la çarpışan Sultanın gemilerinde bir zabitti. Hıristiyan Türk’ü kurtardı, yaralarını iyileştirdi ve sonra gitmesi için yardım etti.
Seneler geçti, fırtınalı gecede kurtarılan o Türk büyük vezir oldu. Papaz İkonomos kalktı ve İstanbul’a gidip onu buldu, esaret altında acı çeken vatanımıza yardım etmesi için istekte bulundu. Büyük vezir emir verdi ve bir ferman hazırlandı. Fermanda hiçbir Türkün Ayvalıkta oturma hürriyetine sahip olmadığı yazıyordu. Şehri Hıristiyan ihtiyar heyeti yönetecekti. Şayet bir Türk paşasının yolu şehir içinden bir kere bile geçecek olursa atının nallarını mutlaka çıkarmak zorundaydı. Şehir devlete bir miktar para ödeyecekti ve özgür olacaktı.
Papaz bu ferman elinde memleketimize döndü, kocabaşı-Osmanlıda yönetici- oldu, yöreyi yönetti ve kalkındırdı, şehrimizi Anadolu’nun gözbebeği yaptı. Önemli okullar inşa etti ve en büyük kiliseyi yaptı, vaaz kürsüsü som abanoz ağcındandı, onu Mısır’dan fildişi, Eritre denizinden kaplumbağa bağalarıyla yapılan sedef kakma sanatıyla süsledi. Bütün Yunanlılar için imarethane –aşevi- kurdu, Ayvalık adalarından, Yunanistan’dan özgür şehrine birçok göçenler oldu. İnsanları silahlandırdı ve defalarca Hıristiyan halka zulüm yapan zorbaları vurmaya şehir dışlarına gitti. Öldüğünde de en büyük düşmanı Bergama derebeyi kalktı ve Ayvalık’a geldi, cenazesine katıldı, naşını görünce de düşmanının mezarı başında gözyaşı döktü.
Bu anlattığım vatanımda çocukken duyduğum iki efsaneden biriydi. Diğeri Akademi ve Kayris içindir.
Bu gemicilerin ve balıkçıların deniz şehri bütün bu iyiliklere 21 den önce sahip olmuştu, öyle görünüyor ki Eolia’nın bu toprak parçası Yunan kurtuluş mücadelesine, Helenizm’in uyanışına yardım eden önemli bir manevi merkez oldu, Yunanlıyı geçmişiyle bağladı. Ayvalık Akademisi böyle oldu. Esaretin karanlığında bu ışık göründü, nefret zamanında. Anadolu’ya o yıllarda seyahat eden bütün yabancılar, on dokuzuncu yüzyıl başlarında, şaşkınlıktan durakaldılar ve gezi notlarında bu okul hakkında yazdılar, papaz cüppeli bilginler matematik, felsefe, fizik ve astronomi öğretiyordu.
Bir zamanlar, Ayvalıklılar bu büyük okula Andros’tan bir adalıyı getirdiler, Ayvalıkta yaşadı, on sekizinci yüzyılın sonuydu, Kayris’in bir amcası, Ayos Yorgis’den papaz, adı Sofronios Kabanakis. Amca yeğenini çağırdı, daha çocuk, okuması için onu yanına aldı. Zengin bir Ayvalık evine hizmetkâr olarak koydu, Hacis Diamandis’in yanına, ekmeğini çıkarsın ve okumanın yanında daha başka şeyleri öğrensin istiyordu, Tomas Kayris –cüppe takmadan önce küçükken öyle diyorlardı- Sarafis, Lesvos’un Veniamin’i gibi ünlü öğretmenlerle bir arada oldu. Çocuk uyanık zekâ, tez canlı, deniz ürünü, başladı kitapları yemeğe, üzerlerine gömülüp gözünü kırpmadan, akranlarından ilerdeydi, kitaplar ve insanlar bu çocuk derine inmek istiyor, dediler. Bazı Ayvalıklı zenginler onu ateşleyen ışığı gördü, ihtiyaç kadar para koyup tahsili için büyük dünyaya, Batı Avrupa’ya gönderdi,
Böylece Andros’un küçük adalısı Piza’da, Paris’te bulundu, matematik, felsefe, fizik, fizyoloji tahsil etti. Paris’te iken Koran’la tanıştı. Dönünce Ayvalık eşrafı okutması için onu akademilerine aldı. Gemicilerin ve balıkçıların şehrinin akademisi için bu günlerde ağızdan ağza bütün Anadolu’da ve boyunduruk altındaki Yunanistan’da kısaca şunu dediler: Efsane oldu. Tabiatıyla okulda felsefe, matematik ve astronomi tahsil ediyorlardı. Bunlarla yetinilmedi. Öğrencilere Avrupa müziği ve Fransızca öğretmesi için bir Fransız getirdiler, adı Brusar. Bir gün Türkün biri Brusar’ı derste öğrencilerine musiki öğretirken gördü, ritim ve nota. Hemen koştu ağaya yetiştirdi:
<<Vallah billâh, Hıristiyanlar korkunç şey hazırlıyor! Öğretmen çocuklara savaş öğretiyor!>>
Böyle olunca da müzik öğretmeni palas pandıras gitti.
