D A F N İ
STREFİS TEPESİNİN KUZEY YAMACINDAKİ BÖLGE, yani Areos parkının çevresi bir
vakitler çok ıssız, çorak bir yerdi. Bitmiş tek bir ağaç bile göremezdiniz, her
yeri kuru ot kaplamıştı, hava kararırken Türk Dağlarının sert hatları arasından
sızan bir tutam mavi ışık bölgeyi aydınlatırdı. O saatlerde kuşlar uçuşarak,
her biri tepenin kovuklarındaki yuvalarına çekilirdi ve zaman zaman da çocuklar
onları avlamak için gelirlerdi. Fakat bu uzun bir yürüyüştü ve Strefis tepesi çoğu
zaman yalnız ve sessizdi. Yanından akıp giden ve sularını kaderlerini
bulacakları Saranikos denizine akıtan ırmağın sesinde onların öyküsünü dinlerdi.
O taraflarda, Zaymi yolunda,
avlusunda birkaç ağaç bitmiş küçük bir taverna[1] vardı.
Genç kızlar ve oğlanlar birbirlerine aşklarını fısıldamak ve öpüşmek için giderlerdi. Ege
adalarından ve yörelerinin dağlarından gelen yoksul öğrencilerdi. Atina gibi
büyük bir kenti ilk defa görüyorlardı, böyle büyüleyici bir seyahate çıkmayı
ilk defa deniyorlardı. Kestane rengi gözleri, simsiyah saçları, genç
bedenlerinde ucuz basmadan giysileri vardı, gürültü yapmazlardı, bademle uzo içer
ve hava kararıncaya ve yıldızlar çıkıncaya kadar saatlerce sessiz sedasız otururlardı.
O zaman da oğlanlar kızlarını öperler, nehrin fısıltısını dinlerler ve
birbirlerine memleketlerinin denizlerinin, dağlarının hikâyelerini anlatırlardı.
Fakat böyle müşterilerle
Zaymi yolundaki taverna çok iş yapmaya başladı, Plaka’daki[2] meslektaşları
bunu çok kıskandı, Psirri’dekiler ve tanınmış başka yerlerdekiler de kıskandı.
<<Ne yapacaksın, ne
hayat bulacaksın bu çocuklarla!>> diyordu kendi kendine, taverna sahibi.
<<Bunlar göğe bakmaktan ve iç çekmekten başka ne bilirler. Şaraptan ne
anlarlar!>>
Asla müşterilerinin sarhoş
olduğunu, ortalığa döküp saçtığını görmemişti. Sadece yılın belirli mevsimlerinde
–yaz başları ve sonbahar sonunda- Zaymi yolunun tavernasında ağaçların altında
bir şeylerin canlandığını gözlüyordu. Hava kararırken âşıkların gürültüsü daha
fazla ve iç çekişleri daha canlı oluyordu, ara sıra içki ve meze siparişi için coşkuyla
bağırıyorlardı: bu zamanlar ya öğrenciler memleketlerine gidiyordu, vedalaşma
zamanıydı, ya da memleketten dönüyorlardı ve sevgilileriyle yeniden kavuşma
zamanıydı.
<<Bu taverna hiçbir
şekilde sarsılmaz!>> diyordu taverna sahibi Thomas. <<Ama Plaka’dan
müşteri çekmek için de bir kurnazlık düşünmelisin! Onlar o kadar acayip
insanlar ki!>>
Şimşek bakışlı, koca
bıyıklı, saf, şişko biriydi. Kalbinde bir rahatsızlık vardı –doktorlar ona
üzülmeyi bırak, her şeyi düşünüp dert edinme demişti. Mademki hep sağduyuyla
bir şey olmuyordu, o zaman kaderin neyse o olsun dedi.
Şöyle oldu:
Strefis tepesi yöresindeki
birkaç evden birinde Dafni kalıyordu, yeşil gözlü çok garip bir genç kızdı. Fakir
bir zanaatkâr olan babasıyla yaşıyordu, evde başka biri de olmadığı için küçükten
beri yalnız oturmasını ve hayal kurmasını öğrendi. O zamanlar odasını kırmızı
üniformalı süvariler[3],
gemiler, balıklar ve vahşi hayvanlar dolduruyordu. Bütün bu şeyler odasında
birlikte yüzüyordu ve Dafni onlarla çok iyi arkadaş olmuştu, kâh altın ata, kâh
kırmızı balığa, bazen de yelkenli bir gemiye binerek günlerini geçiriyordu.