Ayvalıklılar bu işi sona vardıramadı, Ayvalığı geliştirmek için programa Yunanistan’ın Attiki yöresinden şarkılar konuldu. “Ekavi’leri, Perses’leri”, Türkler kokusunu
almasın diye kapalı kapı ve pencereler ardında çaldılar. Arkaik ağdalı bir dil.
Bütün bunlar 1821 den önceydi demiştik. Bununla da yetinilmedi, ilerleme için eski dil, eski yunanca programa konuldu. Akademi öğrencileri bir daha yeni dilde konuşmamaya karar verdi, sadece eski dil konuşulacaktı. Sözlerini tutmayanlar için cezalar saptadılar. Görüşlerini yansıtan bildiriler yayınladılar ve bunları imzaladılar. Öğrencilerin isimleri tamamen değişti, eski Yunan isimlerini aldılar: Methodios olmuştu Diogenis, Haralambis olmuştu Pavsanias, Canos olmuştu Epaminondas ve Kostas oldu Havrias!
Kayris’in eseri kayıp vatanım Ayvalıkta kalıcı oldu. Işık saçan öğretmenler onun izinde yürüdü, tutkuyla sulandılar ve köle soyunun yaşadığı yörelere ışık saçtılar, Yunanistan’ın taparcasına sevdiği kişiler oldular, yeniden diriliş ve ayaklanma için, devrim için bilinçler uyandı. Kayris vatanımı sevmişti, ikinci vatanı oldu. Annesini ve kardeşlerini de getirdi. 1819 da Ayvalıkta Aristidis Pop’un gizli örgütü Filikis Eterias’a girdi. Örgüt aydın ve tüccarlardan oluşuyordu. Oradan da, Ayvalık yıkıma uğradığı zaman, Yunanistan’daki ayaklanmaya katılmak için kaçtı, kurtuluş savaşında kahramanca savaştı, heyecanla tutkuyla mücadele etti, sağduyu için, sonsuzluğunu bulmak için, sonra da kral Otto ve Kiliseyle kötü oldu.
Kilise döneklikle suçlayarak zulmetmek için kovaladığı zaman Ayvalıklılar onu unutmadı. Daima izlediler, ona merhamet ettiler, acıdılar. Kilisenin kurbanı oldu, sürgün edildi. İnançlarını, ideallerini geride bırakmıştı. Ayvalıklı önemli yazar Nikolaos Saltelis, bu konularda Efantian’a duygularını yazdı, Kayris’in kızkardeşine. (Kitabın yazarı Venezis, Saltelis’in Kayris’in kız kardeşine yazdığı eski yunanca dilindeki mektubu bu kitabına koymuş, 12 Haziran 1840 tarihli mektup: Bayan Efantia, şayet bana olan duygularınız azalmadıysa inanın ki yakınlarımın olduğu gibi benimkiler de bütünüyle size karşı korunmaktadır…, diye başlıyor. )
Kayris’in nadir bulunan bir küçük tasviri elimde duruyor ve ona bakıyorum. Bana Andros’tan bir akrabası verdi. Tasvir onu tutuklu keşiş odasında gösteriyor. Vahşi gözlerle karanlık köşesinden bakan bu yaratık bir insan mı? Orada içerde köşeye sıkıştırılmış kıllı acayip bir vahşi hayvan gibi ve öleceğini biliyor. Gözlerinin içinde karşıt güçler çarpışıyor: tanrıya saygı ve kurnazlık. Skiatos’un manastırında tutuklu Kayris’in tasviri böyleydi.
Gece vakti, yaz, Andros’un bir kayası üzerinde ayakta dikilmiş duruyorum, denize bakıyorum, Kayris’i düşünüyorum. Birden doğudaki burundan göründü, sanki masaldan çıkmış geliyor, sanki eski zamanlardan yaklaşıp gelen büyü, büyük bir vapurun ışıkları. Kimse böyle bir şey beklemiyor. Andros’ta böyle bir canavar yakalanmıyor, bir okyanus gemisi, onunla işleri yok. Öyleyse neydi bu? Gizemli gemi limana doğru mu gidecek? Açığa mı çekip gidecek? Bir zarar görmüştü de korkup ondan mı sığ sulara düşmüştü?
Hayır, hiçbiri değil! Koca gemi Atlantik geçerek Rusya’dan geliyordu. Andros açıklarından geçerken kaptan beyaz evleri, ıssız çıplak burunları, yeşil feneri fark etti. Her şey olabilir görünüyor fakat şu olmaz: açığından geçeceksin de, Andros seni çağıracak ve sen onu duymayacaksın. Muazzam gemi ani bir dönüş yapıyor, başını limana çeviriyor. Düdüğünü son perdeden öttürüyor –burun uğultudan inliyor. Androslulara haber ulaştı, denizcilerin kadınları bebeklerini kaptıkları gibi kucaklarına aldılar, kayıklara atladılar ve bir anda ışıklarla donanmış gemiyi kuşattılar. Kaptanın anası da onların içindeydi. Bölgenin yöneticisi, liman müdürü, kadınların gemiye çıkmasına izin vermedi, tayfalar kayıklara insin dedi. Kayıkları gözleriyle yiyerek küpeşteye asılmış denizcilerin karaltıları uzaktan fark ediliyordu. İsimler havada uçuşuyor, kadın isimleri, rüzgâr ve dalgalar isimleri, gece denizcilerin karaltılarını bir anda içine çekip sindiriyor.