Güneşin Saranikos denizine alçaldığı zamanlarda Strefis tepesine çıkıyordu. Kayalıklarda,
mağaralarda ve ıssız vadilerde dolaşarak avarelik ediyordu. Çok uzaktan duyulan
şehrin uğultusunu dinliyordu, deniz ve Salamina dağları renkten renge girerken
ortaya çıkan ışık oyunlarını seyrediyordu ve akşam büyülenmiş olarak evlerine
dönüyordu.
<<Vadiler bu akşam
çok ıssızdı>>, diyordu babasına.
Ya da:
<<Tepeden büyük bir
bulut geçti>>.
Daha önemli şeylere de
rastladığı oluyordu.
<<Bu akşam yeşil kuyruklu bir kuş
geldi>>, diyordu. <<Karatavuk muydu?>>
<<Karatavuk yeşil
kuyruklu olmaz>>, diye cevap veriyordu babası.
<<Tepenin sakinlerini tanımayı ne zaman
öğreneceksin?>>
<< Bir gün gelir kuşları
tanımayı öğrenirim babacığım>> diye inatla cevaplıyordu kızcağız.
Ve sonra da:
<<O, baba sen ne
bilirsin benim tepem hakkında! Diyordu ona ve yaz gecelerini anımsıyordu,
sımsıcak toprağa uzandığı zaman duyduğu yerin garip sesini anımsıyordu,
kayaların çıtırtısını, çalıların hışırtısını.
<<Bu akşam tepenin
her yerinde her şey konuşuyordu>>, demişti bir keresinde babasına.
<<Bu akşam gerçekten
her şey konuştu mu tepede?>>
Fakat Dafni ona cevap
vermedi, çünkü bu şeylerin sesini sadece kendisinin duyabileceğini biliyordu.
Bir akşam vakti, Dafni
Strefis tepesinden beklenmedik bir olay görerek eve döndü: yuvası içinde oturan
daha tüyleri bitmemiş bir kartal yavrusu. Neopolis’in bazı bitirim çocukları
Likavipos’un çıplak kayalıklarında yuvayı bulmuşlar ve <<Onu Strefis
tepesine götürüp bırakalım, bakalım anası onu bulabilecek mi?>> demişler.
Böylece, yavruya ne büyük işkence olacağını düşünmelerine rağmen onu yuvasından
almışlar, Strefis tepesine kadar uzun bir yolculuk yapmışlar ve orada bir
kovuğa onu bırakmışlar ve gitmişler. <<Öbür gün görmeye geliriz>>,
demişler ve aralarında anlaşmışlar.
Dafni Neapolis’in bitirimlerini gördü ve
orada bir yere saklandı, konuşmaları duydu.
. <<Ah, zavallı kartalcık!>>
diye üzüldü. <<Acaba ana kartal onu bulabilecek mi?>>
O gece yavru kartalı
düşünmekten hiç uyuyamadı. Ancak gün ağarırken uykuya daldı, rüyasında ana
kartalı gördü: kanatları akan kanından kıpkırmızıydı ve yüreği parçalanarak
kendini bulutlara vuruyordu, bulutlar da onu kırmızıya boyuyordu.
Sabahleyin çırpınarak
uyandı ve hemen tepedeki kovuğa gitti. Yapayalnız, soğuktan tir tir titreyen,
acıkmış, yavru kuş oradaydı.
<<Ah, anası onu
bulamayacak>>, dedi Dafni, üzüntüden kahrolarak. <<Yaralı ve
bulutların içinde ölecek. Bu yavru ne olacak burada?>>
Çok düşündü, yarını
düşündü, bugünü de düşündü, belki o serseri çocuklar bugün gelirlerdi, onu bulurlarsa alıp işkence yaparlardı.
O zaman kararını verdi:
<<Onu
kurtarmalıyım>>.
Kuşu yuvasıyla beraber
aldı ve Zaymi yolundaki tavernanın sahibi Thomas amcaya götürdü. Onun kuşlardan
anladığını ve sevdiğini biliyordu, bir yığın saka kuşu ve kanaryayı kafeste
beslediğini görmüştü.
<<Bu ne
Dafni?>> Tavernacı şaşırarak sordu.
<<Ah, baksana Thomas
amca! Sana bir yavru kartal getirdim!>>
<<Kartal mı?>>
Dafni kuşun hikayesini bir
çırpıda anlattı.
<<Besle onu, Thomas
amca, büyüyüp tüyleri çıkana kadar. O zaman bırakırsın>>.
Ona öyle kalpten yalvardı
ki adam da kabul etti.
<<Peki Dafni.
Kartalın kafeste saklandığı görülmemiştir ama hatırın için onu kabul edeceğim.
Çünkü bırakırsak ne olacak buna?>>
Thomas amca o akşam
kartalı büyük bir kafese koydu, ona pirinç, yeşil yaprak ve su verdi. Fakat
küçük vahşi kuş hiç birine dokunmadı.
<<Bununla nasıl
olacak?>> Ertesi gün böyle dedi Thomas amca ile Dafni. <<Böyle giderse
ölecek>>.
<<Daha çok küçük ve çaylak>>,
dedi kız. <<Anasız
yapamayacak>>.
<<Anasını da nerden bulacağız? Tabi
onu çağıramayız>>.
<<Tabi onu
çağıramayız>>. Kızcağız papağan gibi tekrarladı,
Çok üzgündü, zira kuşun
ümitsiz durumunu görüyordu.
<<Şayet anasını
bulursak, şayet ona bir ana bulursak...>>, diye kendi kendine konuşmaya
başladı.
Böyle düşünüp dururken
aniden gözü bir yere takıldı.
<<Denesek bir kere...
Onu bir kere denesek...>>, diye devamlı mırıldanıyordu.
Thomas amca dönüp şaşkınlıkla
baktı:
<<Ne demek
istiyorsun, Dafni?>>
<<O, evet! Evet!
Bırak deneyelim!>>dedi kararlılıkla kızcağız. <<Ona bir anne
verelim! Thomas amca, ne olur hayır deme!>>
Ona düşüncesini anlattı: Tavernadaki
bir çok kafesten birinde bir keklik vardı –Thomas amcanın çok sevdiği gözü gibi
baktığı bir kuştu. Sakin bir kuştu, Çok yalnız ve kimsesizdi. Neden yavru
kartalı onun yanına koymasınlar?
<<Böylece kekliğe de
iyilik etmiş oluruz>> dedi Dafni.
<<Hayır! Hayır!
Nasıl olur? Dedi adam. <<Keklik evcil kuştur, kartal ise vahşi kuştur.
Eminim, onu parçalar! Bunu şimdi yapamasa bile, çünkü daha buna gücü yok, biraz
büyüyünce yapacaktır. Hayır, Dafni!>>
<<Gel, Thomas
amca!>> Onu çekiştirdi kız. <<Göreceksin ki ona zarar vermeyecek.
Alıştıklarını göreceksin. Ben kuşlardan anlarım. Sonunda korkulacak bir şey
görürsen onları ayırırız>>.
Kızcağız ona çok yalvardı,
sonunda kızın karşı konulmaz isteğine, büyük diretme gücüne dayanamadı:
<<İyi>>, dedi.
<<Deneyelim>>.
Öyle de oldu. Kekliğin
büyük kafesine yavru kartalı koydular. İlk gün kafeste keklik bir köşeye kartal
diğer köşeye çekildi. Kuşlar birbirine meraklı gözlerle baktılar, bazen
düşmanca bazen korkuyla. Akşama kadar hiçbiri yerinden kımıldamaya cesaret
etmedi ve diğerinin yanına gitmedi. Bütün gece de köşelerine çekilip hareketsiz
kaldılar. Kartal dağları ve atalarının orada hür yaşamını düşündü durdu, keklik
de sıcak taşların altında büyüteceği yavrularını hayal etti.
Ertesi gün, güneş doğarken,
Dafni geldi. Thomas amcayla kafese gittiler, sularını değiştirdiler ve her
kuşun önüne taze yaprak koydular.
<<Gel şimdi>>
dedi kız şefkatle kekliğe. <<Sen büyüksün, o ise yavru. Onun anası
olmalısın>>.
Kekliği eliyle yakaladı ve
sessiz sakin duran kartalın yanına götürdü. Fakat elini üzerinden çekince
keklik çabucak yerine döndü.