Kayıklar geminin çevresinde dönüp duruyor. Büyük dalga gelip ne zaman kayığı kaldırıyordu, işte o zaman kadınlar küpeşteye asılmış kocalarına ulaşıyordu, dalgayla tekrar aşağı inene kadar. Kadınlar yukarıdakiler görsün diye bebeklerini ellerinde yukarı kaldırıp tutuyordu. Ana baba günüydü, insanların sıcak sesi her şeyin üstünde, deniz olan bitenle ilgisiz, deniz sahnesine davet eden uğultu-
su sona eriyor.
Deniz sahnesi böyle bitecekti, dalgalar içinde, heyecanla, acıyla ve salıverilmenin yolunu bulamayan tuzlu umutlarla, işte o zaman birden şu oldu, tahmin edilmeyen salıverilme dalgaların içinden geliverdi: anasının kucağında bir bebek, kayıkta, korkmuş, başlıyor yürekler parçalayıcı ağlama, tuzlu umut görünüyor dalgalarda. Yukarıdaki sesler sustu, alttaki sesler de, adamlar, kadınlar, her şey sustu. Sadece bebeğin çığlıkları kaldı ve denizin iniltisi. Yönetim bir şey yapana kadar, bu dayanılmaz ses sürdü gitti. Bırak olsun ne istiyorsa, bırak gitsin kural şeytana!
Emir:
<<kayıklarda kim varsa gemiye çıksın!>>
Kadınlar hemen yukarı atıldı, gemideki denizciler de yukardan onları kaptı –kadınları ve nişanlıları ve memedekileri-, kaptan emir verdi ve zengin bir sofra kuruldu, aç çocuklar ranzalara yatırıldı ve gemide muazzam eğlence başladı. Şafak sökene kadar, geminin ışıkları sönene kadar, bütün gece gemiden karaya mutluluk haberleri taşındı.
Gece bittiği zaman şafak söküyordu. O zaman gemi düdüğünü acı acı öttürdü. Kadınlar ve adamlar öpüştüler. Kayıklar kadınları ve çocukları yine aldı, gemi yavaşça demir almaya başladı. Yukardan sesler biraz duyuluyordu, ışıklar hala biraz parlıyordu. Gece yavaş yavaş sona ermeden önce ve şafak yıldızı doğuda görünürken, Ege’nin yaz gecelerinin denizsel düşü sona ererken, deniz her şeyi içine çekti –aşkı ve gücü, tutku ve umudu. Her şey seyahat oldu ve acı.
Deniz ruhu buydu, Kayris’in köklerini bulmaya giderken Ege’nin üzerinin kaplandığını gördüm; yeşil gemiyi, ışıklarını, Andros’u. Ve o zaman emin oldum ki bu ruh içinde çalışmıştı, bu ona acı verdi, Anadolu’daki vatanımın efsanesi olan keşiş sonuna kadar Ege’nin şeytanına itaat etmeyi isteyerek bu değer ve inançta kaldı, el yordamıyla tanrının cismini aradı.
***
[1] Erzak: gıda, yiyecek
[2] Bihaber: habersiz, bilgisiz
[3] Siğri: Midilli Adasının batısında küçük bir köy.
[4] Tisio: Thisio Atina çevresinde küçük bir mahalleydi. Adını yakınındaki bir arkaik tapınaktan almıştır. Bugün özellikle yaz aylarında, kafeleriyle, barlarıyla gece uğrak yeri olarak bilinir.
[5] Eskrim: Kılıç oyunu, bir spor.
[6] Pruva: Teknelerin baş tarafına denir, bir denizcilik terimi. Pruva kargası: Yunan ahşap teknelerinin baş tarafındaki kuş gagasına benzer uzantı.
[7] Karagöz, Hacivat: Perde oyunu kahramanları.
[8] Turkolimano: Pire limanından ötede, küçük bir koyda köy. Bugün Atina’ın önemli bir turistik bölgesidir.
[9] Saronikos: Pire gibi limanları, küçük adaları olan büyük körfez.
[10] İslim: Eski devirde buharlı gemilerin bacalarından çıkardığı buhar, duman.
[11] Karayel: Kuzeybatıdan esen sert soğuk rüzgârlar.
[12] Banknot: Kâğıt para.
[13] Sülyen: Ağaç teknelere çürümemesi için boyadan evvel sürülen kırmızı renkli astar boya.
[14] Pruva: Teknenin baş tarafı, bir denizcilik deyimi.
[15] Sağrı: Hayvanın kalçası.
[16] Taverna: meyhane, içki içilebilen lokanta
[17] Plaka: Atina’da taverna ve kafeleriyle tanınan turistik merkez.
[18] Süvari: atlı