<<İyi, iyi>>,
dedi Dafni. <<Seni anlıyorum, alışıncaya kadar bekleyelim. Ama onun anası
olacağını biliyorum>>.
Böyle birkaç gün geçti,
Dafni de Thomas amca da kafeste olacakları merak ve heyecanla beklediler. Bu olay
seyrek taverna müşterileri arasında da duyuldu, alaca karanlık çökünce hepsi
alaydan alarak soruyordu:
<<Ne haberler var,
Thomas amca, seviştiler mi seninkiler?>>
<<Bekleyin biraz
daha>>, diyordu onlara. <<Nasıl seviştiklerini
göreceksiniz>>.
Kızın güveni yavaş yavaş
içinde yer etmeye başlamıştı, garip bir hisle, kuşkucu insanlara karşı kuşları
savunmanın görevi olduğunu anlıyordu.
<<Bir kartal bir keklikle!
Hiç olur mu, Thomas amca?>>
<<Kuşlarda her şey
olur, derim ben. Sadece insanlarda olmuyor>>.
Gerçekten Dafni’nin
düşündüğü oldu. Birkaç gün sonra keklik analık duygusuyla öksüz ve yetim kartala
önce yaklaştı, sonra kanatlarını dokundurdu, sonra da eğildi ve kartalın yeminden
yemeye başladı. Sanki ona şunu diyordu: <<Eğil sen de ye!>> Kartal
da eğildi ve yeminden yedi, suyunu içti, kekliğin yaptığı gibi. Yavrunun
karamsar hali kayboldu, canlandı. Bir akşam yağmur çiseledi. Thomas amca içeri
almak için kafese gitti. O zaman kekliğin yavru kartalı sudan korumak için
kanat gerdiğini gördü.
<<Tanrım!>>
Dedi, duygulanarak. <<Bu kadarına inanmazdım. İşin buraya varacağına
katiyen inanmazdım>>.
Taverna müşterileri de
bunu öğrendi ve şaşkınlık içinde birbirlerine anlattı. Tavernaya hiç gelmemiş
arkadaşlarına da anlattılar. Onlar da bu şaşılacak şeyi görmek için akın akın
gelmeye başladı. Git gide taverna canlandı, müşterisi arttı, her gün daha fazla
büyüdü.
<<Zaymi yoluna gidip
kartalla kekliği görelim mi?>> Diyorlardı.
<<Gidelim>>.
Önce merakla kuşlara
bakıyorlar sonra içmeye oturuyorlardı.
<<Garip. Değil
mi?>>
<<Kartal daha ufak,
ondan kekliğe bir şey yapmıyor>>, diyordu yılların tecrübesine güvenen birçok
insan. <<Biraz büyüsün bakalım ondan sonra göreceğiz!>>
<<Onu parçalayacak
mı diyorsun?>>
<<Başka ne olabilir?
Hele büyüsün, onu parçalayıp yiyecek!>>
Zaman geçiyordu, yavru
kartal günden güne boy atıp büyüyordu, insanların sabırsızlığı da günden güne
artıyordu. Yeni müşteriler gelmeye başladı, avluya girer girmez önce kafese bakıyorlardı
ve sanki rahatları kaçmış gibi soruyorlardı:
<<Daha olmadı mı?>>
Herkes
<<evet>> cevabını bekliyordu, sanki böylece rahatlamış olacaklardı.
Sonra da aldıkları cevaptan düş kırıklığına uğruyorlardı:
<<Hayır. Hiçbir şey
olmadı>>.
<<A, ama bu olacak!
Bu olacak!>> Diyorlardı, emin olarak ve inatla. <<Çok zaman
geçmez>>
Doğadaki uyum onları
heyecanlandırıp kafalarını karıştırıyordu: Güçlüler zayıfları parçalar. İnsanlarda
olanın kuşlarda olmaması onları bütünüyle rahatsız ediyordu.
Thomas amcanın içine yavaş
yavaş kuşku düşmeye başladı, zayıf kalbine Dafni’nin aşıladığı inanç kayboluyordu.
İki akıntı arasında kalmış çabalıyordu. Kartal şimdi artık çok büyümüştü.
İsterse zahmetsizce kekliyi parçalayıp yiyebilirdi. Keklik öyle savunmasızdı
ki!
Geceleri, müşteriler
gittiği zaman taverna karanlık ve ıssızdı, sık sık kafesin yanına gidiyor kulak
kabartıyordu. Hiçbir şey duymuyordu, kafesin içi sessiz ve sakindi, ama gözleri
karanlığa alışınca gecenin içinde parlayan kartalın gözlerindeki üzüntüyü görüyordu.
<<Acaba onu bırakmalı mıyım? Acaba
kekliğimi parçalar mı?>>
Fakat o da insandı, hemen
doğruca şunu düşündü:
<<Şayet onu
bırakırsam, tanrının bana gönderdiği bütün bu bolluk elden gidecek>>,
diyordu beklenmedik müşteri artışı için. <<Onları buraya çeken bir şey
olmayacak o zaman>>.
Korkarak
Dafni’ye soruyor:
<<Sen ne diyorsun?
Kuşu bırakmalı mıyız?>>
Fakat düşüncelerinin tümünü, gizli
hesaplarını ona söylemiyor. Ama öteki bütün küçüklüğüne rağmen, derin
içgüdüsüyle adamı anlıyor.
<<Biliyorum Thomas amca, neden bana
sorduğunu biliyorum. Fakat sen ne diyorsun? Keklik için mi korkuyorsun?>>
<<Sana ne diyeyim
bilmiyorum>>, diye cevaplıyor adam, karmakarışık duygular içinde
dolaşıyor. <<Kartal artık büyüdü, onu bırakırsak uçabilecek. Lakin yine
de...>>
<<Onu biraz daha tutabiliriz>>,
diyor kız dayanma gücü göstererek. <<Bana korkacak bir şey yok gibi geliyor
Thomas amca... Korkma sen>>.
Bu arada öğrenip Zaymi yolunun
tavernasına kuşların öyküsünü izlemeye gelen insanlar artık kendilerini tutamamaya
başladılar. Düş kırıklıkları olanca açıklığıyla görülüyordu zira kartal kekliği
parçalamıyordu, keklik gibi olmuştu.
<<Ah,
kardeş!>> diyorlardı iç çekerek.
<<Bu şey artık kartal değil! Keklik onu bozdu>>.
Bir akşam şu oldu:
Müşterilerden biri arkadaşlarıyla otururken çok şarap içmişti, sohbet keklik ve
kartal üzerine geldiği zaman yerinden sıçradı, öfkeyle kafese doğru atıldı,
elini içeri soktu, kartalı avuçlarına alıp öfkeyle bağırarak onu sarsmaya
başladı:
<<Pis yaratık! Ne
oturup ona bakıyorsun ulan! Neden oturuyorsun?>>
Thomas amca gördü, önce
olanı iyi anlamadı, adam kartalı boğmaya gitti sandı, bütün kanı tepesine
sıçradı. Atılıp adamı zorla kafesten uzaklaştırdı.
<<Kuşun ne suçu var
be adam!>> Diyordu öfkeden köpürerek. <<Sana ne suç işledi?>>
Adam nerdeyse elinde
kalacaktı. Masadaki arkadaşları koşup yetiştiler ve arkadaşlarını tavernacının
elinden zor aldılar, sonra da hepsi öfkeyle çekip gitti. Giderken de:
<<Bizi tavernanda
bir daha görürsen iki olsun! Dediler.
İşte bu kadar! Ertesi
akşam yabancı müşteriden çok az kişi geldi ve daha ertesi akşam çok daha az.
Hepsi kuşların öyküsünde kendilerince hiçbir ilginç yan bulamayarak eski
inlerine geri döndü.
Böylece bölge yeniden
ıssızlaştı, akşamları sadece yine kızlarıyla beraber yıldızları seyretmeye
yoksul öğrenciler geliyordu.
Dafni o zaman Thomas
amcaya şöyle dedi:
<<Sanırım artık
kartalı bırakabiliriz, gitsin>>.
<< Sanırım bana göre
de öyle >>, dedi temiz kalpli Thomas amca.
Strefis tepesine gittiler,
kafesi açtılar ve kartalı bıraktılar. Dafni’nin vadisi üzerinde bir süre
uçuşunu ve Türk Dağları tarafında gözden kayboluşunu izlediler.
Thomas amca elinin
tersiyle dudaklarını sildi ve Dafni’yi siyah saçlarından öptü, sanki onu kutsar
gibi.
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder