29 Ağustos 2013 Perşembe

31328 NUMARA - İlias Venezis

İLİAS VENEZİS

31328 NUMARA
(esaretin romanı)
 
 
 

Çeviri(Yunancadan) : Attila Aker


ÖNSÖZ

“31328 Numara”, on sekiz yaşında bir genç çocukken Türkler tarafından Anadolu’ya, esir kampları denen “amele taburlarına” gönderilen yazarın kimlik kartı gibidir.
      Roman “kanla yazılmış” o sarsıcı tarihten bir kesittir. Venezis şöyle demiştir: Ben bu sayfaları yakıcı bir gerçek için, üzerinden kan damlayan ve o kanla boğulan bir beden için yazıyorum.
      İlk yazılımı 1924 de oldu. Sonra 1931 de üzerinde tekrar çalışılarak ilk baskısı yapıldı. O zaman Yunan âlemi dışında da gösterilen ilgi muazzam oldu. İlias Venezis (ilk elden yüz yüze görgü tanığı ve hikâye eden yazarın gerçek ismi) 1904 de Ayvalık’ta doğdu. Yunanlıların Anadolu bozgunu-onlar için “Mikrasya” felaketiyle esaretten sonra Yunanistan’a geldi. Yeni Yunanca düz yazı sanatında “30 Kuşağı”nın başlıca temsilcisi olarak kabul edilir.


BÖLÜM  1

Yıl 1922. Anadolu her zaman lirik dizelere en tatlı ilham kaynağı olmuştur -öyle bir şey. O sonbahar her şey barışık, uslu ve zarifti. Düşman, şehrimiz Ayvalık’a inmişti. Amerikan bandıralı vapurlar limana demirlemişti. Buyruk şuydu: çürük ve dayanıksız mallar -çocuklar ve kadınlar- Yunanistan için gemilere bindirilecek. Ama erkekler, on sekizden kırk beş yaşa kadar olanlar, Anadolu’ya esir amele taburlarına gidecek.
       Haber bizimkileri derinden sarstı. Amele taburları, büyük savaştan bilinen bir cezaydı. Deli oldular. Binlerce Hıristiyan evladı bu yerlerde kemiklerini bırakmıştı. Anaların gözyaşları hala akar durur.
       Bu yüzden ilk başta, gençlerden hiç birinin gidip teslim olmaya cesareti yoktu. Ama yavaş yavaş, elde bir bohçaya karar verdiler. Adamların yirmisini otuzunu topladıkları anda muhafızlarla iç bölgelere gönderiyorlardı. Diğer taraftan vapurlar acele ediyordu, başta seyrek sonra gittikçe daha dolu demir almaya başladılar. İslim salıp, sirenlerini çalıyorlardı. Şehri duman kaplamıştı. Kadınlar Türklerin Anadolu içlerine sürdüğü erkeklerini yolcu ediyor, fakat Amerikan vapurlarına binmeye karar veremiyorlardı. Bir gün, iki gün daha bekleyelim. Onları böyle terk edecek olmaktan korkuyorlardı. Lakin vapurlar da istim üzerindeydi. Zamanları azalmıştı. Biri kaldı, kaldı! Düdükler, çığırışlar. Ama sıcak nefes yavaş yavaş içlerine yayıldı, saldırdı ve kalpleri dilsizleştirdi. Herkes acele etmeye başladı.
       Panik bu mudur?
       Ben on sekiz yaşındaydım. Yunanistan’a yollanacak bir mal değildim, ne yarım okka ne de biraz çürük mal – hiçbiri.
Evde saklanıp, üçüncü sevkiyatı izliyordum. Ardı ardına sıraya sokulmuş otuz kadar adamdı. Onların gerisinde kadınlar deliler gibi koşuyor. Hep bir ağızdan bağrışıyorlar, onları ayıran hattan içeri dalıyorlar. Askerler dürtüyor itiyor ama boşuna, yine dönüyorlar ve arkadan kocalarına sesleniyorlar, konuşuyorlar, durmadan. Onlara kirli sulardan sakınmalarını öğütlüyorlar, yoksa dizanteri olacaklarını söylüyorlar. Biri; kaşığının şeker kutusunda olduğu için, diğeri kırmızı yün fanilasını için, bir diğeri de bir yere koyduğu bir avuç ıhlamur için bağırıyor. Ve aniden boğazlarında hıçkırıklar düğümlenip, yürek parçalayan boğuk ağlamalarla:
       — Ah, Hıristo’m, onu bir daha göremeyeceğim! Onu bir daha göremeyeceğim!...
       —Yavrucuğum sabredelim, onlara aksi konuşma, sonra seni dövmesinler, diye yalvarıyordu biri bir çocukcağıza.
       Bumburuşuk bir kocakarıydı. Gözlerinden peş peşe çıkan iki gözyaşı damlası, iki dost gibi yanağında tutunmaya çabalıyordu.
       Pencerenin arkasından bu olanları izliyordum. Sevkiyatın arasında Kostas’ın müzisyeni Lelekas’ı fark ettim. Mızmızın teki, alıngan, bir gözü kör, soluk benizli bir yaratıktı-  tarihin sarı sayfaları içinden çıkıp gelmiş gibi. Bir yıl önce, aniden mahallemize çıkagelmişti. Bir kahvede çalıyordu. Müşterileri uyuklatırdı. Kansız bomboş damarlar gibi bir musikiydi. Ona diyorlardı; değiştir şu nakaratı, nefeslere koy biraz sirkeli zeytinyağı! O da buna karşı, yağlı ceketine bürünüp ısrarlı ve hararetli bir ‘’hayır’’ basıyordu – geçimini sürdürebilmesine şaşarsın. Bir vakit aç kaldı. Sonra ona üzüldüler. Veremdi.
       Lelekas sevkiyatın sağ sırasında gidiyordu. Elinde viyola kutusunu tutuyordu. Sırtındaki kara ceketinin üzerinde beyaz bir bohça ile dimdik yürüyordu. Kadınlar bağırmayı sürdürüyordu, hoşça kal diyorlar, kocalarının öpmesi için bebeklerini uzatıyorlardı. Ama Kostas kaygısızdı. Onu bir şey rahatsız etmiyordu.
       Birden, subay komut veriyor:
       — Dur!
       Etrafına bakıyor. Bir renk cümbüşü görüyor. Sarılar, kırmızılar, beyazlar ışıl ışıl –temsili izleyen yekvücut kadınlar. Subay temsilde benim de bir katkım olsun istiyor. Komut sert:  — Çökün yere!
       Çöktüler. Subay bıyığını burdu sonra kadınları ayıran hatta doğru ilerledi. Yerdeki bitkin gövdeler sanki önü kesilmiş nehir gibiydi. Bir kadın ağlayan bebeğini nehrin içine soktu.
       — Ulan, ne bu? Subay şimdi, Lelekas’ın viyola kutusunun önünde şaşkınlıkla dikilmiş duruyordu.
       Adam Türkçe anlamıyor, korkudan titriyordu. Tek gözünü ona doğru kaldırdı ve gülümsedi. Subay çantayı açtı. Ve aniden, beklenmedik şekilde kahkahayı koyverdi:
       — Ulan, onu o r a s ı  i ç i n  mi taşıyorsun? Ha, ha, ha, ha! Orası için mi , he ?...
       Tekrar tekrar söylüyor ve kahkahayı basıyordu. Herkes ona şaşkınlıkla bakıyordu. Niçin gülüyor?
       — Çal! Diyor sonunda, sakinleştiği zaman.
       Bizimkiler, kalksın diye işaret ediyorlar Lelekas’a.
       — Koyun bir şey, bassın! Subay bağırıyor.
       Üzerine çıkması için iki büyük taş getirip koyuyorlar. Önce korkudan titriyor. Fukara, zavallı bir ses çıkartıyor aletten. Sonra kendini geri çekiyor. Sağlam gözünü kapatıyor. Anlaşılmaz, garip bir tavır alıyor. Bir taze kan fışkırıyor, çığlık gibi, sonrasında ritim yine düşüyor, gittikçe cılızlaşıyor, ama susmuyor, gittikçe yavaşlıyor.
       Subay, gizlice bir askere işmar çakıyor. Pıst- pıst. Birazdan ona bir kova su getiriyorlar. Kovayı elinde tartıyor, oynuyor biraz. Sonunda onu bir anda savuruyor.
       — Şaff!
       Lelekas kovayı tutacak gibi oluyor ama bece remiyor. Viyola, sular ve O, burun üstü yere yuvarlanıyorlar.
       — Haydi! Subay sürüyü kaldırmak için bağırıyor, bir taraftan da kasıklarını tutarak gülmekten kırılıyor.
       Kalktılar. Lelekas’ın suratından kan sızıyordu, çehresi sudan allak bullak olmuştu. Gözü, heyecanla seğiriyor, sanki adam ilanı aşk yapıyordu. Yola koyuldular. Arkadan, bir kadın bağırıyor. Bir bebek de. Sonra hepsi beraber. Biri adamın birine koşuyor ve ağlıyor. Pantolonuna bulaşmış toprağı görüyor, çünkü yere oturmuştu. Ne yaptığını bilmeden onu silkeliyor.
Ertesi gün bir sevkiyat daha oldu. Akşama doğru, hava henüz kararıyordu, paramparça giysilerle yarı çıplak bir adam Ayvalık girişindeki ilk evin kapısını vuruyordu, bitkindi, omzundan süngü yarası almıştı, kana içindeydi, dehşetten gözleri etrafa bakmaya cesaret edemiyordu.
       Sabah erkenden, korkunç haberler bütün şehre yayıldı:
       — Ayos Yorgos düzlüğünde ilk sevkiyatı boğazladılar! İlk sevkiyatı boğazladılar!
       Felaket! Söylentiler ağızdan ağza yayılıyor. Kimi ikinci sevkiyattı diyor, kimi onların dün gidenler olduğunu söylüyor. Geçen saatlerde kimse işin korkunçluğuyla ilgili değildi, bütün heyecan yakınının olduğu sevkiyat mı kaybedilmişti, bunu öğrenmek içindi. Büyük gürültüyü kadınlar çıkarıyordu.
       — İkincidir! Diye bağırıyordu, kendisininki üçüncü sevkiyatta olanlar.
       — Değildir! Değildir! Değildir! Diye bağrışıyordu diğerleri. Tırnaklarıyla yüzlerini yoluyor, dövünüyorlardı.
       Sonunda, her şey açıklık kazandı. Kapıyı çalan o süngü yarası almış bitkin adam ölü taklidi yaparak kurtulmuştu. Üçüncü sevkiyattandı. Lelekas ile beraber. Hani biraz toprak pantolonuna bulaşmıştı da onu silkelemişlerdi.

Bu olay sanki bir fren oldu. Stop. Hızlı akım duruverdi. Köpürüp, sağa sola böğürerek, kurtuluş yolu arayarak. Görüldü ki, bütün sevkiyatların akıbeti bu olacaktı. Birçoğu saklanmaya başladı. Ama kaç gün için?
       Vapurlar sirenlerini çalıp gidiyordu. Asker evleri aramaya başladı. Gençlerden bazıları gemiye gizlice binme kararı aldılar. Kimileri kadın kıyafeti giyiyordu, kimileri onları bırakması için nöbetçilere para ödüyordu. Herkes ne yapabilirse…
       Nöbetçiye para vererek gemiye kaçak binmeye çalışan birini anında yakaladılar. Mevzuat hemen orada kurşuna dizilmekti. Sonra biri daha. Ve sonra gitgide çoğaldı bu “sabotajcılar”, ama yakaladıklarında ayrı bir bodruma kapatmaya başladılar. Artık herkes onların defterden silindiğini biliyordu.
       Sıkı kontrole rağmen, her gün falancanın kaçtığını öğreniyoruz. Annem depoya inip bunları bana anlatıyordu, evimizin bodrumuna gizlenmiştim.“Kaçtılar, gerçekten kaçtılar” diyor ve ileri gittiğini anlayarak konuşmayı orada kesiyor. Evde iki dilsiz, bir köşeye sinmiş oturuyorduk. Hayatı rahatlatan bir öbek küçük önemsiz şey geçen on sekiz yılımın içinden tek tek çıkıyor, düzensiz, yaramazca, vuruyor kırıyor, şaka yapıyor. Bir sıra, iki sıra sağlam diş -onları hınçla gömmek istersin, çiğnemek istersin, e, bir insanın şansı, falanca birinin, gerçekten, o l a b i l i r d i!
Mahallemiz gittikçe boşalıyordu. Gerçekler bizi köşeye sıkıştırmıştı. Şimdi iskelede daha çok tutuklu var. Kaçmaya karar vermek ölüm tehlikesi demek. Zar atacaksın. Evimizde gözler bana baktığında, kafam daha fazla yere eğiliyor. Annem depodan ayrılmak istemiyor. Saatlerce kalıyor beraberce oturuyoruz.
       Küçük bir delikten yolu, devriye gezen askerleri, geçen bir atı görüyorum. Geceleyin hava henüz kararırken, bir yıldız aniden kayıyor, aynı yerde her gece. Ona usanç gelmedi –çek git aşağılara çocuğum!

Yakalanmamak için ışık yakmıyoruz. Benim uykum geliyor ama annem oturuyordu. Fakat çıt çıksa korkup uykuda sıçrıyordum.
       — Ne var? Endişeyle bana soruyor.
       — Hiç bir şey. Faredir.
       — Evet, fare olacak.
       Küçükken bana fareden korkmamayı öğretmedikleri için ona çıkışıyorum. Şimdi korkmamak elimde değil.
       — Bana kötülük yaptınız. Diyorum ona.
       Dertli yüzünü algılıyorum, tedirgin bir hayvan gibi üzerimde kımıldıyor. Hiç konuşmuyor. Sadece bana daha yakın olmak istiyor. Elini kafama koyuyor. Öylesine sıcak ve uysaldı.
Sayfa tükeniyor. Artık, fazla çare yok: ya teslim olmak ya da «tek mi çift mi».Kimse bunu ilk söyleyen olmak istemiyor. Sonunda babam, haber gönderip annemi odasına çağırıyor. Böylece durumun ö t e k i n i  de ilgilendirdiğini hissediyoruz.
       Odada bir çeyrek zaman yalnız başlarına kalıyorlar. Sonra beraberce aşağı depoya iniyorlar. Belli ki annem çok ağlamış.
       Ayağa kalkıyorum. Cesaretimin giderek kaybolduğunu anlıyorum. İkisinin de kapıdan bana doğru baktıklarını görüyorum, bir şey konuşmuyorlar.
       — Şimdi… Babam yavaşça mırıldanıyor.
       Dikilmiş duruyor. Cesaretini toplamaya çalışıyor, sesiyle bildik soğuk tavrını koyuyor. Ona bakıyorum. Artık anlıyorum. Sayfa tükendi.
       — Yarın, şafaktan önce, gideceksin. İskeledeki tutuklular için daima acı duyacağım.
       — Gideceğim baba.

Annem bir an bile yanımdan ayrılmıyor. Hava kararıyor. Tek tek depoya iniyorlar, kardeşlerim de. Dört kız çocuğu ve erkek kardeşim Tanos. O en küçükleri, on yaşında. O da benim için ne kadar önemli olduğunu anlıyor. Hepsi etrafımda, sanki beni korumaya aldılar. Antipi en büyükleri, diğer sesleri bastırarak bana cesaret vermeye çalışıyor. İyilik dolu, annemizden sonra, hepimiz onu çok seviyoruz. Ona bizim gizemimiz diyoruz.
       —Olayı öğrendin mi anne, Mandadis’lere olanı?…diyor ve gülmeye çalışıyor. Gemiye sokmak için İrodotos’u kadın gibi giydirmişler… Üstelik karnını da doldurmuşlar, gebe gözüksün diye…
       — Bırak şimdi bu saçmalıkları! Limandaki sıkı kontrolü görüyorsun herhalde. Şimdi bir bu eksikti. İrodotos!
       Kız, ama öyle oldu diye çıkışıyor. Bunu yaptılar diyor, bir nöbetçi bakarsa gülümse diye akıl vermişler, ilk nöbetçiyi görür görmez bu İrodotos salağı başlamış kıvırtmaya, “ce” yapmaya. Nöbetçi de nasıl bir kadın olduğunu anlamak için yanına yaklaşıp şişkin göğsüne elini daldırmış, o zaman da eli içi paçavra dolu torbalara dalmış.
       — Onu yakaladılar mı? Annem soruyor.
       — Bıraksınlar mı? Rıhtım ana baba günü gibi olmuş! Gülmekten kırılmış millet! Bütün nöbetçiler adamın başına üşüşmüş, yalancı memeler, göbekler havalarda uçuşuyormuş ve adam bağırıyormuş: Bir, iki, üç. Bir, iki, üç.
       İrodotos yakışıklı bir gençti ve küçüklükten beri iyi kalpli, safça biriydi. Avrupa savaşında, Türkler onu amele taburlarına almasınlar diye, onunkiler evin tavanında bir gizlenme yeri yapmışlardı. Asker saklanan kaçakları bulmak için mahalleyi kuşatıp arama yapıyordu. İrodotos parolayı öğrenmişti: “bir, iki, üç”. Parolayı duyduğunda korunağına koşmalıydı. Bu hikâye iki sene sürdü. Bu “bir, iki, üç” zamanla saf oğlanın kafasına yerleşti kaldı. Bütün hayatı boyunca bu üç numarayla siper kazdı durdu. Bunun egemenliğinden kurtulamadı.Harp bittiği zaman da, bu şey alay konusu oldu: Ne zaman ki onunkiler veya bir komşusu aniden bir..iki diye başlasa o da kirişi kırıyordu. Babası onu dövmeğe geldiği zamanlar, yaltaklanıp ona yaranmaya çabalıyordu. Lakin o anda dili tutuluyor, o numaralardan başka söyleyecek bir şey bulamıyor, yalvararak “bir, iki” diye ağlamaya başlıyordu.
       — Mandadis’ler gittiler mi? Annem soruyor..
       —Gittiler, diyor Antipi. Ama fukara İrodotos’un arkasından yetişip bohçasını vermeye zaman yetmedi.
       Bodrumda beyaz çamaşırlara ihtiyaç olmadığını herkes bilse de, bu ihmal korkunç bir şeymiş gibi görünüyordu.
       Biraz zaman geçiyor.
       — Doğrusu… Diyor yine Antipi. Biz de ona bir bohça hazırlamalıyız. Hiç kinin...
       — Kimin için? Annem soruyor.
       — İlias için. Öteki tereddüt ediyor, sonra:
       — Biz ona elbiseleri bulacağız, diğer vapur için! Anne ciddi şekilde Antipi’nin ağzının payını veriyor. Kinin diyordun, onu ne yapacak?
       — Diyordum…
       Bu hatırlatmayla depoya bir sessizlik çöküyor. Bir şey var, herkesi sarıp sarmalayan bir önsezi, kaygan – dokunduğunda çok soğuk. Her biri ona temastan kaçınmaya çalışıyor.
       Gece ilerledi.
       — Antipi, al çocukları yatmaya gidin. Diyor annem.
       Küçük Tanos’u okşuyorum. Çocuk bacaklarımda kıpır kıpır. Küçük parmaklarını fark ediyorum, tek tek üzerimde.
       Gitmek için kalkıyorlar.
       — Antipi… Sesleniyor yine ana.
       Dili dolaşıyor.
       — Antipi… O bohça için diyorum. Boş ver... Hazırlandı bir şeyler…
       — İyi, anne.
       Tanos geri dönüyor. Karanlıkta yüzümü bulmaya çalışıyor.
       — Ben de bir çikolata koyacağım, diyor bana gizlice, beni yatıştırmak için.

Gece sakindir. Yıldızların altında sanki nefes alan tek bir canlı yok –yer bulamadı. Ama bu fazla sürmüyor. Bir devriye gezmeye başlıyor. Yüksek sesle konuşuyorlar. Sesler karmakarışık. Ça, çu. Allahın verdiği rahattan öyle emin ve kaygısızlar ki, memnun mesut, gece vakti yıldızların altında bir aşağı bir yukarı gelip gidiyorlar.
       Bir vapur limanda sirenlerini öttürüyor. İçi çoluk çocuk doluysa Yunanistan’dan geliyor olması mümkün değil.
       — Gidiyor mu geliyor mu anne?
       — Seni ne ilgilendiriyor evladım?
       — Hiç.
       Biraz geçiyor. Ses uzaktan geliyor şimdi.
       — Gidiyor olacak, anne…
       —Öyle olmalı… Gidecek…
       Yine dilsiz oturuyoruz. Bu bir gidiş, çok uzaklardan gelen bir siren sesi…
       Bu akşam, aşırı şefkatine dayanamayacağım. Ne de benimkine. Aramızda, açığa çıkarmaktan çekindiğimiz bir korku var. Benim ve onun.
       — Uyusana evladım. Diyor. Yarın çok erken kalkacaksın.
       — Uyuyacağım.
       Yanına, çok yanına yaklaşıyorum. Sıcak nefesi yanağımı yalıyor, sanki canlı bir madde gibi –onu ellerinle yakalamak istersin.
       Bir fare yine karanlıkta kaydı. Titriyorum.
       — Uyumadın mı? Diyor bana.
       — Hayır, anne. Fareler, korkuyorum.
       Zayıf elini hissediyorum, korkuyla yanağıma yaklaştırıyor, sanki dokunmaya cesaret edemiyor. Çok sonra, uyuduğumu zannettiği zaman, onun kendi kendine mırıldandığını duyuyorum, sanki Tanrıyla konuşuyor. Böyle adet edinmişti, çocukluğumdan beri, bizi uyuttuğu zaman böyle yapardı.
       Gecede artık hiç bir şey yok. Gece yalnızdır. Bir de, ben ve o varız.


BÖLÜM  2

Hapishane karakol olarak kullandıkları bir evin bodrumuydu. İçeri itekledikleri zaman hiçbir şey seçemedim. O kadar karanlıktı.
 Rıhtımın üzerinde henüz gün ağarmamışken biz üç “sabotajcıyı”yakaladılar. Subay uzun, sarışın, gür bıyıklı biri, elinde bir kamçı tutuyor ve önündekilerin suratlarının ortasına indiriyordu, sanki elinde fırça var da adam fütürist bir resim tasarlıyor. Bir “sabotajcı” yapı ustası, bu acımasız ressamın önünde acıdan inliyor ve ona bitirmesi için yalvarıyor, hızlı hızlı Türkçe laf yetiştirmeye çalışıyordu. Sonra, kurtuluş olmadığını görerek, kendini yüzüstü yere attı, acıdan toprağı dişlemeye başladı. Lakin subay, içine şeytan girmiş gibi, ayaklarıyla adamın kaburgalarını çiğniyor, öbürü de sanki cinsel haz alır gibi yerde titreyip çırpınıyordu. İkincisi, sert buğday tenli bir tratacı, akıl almaz bir onurla dimdik duruyordu. Kafasını,  her seferinde yüzünde tarla sürer gibi çalışan kamçıya karşı tutmuş, cesurane dikiliyordu. Eğildi biraz, bir sinir tiki geçirdi ve yine kafası iş yerindeki konumunu aldı. Ben sürmekte olan bu trajedinin ortasında yalvararak, korunmak için ellerimi yukarı kaldırmıştım.
 — Köpekler! Domuzlar! Alçak millet! Köpürüyordu subay. Toprağı yalayan yapı ustasının suratına vurabilmek için etrafındaki askerlerine kaldırıp duvara yapıştırmalarını emretti.
 Uzaktan, yüz metre öteden, güçsüzlük çaresizlik içinde yitip kaybolmuş babam dikilmiş bize bakıyordu.

Bodrumda gözlerim yavaş yavaş etrafı seçmeye alıştı. Bir sürü insan alçak sesle konuşuyordu. Bazıları, acaba tanıdık birileri mi geliyor diye bizi görmek için kapıya doğru yaklaştı. Tavan çok alçaktı, ayakta ancak dikilebiliyorsun. İstavroz biçimi demir parmaklıklı iki küçük pencere yola bakıyordu. Kırk kadar adam vardı içerde ve üç at geviş getiriyordu. Her taraf gübre kokuyordu.
 Oturuyorum. Vakit daha çok erkendi. Uykusuzdum, iflahım kesilmişti. Şiddetli bir sızı vardı yüzümde, iğne yapmışlar gibi, yüzümü kaşımak istiyorum ve elim şişlere dokunuyor.
 Diğer tutuklular etrafımızda dört dönüyor ve nasıl olduğunu, bizi nerede yakaladıklarını, vs sorular soruyor. Gevezelikler. Bilmiyorum.
 — Sen daha bebeksin be! Birisi bana böyle diyor. Nasıl dayanacaksın?
 Soruya,  diğerleri kulak kabartmalı ki:
 — Ulan dangalak, b u n u n yaşla ne münasebeti var? Biz sana biteceksin diyor muyuz?
 — Öylesine dedim işte, diyor ilki ve düşünceye dalıyor.
 — Boşalma yaklaştı mı? Başkası soruyor, Ayvalık için.
 — Evet, yaklaşıyor.
 — Sonra?
 — Yok sonrası! Kesip atıyor, bir diğeri.
 Tek tek köşelerine çekiliyor her biri.
 Bodrumun derinliğinden gülüşmeler duyuluyor. Bir ses. Fakat ses bana tanıdık!
 — Ulan kaç boynuzu var keçinin? Oradan biri soruyor.
 — Bi…
 — Ya öküzün?
 — İki…
 — Peki, mandanın ulan, ya babanın?
 — Bir ki… ses mırıldanıyor, diğerlerinin kahkahaları arasında bunalıyor.
 İrodotos!
 Yanına gidiyorum. On kadar adam etrafında dönüyordu. Kaba saba şaka yapma çabasındalar. Ona memelerini nerede bıraktığını soruyorlar, mahremlerini nasıl yabancı ellere bırakmış, vs.
 — Onları bayram için saklamış, diyor biri.
 — Hayır ulan! Değiş tokuş için gönderdi onları, diyor öteki. Çünkü usandı onlardan, hep aynı, yine aynı…
 İrodotos gözünü fal taşı gibi açmış, saf saf onlara bakıyor, ne diyeceğini bilmiyordu. Sadece, çok sıkıştırıldığı zaman kurtulmak için korkmuş gibi yapıyor, elinde olmadan kekeliyordu: Bi…
 Kahkahalar.
 Pencerenin dışından canhıraş sesler duyuluyor. Kadınlar çığırtıyor, dövünüyor.
 — Nedir?
 — Hıristos’un anası Tabaki, diyor birisi. Ve diğeri de Dimitris’inki. 
 — A!
 Gülen yüzleri birden ölüm sessizliği kaplıyor. Dönüşüm böylesine keskindi -bu kadar kısa zamanda olabilsin, pes doğrusu. Anlamamam için konuşmuyorlar. Önsezilerimle korkunç bir şey olduğunu fark ediyorum.
 — Onlar için şimdi… Mırıldanıyor biri.
 — Neler oluyor, amca? Yoldan geçen kırkbeşlik birine soruyorum.
 Bana dalgın bakıyor. Sonra ayıldığı zaman:
 — A! Sen bugün mü geldin?
 — Evet.
 Bana izah ediyor, ucundan.
 —Göreceksin… Göreceksin… Mırıldanıyor adam.
 İki nine ağlıyor ve bağırıyordu, güçlerini kaybetmemeğe çabalıyordu, sonra ara verdiler.
 — Ah! Diyor biri. Olamaz! Olamaz… Dün gece oturdum ona bir fanila yamadım.
 Elinde, küçük bir paket titriyor.
 — Ya şimdi?... Kendine soruyor zavallı, sanki paketi ne yapacağını kestiremiyor.
 Gittiler. Paketçik, parmaklığın dışında duruyordu. Tutuklulardan biri elini dışarı uzatıyor ve alıyor. Açıyor, yamalı fanilaya dikkatle bakıyor. Sonra giyip denemeye çalışıyor.
 — Boyu boyuma mı? Diyor giyince.
 Parmaklıklarda kirli bir peçeteye sarılmış başka bir paket daha duruyordu. Bir tabak pilav, zeytin, yarım siyah ekmek. Haşlanmış tavuk. Diğer nine, uzaktan paketi gözlüyor. Bizimkiler paketi açıyor. Bir an duraksıyorlar. Sonra biri tavuğun bir budunu koparıyor, çiğniyor.
 — Bana da! Bir başkası ona da vermeleri için çıkışıyor.
 Beş altı kişi bölüşüyorlar.
 — Tuz isterdi, diyor biri.
 — Evet, isterdi.
 Sessizce çiğniyorlar.
 — Fukaralar…, diyor tuz isteyen ve duraklıyor.
 Adam, tıkanmış, lokmasını yutmaya çalışıyor ki konuşsun.
 — İlkin onlara mı işkence yaparlar diyorsun? Soruyor demin ağzı boşalan.
 Diğeri omuz silkiyor. Ona bakıyor. Ağzı şimdi daha yavaş açılıp kapanıyor, sanki islimi tükenmiş makine gibi.
 — Bunu göreceğiz, diyor.

Annem, küçük pencerenin önündeki taş kaldırıma diz çökmüştü ve henüz bağırmıyor, ağlıyordu. Nöbetçi önce bırakmıyor yaklaşsın, o zaman ortalığı yıktı, çılgın gibi. Sonunda bıraktılar, pencereye yaklaşırken yüzüstü kapaklandı. Tatlı esmer yüzü parmaklığa yapıştı. Umutsuzca kalkmaya çabalıyor, eli parmaklıkta yere yarı uzanmış sesleniyordu.
 — İlia! İlia!
 Bildik sıcak feryadı mahzeni doldurdu. Ben bir uçtayken oldu bunlar ve beni çok sarstı. Pencereye koştum. Tanımadığı adamların ve atların arasındaki bana şaşkın gözlerle bakıyor, zayıf ışığın altında beni güç bela seçip dokunmak için elini uzatıyor, ne diyeceğini bilemiyordu. Bir eli boşlukta titriyor, bana uzanıyor, tekrar geri çekiliyordu -su içmeyi isteyip de karar veremeyen bir hayvan.
 — O da dün fareler yüzünden titremişti… Fareler yüzünden! Tanrım, ne yapayım? Çaresizlik içinde böyle konuşuyordu, sanki konuşmuyor, nefesini içine çekiyordu.
 Ne yapsın? Sakinleşti. Artık bağırmıyordu. Ayaklarını topladı, kırmızı bir yumak, yumuşamış et oldu.
 —Kara yazgılı yavrum… Kara yazgılı yavrum… Kendi kendine mırıldanıyor ve uzun süre ağlıyor.
 Tekrar ağzını açıyor ve yine sinirinden ağlıyor. Gözlerini artık kurulamıyor, unuttu o işi. Yaşlar sicim gibi yanaklarına iniyor ve hiçbir şeyi umursamıyorlar – düz bir yol çizseler, hayır, illa kırışıklara girip zik zak yapacaklar. Zaman zaman yüzü seğiriyor ve bu onu çirkinleştiriyor, derin bir kırışığın içinde gizlenip kalmış iri bir damla rüzgârdan savrulup komik oluyor.
 Kalkıp gittiği zaman ben bir süre daha orada kalıyorum ve biraz evvel parmaklığı tuttuğu yere bakıyorum, orada olabilecek bir damlaya.
Burada içerdekilerin çoğu deniz insanlarıydı. Hayır, hayatlarında büyük sakin denizler, bacalar, uğuldayan limanlar yoktu. Hayır. Fukara insanlar, tratacılar, balıkçılardı. Çalkantılı, azgın dalgalı fakir denizlerin denizcileriydi. Bakir öfkeli kan ve dokunacağın bir sıcak kalp!
 Ve bir tanışma: Yakovos Muras, uzak, görünmeyen bir uçta kendini gizlemiş. Yaşı geçkin bir adamdı, elli yaşlarında. Otelciydi ve okumuş bir vatandaştı. Yunanlılar Anadolu’ya geldikleri zaman, çıktı otelinin balkonuna bir nutuk attı. Coşkusu ve sevinci öyle çoktu ama daha hazır bir bayrağı yoktu ki çeksin, belagatten şaştı ve bir şeyler kokan büyük bir çarşafı tuttu çekti.
 “Yaşasın hürriyet”
 Kuşkusuz, bunun içindir ki yakaladılar. Suratını asmış, dertop olmuş uzun uzun düşünüyor. Bu büyük çarşaf şimdi kokmaya başlıyor, tam da şimdi, sanki kokusu çıkması için bunca zaman geçmesi gerekliydi.
 — Çok düşünüyorsun, Yakovos amca, biri ona sesleniyor.
 Kafasını sallıyor: Evet.
 — Şimdi ne istedin altını ıslatmış şeytandan, fukara sen de!
 — Ne istedim, yaa! Adam mırıldanıyor.
 Biraz sonra çocukları pencereye geliyor. Aralarında uzunca fis kos. Biz de adam nasıl kurtulacak öğreniyoruz. Yakovos gidiyor. İtalyan uyrukluymuş. Birkaç saat sonra serbest bırakacaklarmış.
 Yaşlı yüzü tarifsiz değişiyor. Sanki cila çektiler, ışıl ışıl parlıyor. Bir ışık da gözlerinde parlıyor. Köşesini bırakıyor seri bir hamleyle bodrumun ortasına geçiyor. Sürekli bir hareketlilik içinde. Artık yorulduğu zaman, vedalaşmak için bizi topluyor.
 — Çocuklar, merak etmeyin! Bize böyle diyor. İcabına bakılacak. Cesaret! Demin görüştüm Midilli’yle, İtalyan konsolosuna gideceğim ve benim burada yalnız olmadığımı, sizlerin de olduğunu söyleyeceğim. O zaman bir savaş gemisi gönderecek. Kuşkusuz!
 Sonra, ne oldu yani kimse konuşmuyor diyor, bir tereddütten şüpheleniyor ve amacı için bize bir kere daha garanti veriyor.
 — Siz de biraz sabredin canım, diyor yavaşça. Tam dört yüz yıldır boyunduruk altında Yunanlılık... 
 Sanki mucizevî bir rüzgârı arkasına almış gibi. Bu andan itibaren Yakovos anladı ki artık tehlike altında değil, o kokulu büyük çarşaftan ötürü en ufak korku duymuyor. Ama bizim burunlarımız kokuyu duymaya devam ediyor.
 — Kaç gün bekleyeceğiz, Yakovos amca? Biri soruyor.
 Yakovos ölçüp biçiyor: Vapurun hareketine bağlı, oradaki durum…
 — Dört, beş diyor sonunda. Siz deyin altı gün içerdesiniz.
 — Biz kaç kişiyiz burada? Üsteliyor diğeri.
 — Kırk.
 — Yediyle?
 — Ne?
 —Böl yediyle!
 — Beş ve…
 — E, arkadaşlarımız zehir gibi acı gerçeği anlıyor. Biçtiğin vade dolana kadar, altı günlük “temizlik” hepimizi bitirecek. Üstüne de isteyecek… Bu aritmetik hesap ümitle gerilmiş suratlara buz gibi çarpıyor.
 — Doğru… Diyor, aynı fikirde olan biri, hüzünle.
 Doğru. Lakin kalpleri umutla çarptırdı. Başlıyoruz kaygılanmaya, ister misin Yakovos gidemesin.

Akşama doğru evimden battaniyeler, iki yastık, bir haşlanmış tavuk getirdiler. Bugünlerde, bizim dışında bir canlı soyu daha derdimize ortak oluyor: Tavuklar. Halk onları sırayla boğazlıyor, kurban. Gideceklerine göre onları ne yapsınlar? Rüzgâr, hüzün ve kuş tüyüyle doluyor.
 Bana esaretteki gerçekleri küçüğümüz Tanos öğretti. Çocuk ciddi durumumu anlıyor, bana cesaret vermek istiyordu.
 — Kardeşceğizim korkma e mi, diyordu. Senin için koşturuyoruz.
 — Kim koşturuyor, Tanos?
 — Ben ve anamız, diyor.
 Gidecekken dönüyor:
 — İlia!
 — Ne?
 — Şayet kurtulamazsan biz de seninle geleceğiz.
 Parmaklıktan elimi çıkarıp onu okşuyorum.
 — Ben ve anam. Geleceğiz…, diye tekrarlıyor çocuk.
 Karanlıkta koşarak kayboluşunu izliyorum.

Gece bastırınca sinirlere hâkim olunamıyor. Herkes hareket halinde, fakat daima sessizlik hâkim. O zaman en hafif sesi bile fark edebiliyorsunuz: bir böcek zıplıyor, bir lokma yem düşüyor atın ağzından, biri kontrolsüz nefretle iç çekiyor.
 Yağ kandilleri yakıyorlar orada burada. Islak duvarların üzerinde gölgeler büyüyüp sanki hilkat garibeleri gibi dolaşıyor.
 Susuyorum. Kirli ve güvenilmez, içinden sivrisinekler çıkan bir su küpü vardı. Eğilip içiyorum.
 Pepas’a battaniyeme uzanması için sesleniyorum. Uzun bir adam, akşam vakti yakalamışlar. Yunanlılar Küçük Asya’da iken küçük bir gazete çıkarıyordu. Ellerinden geldiği kadar, görece yeni haberler, askeri kahramanlık türküleri yazarak, ordunun iaşesine katkıda bulunarak, yerli damarlardan yardım ediyorlardı. Pepas ince yapılı, hassas, ağırkanlı, uysal, evhamlı, bekâr ve frengili bir adamdı.
 — Bay Pepas, yatağın yok mu? Gel beraber uzanalım.
 — Benim de yok, diyor, diğer bir ses. Geleyim mi?
 İkisini de idare ediyorum,
 — Gel!
 Parlayan iki gözü olan esmer yağız bir çehre, hayat dolu. Çenesi başıyla beraber bir dörtgen çiziyor.
 Uzandığımız yer atın yanı başıydı. Diğer yerler, köşeler daha önce gelenlerce tutulmuştu. Altımızdaki toprak silme gübre ve sidik içindeydi.
 Kendimizi yere atıyoruz üçümüz de yan yana.
 — Adın ne? Soruyorum yabancıya.
 — Ben mi? Manolis.
 —Çiftçi misin?
 — Hayır. Kaptan, Cunda’dan.
 — Çok gün oldu mu?
 — Evet, üç.
 Bize karısı ve iki çocuğu olduğunu söylüyor. Onları evvelsi gün gemiye bindirmiş. Bize çocuklarını anlatıyor duruyor; ne biçim olduklarını; sarışınmış, esmermiş, küçüğün alnının ortasında önemsiz bir yara izi varmış. O küçük şeytan sana çamdan öyle bir filikalar yapabilirmiş ki…!
 — Açtı ağzını konuşuyor da konuşuyor. Son seyahati İstanköy’e imiş, küçüğü de yanına almış. Çandarlı’da onları fırtına yakalamış. Allahın çılgını bir denizmiş ki sormayın! Onları çekmiş açıklara. İstavroz çıkarmaya başlamış, bir defa, iki defa.
 — Ben, neden korkayım? Ama gel gör ki teknede çocuk vardı, diyor. Sanki cesareti hakkında şüphelenmeyelim istiyor.
 Kaldığımız bodrumun dışında gece sakindi. Deniz ancak on metre derinliktedir. Küçük dalgaların sesini duyuyoruz -vurdumduymaz mahpushaneye vurup kırılıyorlar, bir biri üstüne.
 — Acıktım, diyor kaptan.
 — Tanos’un bana getirdiği paketi hatırlıyorum. Ona dokunmamıştım.
 — Benim var, diyorum.
 Paketi açıyorum ve ona veriyorum.
 — Yiyecek!
 Tavuktan bir parça koparıyor başlıyor iştahla yemeye.
 — Sen ister misin? Pepas’a soruyorum.
 Hayır diye fısıldıyor. Yerinde dönüyor, rutubetten şikâyet ediyor. Müthiş miyop ve gözlükleri olmadığı için göremediğini söylüyor. Onu yakaladıklarında subayın attığı iki şamarla kırılmıştı.
 — Sen yemiyor musun? Kaptan bana soruyor.
 Alıyorum bir parça eti çiğniyorum. Fakat boğazımdan inmiyor. Onlara bakıp uzanıyorum. Kaptan da tekrar uzanıyor. Onu duyuyorum, şimdi daha yavaş çiğniyor. Gittikçe daha yavaş.
 — İştaha bak be! Karşıdan öfkeli bir ses duyuluyor. Ulan anlamıyorsun vaktin yaklaştığını?
 — O n u mu kastediyorsun? Diyor patlayana kadar yiyen kaptan.
 — Ya ne için olacak? “Temizlik” için ulan!
  Bir an sessizlik. Kaptanın çalışan ağzı duruyor. Stop! Sonra tekrar başlıyor, önce çok yavaş, gittikçe yaya ritmini yakalıyor.
 — Diyelim ki yemiyorum ne değişecek? Fısıldanıyor. Bu da yanıma kar olsun…
 Hala dişlerinin gacırtısını duyuyorum. Sonra sesi yanımızdaki attan gelen seslerle karıştırıyorum, sonra denizin sesi geliyor, gittikçe uzaklaşıyor. Yavaş yavaş sönüyor, bütün sesler. Artık hiç bir şey duymuyorum. Olan gücünü yitirmiş, iflahı kesilmiş bir çocuğum, on sekiz yaşın taze kanı, hayalleri bitti tükendi.
……………………………………………………………
Bahardı. Ben ve o bir ağacın altına çekilmiştik. Kuşlar üstümüzdeydi  – ilahiler okuyorlar cik cik ve pisliyorlardı. Ona derinden baktım ve gözlerin mademki böyle parlıyor artık Tanrı yaşayamaz, dedim. Böyle saçmalıkları ona söylediğim için bana sızlandı. Sonra eğildi ve bütün sıcaklığıyla beni öptü.
……………………………………………………………
 Bir el beni şiddetle dürtüyor. Sonra bir tekme geliyor. Haşince uyandırılıyorum. Mahzende devamlı yanan iki üç yağ kandilinin zayıf ışığında, kapıya doğru dürtülen koyu gölgeleri fark ediyorum. Oradan buradan sesler: adlar okunuyor -Hristo, Kosta. İki üç asker köşe bucak etrafı araştırıyor, geride kimse kalmasın, tekmeliyorlar.
 — Kalkın!
 Kaptan beni dürttü. Ona şaşkınca bakıyorum, sanki başka dünyadaymışım gibiyim.
 — Nedir?
 —“Temizlik”, titretmemeye çalıştığı sesiyle mırıldanıyor.
 Bizi mahzenden çıkarıyorlar. Çıktığımız küçük kapının önünde yığılıyoruz. Bir an yanımdaki Yakovos’u duyuyorum, mırıldanıyor: “Patros adına, Oğlunun, Patros ve Oğlunun…” defalarca tekrarlıyor.
 Bizi yan yana sıralıyorlar. Deniz kıyısında. Limanda bir vapurun ışıkları yanıyor, kadın ve çocukları içeri sokuyorlar. Gece yarısını geçiyor olmalı. Büyük Ayı’nın çok alçaldığından anlıyorum. Okuldayken bir sınıf arkadaşım yıldızlarla çok ilgileniyordu. Süreyya takım yıldızını o bana öğretti; ne kadarlar, kaç binlerce, birbirlerine kaç milimetre uzaktalar…Çok ayaz var. Soğuktan titriyoruz.
 Ben ön sıradayım. Yanımda kaptan var. Gerimde İrodotos, karanlık bir topak gibi, koca gözlerle bön bön bakıyor, endişe dolu ve tir tir titriyor.
 Mahzenin üstündeki karakolda ışık var. Sarhoş naraları geliyor, şarkı söylüyorlar. Bekliyoruz.
 Sonunda kapı açılıyor. Bir asker elinde lambayla iniyor. Arkasından bir subay çıkıyor. Zilzurna sarhoş, tökezliyor.
 — Gelin! Gelin! Subay içerdeki arkadaşlarına sesleniyor. Bu akşamki cümbüşün ilavesi var!
 Evden başka bir subay daha çıkıyor ve onu izliyor. Asker sıramızın başına geliyor, lambayla yüzümüzü aydınlatıp bekliyor.
 Evden ilk çıkan subay yaklaşıyor. Sabahleyin bizi sıra dayağından geçiren adam -fütürist tasarımlar. Sarı bıyığının sağı biraz daha kıvrık -Süreyya takımyıldızı da mı öyle?... Subay tutulan ışıkta bakıyor ve birimizi sıradan dışarı çekiyor, yanına. Ona bakıyor, sırıtıyor, sonra sıradan bir başkasını ayırıyor. Bir başkasını daha çekiyor.
 — Sen de, pis köpek! Diyor.
  Biri daha. Işık, lambalı asker, gittikçe bizden tarafa yaklaşıyor. Bu lamba sanki muazzam bir gereksinim gibi       - öyle o l m a l ı. Çabucak kendime soruyorum, acaba küçükleri mi seçer büyükleri mi? Fakat adam körlemesine geliyor. Işığın altına vardı. Şimdi karşımda. Kendimi böyle göğüs göğse savunmasız hissediyorum. Nefesim kesiliyor. Beni çekmek için subay elini uzatıyor. Fakat tam o anda, olmayacak yerde ve zamanda, tak, sarhoşluktan subay tökezliyor. Bir an gülüyorum. Dengesini sağlamaya çalışıyor fakat bu çabayla yerinden iki santim kayıyor. Önemsiz iki santim. Eli yanımdaki kaptanın üzerine düşüyor.
 Derin bir nefes alıyorum. Bu derin nefes, insan olana zor gelecek haşin bir sevinçti.
 Altı arkadaşımızı ayırdılar. Sonra bir diğeri, oluyor yedi. Bakıyorum, bir takım asker hazırlık yapıyor. Silahlarıyla iniyorlar, birer birer. Yanı başımızda toplanıyorlar.
 — Tamam! Diyor subay lambalı askere.
 Ama birden, sanki unutmuş gibi, diğer subaya dönüyor:
  — A, unuttum, biri de senden olacaktı! Diyor. Seç!
 Bu diğeri sıraya yaklaşıyor. Kalbimiz yine çılgınca çarpmaya başlıyor. Çekiyor birini. Eğiliyoruz görmek için: Yakovos.
 — Ben olmaz! Ben olmaz! Umutsuzca yalvarıyor fukara. Ben İtalya tabası, İtalya tabası… Yarın beni geri alacaklar…
 — Köpek! Böğürüyor sarı subay ve onu çekip sıradan alıyor.
 Sonra müfrezeye emir veriyor:
 — Çabuk dönün!
 Askerlerin hepsi ayırdıkları yoldaşlarımızın yakınında bekliyor.
 — Varsa bir şeyiniz gidin alın! Müfreze başı onlara bağırıyor.
 Önce bizi mahzene koyuyorlar. Sonra arkamızdan, neleri varsa almak için ayrılanlar geliyor. Hangi neden için?
 — Çabuk! Geciktiklerini görerek dışarıdan bağırıyor çavuş. Bodrum çalkalanıyor fısıltıyla. Bir adam sinirden ağlıyor. Bir diğeri güle güle diyor. Vakit geçiyor. Çavuş daha vahşice emri tekrarlıyor:
 — Çabuk!
 Sindiğim köşeye kaptanın iri cüssesi yaklaşıyor. Geldiğini görünce benliğimi korku sarıyor. Sessizce eğiliyor. Başucumuzu karıştırıyor, sanki alacağı bir şeyler var. Sonra tekrar kalkıyor.
 — Bir şeyim yokmuş, mırıldanıyor dalgınca, sanki gerçekten bir şeyi olmadığını hatırlarmış gibi.
  Cesaretimi topluyorum.
 — Manolis, diyorum. Nah işte battaniyelerim. Al!
 Ona böyle derken düşüncesizdim, son anında buncacık bir çaba gösterdim ama eminim ki artık hiçbir şeye ihtiyacı yoktu onun.
 — Onları neden isteyeyim ki? Konuşuyor sessizce.
 Çavuş küfrediyor, şimdi üçüncü defa oldu.
 — Haydi ulan!
 Mümkün olsa biraz daha kalabilmek için gösterdikleri çabalar müthişti.
 Sonunda Manolis toparlanmaya karar veriyor. Dişlerinin arasından iki üç kelime geveliyor. Mahzende kalanlar yolcu ediyor:
 — E… Güle güle. 
 Ellerini cebine sokuyor ve kapıya yöneliyor. İri cüssesi karanlıkta kayboluyor.
 Zavallı bitmiş, tükenmişti, biraz sonra gidenlerin uzaktan ayak seslerini duyuyorum. Kayboluyor. Pepas’tan daha çabuk kendimi toparlıyorum. O Titriyor. “Tanrım, Tanrım…” diye mırıldanıyor. Kalbi çatlayacak gibi çarpıyor, küt küt.
 — Acaba yöntem ne? Soruyor usulca ve aklından geçenden korkarak, susuyor.
 Gözlerimdeki yaş boşalmamak için direniyor, artık dayanamıyor. Sahne, zayıf ışıkta canlanıp mahzenin tavanında tekrar canlanıyor.
 — Bir tökezleme, iki santimlik. Yükün altında ezildiğimi hissediyorum, mücadele etmeye çabalıyorum. Ama niçin suçlu olayım? Niçin? Yarın var olacak mıyım? Ya da öbür gün.
 Mahzen gittikçe sessizliğe gömülüyor. Yağ kandilleri bir bir sönüyor. Bir saat kadar geçti. Pepas dönüp duruyor, bir türlü sakinleşemiyor. At yanımızda, yer değiştirip duruyor, herhalde o da uzanmak istiyor. Biraz sonra da Pepas’a basıyor.
 — Yanında yer var mı? Huzursuzca bana soruyor.
 Mümkün olduğunca Manolis’in bıraktığı yere doğru kayıyorum.
 — Daha fazla yok, diyorum. Diğerleri var. 
 Pepas kalkıyor, bağlı olduğu urganı halkadan çözüp hayvanı çekiyor. Sonra urganı tekrar daha kısa düğümlüyor. Hayvanın boynunda iki karış ip bırakmamıştı.
 Geliyor ve uzanıyor.
 — Böylece kendini yere bırakamaz, diyor.
 Ama at kişniyor. Sürekli. Belli ki protesto ediyor. Nöbetçi dışarıda huzursuz oluyor. İçeri giriyor. Hayvanın bağının kısaldığını görüyor ve çok kızıyor.
 — Gâvur! Küfrü basıyor ve Pepas’a bir tekme savuruyor. Atın urganını uzatıp hayvanı rahatlatıyor.
 İki saat geçmişti. Pepas kalktı, sakinleştirmek için ata diz çöktürdü. Artık en ufak gürültüsü duyulmuyor, derisinin seğirmesi bile. Çabucak kayboldu. Fakat yavaş yavaş derinlerden gelen ayak seslerini duyuyorum. Gittikçe yaklaşıyor, daha belirgin oluyor. Yoldan geliyorlar, iki saat önce diğerleriyle gittikleri yoldan. Gözlerimi açmış dikkat kesiliyorum. Sonunda evin dışında duruyorlar. Aralarında Türkçe konuşuyorlar, anlamıyorum.
 — Döndüler… Fısıldıyor Pepas.
 — Evet. Döndüler.
 Müfreze işini bitirdi. Ayaklarımı toplayıp kafama kadar örtünüyorum. Böyle tostoparlak olmuştum örtünün altında, birkaç saat önce Manolis’ın yattığı yerde. Başucumun atında bir küçük tümsek rahatımı bozuyor. Ekmek olabilir mi diyorum. Çıkarmak için elimi uzatıp çekiyorum. Başka bir şey. Onu yokluyorum: bir tütün kesesi. Parmağımı içine sokuyorum ve elime sert bir şey geliyor. Bir kibrit yakıp bakıyorum ve hatırlamaya çalışıyorum. Bir filikacık, ya işte böyle bir şey, bir burun mesafede, bir kayık omurgası. Acemice yapılmış filikacık, çamdan bir parçacık.

Sabah parmaklıktan gördüğümüz ilk insanlar üç çocuktu. İki oğlan ve bir kız. Hiçbiri on beş yaşından yukarı değil. Üçü de eğiliyor ve içeriyi görmeye çalışıyor, gözleri etrafı araştırıyor.
 — Baba! Biri bağırıyor.
 — Kimi arıyorsun? Onların tanımadığı, bizden birisi soruyor.
 — Yakovos Muras’ı! Babamızdır.
 — A, babanız mı olur, mırıldanıyor adam.
 Uzunca düşünüyor. Sonra:
 — Gitti! Diyor.
 Çocuklar, üçü birden bağırmaya başlıyor, babalarını arıyor. Nöbetçi rahatsız oluyor. Hakkı var. Bu akortsuz sesler sabah keyfini kaçırıyor, ahengi bozuyor, çıkarmasınlar böyle bozuk sesler, bağırmasınlar.
 Tekmelerle defediyor onları. Fakat ötekiler, biraz öteye çekilip bekliyorlar, uzaktan gördükleri küçük pencereye karşı yaya yolunda yere oturuyorlar, sümüklerini çekerek çekinmeden küçük aralıklarla akortsuz sesler çıkarmaya devam ediyorlar.
 Sonunda biri kalkıyor, hala ağlıyor ve diğerlerine gidelim diyor.
 — Gidelim…
 Sırayla kalkıyorlar ve ayak sesleri kayboluyor.
 Dingin sonbahar sabahı kaybettiği ahengi tekrar buluyor.

Biraz sonra da annem geldi.
 Bana seslenen tatlı sesini duyar duymaz pencereye koşuyorum. Uykusuzluktan ve dehşetten şişmiş gözleriyle, kırık kalbiyle, güçsüz sinirsiz bir vücut çabalıyor, çabalıyor. Beni kurtarmaları için yalvararak ona ellerimi uzatıyorum.
 — Anne, kurtarın beni! Anneciğim! Çabuk! Çabuk!
 Tepeden tırnağa gerilmiş vücudumun her sinirinden, her kasından aynı ümitsiz çığlık çıkıyor:
 — Çabuk! Çabuk! Kurtarın beni!...
 Zavallı, küçük kafasını bu delice haykırışa karşı telaşla iki yana sallıyor. Şaşkınlığı böylesineydi, gözyaşlarını koyuvermeyi bile düşünemiyor. Titreyerek, gitmek için kalkıyor.
 — Yavrucuğum! Yavrucuğum! Koşturuyoruz! Kekeliyor. Ben de, baban da…
 — Çabuk anacığım! Anacığım, çabuk! Geceye kalmasın…
 Gitti. Dünün anıları hala tazeydi. Konuşma aynı konuda dönüp dolaşıyordu.
 — Niçin böyle azar azar, diyor birisi, niye bir kerede değil?
 — Bize yer açılsın diye. Öbürü dalga geçiyor onunla. Kaldığımız sürece rahat edelim, daralmayalım. Diyor.
 Belki. Bir defa bodrum taş çatlasa kırk adamdan fazlasını almaz. Hâlihazırda dolu. Lakin hala her gün dört beş getiriyorlar. O halde, seyreltmek lazım -toprakta bir parça ot temizliği yap ki daha çok tohum atasın.
 — Peki, sonra, getirecek kimse kalmadığı zaman...
 — E, o zaman da bir akşamda hep beraber olur…
 — Bunu o herifin keyfi bilir! Sert bir ses sarı subayı kastederek yapılan tahmini destekliyor.
 Hepimiz başka getirmesinler diye dua ediyoruz. Saf budalalıktan hepimiz nasibimizi alıyoruz: Şayet başkaları gelmezse akşam temizliği olmayabilir diyoruz.
 Mamafih, mahzenin küçük kapısı biraz sonra açılıyor. Beş altı asker içeri dalıyor. Kahkahadan kırılıyorlar. Bizden birini yakalamışlar, içeriye itekliyorlar.
 İrodotos’un yeni bir sürümü. Sıvışmak için kadın elbiseleri giymiş güzel bir delikanlı. Onu iskelede yakalamışlar. Fistan hala üzerinde, çekiştirilmekten paçavra olmuş. Askerler şaka yapıyorlar, biri kalçasını diğeri göğüslerini işmar ediyor, cık, cık yapıyor ve gülüşüyorlar, gülmekten kırılıyorlar. Biri onu koltuk altından gıdıklıyor. Delikanlı korkudan ölecek gibi -dişleriyle dilini ısırıyor, beti benzi uçmuş, gülmemek için kendini sıkıyor. Birden tutamıyor, ağzını açıyor ve canhıraş bir kahkaha koyuveriyor.
 Gıdıklanmaktan oldu. Askerler hep beraber onu gıdıklamaya başlıyorlar -göbeğinden, koltuk altından, göğsünden. Çocuk sırt üstü yuvarlandı, diğerleri atıldılar üstüne ve gıdıklamaya devam ettiler. Askerlerin kahkahaları arasında kendini dizginleyemediğinden, ağzından peş peşe gülücükler çıkıyordu. Bir asker eğildi, fırsatı kolladı ve sonra açık ağzından içeri şiddetle tükürdü.

Akşama doğru beni ismimle aradılar. Bir çavuş. Benimkilerin garnizona, subaylara gittiklerini biliyordum. Benim küçük olduğuma onları ikna etmeye çalışıyorlar. Ben onların koyduğu yaş sınırından küçüktüm ayrıca Fransız himayem var. Kalbim hızla çarpıyor.
 Hepsi sarı subayın odasındalar. İhtiyarcık, annem de oradaydı. Diz çökmüş ağlıyor ve yalvarıyor. Türk yamaklarımız olduğu zamanlardan biraz Türkçe biliyor. Subayın gözleri yukardan aşağı üzerimde geziniyor. Sonra nefret kusarak:
 — Bu sünepe mi? Diyor anneme.
 — Evet… Odur, bay…
 — Ha siktir! Küfrediyor ve beni almaları için sesleniyor.
 Beni gerisin geri götürüyorlar. Dediği doğru, çok doğru! Ben sünepenin biriyim -hiçbir zaman temayüz etmedim, öne çıkmadım, güzel şeylerde. Gece yaklaşıyor, çok yakın. Hava kararacak. Kendimi köşeme atıyorum. Artık hiçbir şey beklemiyorum.
   
İkinci gece aşağı yukarı ilki gibi geçti. “Temizlik” için sadece beş arkadaşımızı aldılar. Onların içinde iki fistanlı da vardı. İrodotos ve gıdıkladıkları diğer delikanlı. Baştaki planları sadece ikincisini almaktı. Ama müfreze komutanı subaya diğerinin de aynı matah olduğunu hatırlattı, İrodotos’u kastediyordu. Subay güldü, ha ha, leş gibi içki kokuyordu.
 — Arkadaşlık mı yapsın diyorsun? Çavuşa doğru dönüp konuşuyor.
 — Hem kız kısmı yalnız başına gitsin ister mi hiç! Yapmacık ciddiyetle şaka yapıyordu, çavuş.
 — Doğru! Subay sonucu belirleyen kararı veriyor.
 Çavuş İrodotos’u iri cüssesinden çekiyor. O da ona saf gözlerle bakıyordu ve başlamaya hazırdı: bir… Subay durumunu gördü, gülümsedi, sonra daha evvel seçilmiş beş kişiden birini itekleyip sıradan çıkardı, mademki yerine başka birini koymuştu. Seçilmiş beş kişiyi, neleri varsa almak için bodruma gönderdiler. Bu budalaca bir tutumdu ve hiçbirimiz neden diye sormuyordu. İrodotos, yerinde kararsızca dikiliyor.
 — Alacak bir şeyin yok mu, ulan? Müfreze komutanı ona soruyor.
 Bir şey anlamıyor ki ne yanıt versin. Sadece gülümsemeye çabalıyordu yalvar yakar, sadece önseziyle olayları anlamaya çalışıyordu.
 — Yok, bir şeyi çavuş, bizimkilerden biri cevaplıyor.
 Gerçekten bir şeyi yoktu. Nesi varsa gemiye binmişti. Kimsesi pencereye gelmiyordu, sabahleyin birini soruyordu. Geçen gün de bizimkiler yerken ağızlarına bakarken görmüştüm onu ve ekmek verdim. İki gün yemişti onu.
 Diğer mahkûmlar çıkmayı geciktiriyordu. İrodotos dışarıda yalnız başına oturmuş gecenin içinde onları bekliyordu. Kafasını yıldızlı gökyüzüne kaldırmıştı.
 — Haydi ulan! Çavuş bağırıyor, çabuk çıkmaları için.
 Sadece üçü çıktı. Dördüncü kurtulmak için aramızda gizlenmeye çalışıyordu, su küpünün arkasında. Askerler içeri girdi her yeri alt üst etti. Kim o, diye soruyorlardı. Hiçbirimiz göstermeyi göze alamadı.
 Çavuş, o zaman bağırdı:
 — Al birini, her kim olursa!
 O zaman herkes silkindi: “Orada! Orada!”. Elleri küpü gösteriyordu. Kimse kaderini biriyle değiştirmek istemiyordu. Askerler onu eğreti gizlendiği yerden çıkardılar ve sürükleyip götürdüler. Adam kuzu gibi meleyordu.
 Bodrumdaki hava biraz için duruldu, sonra, derin sessizlik. Gövdeler sinirden tükenmiş, hareketsiz. Ama bir saat içinde hepimiz uyuyoruz. Ben de.
 Yavaş yavaş alışmaya başlıyordum.

Sabah bir asker bodruma atı tımar için indi. Bir Anadolu köylüsüydü -iri yapılı gövde, uzun bıyık, yusyuvarlak usturalı kafa. Bazılarımız laflamak istedi. Adam başta tenezzül etmiyor, ama hemen, burada efendinin o olduğunu ve ağzından çıkacak her sözü boyunduruktakilerin yutarcasına içlerine çekmek için bekleştiklerini anlıyor, bencillik onu gıdıklıyor ve dilini çözüyor. Konuşma, İrodotos ve diğerlerini alan dünkü müfreze hakkındaydı. Çevresindeki çember büyüyor. Hepimiz yaklaşıyoruz.
 — Ne biçimde? Diye soruyor biri, cevabı iyi anlamak için herkes nefesini tutuyor, suspus oluyor.
 Asker kaşağılamayı aniden bırakıyor. Bize bakıyor.
 — Süngüyle, diyor. Bir taş duvarda.
 Biri kaçmaya yeltendiydi diyor, uslu durmuyordu, onu duvarda kıstırdılar ve bir güzel işini hallettiler, çünkü onları çok uğraştırdı kavat. Asker tam onu kıstırmış, gömmeğe hazırlandığı sırada adam yana sıçramış ve onun süngüyü tutan elini dişlemiş. Sanki kuduz köpek gibi! Ama asker onu itmiş ve süngüyü batırmış, sanki pamuk balyası gibiydi…, diyor.
 Meraklar giderildi. Kalpler hızla çarpıyor. Adamın anlatımının bize verdiği işaretlerden, onlara eziyet çektirenin İrodotos olduğunu anlıyoruz.
 Asker tatmin olmuş, tekrar kaşağılamaya başlıyor. Bir avucu bağlı -ya bir yaranın bandajı ya da dünkü dişlenmeden ötürü. Diğer avucuna biraz tükürüyor sonra bu tükürükle atın alnını ovalıyor, cila yapıyor. Onu okşuyor. Uysal. Nazik.
 Son hareketlerine iyi dikkat ediyoruz. Çok fazla. Ellerine, parmaklarına -sanki pamuk gibiydi…
 — Ona iyi bakıyor, hayvana… Dalgınca mırıldanıyor birimiz.
 Diğer bir ses, aynı tonla:
 — Evet… İyi…

Üçüncü gece. Henüz sıram gelmemişti. Sadece iki aldılar bizden. Sıram geliyor, çünkü ailecek gitmeleri gerekli olan bir aile daha yakalanmıştı. İki kız, bir yaşlı baba, bir küçük çocuk ve ağabeyi. Yunan tabasıydılar, diğer oğulları savaşa gitmişti.
 Müfreze onları da araya katıp götürmek için yola çıkacağı zaman feryat edip ağlayan kızın sesini duyduk:
 — Baba! Baba! Bize ne yapacaklar?
 Siyah saçları, kocaman gözleri vardı, sevgi doluydu. Buğday rengi yüzünde bir tüy vardı, kulaklarının altında bir tüy. Ara sıra İngilizce de konuştuğumuz bir sınıf arkadaşım Tilios, bir zamanlar tabi, oranın altındaki tüyde, pek tabi kulağın altındaki, yeryüzünün bütün bilgeliği gizlidir demişti. Aynı arkadaşım, kadınların bunu çok sevdiğini ve gurur duyarak övündüklerini bana bir gün anlatırken nasıl da neşeyle kıkırdıyordu. Ben de onunla dalga geçmiştim:
 — Hadi oradan salak!
Bitti. Ayvalık artık boşaldı. Öğleden sonra son vapur da gitti. Götürecekleri kadar götürdüler. Başkaları yok artık.
 Tanos’dan, evdekilerin nasıl ağladıklarını öğreniyorum. Annem gitmek istemiyormuş. Yaşlı babam ona defalarca dil dökmüş, rica etmiş, bakılacak kızlarımız var demiş.      M e c b u r i y e t.
 Geldi ve bana pencereden ne yapayım diye sordu. Yıkılmıştı.
 — Baba, çabuk olun! Ona bağırdım.
 Dün gece giden kızlı aileyi hatırlıyordum.
 — Çabuk gidin baba!
 Üç ikindi sonra annemi ikna edebiliyorlar, sonunda annemi “mecbur” ediyorlar.
 Mahpushaneye geliyorlar ve subaya rica ediyorlar, son bir yalvarış: benimle vedalaşmak için, mahzene inmelerine müsaade etmesi için. İzin çok zorla veriliyor.
 Hep beraber, yaşlı baba, annem, Tanos, Antipi, Sofia, Agapi, Lena, hepsi. Önce beni kucaklıyorlar, çocuklar da beni öpüyor. Tek tek görevlerini yapıyorlar, dışarı çıkıyorlar. Arkadaşlarım etrafımızda dört dönüyordu. Sessizce izlediler. Babam beni omzumdan tutuyor, onun ağladığını hiç görmemiştim. Beni uzun bir zaman öyle tutuyor, omuzlarımdan, sonra eğiliyor ve beni alnımdan öpüyor. Gözkapaklarında tik beliriyor. Sonra gücü tükeniyor, ellerini koyuveriyor.
 Lakin annem ki son defa geliyordu, benden ayrılmak istemiyor. Orada öyle yekvücut oluyoruz, pörsümüş vücuduna kafamı gömmüş sıcaklığını yanağımda son defa hissediyordum. Beni sıkıyor, bırakmak istemiyordu. Gözyaşları konuşmasına engel oluyor. Daha fazla dayanamayacağını, ölmek istediğini söylerken güç bela ne dediğini anlayabildim. Bunu defalarca tekrarlıyordu, sanki bana söz verdiği bir şeymiş gibi. Yüzünü kaldırıp, elleriyle benimkini tutuyor ve bana bir resme bakar gibi, bir daha görmeyecekmiş gibi bakıyor, tekrar eğiliyor ceketimi düzeltiyor, elinde olmayarak, üşümeyeyim diye ilikliyor, sanki çocukmuşum gibi.
 Babam onu çekiyor.
 — Vapura yetişemeyeceğiz… Yetişemeyeceğiz… Duygu seline kapılarak mırıldanıyor.
 Olur da vapura yetişemezlerse diye korkuyorum, ben de onu zorluyorum.
 — Anacığım, gitmelisiniz! Seni hep hatırlayacağım.
 Dışarı çıkıyorlar. Köşeyi dönene kadar arkadan ona bakıyorum, çocuklar sürüklüyor onu, ilerde duruyor ve belki beni seçebilir diye geriye dönüp bakıyor.
 — Annen midir? Diyor bütün seremoniyi izleyen nöbetçi.  
 Susuyorum.
 — Evet, diyor bizimkilerden biri.
 Nöbetçi kafasını iki yana sallıyor, düşünceliydi.
 Biraz sonra, henüz gün aydınlığı, hepimizi dışarı çıkarıyorlar. Daha başka gelecek yok. Sadece orada toplananlar, ama son anda yakaladıkları birini daha getiriyorlar. Çocuk, arkadaşım Argiris’di. Böylece tam kırk üç olduk. Yan yana iki sıra oluyoruz, askerler bizi ortaya alıyor. Kapı sahanlığında, sarı subayı görüyoruz. Neşe içinde gülüyor. İlgilenmeyip yüzümü çeviriyorum. Artık birinden nefret etmeye gücüm yoktu.
 Hareket ediyoruz. Güneş alçalmıştı. Aya-Paraskevi ve uzaklardaki bir adacık, renkten renge giriyor. Vapur limandan demir alıyor. Dumanı tütüyor, sakin akşamın içinde usulca havaya yükseliyor, düz, dümdüz. Çok zamandır, bu dimdik hareketsiz sütuna dikkatle bakarım, bana biri onu yukardan sarkıtıyormuş gibi görünür. Yürürken geriye dönüp bakıyorum. Sonunda duman kayboluyor.
 Kafamı çeviriyorum.
    Ahıra benzer şeylerdi, şehirden iki bin metre kadar uzaklıktaydı. Bizi onların içine sokuyorlar. Ne geliyor uzaktan? Biraz sonra genç bir kadını getiriyorlar, memleketlimiz, kocası ve üç yaşında bir çocukla beraber, çocuk kısa kesilmiş sarı saçlarıyla bir çocuk harikası. Kadını tanıyordum. Piyano da çalardı. Kocası saatçiydi.
 Çocuk ağlıyor. Bir küçük paketim vardı: Bir peçete, biraz ekmek. Çamdan filikacığı da içine koymuştum. Ona veriyorum. Ekmeği de ona veriyorum. Filikacıkla oynuyor ve susuyor.
 Gecenin bitimine doğru hepimizi dışarı çıkarıyorlar. Pepas üşüyor. Mehtaplı, ayaz bir gecenin içindeyiz. Bizi yine ikili sıralıyorlar. Böyle sıralanınca askerler bizi ortalarına alıyordu. Subay, süngü tak emrini veriyor. Süngüler parlıyor. Tüfeklerine takana kadar askerler epeyce şamata yapıyorlar. Subay adamlarına emri veriyor:
 — Biri yerinden ayrılırsa, sıradan kaçmaya kalkışırsa!  Girişin!
 Yıldızlar pırıl pırıl. Yaprak kımıldamıyor. Arada bir böyle olur. Bir yerlerde bu saatte bir oda olacak. Bu akşam. Oda bol ışıklı. Ateş ve biraz çay. Parlak saçlarda birkaç incik boncuk, değişik oyuncaklar. Bayan uyuşukluk içinde tembellikle, birden içlerinden... Misse’yi tercih ettiğini söyleyecek, kimden..., diyelim Mozart, ki çok ağırdır o. Evet, evet.


BÖLÜM 3

Gecenin içinde sessizce yürüyoruz. Argiris yanımda gidiyordu. Uyum içinde yan yana yürüyoruz. Argiris son anda bana ilaç gibi geldi. Okuduğum dönemden okul arkadaşıydık -yalnızım diye sızlanmayacaktım. Okulda onu kıskanırdık, çünkü en yakışıklımız oydu. Allah vergisi iki kocaman göz, akan su gibi bir vücut. Bu güzel kafa, lisede, astronomiden çok iyi anlıyordu. Biz diğerlerinin, yani çırakların, yıldızlarla gerçekten hiç bir alış verişi yoktu. Evimize sıkça gelirdi ve beraber ders çalışırdık, topla- çıkar- topla, sonunda Süreyya takımyıldızını orada bir yerde bulurduk.
 — Bizi kurşuna mı dizecekler, İlia?
 Tırtır titriyordu. Ayazdan olacaktı.
 — Konuşma, diyorum ona.
 Aynı endişe bodrumdayken hepimizde vardı: “Ne şekilde?” Diyorduk. Sanki doğrudan ölüme dokunma korkusuydu ve ona yaklaşana kadar soğuk gövdesi etrafında volta atıyorduk.
 Yanımızdaki askerler vahşi gözlerle bizi inceliyordu, dilsiz, gece gibi.
 Birden, bellerine asılı mataralarının çıkardığı sese dikkat ediyorum. Bir şeye vuruyorlar.
 — Bak! Diyorum ürpererek, Argiris’e.
 Kemerlerinde küçük baltalar asılıydı.
 Elimi sıktı eliyle. Gıkımızı çıkarmaya cesaret edemiyorduk. Nereye gittiğimizi bilmeden ilerliyoruz.
 — Ne kadar saattir yürüyoruz, biliyor musun? Yavaşça geridekine soruyorum.
 — İki saat olacak, diyor başkasının sesi.
 — Şafak sökümü daha geç mi?
 — Bilmiyorum, neden?
 — Şayet günü ağartırsak… Bizi öldüremezler…
 Gözlerimi yukarı kaldırıyorum.
 — Gün ağarmasına ne kadar var Argiri, yakın mı?
 Doğuya doğru, ufku inceliyoruz, yoksa acaba günün doğmasından bir şüphemiz mi vardı.
 — Görünmüyor… Umutsuzca mırıldanıyor arkadaşım. Gecikiyor...
 O zaman, duraksamamak için içimizden duaya başladık. Bir derin arzu yorgun gövdemize baskı yapıyordu: “Oturalım! Oturalım!” Ama karanlık damarlarda akan kan direniyordu, kızgın demir gibi. Pıhtılaşmak istemiyordu.
 Bir zeytinlikten geçiyorduk. Ay zeytin yaprakları arasında yuvarlanıyordu, yere öfkeli huzursuz bir madde damlıyor, tıp tıp. Tertemiz gökyüzü- çağlar öncesi bekâretin Yunanlı yüzü. Yapraklar o kadar hafif kımıldıyor ki.
 — Dur!(*) (Yazar, Yunan harfleriyle yazarak birçok Türkçe sözcük kullanıyor. Bunlar yatık harflerle yazılarak belirtildi.)
 Duruyoruz, buyruk sertti. Kuvvetli bir el içime dalıyor ve insanın egemenliğini alt üst ediyor- rap!
 — İlia! Fısıldıyor Argiris. Bizi öldürecekler İlia!...
 Askerler çevremizde çember oluyorlar. On yirmi metre uzakta. Bize oturmamızı emrediyorlar.
 Oturduk. Anne ve küçük yavrucak bizden biraz öndeydi. Yavrucak uyuyordu.
 — Nikola! Nikola! Kadın kocasına umutsuzca bağırıyor. Zavallı adam da gözleri dolarak, sesini kesmesini söylüyor:
 — Sus…
 Ay battı. Astsubaylar gösteriyor: O, öteki... İyi, biz seçilmedik. Nefeslerimizi tutarak bizi göstermelerini beklemiştik.
 Arkamda fısıldayan bir ses duyuyorum:
 — Bizi kurşuna dizmeyecekler… Mademki çevremizde daire yaptılar… mermiler onlara da isabet edebilir…
Doğruydu. Ama şunu hatırlıyorum: bodrumu, asker bize İrodotos’a ne yaptıklarını anlatmıştı.
 — Süngüyle saldıracaklar…
 Dilimiz tutulmuş, bizi çevreleyen çembere bakıyoruz. Endişeli gözlerle gepgergin bekledik. Etrafta kendimizi atmak için bir çukur, hendek var mı diye gayriihtiyarî bakıyoruz ama ne girecek bir çukur ne de koşup gizlenecek bir yer vardı. Çıplak bir tepeydi ve çevremiz geçilmez çemberle çevriliydi.
 — Harekete geçiyorlar!...
 Gözlerimi kapatıyorum. Bir saniye bekliyorum, iki saniye oldu. Şimdi…Şimdi!...
 — Baksana! Onları nereye…? Argiris’in sesini duyuyorum.
 Gözlerimi açıp şaşırarak bakakalıyorum. İki arkadaşımız biraz önce sıradan ayrılmış, tepeden aşağı iniyordu. Onları iki asker izliyordu. Biraz sonra gözden kayboluyorlar.
 — A! Böyle! Az az…
 Bir çığlık duymak için kulak kabartmış bekliyorduk. Yok bir şey! Birazdan iki tane daha aldılar. İkinci sıradan, sonra üçüncüden. Gidenlerin fısıltılarını işitiyorduk, ağlıyorlar ve diğerleriyle vedalaşıyorlardı. Yavaş yavaş bizim sıraya vardılar. İki iki alıyorlardı, gelişigüzel. Argiris’i yanımdan çekip aldıklarını gördüm. Ben de kalkmaya davranıyorum ama beni almadılar. Bir sonraki partiye bıraktılar, birkaç dakika sonrakine. İlerliyorum ve sağa sola bakıyorum, ne zaman ateş edecekler. Yok bir şey. İlerliyorduk. Daha aşağıda beyaz bir şeylerin kımıldadığını fark ettiğimde tepeyi inmiştik. Alçaktan homurtular duyduk. Durduk.
 — Çıkar! Askerler emrediyor ve paltolarımızı işaret ediyor.
 Bir şey anlamadım fakat gördüm ki bizden ikisi soyunmaya başlamışlar bile. Ben de başladım. “Çıkar! Çıkar!” devamlı bağırıyordu askerler. Yavaşça ceketlerimizi, sonra pantolonlarımızı, pabuçlarımızı, çoraplarımızı çıkardık. Sadece don fanila kaldığımız zaman, bizi bir yanda fısıldaşan beyaz gölgelere doğru iteklediler.
 Kaybolmuştum, ben neydim bilmiyordum. Yavaşça sesleniyorum:
 — Argiri!... Argiri!...
 Bir ses, bir küçük gürültü. Argiris, o da çıplak, üstüme atılıyor.
 — İlia! İlia! Görüyorsun bizi öldürmediler! Görüyorsun…
 Görülmemiş bir sevinçle kucaklaşıyoruz.
 — Yaşıyoruz… Yaşıyoruz! Diyordu gözyaşları içinde.
 — Yaşayacağız, diyordum ben de.
 Sanki birden ölümsüzlüğe varmıştık.
 — Pabuçları bende bıraktılar. Onları unuttular, diyor arkadaşım.
 — Biliyor musunuz ne demek oluyor, bu bizimle…? Yanımızdan soğuk bir ses duyuyoruz, öyle soğuk ki kimse yanıtlamaya cesaret edemiyor.
 — Demek ki… “ak ölüm”! Kim dayanabilecek?
 — A, biz dayanacağız! Biz dayanacağız! Biz genç çocuklar…
 Bu “çıkar” hikâyesi bir saat kadar sürdü. Arkadaşların hepsini soydular -esvapları, battaniyeleri, hepsini, hepsini.
 Hareket ettik. Gün ağarıyordu. Sadece bir kişi bizimle gelmedi: Pepas. İki asker onunla kaldı. Biraz zaman geçtikten sonra, durduk ve bekledik. Askerler yalnız dönüyordu.

 Ekimin sonu yaklaşıyor.
 Ayazmat yolunda (bugünkü Altınova) bütün gün yürüdük. Tuzladan ötede, Argiris’in pabuçları bir askerin gözüne çarptı. Çıkarmasını söyledi. Onları çıkardı. Denedi. Oldular. Asker tuttu kendisininkileri Argiris’e fırlattı. Kocaman eski postallar, yarıdan kopmuş -askere de büyük gelecekti.
 — Birini al, diyor arkadaşım. Şayet ikisini de giyersem onları benden alabilirler. O sağını aldı ben de ötekini.
 Bütün gün nerdeyse mutluluktan uçacağız, çünkü ölmemiştik. Başka bir şey düşünmüyorduk. Akşama doğru hepimiz bitkin düşmüştük. Ama bunu söylemiyorduk.


BÖLÜM  4

Ayazmat’da geceledik. Bizi karanlık, alçak tavanlı bir binaya getirdiler. İçeri girince kutsal hava ile birlikte burnumuza gübre ve kükürt kokusu çarptı. Anladık ki bina İsa’nın bir mekânıyla ilgiliydi, şimdi ahır ya da ambar olarak kullanılıyordu.
 Ölüm sessizliği hüküm sürüyordu. Dudaklarımızdan gürültülü dökülen hüzünlü sözlerle el yordamı içeri girdik. Sonra her birimiz bulabildiği düz bir yere kendini bıraktı. Argiris yanımdaydı. Aile ilerdeki mihrabın önüne doğru gitti. Bunu ağlayan çocuktan anlıyordum. Koyu karanlıktan korkmuş olacaktı.
 Kapı üzerimize kapandı. Esirler biz bize kaldık. Bir saat kadar geçti. Zaman zaman, seyrek aralıklarla sessizlik oluyordu. Sonra bir uçtan inlemeler duyuldu –bir arkadaşımızdı. Gece ilerledikçe boğuk inlemeler arttı. Yarı çıplak gövdeler, sert hayatta hiç çalışmamış olsaydı, kırılıyordu. Yürürken deri altında sinirlerde oluşan kalleş eseri hiç anlamıyorsun. Ama oturunca aklını oynatmamak imkânsız oluyor, dudaklarını dişliyorsun, acıdan kan çıkıyor. Acıkıyorduk.
 — İlia, dayanacağız, öyle değil mi? Tekrar soruyor Argiris, benden cesaret bulmak istiyor.
 Ben de onu korkutmak istemiyorum:
 — Dayanacağız, Argiri.
 — Ümidin var mı?
 — Evet, var.
 Biraz sonra ayaklarından şikâyet ediyor. Tamamen çıplak olan tabanı baloncuklar yapmış içi su toplamıştı. Bir ikisi yolda patlamış, acı veriyordu. Diğer ayağını da, pabuç vurmuştu. Güzel yüzünün solgunluğunu zifir karanlıkta fark edemiyorum. Ama sessizce ağladığını duyuyordum. Ona, ben de acı çekiyorum, sus, diyorum.
 Bir an duruyor fakat aynı nakarat tekrar başlıyor:
 — İlia kardeşceğizim, yoksa dayanamayacak mıyım?...
 Kapı gıcırdadığı zaman saat on bir olacaktı. İki üç asker aralarında fısıldaşıyordu. Argiris’le birbirimize sokulmuş bakıyoruz. Bir ışık yanıyor. Bir mum. Askerler aramaya başlıyorlar. Mumu suratlara tutup bakıyorlar. Araştırıyorlar.
 Biz iki oğlana vardıkları zaman, durdular.
 — Onu ister misin? Biri Argiris’i gösteriyor.
 — Hayır, şimdilik olmaz.
 — Kadını mı?
 — Evet.
 — Sıranı bekleyeceksin, diyor ilki.
 — Beklerim.
 Bizden uzaklaşıyorlar.
 Argiris konuşmaları anlıyor, çünkü Türkçe biliyor. Ama ben de seziyorum. Çok yakınımda, kalbinin hızla attığını duyuyorum. Ama çok hızlı. Beni sıkıyor.
 — İlia… Fısıldıyor heyecanla. A, “buna” hayır! Hayır!
 Korkudan sırılsıklam üzerime yığılmıştı. “Bu” hiç aklıma gelmemişti, bunu hesaplamamıştım. Birdenbire duyduğum bir sürü hikâyeyi hatırlıyorum. Bir ani gurur fırlıyor orandan, onuru kırılmış yaratıktan. Bir kıvanç, salya sümük içinde, çıplaklıkta, gözyaşlarında -evet, tümüyle komikti.
 Hemen karar veriyorum:
 — Argiri, ben ölmeyi tercih ederim. Ne yapabilirsem yapacağım…
 Cevabını duymuyorum. Belki titrediği için. Hayatımızla ilgili olmadığı gerçeğine dokunmak istemiyor. Neden, çünkü çarpan sıcak kalbin olması öyle güzeldir ki, güneş, deniz…
— Fakat “bu”, hayır…”Buna” hayır… Mırıldanıyor tekrar.
 Mum hedefe varıyor, mihraba. Oradan çıkan bir kadın çığlığı duyuyoruz, kederli havaya bir anda şamar gibi iniyor. Sonra diğer bir çığlık.  Fakat bu çığlık, çıktığı ağız bir el tarafından kapanarak söndürülüyor.   Görünüyor ki askerler gürültü çıkmamasıyla fazla ilgileniyorlar.
 Arkadaşlar yavaşça kalkıyor, dikkatle, görmek için mihraba doğru hareketleniyor. Ben de kalkıp yanlarına gidiyorum, duvar kenarından, yarı karanlıkta gizlenerek.
 Kadın iki eliyle sıkı sıkı kocasını tutuyordu, kopmak istemiyordu. Çocuk aralarına uzanmış yatıyordu. Hala uyanmamıştı. Tozdan kirlenmiş bir bukle saç alnından sarkıp gözkapağına düşmüştü. Öylesine masum -bir bukle saç. Rüya görüyor olacaktı. Asker kadını önce hafifçe çekiyor, nazik olmak istiyor. Ama gittikçe şiddetini arttırıyor, gittikçe hoyratlaşıyor. Sabırsızlanıyordu. Gözleri arzudan kararmıştı ve kadının direnci devam ediyordu.
 — Kurtarın beni! Kurtarın beni!
 Kocası karısını duyuyor. Zavallı bir tavrı var, sözler boğazında düğümlenmiş, onları çıkarabilmek için uluyor ama çıkmıyor.
 — Sen beni öldürmeyecek misin? Kadın kocasına umutsuz öfkeyle bağırıyordu. Beni daha öldürmüyor musun?...
 Zavallı sonunda askere yalvarmayı başarabildi:
 — Acıyın bize!... Acıyın bize!...
 Hafifçe yerinden doğruldu, yalancı bir gayret göstererek beceriksizce diz çökme konumu aldı.
 Kaburgalarına bir tekme. İri cüssesi aniden sırt üstü yere serildi. Kadın onunla teması kaybetti. Bir şeyleri tutmak istedi ve çocuğunun ayağını yakalayabildi. Çocuk da uyandı ve avazı çıktığı kadar, anasıyla beraber bağırmaya başladı:
 — Anacığım!... Anacığım!...
 Bir süre kadını sürüklediler. Çocuk da beraber sürüklendi. Sonra ondan kurtuldular.
 Mihraptan çıktılar. Girişe yakın bir sütunun arkasında durdular. Biri gitti bir ağaç tabla getirdi, kapı kanadıydı, onu sütuna dayayarak görünmelerine önlem aldı. Fakat bu amaç için tabla kısaydı, adam boyundan çok kısa. Sadece az şeyi gizliyordu.
 — Burada içerde! Gözlerimizin önünde! Dehşetle mırıldanıyordu birisi. Köpekler!
 — Şişşt, sus! Dedi, bir diğeri.
 Gözler karanlığın içinde oraya dikilmişti. Kalpler hızla çarpıyordu. Acımasız bir merakla bakıyorduk, kudurmuş gibi, en ufak ayrıntı gözümüzden kaçmıyordu. Askerlerden biri kadını sırtüstü yere atmaya çabalıyordu. Kadın çökmedi. O zaman ikisi ellerinden, üçüncüsü ayaklarından yakaladı. Artık yumuşakça, yere uzatabilirlerdi. Eller, gövdeler, sinirli aceleci hareketlerle çalışıyordu. Sırtüstü uzattılar. Ortadaki asker onu bir iki parça elbiseden kurtarmak için acele ediyordu. Diğerleri göğsüne binmiş kadını tutuyordu. Kadın son bir defa, gücünü toplayıp direndi. Hamlelerden kaçındı, yılan gibi kıvrılıp döndü, uluyordu:
 — Öldürün beni! Öldürün beni!
 Onu tekrar sırtüstü çevirdiler, üzerine yapışmış üç çift elle. Artık başka bir şey yapamazdı, umutsuzca kafasını tahtaya vurmaya başladı. Dilsiz takırtı kadının gittikçe cılızlaşan sesi içine gizlenmekle meşguldü.
 Sonunda nihai yumuşama. Sadece yavaştan ağlayan bir mırıltı duyuyorsun, bir sızlanma. Çok seyrek de, bir iki defa, tahtaya kafa vuruşu –hayvanın soluk soluğa nefesi içinde geç kalmış, “maksadı ifade eden”, kadının üstünden birkaç alkış.
 Gözlerimi çevirdim. İki üç arkadaş kocanın etrafında toplanıp ayakta dikilmiş, görmemesi için perde oluşturmuştu. Adam onuru kırılmış, yarı çıplak, kahırlanmış, yerinde büzüşmüştü. Kıvırcık bukleleri yüzüne düşmüş ağlayan çocuğuna eğilmiş, onu sıkıyordu.
 — Buna nasıl dayanacağım?... Buna nasıl dayanacağım?... Mırıldanıyordu gözyaşları içinde.
 Bizimkilerden biri onu sakinleştirmeye çalıştı.
 — Arkadaş, utanç değil. Bir şey yapmanın ne kadar imkânsız olduğunu, hepimiz bir gün doğrulayabiliriz.
  Oradaki yarı baygın zavallı diğer yaratıktan, gittikçe daha güçsüzleşen iniltiler geliyordu. İnlemeler bir dizi lirik notanın gün batımı bestesi gibi, kocanın etrafında yaptığımız perdeyi delip geçerek bize ulaşıyordu, bir “buradayım!” yanıtı.
 — Utanç değildir arkadaş…
 — Ama şimdi için de mi?... Umutsuzca çırpınıyordu kocası. Duymadınız mı oradaki çaresizliğini? Ş i m d i  ne yapayım! Ş i m d i!  Ş i m d i!
Bekliyorduk. Tekrar görmek için kurbanın taşındığı yere dönmek istiyordum, şayet bitirdilerse. Utanıyordum. Bunun için yarım adımlarla, başka yere, kilisenin tonozuna bakar gibi yaparak döndüm. Mihraba yakın sütunun üstünde, şimdi yarısı kazınmış, bir aziz resmi vardı. Zayıf ışıkta onu şimdi fark ediyordum.
 Üç çeyrek zaman geçmiş olacaktı. Askerler gittiler. Mumu da unuttular. Kadını bıraktıkları yere yavaşça gittik, sessizce, sanki cesaretimiz yoktu. Zorla nefes alıyordu. Onu elbiseleriyle iyi kötü örttük ve ellerimizde itinayla yerden kaldırdık, kırılabilir değerli bir eşya gibi. Solgun yüzü kıpırdamıyordu bile, açlık ve gözyaşından süzülmüştü. Gözler kapalıydı. Kül rengi dudaklarından bir masum çocuğun sızlanışı dökülüyordu. Onu, kocasının ve çocuğunun yanına böyle taşıdık.
 İkisi de üzerine atıldı, onu kucakladılar, öptüler, bağrıştılar. Öbüründe hiç karşılık yok. Kımıldamıyor. Biri koştu ve mumu getirdi. Hepimiz küçük bir yardımda bulunmak istiyorduk. Biri ayıltmak için tokat attı. Şamarla beraber bir iki iğrenç gözyaşı damlası fırladı gözünden. Herkes çığlık çığlığa, kıyamet kopuyor.
 Bu curcunanın içinde, biçare kadının kocasına bakıyorum, kendinde değil, etrafı araştırarak dolaşıp duruyor. Eli yerdeki sarı bir toz yumağına uzanıyor, hemen atılarak avuçlayıp yutmaya çalışıyor.
 Bizden biri sıçrayıp elini yakalıyor.
 — Ne yapıyorsun! Ona bağırıyor.
 — Nedir o? Nedir o? Ona soruyorum.
 — Görmüyor musun? Kükürt!
 — Kükürt mü?
 — Ölmek istiyor! Fukara…
 Onu zorla kaldırdılar, sarı tozu görmemesi için daha öteye götürdüler. Adamın umutsuzluğu bütün arkadaşlarımı birleştirmişti. Fark ettirmeden yavaşça kadının etrafındaki çemberi kaldırıyor ve yerlerine çekiliyorlar. Bir imeceden döner gibi.
 Bu arada kadın da kendini toparlıyor. Çocuğuna dönüyor. Kocaman bir kuş gibi üstüne kapanıyor ve kafasını karanlığa çeviriyor. Böyle eğildi, utanç dolu, yine usulca ağlamaya başladı, insanca, uygarca.
 Son adam da yanından ayrıldı. Sadece, ayakta dikilen ben ve Argiris kaldık. Ona bakıyorum, kadına ölçülü bir terbiyeyle eğiliyor, çekinerek elini omzuna uzatıyor. Şimdi ona dokunuyor.
 — Ağlamayın… Diyor ona.
 Böyle diyor: “Ağlamayın”. Çoğul söylüyor. Fakat onun bu beklenmedik nezaketi bir sarsılma nöbetini ve nehir gibi akan hıçkırıkları getiriyor.
 — Bırakın beni… Bırakın beni…
 Bırakalım diye Argiris’e işaret ediyorum. Köşede bir sarı kükürt yumağı parlıyordu. Bir çuvaldan dökülmüş olacaktı. Ona bakıyorum. Gidiyorum ve bir avuç alıyorum.
 Yerimize dönüyoruz ve taşa uzanıyoruz. Bir süre konuşmuyoruz. Kim başlayacak, korkuyoruz. Sinirler laçka olmuş. Kalp de. Sele kapılmış.
 — İlia. Ne diyorsun?...
 Ne diyeyim?
 — Hiç, Argiri.
 Biraz geçiyor. Karanlığın içinde bir sahne al baştan tekrar canlanıyor, bir bir.
 — İlia, ne yaparız, şayet… Diyor yine ve duruyor.
 “Ötekini” hatırlıyor. Şimdi kendini düşününce.
 Beni olabileceklerden kurtarması için oradan bir avuç kükürdü pis bir beze sarıp almıştım.
 Ona bunu söylüyorum:
 — İhtiyaç anında her şeyi bitiriyor.
 — Zehir midir?... Soruyor yavaşça.
 — Saatçinin yutmaya çalıştığını görmedin mi?
 Sessizlik.
 — İster misin?
 Bu sert hatırlatmamla, can evinden vurulmuş gibi yatakta dönüp durduğunu duyuyorum, bütün sıcak çocuksu varlığıyla son bir direnme girişiminde bulunuyor. Yakarmaya başlıyor.
 — Suçumuz ne?... Suçumuz ne?... Devamlı tekrarlıyor.
 Sonra, biraz sonra sakinleşiyor, artık kararını vermişti.
 — Tamam, İlia, diyor bana. Öylesi daha iyi.
 Böylece anlaşarak, ısınmak için birbirimize sokuluyoruz. Şafak yaklaşıyordu. Gece soğuk yaptı. Kafasını göğsüme dayıyor. Uykuya dalıyoruz.


BÖLÜM  5

Erkenden yola çıktık. Ayrılırken birini daha getirip bize kattılar. Bir kız, çevreden bir köylü, yirmi yaşında kadar. O da diğer bazı Hıristiyan halk gibi, Yunanistan’a kalkan vapura yetişememişti.
 — Onları içeri almadılar mı? Kıza soruyoruz.
 — Hayır. Boğazladılar.
 — İçlerinde seninkilerden var mıydı?
 — Evet, babam vardı.
 — Sen?...
 O gençti. Ona ihtiyaçları vardı.
 Bizi devralacak yeni posta bir süvari takımıydı. Düz yolu bırakıp, tarlalar içinden geçmek gibi parlak fikirleri vardı. Patlamış çıplak tabanlarımız için bu acımasızca bir eziyetti. Toprak kesekler güneşte kurumuş, mızrak ucu gibi sipsivri olmuştu. Toprağa henüz yağmur düşmemişti. Bunlardan kaçınmaya dikkat ediyorduk, çünkü çıplak ayakla basarsan dengeyi sağlayamazdın. Fakat sivri dikenli çalılar gibi başka bir belanın da içine düşmüştük ki, ikisi birden bizi çıldırtacaktı.
 — Yapamıyorum! Artık yapamıyorum!
 Herkes bağırıyordu. Lakin geride kalmamak için hepimiz koşuyorduk. Arkada kalıp öldürülmekten hepimizin ödü kopuyordu. Biri diğerinin önüne geçmek için acele ediyordu -inlemelerimizle boğulan çılgın bir yarışma. Son anda çalılara basmaktan kurtulup bir çırpıda koşmaya devam ediyorduk. Askerler de arkamızdan atlarla geliyor ve dipçiklerini sırtımızdan eksik etmiyordu. Saç baş darmadağınık, koşan bir hayvan sürüsü gibiydik -koşturuyorlardı çünkü gelen fırtınanın kokusunu alarak bir an evvel bir yere sığınmak istiyorlardı.
Pabuçların ağırlığını kaldıramıyordum. Terlemiş kirli tabanım pabucun içinde kayıyordu. Onu çıkardım ve elime aldım. Ama o zaman imarethaneye alışık taban tarlada paralanmaya başladı. Ateş gibi yanıyor, kıvılcımlar çıkıyordu. Gömlekten bir parça yırttım ve ayağa onu sardım. Aryiris pabuçları değiş tokuş etmemizi öneriyor.
 — Deneyelim.
 Değiştik. Sağı verdim solu aldım. Koşarken taktık ayaklarımıza. Biraz ötede tekrar değiştik. Ve yine.
 Güneş cayır cayır yakıyordu, düşmanca, acımasızca. Ekimin içinde böyle bir güneş olsun! Susuzluk da diğer taraftan içimizi yakmaya başladı. Toz dilimize yapışıyor, girip çıkıyor, ağızda bulamaç oluyordu. Istırabından kurtulmak için tükürüp duruyorduk. Fakat o zaman ağızlar kuruyordu. Biraz tükürük çıkarsak sonra pişman oluyorduk ve tükürük harcamayı bıraktık.
 — Su! Su!
 — Ne? Diyor, muhafız subayı.
 — Su! Su! Türkçe bağırmaya başlıyoruz.
 — Su? Elbette!
 Bir pınara yaklaşıyorduk. Yirmi metre kadar yakınında bizi durdurdular. Askerler peş peşe gitti, içtiler, atları suladılar, yanakları dolup boşalıyordu. Avuçlarla içtiler. Ağızlarından dökülen suya içimiz yanarak bakıyorduk. Toprakta ziyan olarak önlerinden akıp giden bu tertemiz akarsuya doğru bütün gövdeler eğilmişti. Atların, askerlerin şapırtısını duyuyorduk. Suyun sesini duyuyorduk. Çakmak gibi gözlerle gövdelerimiz de ona doğru eğilmişti. Susuz kalmış ağaçlar da böyle eğilir.
 — İnsaf!
 Hiç oralı değiller! Gösteriye kattıkları bizi öyle uzakta tutuyorlar. Sadece kadınları ve çocukları bıraktılar içmeleri için.
 — Acıyın bize! Acıyın bize! Bağrışıyorduk.
 Saatçinin karısı avuçlarını suyla doldurdu ve kocasına taşımaya yeltendi. Dikkatli, yavaşça. Yaklaşan bu avuca gıptayla, nefretle bakıyorduk. Bir asker geriden gizlice yaklaşıyor ve aniden ellerini kadının koltuk altına sokuyor. Onu gıdıklıyor. Kadın bir gayretle suyu korumak için çaba gösteriyor. Ama diğeri gıdıklamayı bırakmıyor. Kadın da kahkahayı tutamıyor, koyuveriyor. Birkaç metre önümüzdeler. Kadıncağız korunmak için ellerini açıyor, su yere dökülüyor.
 Koşarak geldi ve kocasının yanına leş gibi savruldu. Adam hala su için düş kuran gözlerle atıldı ve kadının kirli parmaklarını birer birer yalamaya başladı, kudurmuş gibi, sanki onları yutacaktı.
 Hareket ettik. Argiris yolda eski bir çuval parçası buldu. Beklenmedik kazanç!
 — Durunca ayaklarımıza sararız!
 Tanrıya şükür! Herkes “vay be” çekti bu ganimete. Bir andaki mutluluktu.
 — İyi tut onu Argiri!
 Yarım saat için durduk. Uzun bir hendekte bataklık suyu bulmuştuk. Yanında yemyeşil otlar bitmişti. Sivrisinek çoktu. Ağaçlar gölge yapıyordu. Dallarda yabani kuşlar vardı. Çiftleşeceklerdi.
 — Burada! Diyor müfreze komutanı. İçin!
 Kızı aldı ve “kurdunu dökmek” için bir ağaç altına çekildi. Yabani kuşlarla. Biz çamurlu suya dalıyoruz ve avuç avuç içiyoruz. Kavrulmuş suratlarımıza döküyoruz, göğüslerimizi ıslatıyoruz -bütün kanımız, canımız suya boğuldu, suya.
 — Yapmayın! Diyor biri. İçmeyin onu, arkadaşlar! “Ak ölüm”dür!
 Ak, kara, yeşil bırak gelsin, bırak gelsin, kardeşim!
 — Dizanteri olacağız arkadaşlar! Son bir uyarıda bulunuyordu arkadaş.
 Fakat bizim ağızlarımızdan su damlarken, karşı durulmaz bu tahrikle o da fırladı yüzünü çamurlu suya gömdü ve içine çekti, çekti.Böylece susuzluğumuzu giderdik. Yere uzandım, ağzımı açtım ve derin bir nefes aldım. Otların serinliği yüzüme vuruyordu. Ne kadar hoştu!Kalktım. Tabanımdaki şişleri sıktım, kuru toprakla ovaladım. Yanımdaki biri bir şey çiğniyordu. Ağzına baktım. Ot çiğniyor tükürüyor, sonra yenisini alıyordu. Toprağa eğiliyorum, ben de dişliyorum. Bir süre otları çiğneyip özsuyunu çıkarıyorum. Böylece, insanın ot da yediğini hatırlayarak gizli sevinç duyuyorum.
 Biri beni uyarıyor.
 — Bak! Diyor. Arkadaşın ne yapıyor?
 Argiris balçığa doğru dönmüş, askerlere sırtını çevirmiş, su içer gibi yapıyordu. Ama içmiyordu. Çamuru parmakla alıyor yüzüne, yanaklarına, alnına sıvıyordu.Kalkıp yanına gittim.
 — Ne yapıyorsun?
 Aniden dönüyor. Askerler huylanmasınlar diye korkarak bana işaret ediyor.
 — Şişşt! Ne yaptığımı anlamadın mı?
 Ona bakıyorum. Yüzünün bir yanağı temizdi. Çamurlanmamıştı daha. Tazelikten parlıyordu -Argiris birkaç gün önceki güzel yüzünü hatırlamamı pek istemiyor olacaktı. Parlak çocuktu.
 — Anlamıyor musun? Yavaşça bana tekrarlıyor. Korkuyorum…
 Aniden hatırlıyor ve ürperiyorum.
 — A! Gerçekten, Argiri…
 — Sür sen de, diyor bana. Yüzün fazla göze çarpıyor…
 Eğildim ve ben de çamurla sıvadım yüzümü. Sonra ikimiz de gittik ve bir köşeye oturduk.
 — Be çocuklar, niçin süründünüz böyle? Yanımızdaki bir arkadaş öğrenmek için soruyor.
 Az önce bak arkadaşın ne yapıyor diyen adam. Safça görünüyordu. Tanımıyordum. Ona anlatıyorum. Çünkü diyorum: Böyle kirli suratla bize dikkat etmezler. Olabilir. Tiksintiden.
 — Zavallı çocuklar… Duygulanarak mırıldanıyor adam.
 Argiris belinden eski çuval parçasını çıkardı. Yarısını bana vermek için iki parçaya ayırmaya çalışıyordu. Gayreti, çuvalı aramızda eşit bölmek içindi. Atıldım ve arkadaşımın ellerini yakaladım. Önce direndi.
 — Bırak bunu, acemi çaylak, senin imanını ben gevretmiş olmayayım!
 — Ama sadece buldum onu… Diye karşı çıkıyor utangaçça.
 — Ben mi buldurdum ki onu alayım!
 Kocaman ayaklı, sert etli tabanları olan güçlü sağlam bir adamdı:   
 — Kendi tabanlarını görmüyor musun? Diye öfkelenerek yanımızda söze karıştı, bu iyi yüzlü adam. Hiç bir şeye alışık değil bu çocuklar. Diye söylendi.
 — Alışacaklar! Dedi bir başkası sertçe ve gitti.
 İyi adam uzunca düşünüyor, sonra ayağının kundağını açıyor. Eski çuval parçası kocaman bir parçaydı. Tabanı meydana çıkınca gördük ki kıpkırmızı ve davul gibi şişmişti.
 Çuvalı bize atıyor.
 — Bölüşün! Diyor.
 — Sen ne yapacaksın?
 — Öbür ayaktan bir parça çıkarırım. Merak etmeyin!

Eski çuval parçasını aldık, ikiye böldük ve ikimiz de çıplak ayağını sardı. Adam diğer ayağındaki çaputu çözdü, iki parçaya ayırdı. Küçük ve ince iki parçaydı, onu korumayacaktı. Nasıl bir kolayına getirsin, onu düşündü. Ot kopardı, onu tabanlarının altına koydu, parmaklarıyla çuvalı çevirip sardı.
 Hiç konuşmadık. Kendi kendime onu son güne kadar unutmayacağım diyorum.

Kimindeni Dağlarından (Kozak tepeleri) aşağıdaki ovaya varışımız öğleni buldu. Evler uzaktan seçiliyor, dedemin çiftliğindeki barakalar. Ne mutlu yaz günleriydi, daha geçen seneye kadar, avlanarak bu yerlerin içinde kaybolur giderdim! Nerde akan su var, bülbül yuvaları nerede, tavşan nereden iner, çakallar nerelerde dolaşır, hepsini bilirdim.
 — Gidelim, orada yiyelim! Müfreze komutanı böyle dedi.
 Çektik oraya.
 Çiftliğin büyük kapısının dışında büyük bir çınar vardır. İlkbaharda dedemi oraya gömmüştük. Gece yağmurluydu. Kız kardeşim Agapi’yle çok ağlamıştık. Sonra annemiz bize çıkın dolaşın biraz demişti. Bizimle beraber sarışın tatlı bir kız daha vardı. Misafirimizdi. Bir badem ağacının altına gittik, hepimiz üzgündük, üçümüzün de hala gözleri yaşlıydı. O zaman içimden bir muziplik yapmak geldi, ıslak ağacı salladım. Damlalar yüzlerimize dökülmüştü, kızların çıplak kollarına boynuna yağdı. Bir ürperti. Üçümüz göz göze geldik. Sonra aniden, içimizi dolduran o ilkbahar sabahının sevincinden, gövdelerimizi yalayan ve tahrik eden serinlikten olacak, gülmeye başladık. Gençtik.
 Ekmeklerini göstere göstere çiğneyen askerlere bakarken bunları hatırlıyordum. Bizimkilerden bazıları yere uzanmış inliyordu, diğerleri de çıplak ayaklarına sarmak için bir şeyler arıyordu. Gözlerim armutlara gitti, büyük kapının sağında biraz ötedeydi.
 Şunu hatırladım.
 — A! Gerçekten! Kokarcanın mezarı da oradaydı…
 — Ne diyorsun? Argiris soruyor.
 — Hiç. Kız kardeşimi hatırladım, diyorum.
 Yorgun gözlerini üzerime dikti.
 — Agapi mi?
 — Evet Agapi.
 Budalalıklar. Bir gün bir köşede sessiz sakin otururken tutmuş bir kokarcayı öldürmüştüm, savunmasız sempatik bir hayvanı. Agapi ortalığı yıktı. Bebek gibi ağlıyordu. Kokarcayı armudun altına gömdü. Akan gözyaşları tamamen içtendi.
 — Yufka yürekli hassas bir yaratıktı… Yavaşça mırıldandı Aryiris, onun da hatıraları canlanıyordu.
 — Evet…
 Evet. İkisi çok iyi arkadaştı.

Canhıraş kadın çığlıkları. Orada burada. Askerler yemekten kalkınca kadınlara isteklerini“dile getirmek” istiyordu. Kadınları çekiyorlar, onlar da alışık direniş gösteriyordu. Sonra aldılar ve ötede bağlıkta büyük asma kütüklerinin arasında oturdular. Sadece ikisi bize göz kulak olmak için yanımızda kaldı. Biz de yakındaki asmalardan yaprak koparıp çiğnedik.
 — Acaba nereye gidiyoruz? Biri sordu.
 —Yola bakarsan Bergama’ya gidiyoruz. Yanıtladı diğeri.
 Saatçi birden yerinden sıçradı:
 — Nereye diyorsun?
 — Bergama dedim.
 — Yahu çocuklar, olmaz! Mahvoldum!
 Öylesine dehşete düştü ki sanırsın birden başka her şeyi unuttu, asmaların gerisindeki karısını da…
 — Şayet gidersek, beni tanırlarsa, yandım!
 Anlamadım. Yanımdaki izah etti.
 — Bergama işgalinden bahsediyor. O da 40’ daydı. Bunun için.
 A, demek bundandı: Yunan işgali zamanıydı, Bergama’nın dışında cesetler bulunmuştu -kırk kadar bizimkilerden piyade eri, Türkler tarafından boğazlanıp atılmıştı. Sonra 40. Yunan Alayı oraya gitti. O zamanlar büyük misilleme yapıldı.
 — Tanrım, yardım… Yalvarıp duruyordu saatçi. Bergama’ya gitmeyelim!
 Askerler kadınlarla birlikte çok vakit geçirmediler. Teker teker gelmeye başladılar. Gözkapakları ağırlaşmış, ağır adımlarla yürüyorlardı, sanırsın sinemanın romantik kahramanları. Sonra kadınlar da geldi. Kız paralanmış elbisesini düzeltiyordu. Ama diğeri, anne, hiç şey olmamış gibiydi. Doğru bize bakarak aramıza geldi, umursamazca. Süzülmüş suratında dudaklar büzülmüş ve hareketsizdi. Dudaklar bir apaçık dingin tavrı dişler arasında tutmakla ilgileniyordu –oradan çıkmasın ve boşa harcanmasın.
 Kalkıyoruz. Tarlalar içinde iki saat boyunca yürüdük. Yeni felaket o zaman başımıza geldi. Yavrucak daha fazla yürüyemiyordu. Yere oturdu ve ağlamaya başladı. Babası onu kucaklayıp omzuna oturttu. Tatlı ağırlık, tükenme sınırındaki dayanma gücüne boyun eğdirdi. Çok şişmandı. Ter ve toz içinde, kervana yetişmek için koşuyordu. Gittikçe daha geride kalmaya başlamıştı. Çocuğu tutan elleri şimdi ayaklarına batan çalıları temizleyemiyordu. Ayağını bir taşa vurup acı dayanılmaz olunca avazı çıktığı kadar bağırmaya başladı. Bir an, tek ayak üzerinde sıçrayarak koştu, sonra dengesini kaybedip bulmaya çalışırken, cuup! Pek hoştu -gülmekten çatlarsın. Yaşlar gözlerinden sel gibi boşanıyordu. Aynı anda, yapışmakta acele eden tozdan kapkara oluyor.
 — Herkes ne yaptı görmedin mi, oturduğumuz zaman sen de ayaklarını bir çaputla sarsaydın! Bizden biri böyle bağırdı.
 Adam da ona acımamız için yalvarıyordu.
 — Beni bırakmayın! Yalvarıyordu, yürek parçalarcasına.
 Biraz sonra diz çöktü, kaldı. Ayaklarından siyah kan akıyordu.
 Sürü durdu. Askerler onu tekrar yola sokmak için çaba gösteriyordu. Dürtüklüyorlardı. Ne fayda! Ona ağaç dallarıyla vurdular. Sonra dipçiklerle. Yavrucak figanı feryat...
 — Onu öldüreceksiniz! Görmüyor musunuz? Kadın deli gibi ileri atıldı, askerlerin arasına girdi. Ben taşıyacağım çocuğu!
 Dudakları titriyordu. Gözleri soğuk ve sertti. Dermansız kollarını uzattı ve ağlayan çocuğu omzuna kaldırdı. Okşamadı onu. Hiçbirimiz yavrucağı taşımaya davranmamıştı.
 — Dayanamayacak, kadındır, diyor bizden biri.
 — Evet, dayanamayacak.
 Yanımdakine dönüp baktım. O da gözlerini yere indirdi. Hepimiz birbirimize bakıyorduk. Atan sıcak kalplerde son bir utanç zerresi olacaktı ki, onları etkilesin… Ama bu içlerinde hiç kıpırdamadı.
 Saatçi kalktı ve hareket ettik. Birazdan kadının keskin gözleri yumuşadı. Uysallığı yakaladı. Sonra sessizce yaşla doldu. Biraz ötede düştü. Düşerken çocuğu göğsünde kaptı ve gözlerinden yaş boşaldı.
 — Bırakın bizi!... Bırakın bizi bitirelim!... Hıçkırıklara boğularak bağırıyordu.
 — E! Yeter be! Diyor öfkelenerek muhafız komutanı. Başkası alsın çocuğu!
 Hepimiz gayrı ihtiyari, gelecek tehlikeden kaçınmak için silkindik. Askerler sıranın sonundan birini yakaladılar ve çocuğu omzuna oturttular. Biraz sonra, adam başkası alsın diye sızlayıp bağırmaya başladı. Sıra bana geldi. Gerçekten ateşten gömlekti -çünkü koşuyorduk, acıkmıştık, çıplaktık, her an çocukla beraber düşebilirdik.
 Yalpalayarak ilerliyordum, sonra başkasının alması için ben de bağırdım. Herkes beladan kurtulmak için, sıranın başında olmacasına koşuyordu. Yükten kurtulunca, tekrar bana vermesinler diye ben de hızla koşmaya başladım. Bizlere korkutucu bir tehdit olmuştu -bir yavrucak. Çile çeken kalplerde öfke gittikçe kabarıyordu.
 — Ne istiyor ki hala gebermiyor! Aniden patladı bir vahşi hayvan.
 — Dayanmasın mı peki? Diyor başkası, haklı bir söz bulmaya çalışıyor. Bir diğeri: Bırak öldürsünler, rahatlasın!
 Hiç kimse yazıktır demedi.
 Nefret bir yavrucağa mıydı? Evet. Öyleydi.

Köyde geceledik. Ormanın kalbinde. Etraf çam kokuyordu. Her yerden su fışkırıyor. Çamlık. Orada bir Türkmen aşireti oturuyordu.
 Hepimizi bir ahıra kapattılar. Bizi görebilmeleri için çıra verdiler, yaktık. Köylüler ve kadınlar pencereye yaklaşıp içeriye bakıyordu. Kadınlar yüzlerini örtmüyordu. Bize taş atıp gülüşüyorlardı.
 — Size tarhana getireceğiz! Diyorlar bize.
 Bekliyorduk ve ağızlarımızı şapırdatıyorduk. Yaprak yoktu ki çiğneyelim. Sadece yerli delikanlılarla askerler geç vakit geldiler ve kadınları aldılar.
 — Geberikler, bunu görmüyor musunuz? Onlara yalvardı saatçi.
 — Kes sesini ulan! Dedi tehditkâr biçimde biri ve tekmeledi.
 Kadınları aldılar ve sessizce çıktılar.
 Çıralar bitip söndü. Arkadaşlar yavaş yavaş uykuya dalıyordu. Esen soğuk rüzgârdan titreşiyorduk. Günler o kadar sıcak olunca geceler de soğuk oluyordu. Argiris yanımda, gözleri hala açık. Karanlıkta onları görüyorum.
 — Uzun düşünüyorsun Argiri.
 Bir kıpırtı, endişeliydi.
 — Ben mi? Hayır. Dediğini hatırladım da…
 — Neyi?
 —Kokarcanın mezarını diyordum… Komik değil mi?
 — Lafı Agapi’ye mi getiriyorsun?
 — Evet, Agapi için.
 Bir an yine sessizlik. Bana daha sokulduğunu hissediyorum. Mırıldanıyordu, şimdi iyi duyuluyor.
 — Biliyorsun.
 Duruyor. Beklenmedik şekilde birden zifir karanlıkta silkiniyor. Hemen anlıyorum. A, öyleyse arkadaşlıkları…
 Sessizlik.
 — Gittiklerine emin misin? Yavaşça soruyor Argiris.
 — Evet, gittiler.
 — O bir şey bilmiyordu, İlia. Yemin ederim…
 Açık pencereden bir parça gökyüzü görünüyor. Beş on yıldız. Onları sayabilirsin. Ormanın derinliklerinden bir ses: bir buz kristali eriyor, eriyor, damla olup düşüyor. Gecenin boşluğuna.
 — Belki seni üzdüm, İlia.
 — Beni mi? Neden Argiri?
 Daha konuşmadık. Sadece orman uğulduyor, geceyi yalıyor. Aynı hışırtı, durmadan aynı, sonsuzluk. Bir şeydi, bir şey durdu. Asla anlatılamaz, asla.
 Biraz daha ona sokuldum, çünkü titriyordu.
 — Üşüyor musun Argiri?
 — Üşüyorum İlia.
 Onu ısıtmak için hararetle sıktım.


 BÖLÜM  6

Şafak sökerken yola çıktık. Çamlık’ın dağlarını geride bıraktık. Askerlerin mataralarını doldurması için bir an durduk. Bir esir geriye döndü ve uzaklara baktı.
 — Çocuklar, dedi. Deniz.
 Biz de dönüp sessizce baktık. Engin deniz çalkantılı olacaktı. Dalgaların bir biri üzerine inip çıktığını tahmin ediyoruz. Böyle düşünüyoruz. Fakat oraya çivilenmiş gözlerimize en hafif bir hareket bile gelmiyor. Hiçbir şey. Deniz durağandı, görünen yol yol uzun çizgiler dalga olacaktı, öylesine hareketsizler çünkü üşeniyorlar, bezdiler.
 — Onu bir daha göremeyeceğiz…
 Sessizce, mahzun gözlerle bakıyorduk. Bir süre daha, yol boyunca geriye dönüp dönüp baktık. Gözden kaybolana kadar.
 Allahaısmarladık, çocuğum.

Şişmiş bir ceset bulduk, morarmıştı, yarısı çakallar tarafından yenmişti. Vadiye doğru daha başka leşler de vardı. Rüzgâr kokularını getiriyordu.
 — Göreceğiz!
 Birazdan görüyoruz. Bizden önceki başka bir sevkiyattan olacaktı.
 Bir sel yatağına yaklaşıyorduk. Kulağımıza çılgınca yalvaran bir kadın sesi geliyor. Gözlerimizle etrafı araştırdık.
 Sesler gözlerimizi oraya çekti. Biraz sonra onu bulduk. Hıristiyan halktan biriydi. Eteği yırtılmış yanına düşmüştü, belden aşağısı ve orası çıplaktı. Bizimle olan iki kadın yanına koştu ama askerler bırakmadı. Birkaç metre geride durmuş bakıyorduk. Takım komutanı öğrenmek için sorular soruyordu. Önceki bir sevkiyattanmış. Karnı burnunda, doğurmak üzereydi, başlarından defetmişler, ölene kadar eziyet çeksin diye terk etmişlerdi. Çalıların üzerine bir parça kan bulaşmıştı, güneşte siyah mercan gibi parlıyordu.
 Çavuş tiksintiyle tükürdü. Öldürsün diye kadın bir askeri pantolonundan çekiyordu. Asker emir bekledi. Ona, çekil oradan dediler. Kadını böyle canlı bıraktık ve ayrıldık.
İşte şimdi de “ak ölüm”  -Maryos ve Titika, kuzeyli bir bayan, Hamsun’vari.(*) Biz de aklığına ve kokusuna gömüldük. (Yazar Nobel Edebiyat Ödüllü Norveçli yazar Knut Hamsun’un bir eserinden alıntı yapıyor.)
 Kötülük vurmaya başladı, başta seyrekti, sonra dişlerini gösterdi. Dizanteri. Boş mideye boşalttığımız pis sular içerden fısıldıyordu, mısralarını birer birer sıralıyor ve homurdanıyordu. Adamlar ihtiyaçlarını gidermek için hızla sıradan ayrılıyor sonra da yetişebilmek için var gücüyle koşuyordu. Yüzler stresten gerilmişti, güneş kavuruyordu. Bağırıyorduk: “Bittim!”. Sonra, bu -“bittim”- çığlığının bilincine varan savaşçı gövde umutsuz bir çabayla geriliyor, yeniden güç kazanıp koşuyordu.
 Sonunda, öğlene doğru biri düştü kaldı. Soluk soluğaydı ve suratına kramplar gelip gidiyordu. Sadece gözleri hareketsizdi, ecel sanki kapısında bekliyordu.
 Askerler kudurdular.
 — Köpek! Seni burada bırakacağız ha! Kalk!
 Başında toplandık:
 — Cesaret! Cesaret arkadaş! Umutsuzca bağırıyorduk.
 Tükenmiş gövdelerimize rağmen, durumu kendimize konduramıyorduk, tehlike bizim de üstümüze sarkmış, birazdan geliyorum diyordu. Bu düşen hayvanlara verilen gözle görülemeyen bir ileri işaretiydi, yardım için bir haykırış.
 — Cesaret! Cesaret!

 Nafile. Mecalsiz. Sadece kirpikleri düşen tozları savuşturuyordu. Sabit gözler donuk. Bembeyaz dudakları şimdi kıpırdayabiliyor:
 — Kalacağım… Kalacağım…
 Yavaşça döndü ve bize baktı, nerdeyse tek tek hepimize. Sonra terleme geldi. Arkasından donuklaştı.
 Komutan iki askere seslendi. Götürün! Askerler arkadaşımızla geride kaldı, biz hareket ettik.
 Çılgın gibi koşmaya başlamıştık. Mücadele hırsı, geride kalmaya karşı direnen bu pelte gövdelere taze kuvvet ve esneklik sağladı. Bir cangıl içinde rüzgâr onları sanki avlayacakmış gibi koşuyorlardı -dururlarsa yok olma korkusu.
  Biraz sonra, iki asker bize yetişti. Yalnızdılar. Bitti.
 Bir vakit sonra, yine bir bataklıktan içmek için durdurdular. Önce duraksadık ama sonra suya saldırdık. İshale yakalanmış olanlar işareti vermişti. Ama diğerleri, bir bahane buldular.
 Argiris tabanına sardığı çuvalı düzeltmeye koyuldu. Aşınmıştı ve ters yüz etmek istiyordu. Aniden O’nu hatırladı:
 — A, O idi!... duygulanarak mırıldanıyordu. İlia, adı neydi biliyor musun?
 Adını öğrenmek istiyordu. Geride kalan arkadaşın.
 Acıdan inliyordum, toprakta debeleniyordum, acıkmıştım, Tanrım, acıktım!
 — Bilmiyorum! Sıkıntıyla cevap veriyorum.
 — Bize bu çuvalı veren oydu! Hatırlamadın mı?
 Bir anda, adamın o iyilik dolu davranışı gözlerimin önünden geçiyor. Fakat birden kayboluyor. Yok oluyor. Ben de varlığıma rağmen yokum.
 — Bırak beni! Vahşice arkadaşıma bağırıyorum. Bırak beni!
 Korkarak bana baktı, bir şey söylemek istiyordu. Ama cesaret edemedi.

Biri daha. Düştü. Döndü, döndü, sonunda kafa üstü, yere baygın kapaklandı, sanki toprağı öpmek istemişti. Ağzından köpükler çıkıyordu. Çabucak söndü -bir sahil, minik dalgalar, fıs, fıs, mısra gibi. Müfreze komutanı yerde yatan arkadaşımızın suratına, aklını başına getirmek için, kamçısını kudurmuşçasına biteviye indiriyordu. Karşılık yok. Neden olsun? Böylesi Güzel.
 Güle güle arkadaş!
 Oradan çekildik ve aşağıda askerlerin onun işini bitirip varmalarını bekledik. Ne iyi olmuştu, biraz oturmuştuk! Hayvan leşleri derin nefes alıyordu, güç kazanıyordu.
 — Ah! Gecikseler! Mırıldanıyor biri dua ederek.
 —Nerdeyse görünürler! Şom ağızlı biri düş kırıklığı yaratmada sabırsızlanıyor. İşkence sadece ona olsa…
 Askerlerin görünecekleri yere doğru bakıyorduk. Herkes derinden şu müthiş duayı ediyordu:
 “Bırak geciksinler! Bırak geciksinler!”
 Gecikmediler.
 Yine yola düştük, sürüdeki bütün hayvanlar acıdan inliyordu. Ama iniltiler gittikçe de azalıyordu. Dizler bükülüyordu. Sanki yükleri arttıkça artıyordu. Gövdeler bunun altında bükülüyordu. Güneş tepede parlıyordu, yakıcıydı ama gittikçe de hava kararıyor, gölgeler koyulaşıyordu, her şey daha belirsizleşiyordu. Havada birçok şey asılı duruyordu, birbirinin içinde dönüp duruyordu, çarpışıyor vuruşuyordu. Kalplerdeki, bütün vücutlardaki güç veren madde çözünüp yok oluyordu, içler boşalıyordu. Geriye boş bir gövde kalıyor…
 Bu kritik anda, Argiris’in can çekişen sesini işitiyorum, yardım aranıyor.
 — İlia! İlia! Beni bırakmayın!...
 —Argiri! Umut ve cesaret toplayıp ona sesleniyorum. Argiri! Bergama’ya yaklaşıyoruz!...Nah bak!...
 Bana yaklaşması için bekliyorum. Onu elinden tutup sallıyorum.
 — İşte, Argiri, yaklaştık! Yakın! Gör bak…
 Diğerlerine soruyordum: “Öyle değil mi çocuklar?” Kimse cevap vermiyor, herkes koşuyordu, ben de çılgınca tekrarlıyordum: “Öyle değil mi?” Neden, çünkü şayet bu sığınak da giderse tek başıma kalmayayım, tüyler ürpertici mutluluk…
Argiris’in gözlerinde bir ışık parlıyor, bir anda.
 — Gerçekten mi? Yaklaştık mı?
 — Evet, Argiri. Tepeciği dönünce…
 Yöreyi sanki biliyor muydum? Ona bir dizi yalan söylüyordum.
 — Onu dinleme! Onu dinleme! Yetişti hemen bir kahrolası ses. Ben biliyorum. Bergama o tarafta değil!...
 Saatçi!
 Müthiş kızarak, ona doğru dönüyorum. Suratı darmadağın, dehşetten gerilmiş, kasabanın ismini duyunca titriyor. Ona kudurmuş gibi bağırıyorum:
 — Kapa çeneni!
 —Değildir!... Değildir!... Adam alçak sesle devamlı söyleniyor.
 —Sen bir kişisin bizse hepimiz! Kapa çeneni! Nah, Argiri şimdi dönüyoruz… Şimdi dönüyoruz…
 Argiris gözlerini tepeciğe dikmiş bakıyor, ne zaman döneceğiz. Dönemece vardığımız zaman kalbim yarılacak gibi çarpıyordu. Diyordum: Şimdi ne olacak?
 — Biraz ötede, biraz daha… Biraz daha…
 Böyle yalanlarla, onu iki saat sürükledim, Bergama’ya varana kadar. Artık kasabanın içine giriyoruz, savaş ve belalardan, acılardan harabe olmuş, arkadaşım bayılarak kendini yüzükoyun yere atıyor. Onu, bizi de koydukları depoya taşıdılar, orada su bulduk, ona serpip ayıltacak biri de bulundu.
 Deponun bir ucuna gittim, artık onunla ilgilenmiyordum. Yüzüstü taş döşeme düştüm, inleyerek yüzümü ellerimle kapadım, ona hafifçe seslenebilmeyi başardım:
 — Anneciğim!... Anneciğim!...

BÖLÜM  7

Bizi attıkları yer bir tütün deposuydu. Yarı çıplak, tabanları şişmiş, çamura bulanmış gövdeler taş döşemede dövünüyordu, -otomatiğe bağlanmış nesneler gibi.
 Kasabanın yerli Türkleri gelip, bize bakıyor, aralarında fisıldaşıyordu. Biz “nesneleri” delici gözlerle inceliyor, kaybolan bir izi üzerimizde bulmayı umuyorlardı. Bu iz, saatçinin tozlu gözlerinde yeni doğmuş bir bebek gibi çırpınıyordu -sanki kayan bir yıldız gibi. Onu tanıdılar.
 Bütün Bergama bu haberle çalkalanıyordu -yıldızla. Kalabalık halk gelip bakıyor ve onu korkutmak için ağızlarını açıp sapsarı dişlerini gösteriyordu.
 Bir komutan da resmi kıyafetiyle çıkageldi. Yunan egemenliğine boyun eğmeyip dağlarda onuruyla çarpışan yiğitlerdendi:
 — Merhaba Nikola!
 Ona elini uzattı. Bizimki, kendine uzatılan bu el karşısında, ateşe değecekmiş gibi ilkin durakladı. Sonra sıkıntıyla, boğulur gibi, aldı avuçladı.
 — Aile de burada mı? Türk sordu.
 Evet. Aile de buradaydı. Kadın ve çocuk. Onlar yukarı katta ayrı bir yerdeydi.
 Türk, tütün kesesini çıkardı, içinden büyük bir tutam tütünü çekti ona verdi. Birkaç yaprak da sigara kâğıdı verdi. Sonra çıkıp gitti.
 Çeyrek saat sonra geri döndü. Elinde üzüm ve ekmek dolu bir kova vardı. Nöbetçi, saygıyla ona yukarı kata çıkan kapıyı gösterdi. Az sonra aşağı indi. Ağır başlı, hoşgörüsüz, az konuşan biriydi –insan gibi.
 Yeniden saatçinin yanına oturdu ve sigara sardı. Ara vermeden sigara içiyordu. Sık sık, titreyen dudaklarını ısırıyordu.
 — Onları gördün mü? Bizimki çekinerek sordu.
 Türk sigarayı bırakıyor ve adamın gözlerinin içine bakıyor.
 —Naciye’yi hatırladın mı Nikola? Sorarken duygulanıyor.
 Onu hatırladılar. Uysal genç bir yüzdü, çocuk kadar masumdu -Tanrım, Hıristiyan olmayanda buna nasıl izin verdin? İki kadın, hem Türk’ün hem Hıristiyan’ınki birbirlerini kardeş gibi severdi. Yazları iki aile ovada birlikte kalırdı. Bütün gün ayrılmazlardı. Sadece gece olduğu zaman, her biri kendi Tanrısına dua için bir köşeye çekilirdi. Sonra tekrar birlikte olurlardı.
 — Kaç sene geçti? Bizimki soruyor, sanki çok uzak bir geçmiş gibi.
 — Öldürüldüğünden beri mi? Üç.
 Türk-Yunan Savaşı günlerinde bir kurşun bulmuştu Naciye’yi.
 — Birlikte gül gibi geçinip, iyi yaşamıyor muyduk, Nikola? Diyor Türk.
 O zaman bizimki yalvararak Türk’ün ayaklarına kapanıyor:
 —Kurtar bizi! Kurtar bizi!
 —İyi yapmadınız, Nikola! Hoşgörüsüzce lafı bitiriyor Türk ve onu yerden kaldırıyor.
 —Ne suçum var benim? Neden suçluyum? Mırıldanıyordu Hıristiyan, gözyaşları içinde.
 — Allahın takdiri, birader. O, görür ve unutmaz.
 Kalktı. Öbürü hala yalvarıyordu. Ama Türk, sözü bitirmişti. Şimdi ortada artık Allah vardı. Emirleri O veriyor -insanoğlu ne yapabilir ki?
 — Allaha ısmarladık, Nikola.
 Gelip saatçiyi aldıkları zaman gece ilerlemişti. Çocuğunu son bir defa görüp vedalaşmasına izin vermeleri için yalvarıyordu. Akılsızlık. Kestirip attılar:
 — Olmaz!
 Epey zaman geçtikten sonra.
 — Acaba onu burada bıraktı mı? Sessizlikte bir ses soruyor.
 — Ne?
 — Tütünü diyorum.
 Saatçinin unutmuş olması ihtimaline karşı, bir başkasının tütünü araması kadar bir süre geçiyor.
 — Hayır, bir şey bulamadım.
 Diğer ses cevap veriyor:
 — Neden götürmek istedi onu?

Ertesi sabah bize bir fıçı tuzlanmış sardalye getirdiler. Bir büyük tekerlek ekmeği de hepimize bölüştürdüler. Çılgın gibi üzerine atladık. Çoğumuz deponun taş döşemesinin yarıklarından tütün kırıntıları da buldu. Bir köşede de bir defter parçası bulundu. Yırttılar ve sigaralarını sardılar. Buna yetişemeyenler, alev gibi yanan suratlarla, ağızlardan çıkan mavi dumana her an atlamaya hazırdı.
 Biri kalkıyor ve yavaşça birine yaklaşıyor. Sigarasını tüttürene dikkatle bakıyor: ayakları çıplaktı. Sonra gözleriyle, ona eski çuval parçasına sardığı ayaklarını gösteriyor.
 Bir an tereddüt geçiriyor. Sonra:
 — Koliga, diyor karar vererek. Bunu sana vereyim!
 — Neyi?
 — Çuvalı diyorum. Aman, bana iki nefes!
 Diğeri tüttürmeyi bırakıp bakıyor. Sonra olumlu işmarı çakıyor: “Olur”.
Öğlene yakın kapıda büyük bir gürültü duyduk. Açılan depo kapısından içeriye feryadı figan yeni bir şey akarak girdi. Önce hepimiz dehşete düştük, neyin nesi olduğunu kestirmeye çalıştık. Sonra hayranlık içinde onları teşhis ettik.
 — Yahu! Yahu!
 Başta görünen göbeklerden koca bir domuz jölesiydi, hızla diğer açık yerler, çamurlu bacaklardaki paralanmış keten bezinden uzun donların gerisindeki gizli yerler ortaya çıktı. Arkadan: kafalar, gözler, saç örgüleri, sakallar, bütün kıllar yumak yumak, sanki kavgadan dönüyorlar sanırsın.
 —Papazlarımız, yahu!
 Ayvalık’tan, hepsi yaşlı otuz kadar papazdı. Bazılarının üstünde, papaz cübbesinden kalan kumaş parçaları sallanıyordu. Bir ikisinin papaz başlığı darbelerden buruşmuş, çarpılmış, kafalarında iğreti duruyordu. Diğerleri hepten çıplaktı, don fanila. Kendilerini yere atıp bir ağızdan çektikleri acıyla bağırmaya başladılar. Sonra açlıktan sardalye fıçısına yöneldiler. Sardalyeleri kapıp, bütün bütün pullarıyla, gövdeye indirdiler, kovalar dolusu su içtiler, tekrar, tekrar.
 Sadece ikisi, öyle bitkindi ki, yerinden kımıldayamıyordu: daha genç olanı cılız biri, diğeri yetmişin üzerinde bir ihtiyardı. İnim inim inliyorlardı.
 Papazlar bizden bir gün sonra aynı yolu yapmışlardı. Onlardan yeni havadis almak istedik. Bize anlatmalarına fırsat olmadı. Müfreze geldi. Hepimizi yol için kaldırdılar. Biz, ekmekten ve gece uykusundan biraz kendimize gelmiştik. Ama din adamları ağlanacak haldeydi. En önemlisi; o ikisi yerinden kalkmak istemiyordu. Onları zorla kaldırdılar.
 Yola koyulduk. Bergama’nın Akropol’ü solumuzda parlıyordu,III. Attalos’un…(*) (III Attalos Bergama Krallarının sonuncusuydu. Vasiyetnamesiyle Krallık M.Ö. 133 yılında Romalıların egemenliğine girmiştir. Bergama Akropol’u onun zamanında inşa edilmiştir.)
 Tören alayı durdu. Kıyamet koptu. Askerler küfredip bağırıyordu. Yaşlı papaz ilerlemek istemiyordu. Düşmüştü.
 — İkisi tutsun ellerinden! Komutan emir veriyor.
 İkisi koltukladı onu ve biraz ilerledik. Lakin ayakları geride sürükleniyordu.
 Yine durduk.
 Çavuş freni boşalmış gibi geriden koşturdu. Adamı canlandırmak için tüfeğinin namlusuyla şöyle beline bir iki dokundu. Ellerimizden kurtulup, boş çuval gibi düşüyor. Askerler baktılar olmuyor, onu yolun kenarına çektiler, yüzüstü
yatırıp dipçikleri üst üste indirmeye başladılar. İnlemiyordu bile. Sadece diliyle toprağı yalıyordu –tadına bakıyor; acı mı, ekşi mi?    
 Karşıda az ilerimizde görünen Atalos’dan, oyun oynayan Türk çocukları bayır aşağı tiyatroya koşmaya başladılar. Yola devam için askerler papazın başından ayrıldı. Çocuklar can çekişen gövdeyi yakından taşlamaya başladı. Bir süre, çarparak birbiri üstüne kümelenen taşların sesini duyduk. Küçükken bana üç sefer kutsal şaraptan içirmişti. O günlerde bayramlık esvaplarımı giyerdim.

Yine çok çabuk susamaya başlamıştık. Tuzlu balıklar midemizde canlanıp yüzüyordu. Lakin su içmeye bile durdurmuyorlardı.
 — Su! Azıcık su! Gözleri askerlerin üzerinde, papazlar yalvarıyordu.
 Belleri bükülmüş, feryat figan dövünüyorlardı.
 — Neden yedik onları! Neden!...
 Şükür İsa’ya artık çocuğu taşımıyorduk. Annesiyle Bergama’da kalmıştı. Daha mı beterler? Fakat kervana yeni iki kız kattılar, bu cinsten yoksun kalamazdık.
 Bir köyde geceledik ve bir ahırda uyuduk. Gece çok soğuk yaptı. Fakat içerde saman vardı ve Argiris’le kucak kucağa uyuduk. Bize soğuk işlemedi.
 Şafakla beraber yola koyulduk.  

Bergama’dan aldığımız iki kız biraz nefes almamızı sağladı. Sürülmemiş kıraç bir düzlükte ilerliyorduk ve her defasında mola veriyorduk. Askerler kızları bölüşüyorlar, bir kenara çekiliyorlar, geri dönüyorlar ve tekrar yürüyüş başlıyordu. Bu yolculuğu süsleme sanatı bize iyi geldi. Dinleniyorduk. Buna rağmen, öğlene doğru yine, tükenen bir arkadaşımızı uğurladık. Kirden leş gibi kokuyordu. Adı ne bilmiyorum. Ne gerek var.
 Fakat öğleden sonra artık bütün askerler “kurdunu dökmüştü”, molalar da kesildi. Koşturmak için devamlı dürttüler, saatlerce sürdü, acıdan inliyorduk. Kızlar ağlıyordu, cılız sesleriyle askerlere duralım diye yalvarıyordu. Ama ne fayda.
 O zaman, Ayazmat’tan aldığımız kız, adımlarını açtı ve müfreze komutanına yetişti, ona sürtünerek göz süzmeye başladı. Ama çapaklı gözleri yaş dolu ve kıpkırmızıydı -bu gözlerin insana vaatte bulunacak kurnaz ve işveli bir ifadeye bürünmeleri mümkün değildi. Kafası usturayla kazılı çam yarması komutan kızı iri elleriyle kürekler gibi usançla itti, ellerin hareketi öylesine nazik ve yumuşaktı ki görecektiniz. Zavallı yaratık,  gücünü tekrar toplayıp sırnaştı, ahtapot gibi. Anlamıştı ki bu suratla yalvarması, işve yapması boşunaydı, bu sefer daha garantili bir yol izledi: ellerini uzatarak onu tahrik etmeyi denedi, bir taraftan da koşuyordu, çünkü hepimiz koşuyorduk, eller gittikçe aşağılara, gizli bölgelere kayıyordu. Çavuş bir an onu yine iter gibi yaptı, aldırmaz tavırla ilerliyordu, ama kız ısrarcıydı, gözlerini şimdi onun suratına dikmiş arzuyla bakıyordu -ısrarını görecektiniz. Ve diğer gözler, bizimkiler, dikkatle oraya, sürekli salınan ahtapotun olduğu yere dikilmiş, olanı merakla izliyordu; ahtapot kollarını uzatıyor, yalıyor ve yalvarıyordu. Bizim de ellerimiz oynamaya başladı, gayrı ihtiyari. Oradaki iki ele destek oluyorduk, aman durmasınlar. Çünkü sahne güzeldi ve kutsaldı -bunun için.
 Sonunda yarmanın suratı kasılmaya başladı. Bir kasılma ki sanki denizde kopan kasırga gibi yüzünden geldi geçti. Ve birden bir nara attı.
 Ahtapot anladı. Avı yemi yutmuştu. Mücadeleden tükenmiş yavaş yavaş yere çöktü.
 Çavuş ayaklarının dibindeki deniz yaratığına baktı. Sonra gözlerini Bergama’dan aldığımız daha genç olanına dikti. Atıldı ve yakaladı onu. Kız ağlıyordu, bağırıyordu, zira çok küçüktü.
 Zorla kızı alarak bir yere çekildi, arzudan kudurmuştu.

Bir süre dinlendik. Yola koyulduktan bir iki saat sonra tekrar acıdan bağırmaya başladık. Kadınlar ağlıyordu. Ayazmat’lı genç kızın kışkırtmaları zayıflamıştı, tabii adamlar da bıktı -öyle kirli ve bitkindi ki. Askerler kolay kolay onu yakalamak istemiyordu, onun da artık bir şeye gücü kalmamıştı. Bunun için küçük yol arkadaşını öne sürüyordu, “çocuğu”.
 — Haydi, sen de… Dene…
 Onu itiyor ve ağlıyordu.
 Ona çocuk diyorduk çünkü on beşinden fazla değildi. Dayanacak gücü kalmamıştı artık, onu perişan etmişlerdi, kendi kanında boğuluyordu. Korkmuş, çılgın, gibi meleyerek koşuyordu.
 — Eee! Eee! Eee!
 Fakat başka kurtuluş yoktu. Ağlayarak sırnaştı komutana. Ahtapotun kutsal tiyatrosu tekrar oynandı. Güç bela, savaşımla, gözyaşıyla, demir kızdı, büküldü, tava geldi. Ve yine vahşi nara her şeyi bastırdı.
 Bir ahırda geceledik. Kimileri koşup ahırda bir köşe kaptı. Çoğumuz ya ayakta dikilecekti ya da ıslak gübre üzerine uzanacaktı.
 “Çocuk”, ben ve Argiris önce davranamadık.
 — Çocuk için bir yer açın…, diye aniden gelen merhamet duygusuyla yalvarıyorum -yoksa acaba ben de bundan nasiplenmeyi mi düşünüyordum?
 Kimse yerinden kımıldamadı. Ayakta kaldık. Sonra vücutlarımız ağırlaştı, tükendi. Boşalmış zincir gibi çamurlu zemine aktı. Çocuğun başı göğsüme düştü benimki de onun omzuna. Bir süre onun hıçkırıklarını duyduk -birini çağırıyordu. Sonra sustu.
 — Uyudu mu? Argiris sessizce soruyor.
 Çocuğun eline dokunuyorum, sınamak için. Kımıldamıyor.
 — Evet uyudu.
 Sessizlik.
 — İlia…
 — Ne var?
 —Şunu düşünsene, şayet çocuk olmasaydı ve diğerleri…
 Duruyor. Şiddetli bir ürperme: Ya kadınlar olmasaydı. Biz olacaktık o zaman, iki oğlan. Ve molalar…
 — Kükürdü saklıyor musun, Argiri?
 Aranıyor.
 — Evet, İlia.
 Daha rahat etsin diye küçük kızı dizlerime yerleştiriyorum. O beni fazla ilgilendiriyordu. Sağlığına ilgim anasınınkinden fazla olacaktı, o kutsal an için.

Çocuk da gitti. Geçen gün onu bir vadide bıraktık. Vadinin yanından çorak çıplak bir dağ yükseliyordu. Ve içinden küçük bir çay akıyordu. A, gerçekten ne güzeldi!
 Onu gömmedik -bunlar duygulu mısralar, bizim böyle manzumelere ayıracak zamanımız yok. Kişiliğine saygı duyduk, göğün altında huzur içinde yatsın.
 Yere hareketsiz uzandığı zaman, yarım yamalak hafızasıyla, komutan bir an afalladı. Kendisi dün de bizimleydi, posta değiştirmedik ki. İki kez ona ”kurdunu dökmüştü”. Onu sürüklememizi söyledi ama birazdan gördü ki bu imkânsız. O zaman, kızın artık ona sunacak hiçbir şeyi olmadığını, kuru bir pınar olduğunu anladı.
 Aşağıya baktı. Su büyük kayaların arasında yol bulup akıp gidiyordu. Biz oradan on metre kadar yukarıdaydık. Yavaşça ayağını koydu, bekledi, sonra soğukkanlılıkla onu aşağı itti.
 Küçük yuvarlandı, bir yere takılacak gibi oldu sonra ağırlığıyla yuvarlanmaya devam etti. Sona varışının az evvelki sesini net olarak işitmiştik. İki kaya arasına sıkışıp kaldı. Kafası yukarı bakıyordu ve su bir an yol değiştirir gibi oldu ama vazgeçti, üzerinden atladı, geçti ve bunu sürdürdü.
 Kumandanımız oturmamızı söyledi. O da yorulmuş dizleri bükülmüştü –neden bilmiyorum. Konuşmuyordu. Aşağı bakıyorduk, her şey ne kadar sakindi -su akıyordu, tabi biraz homurdanarak ve Tanrı ona baktığı zaman küçük yüzünü tertemiz görecekti.
 Biri gözlerini yukarı göğe kaldırıyor.
 — Gecikiyor… Diyor umutsuzca.
 — Çocuk için mi diyorsun? Şimdi o bitti artık.
 — Hayır, gece için diyordum.
 Evet, güneş yüksekti, gece gecikiyordu.
 Herkes yine kendini düşünmeye başladı. Çocuk, bir an için bizi insan insana yakınlaştırmıştı. Tekrar köşeye sıkıştırılmış vahşi hayvana döndük. Buna, sözünde durmamak denir.
 Çavuş yemek için ekmek çıkardı. Ağzına iki lokma attı, ağır ağır çiğnedi. Sonra vazgeçti. İştahı yoktu. Lakin ne kadar güzeldi –aşağıdan gelen suyun şıpırtısı…
 Ekmeği iki parçaya böldü ve sinirli hareketlerle, geride kalan iki kadına attı. Sonra sertçe emir verdi:
 — Kalkınız!
 Geceye kadar tek mola yapmadık. Kumandan dilini yutmuştu. Acılardan ağlayarak bağırıp yakındığımız zaman, biri çocuğu hatırladı:
 — Ah, niçin bizimle kalmadı? Niçin? Şimdi olsaydı…
Evet, niçin kalmadı?


BÖLÜM  8

Açlık, son güçleri de yavaş yavaş yiyip bitiriyordu. Bir an evvel sonumuz gelsin diye duaya başladık. Argiris’in benden önce düşeceğini düşünüyordum.
 Ertesi gün öğlene doğruydu. Tarlalarda ilerliyorduk. Issız bir yerde, birden bire ortaya çıkan bir atlı tayfası yolumuzu kesti. Çeteydi, efeler tepeden tırnağa silahlıydı.
 — Durun!
 Ne istiyorlar? Askerleri bir köşeye çektiler, başta fiskos sonra bağrışlar duyuldu ve sonra da kavgaya tutuştular. Anlaşamamışlardı. Ani bir işmarla, atlı takımı piştovlarını çekti ve hem bizim hem de askerlerin üzerine doğrulttu. O zaman kıyamet koptu. Biz cayırtıyı koyuverdik ve her birimiz etrafta bir ağaç arkası aramaya başladı. Kendimizi toparladığımız zaman gördük ki; atlılar akıl almaz çabuklukla ortadan kaybolmuşlardı. Oradan buradan bazı tüfek sesleri duyuldu. Akabinde sessizlik. Toplandığımız zaman baktık, iki kızdan biri yok. Askerler küfrü basıyordu. Bize kalan son kadın, Ayazmat’lı kız, yol arkadaşının talihi için dövünüyordu.
 Biraz zaman geçince, yol aklımıza gelerek yine umutsuzluğa düştük, ölümü çağırmaya başladık.
 — Niçin önceden durmadık? Diye bağırıyordu birisi, içten. Küçük çocuklar gibi koştuk…
 Evet. Artık şimdi çoktan bitmiş olacaktı. Benim için, biri veya başkası için…- ne iyi ölüm, bir kurşun.
 — Niçin durmayalım? Niçin? Niçin?...
 Bunu tekrar tekrar söylüyor, yine söylüyor,  ağzında çiğniyor onu, tozla ve kayan acıyla beraber. 
 Birden bire sıradan çıkıp tarlalara doğru çılgınca koştuğunu gördük. Keseklere, dikenlere aldırmadan basıyor, çıplak ayaklarının acısından zıplıyor, vurulmuş karaca gibi koşuyordu. Adam, Bergama’da iki nefes dumana çuvalını değiştiren kişiydi.
 Askerler şaşırdılar. Bir ikisi, küfürler savurarak peşine düştü. Fakat adam seslerin yaklaştığını duyarak, arkasına bakmadan yapabildiği kadar adımlarını açtı. Korkmadı.
 — Vurun! Yanımızdan komutanın sesini duyduk.
 Hele şükür sonunda! Askerler durdular, körlemesine ateşe başladılar. İlk tüfekler vuramadı. Sonraki atışlardan ikisi vurdu. Sonra da diğerleri geldi. Karaca bir saniye durdu -dizleri büküldü ve çöktü.
 Tekrar yürüyüşe başladığımız vakit, yolda kısa bir zaman onu düşünüyorduk -sonu belirlemek işte böyle olur.
 — Yahu kurtuldu! Kurtuldu!
 — Acaba dursak mı, peki ne zaman?
 Hepimiz, bırak bir atlı çete tekrar gelsin diyorduk! Şimdi bırak bekle, yine aynı şey olsun! A, bak o zaman göreceksin, göreceksin…
 Şimdilik bu fikir daha gerçekçiydi. Bir başlangıca ihtiyacımız vardı. On gün öncesi böyle bir karar daha kolay olurdu. Çünkü o zaman sürü içinde, öfkeli mizaçlı, sert kırmızı şarap gibi soydan gelen, sağlam sıkı gövdeler daha çoktu. Şimdi böyle biri bulunmalıydı ki diğerleri de onu izlesin, çürüme öylesine çoktu.
 Hâlbuki o biri, şimdiki karacaydı.

Gün batarken bir köye yaklaşıyoruz. Az önce, geriden gelen seyisiyle, atlı bir subay gördük. Dolaşmaya çıkmış olacak. Yakışıklı çocuktu, façası yerinde; ütülü üniforma, bıyıklar makaslı, daha taze, çiçeği burnunda -adam oldun mu işte böyle olacaksın.
 Gözüme takıldı kaldı ve onu izliyorum. Böyle tertemiz, bir atın üstünde olsaydın ne iyi olurdu, diyorum.
 Seyisine dönüyor ve ona bir şey söylüyor, iki söz –atın üzerinden.
 Asker attan iniyor, kızı alıyor ve beraberce öteye bir yere çekiliyorlar. Çalıların arkasında kayboluyorlar.
 Bir çeyrek, ya da daha az bekledik. Sonunda göründüler. Asker ötesini berisini topluyor ve gülümsüyordu. Subayının önünde dikkatle duruyor ve askerce selamlıyor.
 Subay askere telaşsız, sakince soruyor:
 — İyi mi? Oldu mu? 
 — Oldu, mülazım evvel. (üsteğmen)
 Atını kamçıladı ve kayboldular.
 “İnsan” böyle bir şey olacak: iki dirhem bir çekirdek, atlı, belki o zaman hayranlıkla bakan gözler olur.
 — Argiri!
 Argiris kalkmak için son gücünü topluyor. Suratı bu aşırı gerginlikten lastik gibi sünmüş, çamur sıvalı yüzü yol yol çatlamıştı. Gözlerinin feri kaybolmuş donuklaşmıştı. Ateşten yanıyordu.
 Köye kadar yol çok kısaydı. Onu ahıra yerleşene kadar sürükledim.

Gece çok soğuk yaptı. Birkaç defa uyandım. Argiris’in yüzü seğiriyor, gülümsüyordu.
 — Hey! Diyorum ona yavaşça ve sarsıyorum.
 Cevap vermiyor, uyuyordu.
 “İyi”, diyorum. “rüya”dır.
 Ona hafifçe sarılıyorum, uyandırmadan.
 Sabah olunca hala geceden kalma neşesi üzerindeydi. Ateşi de düşmüştü.
 — İlia, inanır mısın? Duygulanarak bana sordu.
 — Neye, Aryiri?
 — Rüyaya inanır mısın?
 — İnanmam, Argiri. Hiçbir şeye.
 —Hayır! Hayır! Diye bağırdı. Göreceksin. Kurtulacağız, o kadar belliydi. İkimiz uçsuz bucaksız bir ateşin üzerinde yürüyorduk. Sonra bastığımız yer yarıldı ve düştük. Düşüyoruz, düşüyoruz, düşerken yer acaba ne kadar derin diyoruz? Sonra birden, içine girdik, gömüldük, elbiselerimizi, ellerimizi, gökyüzü doldurdu, oğlum! Gökyüzü!... Altın  harç gibiydi. Onu tutuyorduk, okşuyorduk, onu hissediyorduk, tek itiraz istemem, gerçekti! Sen: “Gökyüzü bu, oğlum” diyorsun. “E, sen ne zannettin?”  “Yahu, tam isabet. Büyük fizikçi olduğunu bize hiç belli etmemiştin…”.
Bizi avluya çıkarıyorlar. Güneşin özgürlüğü vardı -nöbetçisiz. Yerli halkın yine gelmesini bekliyordum, yabaniler, demir gibi sertler. Bize bakıyorlar. Bir Ermeni bulur muyuz diye inatla araştırıyorlar. Onlara olan öfkeleri on defa fazlaydı.
Yoktu aramızda.
Aniden üçü üzerimize geldi, bana ve Argiris’e. O vakit orada yola hazırlanıyorduk, ayaklarımıza çuval sarıyorduk, yerde gölgelerini gördüm.
 — E! Diyor içlerinden biri, sertçe.
 Başımızı kaldırdık.
 Gözlerini Argiris’e dikmişler, bir şeyden kuşkulanıyorlar.
 — Değil, diyor biri, kararsızlık içinde.
 —Odur diyorum sana! Diğeri böyle bağırıyor. Şimdi göreceksin!
 Ve Argiris’e dönerek emir veriyor:
 — Aç ağzını!
 Açtı -böylece dişleri ortaya çıktı.
 — Gördünüz mü? Sevinçle bağırıyordu Türk.
 Argiris’in bir dizi beyaz dişi arasında bir altın diş parlıyordu. Güneşte parıldıyor -kadın gibi, o kadar güzel.
 — Gâvur! Küfrediyorlar ve üçü birden onu dışarı çekmek istiyor.
 — İlia… Endişeyle mırıldanıyor çocuk. Ne istiyorlar?
 Hiçbir şey olmadı. Bir süre sonra Argiris bunu unuttu. Ama onun gömüldüğü altın harçtan gökyüzü rüyadaydı.
 Bir saat içinde hareket ettik. Bizi diğer posta teslim almıştı. Daha köyden çıkmamıştık ki müfrezeye doğru bir güruhun, elli kadar köyün yerlisi Türkün koşarak geldiğini gördük. Bizi durdurdular. Birini bulmak için sırayı araştırmaya başladılar. Sonunda, ikimizin önünde durdular.
 — Çavuş, diyordu avludaki üç kişiden biri. Onu bize vereceksin.
 Yanımdaki çocuk titremeye başladı. Ona baktım: Suratının çamursuz kısmı sapsarı kesmişti.
 — Ben?... Ben?... Kekeliyor.
 —Ağzına bak! Ahali çavuşa gidiyor. Altın dişi var. Bak ona!
 — Ben okula gidiyordum… Diyor çocuk. Sınıftan arkadaşım var, nah orda. Çok zamandır buralara gelmedim ben…
 Ama o böyle konuştukça,  aradıklarına daha çok benzetiyorlardı. Güruh şimdi hep bir ağızdan uluyordu:
 — Onu bize vereceksin! Onu bize vereceksin!
 Çete, çavuşla biraz öteye çekildi. Fiskos. Yüzlerinde sevinç ışığı parladı, altın diş gibi.
 — İleri!
 Yürümeye başladık. Güruh homurdanarak geriden takip ediyordu. Hava tehlikeyi tetikliyordu, çocuğum avuçlarını sıktı. Zayıf parmakları titriyordu. Onları tuttum -öyle el ele. Yola atılmış eski bir teneke tencere vardı. Güruhtan biri onu yerden aldı ve Argiris’in kafasına geçirdi. Çocuğun kıvırcık yağlı saçları görünmez oldu.
 — İlia!... İlia!... Beni öldürecekler…
 Elini daha fazla sıktım:
 — Sus…
 — Arkadaş… Arkadaş… Çıldırmış gibi bağırıyordu çocukcağız, yanımızda yürüyen askere dönüp anlatıyordu. Ben değilim…
 Sükûnetle söylüyordu:
 — Sana diyorum, ben değilim, arkadaş…
 — Gâvur! Asker o vakit sesini yükseltiyor.
  Korkarak sustu.
  Köyden dışarı çıktık.
 — Oturun yere!
 Oturduk. Uzun boylu, iri yarı biri bize yaklaştı. Ellerini arkada gizliyordu. Onları göremedik. Argiris ‘e gözünü dikiyor.
 -Çıkar onu! Öfkeyle, tencereyi gösteriyor.
 Çocuk titriyor. Tencereyi çıkarıyor ve yaşlar boşanan gözlerini cellâda kaldırıyor. Adam yavaşça onun ellerini bağlıyor ve sarp yamaçlarda yaşayan bir dağ keçisi gibi, elinde tuttuğu tokmağı hızla kafasına indiriyor. Çocuğun çığlığı havayı ustura gibi yarıyor. Beni sıkan uzun parmakları gevşiyor.Güruhun hepsi aynı kıratta, birden saldırıyorlar. Onu çekip kenara alıyorlar ve bir sürü el çalışıyor, iniyor, kalkıyor.
 Başka bir şey görmeye imkânımız olmadı. Askerlerimiz bizi başka yere kaldırmıştı. Tekrar yola koyulduk. Bizi koşuya soktular. Şimdi, son birkaç zayıf çığlığın da havada eriyip yok olduğunu duyuyorduk. Toz onları içine çekiyordu.
 Gün boyu yürüdük.

Gün batıyor. Bulutlar yukarda çarpışıyor, yapraklar titreşiyor. Ve dizler de. Ova lacivert ve ıssız, çok ıssız. Son yaklaşıyor.
 Gece oluyor. Bir köyde. Bizi hanın avlusunda bir çardağa soktular. Birazdan yağmur başladı. Hava soğuk. Sonra geldiler ve bizi çardaktan kaldırdılar. Oraya! Dediler bize. Gösterdikleri yerin üstü açıktı. Evet, göğe karşı.
 — Biz çıplağız, tamamen çıplak! Bağırıyordu tutsaklar, ümitsizlik içinde.
 Umursamadılar.
 Bizi açık yere çıkardılar. Çardakta şimdi nöbetçiler kalıyordu, kaputlarına sarılmış etrafı gözetliyorlar. Yanan büyük bir fener vardı. Büzüşerek sıkışıp bir yumak olduk. Biri diğerinin sırtına kapandı, yoksa böyle bir yerleri kuru mu kalıyordu?
 Dert etme. Su kafalardan aşağı oluktan boşanır gibi akıyor, damarlardaki kan gittikçe çekiliyordu. Dişleri takırdıyordu. Soğuk iliklerine işlemişti. Kafalar düşüyor, gövdeler sallanmaya başlıyordu. Gelecek sakin bir uyku ne kadar tatlıydı.
 —Uyumayalım çocuklar! Tutun uykunuzu! Mırıldanıyordu biri. Yarına uyanmamış olabiliriz.
 Hiç cevap yok.
 Islanmış yüzümü son defa geceye doğru kaldırıyorum. Sel gibi boşanıyor. Düşen yağmurdu, başka bir şey değil. Kendimi ona bırakıyorum.

Yağmur bizi sabaha kadar dövdü durdu. Artık ne kadar hareketsiz kaldım bilmiyorum. Uyandığımız zaman -gerçekten uyandık- bulutlar sıyrılmıştı. Birazdan güneş çıktı.
 Yüzler gecenin azabından sapsarıydı, taze taze. Ayazmat’lı kızcağız ıslak sıçan gibi titriyordu. Papazlar sanki garip, anormal yaratıklar gibiydi. Ce!...Nuh’un gemisinden.
 Tutsakların bazısı, fanilalarını kurutmak için çıkardı. Çıplak sırtları çiçek açmıştı, sulanmaktan kızarmış deriyle, uyuşmuş, solgun gövdeler – yılancık hastalığı.
 — Bundan sonra hangi can dayanabilir? Karamsar bir ses soruyordu.
 Başka biri beni uyarıyordu:
 — Sen çıkarmıyor musun fanilanı?
 Ben de çıkarıyorum. Bakıyorum, ıslak beyaz fanilanın bir yeri sarıya boyanmış, birazcık sarı boya. Elimi içeri, tenime sokuyorum. Nedir bu? 
 Bir çamur. Onu çıkarıp acıklı gözlerle bakıyorum.
 — Ne o? Diyor yanımdaki.
 — Bak! Bak! Kükürt! Diyor başka biri. Nereden buldun?
 İkisi laflıyorlar. Ben konuşmuyorum.
 — Sahiden saatçiyi hatırlamadın mı? Kükürtle gebermek istemişti. Duydun mu, kükürtle!...Diyor ilki.
 Diğeri soruyor:
 — E, ne olacak?...
 — Kükürtle geberilmez mi hiç, yahu? Mademki köpeklere zehir olarak veriyorlar!
 — A, öyle ya…
 Onları duyuyorum, her şeyi. Felç olarak gitmek. A, öyle miymiş?...
 Sarı çamuru mıncıklıyorum -sığınağı. Ona bakıyorum, bakıyorum. Parmaklar kımıldıyor -ne kadar gözyaşı, ne kadar gözyaşı dökmüştü Argiris ona karar verene kadar, bir ilaççığa.
Gevşeme. Parmaklar yavaşça açılıyor. Şap, şap, sarı çamur elden düşüyor, akıp gidiyor.
 Yakınımdaki bir papaz, kurutmak için yanına koyduğum tek pabuca göz dikmişti.
 — Teki nerde? Bana soruyor.
 Cevap vermiyorum.
 — Öbür teki mi? Diğer çocuktaydı, diyor yanımdaki.
 — A, onda mı kaldı?
 — Evet, onda.
 — Sana büyük değil mi? Papaz pabuca iştahla bakarak bana tekrar soruyor.
 Çıt yok.
 Papaz onu alıyor, ayağına takıyor, deniyor ve dosdoğru:
 — Bana bunu verir misin, yavrucuğum? Neden lazım olsun ki sana?
 Umursamazlık içinde omzumu kaldırıyorum. Bana neden lazım ki?
 — Öteki çocuk için dua edeceğim, diyor sevinerek. Sizler arkadaştınız değil mi, yavrucuğum?
 Dimdik fırlıyorum ayağa, çaresizce, çılgınca, zapt olunmaz şekilde:
 — Bırak beni be adam!
 — Diyordum… Şayet arkadaşsanız, adam şaşırıyor.
 — Sana bırak beni diyorum.
 İstavroz çıkarıyor. Pabucu alıyor ve uzaklaşıyor.
 Biraz sonra hareket ediyoruz. Peçeli köylü kadınlarının bazısı yolun kenarına oturmuş bizi izliyordu. Diğerleri de arkamızdan geliyor ve bize vuruyordu. Bir nine, harabeye dönmüş bir kocakarı, bumburuşuk yüzünü gizlemekle ilgilenmiyor. Üzerinde oluşmuş kesif acı katmanlarıyla beli bükülmüş, nerdeyse çökecek. Görmüyor, yarı kör.Titreyen küçük elini uzatıyor.
 — Aman! Askerlere yalvarıyor. Birini bana ver…
 Yalpalayarak sırada yürüyordum. Gebermiş, leş gibi bir şey sarkaç olmuş salınıyor, bir sağa bir sola. Gözler karşıya sabitlenmiş. Var olan bir şey yok. Sağım solum ıssız. Başka yerler de öyle. Issızlar.
 — Al ana, diyor asker ve beni nineye itiyor.
 Duruyorum. Cılız bir el. Krap. Onu neden sonra fark ediyorum. Sanki rüyada gibiyim. Bana vuruyor, öç alıyor. Hafifti çok, çok hafif. Sanki beni okşuyordu.


BÖLÜM  9

Böyle birkaç gün daha yürüdük. Nafile. Her gün, artık bu son diyordum. Ama değildi. Yaşayıp yaşamadığımı bile bilmiyordum. Hiçbirimiz bilmiyordu. Terk edilip unutulanlar gibiydik, duyularımızın sınırlarını aşmıştık -soğukta mıyız sıcakta mıyız, acımız artıyor mu yoksa hafifliyor mu? Bir çivi tabanımı delmiş çok acı veriyordu. İltihaplanmıştı. Sıkma canını!
 Sonunda durduk. Kırkağaç’taydık. Vardığımızdan bir gün evveldi, yoldayken aniden farklı bir durumla karşılaştık. Taş kırıyorlardı. Yarı çıplak, paralanmış giysiler içinde, solgun yüzlü, tıraşsız insanlar.
 — Yahu, bunlar da kim?
 — Hıristiyan’a benziyorlar, dedi birisi.
 Pek tabi öyle olacaktı  -nasıl başkası olabilir? Onlar da bize bakıyordu. Sonunda, soruyorlar:
 — Kardeş, nereden geliyorsunuz?
 Bam teline bastı! Yaramız deşildi. Koşarken alçak sesle çabucak onlara sorduk:
 — Ne kadardır buradasınız?
 — Bir ay.
 — Aç kalıyor musunuz?
 — Kalıyoruz.
 — Yaşayacak mıyız?
 — Evet. Korkmayın! Bir aya kadar buralardan gideriz! Barışla!
 “Barış”. Ne biçim şeydi bu? Onu ilk defa ağzımıza alıyorduk. Kısa sürede, hepimiz bu can simidine yapışıyoruz. Fakat fazla sürmüyor. Barış sözü, akıllarda olanı hiçbir şekilde çağrıştırmıyordu. Biz sadece bir şey için yalvarıyorduk: Arada bir duralım! Duralım!
 Bundan da ötesi; aynı yerde bir gün, iki gün, üç gün kalalım, ayaklara birazcık dinlenme, beyinlere değil -hiçbir şey olmayacak. millet bitecek. Barış olacak.
 Kırkağaç’ta durduk. Bir kilisenin büyük mahzeninde ahıra konduk. Daha önce içerde atlar vardı. Onları çıkarttılar biz girdik. Dardı. Bunca insan ancak ayakta kalarak sığdık, tuzlama misali.
 Geceleri boylu boyunca uzanabileceğimiz bir yer bizlere hiçbir zaman nasip olmayacak, diyorduk.
 Bize kimse uğramadı.
 — Çocuklar, burada kalacağız!
 Duyulan bu sesle beraber bütün gövdeler kendine bir uyku yeri açmak için otomatik olarak kendini yere bırakıverdi. Mahzen seslerle kaynıyordu. Biri diğerine basıyor, diğeri ötekinin üstüne düşüyordu -içerisi zifir karanlıktı.
 —  Allahına senin… teke!
 — Kımılda biraz, kavat! Beni öldüreceksin!
 Bize en büyük hasar papazlardan geliyordu, çünkü iri kıyım ve göbekliydiler. Herkes onlara küfrediyordu.
 Cendereden sıkışıp bunalan gövdeler, sırayla tekrar dikilmeye başladı. Dimdik ayakta kaldılar. Göz kapakları yavaş yavaş kapanıyordu. Uyku geliyordu -doruktan. Kana karışıyordu.
 Birazdan, dikine istiflenmiş tuzlama kitlesi hareketsizleşti. Sanki bir dalda bekleşen kuşlar gibiydi. Bazen, uykuda olan bir gövde düşüyordu -süt liman denize bir taş düşer, dalgacıkları daireler çizerek yayılır ya. Uyumuş yığın da böyleydi, tepkiyi iletiyordu. Uyanıyorduk ve fenalaşan bir arkadaş var, diye bağırıyorduk. Bu defalarca oldu.
 Sabahleyin bütün gözler uykusuzluktan kan çanağı gibiydi, böyle uyandık.
 Bizi yol temizliğine çıkardılar. Sadece yağmurlu gecede çok üşütenleri mahzende bıraktılar. Onlar çalışmadılar, çünkü hastaydılar. Sadece dayak yediler -mademki hastalanmışlardı.
 Yolda toplanan köylüler bize bakıp tükürüyordu.
 Akşam yaklaştıkça, yorgunluğun acısı iliklerimize işlemişti.
 — Yine gece, yine uyku düşüncesi! Düşünün uykuyu!
 — Ne yapacağız! Ne yapacağız! Umutsuzca söyleşiyorduk.
 Sonra hastalar aklımıza geldi. Onlar bütün gün uyumuşlardı. Şanslarını kıskanıyorduk. Keşke biz de çok üşütmüş olsaydık. Ne olacaksa olsun. Yeter ki uyuyalım.
 Bizi mahzene getirdiler. Birazdan da, Türk çocukları oyun için küçük pencere önüne yığıldı. Ellerindeki ekmek parçalarını, sigara izmaritlerini, kavun kabuklarını gösteriyorlardı. Onları pencereden atıyorlar ve içerde karanlıkta kopan patırtıyı, devlet kuşunun kime konduğunu zevklenerek seyrediyorlardı.
İçimizde en aç gözlüler, uzun sakallı, uzun paça donlu papazlardı. Öncelikle onlar kudurmuşçasına saldırıyordu. Çocuklar da bunu fark edip, ölçüp biçiyor, kavun kabuklarını doğru papazların sakallarına ve göbeklerine nişanlayıp atıyordu. Bu nimete erişemeyen diğer papazlar ellerini yanındaki göbeklere uzatıyor, homurdanarak şanstan adalet istiyordu. Nimetten pay alamayan papazlar bağırıyor, halkın hür iradesinin ve temel eşitlik ilkelerinin sağlanması için yardım diliyordu.

Bu geceyi de aynen diğeri gibi geçirdik: dimdik ayakta. Deyin ki uyumadık. Bir zamanlar barışa ayaklarımıza gelmesi için yalvarmıştık. Şimdi yukarı çıkıp kafamıza gelmesi için yalvarıyorduk. Birazcık uyku, bir zerrecik, bir kucaklık yer ihsan et –hepsi, hepsi bu Tanrım…
Hastalarımız da ağlamaklıydı. Gece toplandığımız zaman, hepimizin sığması için onlara ayağa kalkmalarını söylüyorduk -ne yapalım? Sadece, düşmesinler diye duvar kenarında yer veriyorduk.
İçerde helâya çıkıyorduk. Çıkardığınla kirleniyorsun.
Dördüncü gün, gün batımına doğru, bizi alelacele topluyorlar ve kilisenin avlusu boyunca yan yana sıraya sokuyorlar. Bir subay geliyor, bizleri seçip ayırmaya başlıyor.
Arkadaşları seçip sıradan ayırıyor onları ayrı bir yere diziyordu -Ayvalık rıhtımındaki “temizlik” gibi.
Ben ilk sıradayım. Gayrı ihtiyari, ikinci sıraya geçeyim de ilk deneme olmayayım diye bir adım geriye atıyorum. Sıradaki yerim boş kalıyor. Subay yakındaydı. Dikkatini çekiyor. Bana doğru eğiliyor:
 — Ulan, hasta mısın?
 Titriyordum. Hafiften yağmur atıştırıyordu.
 — Hayır, diyor benim yerime yanımdaki biri. Sadece ayağı yaralıdır.
 — Çık dışarı! Diyor subay.
 Yirmi üçümüzü ayırıyorlar. Her an bizi alıp götürmelerini bekliyoruz. Ama almıyorlar.
 Yirmi üçümüzü de mahzene geri yolluyorlar. Oradaki pencereden, dışarıda kalanlara olacakları izliyoruz. İp getirdikleri ve onları bağladıkları görülüyor, hastaları, papazları ve diğer arkadaşlarımızı biri birine ikişer ikişer bağlıyorlar. Ayazmat’lı kız da onlarla. Onun ağladığını işitiyoruz, ipin sıktığından yakınıyordu, bize ne yapacaksınız? Diyordu.
Sonra onları alıp götürdüler, gecenin içinde kayboldular.
Birazcık, küçücük bir an, onları düşündük: “Gecenin ortasında hepsi birden nereye?” Sonra sevinçten kendimizi kaybediyoruz. Yere uzanıyoruz. Ferahlık! Öyle bir mutluluk ki; bulduğu boşluklardan korkunç bir güçle sıkışarak içimize giriyor, sanki akıyor. Aktı, akdı. Biz onu ele geçirdik. Gözeneklerden kana girdi ve onu diriltti.
        “Gitmeleri ne iyi oldu!”
 Bağlananların gittiğini aşağı yukarı biliyorduk.

Ertesi gün, bizi tren istasyonuna çalışmaya götürdüler. Hareketten önce, dünkü ayırımı yapan subay geldi, bize baktı ve:
 — Çalışacaksınız! Dedi.
 Bunu öyle sert bir üslupla söyledi ki buruştuk kaldık.
 — Aksi halde öbürleri gibi gidersiniz!
 Titreyerek fısıldadık:
 — Çalışacağız, zabit.
 Garda vagonlar sıralanmıştı, askerin erzakı bunlarla sağlanıyordu. İstif edilmiş çuvallarda çeşitli ürünler, buğday, ne lazımsa vardı. Oradan yüz metre ötedeki bir depoya taşınması isteniyordu. Biz yarım porsiyonlar çuvalları taşıyacak diğerlerine indirmek için vagona çıktık. Fakat bir yarım saat sonra postalar yer değiştirdi: onlar yukarı çıktı biz taşımak için indik.
 Çuvallar seksen okkaydı. Beni yalnız bırakmasınlar diye arkadaşlara yalvarıyordum, ayağımı gösteriyordum, onlara hiç ağır yük kaldırmadığımı söylüyordum, zayıf bir çocuktum.
 Çoğu susuyordu. Ama biri üsteliyor:
 — Hayır, hayır!
 — Sen Hıristiyan değil misin? Ona bağırıyorum. Acı bana!
 — Ne cüret ulan, bizleri de doğuran ana değil mi? Hangimizin canı kaldı!
 Yolda Argiris’den çuvalı kapan adamdı. Adı Hristos Arabacis idi.
Gözetlemek için askerler de vagona çıktı. Onlar da postaların değişmesini istedi.
 Değiştik. Bana bir çuval yüklediler. Bir şey değil, korkum patlatmaktandı  -bir küçük, cilalı mobilyalı bir yazıhanede ve içi barsak dolu karınlı ufak numara. Anlıyordum ki, tatlı gökyüzünün derinlikleri küçük sırtların üzerine binip bükmek için düşmanca hazırlanıyordu.
 İlk adımı atar gibi oldum, sonrakini de. Sonra ben ve gökyüzü tepetaklak yuvarlandık. Bir yere vurdum. Yüzümdeki kurumuş çamurla beraber anladık ki sıcakkan akıyor. Kaldırdılar. Bir şey söyleyemiyordum. Sadece, gözlerimden yaş boşanıyordu.
 — Yazıktır! Diye sertçe bağırdı, vagondaki bir arkadaş.
 Yere sıçradı ve bana onun yerine vagona çıkmamı işaret etti.
 — Kendi başına efendi oluyorsun, istediğini yapmaya kalkma! Diyor öteki.
 Akşama kadar, arkadaş beden numarasını, yerini, bana verdi. Sadece bir defa olamadı – o da az bir şey için. Beş çuval hariç, o ilk gün çuval taşımadım böylece. Kör topal beş çuvalı taşıdım sadece. Birkaç defa da yere düştüm. Gardiyanlarımız, çuvallar çamurlu yere düşüp kirlenmesin diye köpek gibi uluyordu. Acımadan dipçiği indiriyordu. Biri çöker gibi oldu. Zayıf, kır sakallı, uzun boylu, sanki kavak gibi biriydi -Fotios Kondoğlu’ nun elinden çıkmış Bizans ikonaları gibi. Adam ağlayıp, yalvarmıyordu. Sadece kafasını aşağı eğmiş, iç çekiyordu -bir çocuk sızlanması.
 — Böyle leşleri ne yapacaklar? Neden diğerleriyle göndermediler! Bir muhafız bağırıyordu.
 — Şimdi öbürleri peygamberleriyle pilava kaşık sallıyordur! Latife yapıyordu, bir başka asker.
 Öğleyin, askerlerin yemek molasında, biz de yarım saat kadar durduğumuzda, Bizans ikonası yanıma oturdu.
 — En iyisi diğerleriyle gitmekti… Bana böyle diyordu çok sakin, çok uysal, sanki tatil seyahatinden bahsediyor sanırsın.
 — Olabilir, arkadaş.

Aynı akşamın gecesi, yapı ustası Yanis’le arkadaşlık kurduk. Kırk yaşlarında, uysal ince ufak gözleri, zayıf bir yüzü vardı.
 Bu yirmi üç arkadaş arasındaki yolda nerdeyse kopacak olan bağ, şimdi “ ben sağlamım” diyordu, aramızda acayip bir mayalanma oluşmaya başlamıştı. Vücutlar terk edilmişlikten kurtulmaya başladı, hayata karşı yine tavır almaya çalışıyordu. Birbirlerine yakınlaşmaya bakıyordu -kızışmış hayvanlar gibi nefeslerimizi kokluyorduk. Korunma içgüdüsüyle korku dolu bir yakınlaşmaydı –geceleyin, vahşi hayvanlar kaygı ve telaşla inlerinden çıkarlar, çünkü acıkmışlardır, öyle huzursuz.
 Yanis gün boyu topladığı sigara izmaritlerini ardı ardına tüttürüyordu. Konuşmuyordu. Sigaranın ucunda yanan küçük ateşten nefes çektiği zaman gözleri parlıyordu -iki iri su kabarcığı gecenin içinde yanıp sönüyordu.
 — Sana teşekkür ederim, diyorum.
 Lakayt bir sesle:
 — Hangi şey için?
 — Sabah için.
 Adam bu sabah, çuval işinde bağırmıştı “yazıktır” diye ve yerlerimizi değişmiştik.
 — İyi, iyi, kafasını sallıyor, yorgundu.
 Zaman zaman, bir şey çiğner gibi çenelerini oynatıyordu. Hayır, aç değildi. Ama onun da benim gibi akşam bir şey yemediğini biliyorum. Yolda da bir şey bulmamıştık. Aklı başka şeyde olacaktı.
 — Orada ne oldular... Kendi kendine mırıldanıyordu.
 Demek istediği bir kadın ve iki çocuk içindi. Sonra bana anlatıyor.
 — İyidirler Yani.
 — Iıh! Bir kere, son güne kalmışlardı. Duyulup da gemiye bindirilmeyi istemediler.
 Gittiler mi? Gitmediler mi? İki su kabarcığı, gecenin içinde hareketsiz kalıyor.
 — Küçük çocuğu hatırlıyor musun? Saatçinin karısını? Diyor tekrar.
 Hiçbir şey bilmeden ona garanti veriyorum, o uysal uysal dinledikçe, ben de söylediklerime inanıyorum.
 — Gitmişlerdir, Yani.
 Hava çok soğuk yapıyor. Kasım. Isınmak için birbirimize daha çok yaklaşıyoruz.
 — Yarın da çalışır mıyız, Yani?
 — Duydum, bir iki gün içinde bizi ayıracaklar. Şayet usta ararlarsa benimle gel. Yapıda çalıştığını söylersin. Anlaşıyoruz.
 Daha ötede diğer arkadaşlar alçak sesle yağmurlu dün gece alıp götürdükleri arkadaşları konuşuyordu.
 — Kim dedi bu seferki de temizlik… Biri mırıldanıyor
 — Ne?
 — Öyle işte… Yoksa geri gelirlerdi. Bizi kalmak için seçtiler. Onlar da…
 — Uu, şimdi hala! Pilav yiyecekler dedi ya… Tanrıyla…
 Hayatın çok bilen bir içgüdüsü vardır, derler. Dün geceki, son elemede, bir adım geri çekildim. Diğer parti içine düşeyim, dedim. Pilava. Çok bilen içgüdü görünüyor dün gece…- a, hava da yağdı, yağmurda erimiştir.

Ertesi gün, mahpushanemizden bizi almak için geciktiler. Hepimizi dışarı çıkartıp işe götürürlerken yolda yüksek bir ağacın üzerinde tuhaf bir kuş gördük. Lime lime yağlı fanilayla, çıplak ayaklı, uzamış saç sakallı, uzun donlu bir “tip”di. Aşağıda bir sürü Türk toplanmıştı. Bakıp gülüşüyorlardı. İki üç asker küfürleri sallıyor ve in aşağı ulan, diye bağırıyordu, ama o “tip” dilini çıkarıyor, ellerini yana açıyor- uçuyor ya- ve tiz sesiyle hisli, ilham dolu nağmeler çıkarıyordu, sanki primadonna:
 “Çipin! Çipin! Çipin!”
 Bizim muhafızlarımız da dalga geçip eğlenmek için durdular. Biz de durduk. Dikkat edince gözlerimiz hayretten fal taşı gibi açıldı. “Tip” şimdi sesini değiştiriyor, oluyor flurya kuşu, tiriluu, tiriluu, oluyor ispinoz, tekrar dönüyor sakaya:
 “Çipin! Çipin! Çipin!”
 — Ulan, O değil mi?
 Elbette, Oydu! Onu hatırladık. Kuş seslerini başka kim yapabilirdi böylesine becerikli? Memleketinde başka iş yaptı mı hiç? Kato Panagiya’da sağda sadece o ilahi okurdu. Hepsi zamanında saka ve flurya kuşları için ökse kurmuştu. Sonra da, cıncık boncuklarla süslenmiş yeni boyalı kafeslerde satarlardı -meraktı. Apokria yortularında en iyi numaraydı; Kambesa ile ayısını,  Amalya’yı, kanatlı aşığını kim bilmez. O “kuşların kralıydı” -sarı kocaman bir kanarya, sarıya boyanmış tavuk tüyleriyle. Ve arkasından kuşlar koşardı, on kadar hinoğlu hin, karga, ispinoz, saka, ciuv, ciuv.
 Muhafızlar bizi çekip götürüyor.
 — Nasıl burada olabiliyor, nasıl olabiliyor? Kendi kendimize sorup duruyorduk.
 — Acaba gece yeni bir sevkiyat mı geldi?
 Bütün gün, akşama kadar hücrede dönüp duruyoruz, üstümüze aynı iç sıkıntısı, tedirginlik çöküyor. Yanis’in gözleriyse sevinçten parlıyor, adam uçuyor. Şayet yeni bir sevkiyat olduysa, öğrenecekti -onunkiler gittiler mi, gitmediler mi, oraya?...
 Gerçekten sevkiyatmış, büyü akşama dağıldı. Onları da bizim hücreye getirdiler. Memleketten son sevkiyattı -otuz iki kişi çıkmışlar, dokuzu geldi. Onlarla beraber Ermolaos, kısaca “Pli” derdik, o da varmış. Onun küçük kardeşi, ama Soma’ya doğru bir yerde kalmış. Yürüyemediği için süngüyle halletmişler. “Pli” bağırıyor ve savurdukları süngüleri elleriyle tutmaya çalışıyormuş. Yediği bir darbeyle kan tükürmeye başlamış. “Pli” yi yerde bıraktıkları zaman, O da kalkmış ve ölen kardeşinin etrafında dönmeye başlamış. O vakit, aniden, ilk defa neşeli bir ilkbahar çığlığı atmış:
 “Çipin, çipin, çipin!”
 Genç arkadaşlarımızı ve diğer gençleri soruyoruz. Hiç bir şey bilmiyorlar. Yanis bir komşusunu buluyor.
 — Söylesene bana! Söylesene bana! Gözyaşları içinde ona yalvarıyor.
 Adam gücünü toplayıp, ona ailesini gördüğünü söylüyor, çocuklarıyla kadının gemiye bindiklerini gördüğüne dair onu inandırmaya çalışıyordu.
 Yanis beni öte yana çekiyor:
 — Senin de ona sorduğunu gördüm. Sen de sordun… Diyor, benden cevap bekliyordu.
 Kuytu bir köşede, komşuya sormuştum. Başta duraklamış ama sonra bana doğruyu anlatmıştı:
 — Gitmediler. Bunu ona sonra söyleriz, fırtına dindiği zaman. Demişti.
 O gece, yeni arkadaşlar bizimle beraber kaldılar. Sarhoş astsubaylar, dalga geçip zevklenmek için geç vakit hücreye geldi. “Karagözü” arıyorlardı, kuşları taklit eden adamı. Uyuyordu. Dalmıştı uykuya. Onu uyandırdılar, adam hemen dosdoğru başladı şakımaya -çipin. Türkler onu hem bu kuşu hem de diğer kuşları yapsın diye aramıştı, isimlerini kendilerinin bildiği kuşları sıralıyorlardı. Ne türde bir cıvıltı istiyorlar, adam anlamıyordu ki yapsın. Ona vurup bağırıyorlardı:
 — Gâvur! Gâvur!
 O da memnun etmek için bütün hünerini ortaya koyuyordu. Türkler gülüyor ve aralıksız vuruyordu:
 — O değil ulan! O değil!
 Dizleri büküldü, büküldü, dayaktan sersemleyerek burun üstü yere çöktü, öküz gibi, gittikçe daha cılız, hisli cıvıltılar çıkarıyordu: “Tiriluu, çipin, çipin…”
 Türkler gittikten sonra bile köşesine büzülüp hala devam etti, yaprak gibi titreyerek.
 Sabah onları götürdüler. Bir daha görmedik.

Aynı sabah, misafirler gider gitmez biz de aramızda oturup zanaat grupları oluşturduk. Ustaya büyük ihtiyaçları vardı. Çünkü memleket ta içerlere kadar, kaçan Yunan tarafından yakılmıştı. Böylece ben de, subayın “ustalar bir adım öne çıksın!” emriyle öne bir adım attım. Yanis de. Ve başkası, Bay Sitiliyanos Vergas, baş artistler  - usta ekibi, temsilciler.
 Yerli halktan birinin evinde işe başladık. Yıkılmış bir duvarı inşa ediyoruz. Yanis harcı hazırlıyor, yumuşatıyor ve bana gösteriyor: “Böyle yapacaksın”. Zor şey değildi. Öğlene kadar pek güzel öğrenmiştim. Ama ustayım diye ortaya çıkan sigortacı fukara Vergas zora düştü. Mala çalmak ne mene bir iş haberi yoktu. Onun tarafında duvarın köşesi hak getire!
 Yanis duvarın bir tarafından başlamıştı, Sitiliyanos da diğer taraftan. Şöyle iki saat kadar sonra eserimiz sigortacı tarafında rüzgârda şişmiş flok yelkeni gibi görünüyordu.
 Bizi izleyen ev sahibi köylü, birden tutuştu alevlendi:
 — Ulan gâvur, sende hiç akıl var mı?
 Dut ağacından bir hallaç kirişini kapmış Sitilianos’a ha babam veriştiriyordu. Bir o taraftan, bir bu taraftan. Sopayı yedi, sızlanmıyordu, sadece nasıl yanlış oldu diye söyleniyordu, “yagnis oldu, yagnis oldu”. Yanis fukarası da -ne yapsın- efendiye hak veriyor ve şakul iyi çalışmadı gibi ağzında bir şeyler geveliyor ve “gör bak nasıl düzelecek efendi, gör bak” diyordu. 
 Floku yıktık ve yeniden başladık, sil baştan. Akşama kadar alttan üstten tamamladık: Ördük, yıktık ve tekrar ördük. Bu arada Sitiliyanos sopa da yedi.
 — Gel, be Sitiliyane, gel be! Diyordu Yanis. Onun işini de yapmak zorunda olmamasına rağmen, fazla üstelemiyordu. Ama akşam paydos ettiğimiz zaman, Türk’ü kuytuya çekti ve ona Sitiliyanos için şöyle dedi: “Adamı görmüyor musun? Memleketinde iyi ustaydı ama ağırına gitmesin, yolda çok sopa yedi, iyi halinde değil”.
 Kızgınlıktan deliye dönmüş köylü bize çiğneyecek bir şey vermedi. Sadece Yanis’e bir tutam tütün verdi. Gittiğimiz zaman onu bölüştük.
 Bir meydanı geçerken kavun kabukları bulduk -Kırkağaç kavunu en iyi kavundur. Doymadık, ama serinlik verdi –ilkbahar kadını gibi.
Angaryadan kurtulup gelince geceleri birbirimize günümüzün nasıl geçtiğini anlatıyorduk. Vagonlardaki çuval işinde çalışanlar acıdan inliyordu. Onlara acıyor ve yine oraya düşmemek için dua ediyorduk. Sitiliyanos’un eski yıllardan sinir ağrıları vardı, Yanis’in elini yakalıyor ve beni bırakma diye ona yalvarıyordu. Ama Yanis neşeliydi, çünkü onunkiler oraya gitmişti. Ve evet, seni bırakmam, diyordu.
 Bir iki gün daha üçümüz beraber gittik. Sonra bizi ayırdılar. Ben Sitiliyanos’la kaldım, bizi başka yapıya aldılar.
 Sigortacı yolda durmadan istavroz çıkarıyordu:
 — Tanrım, karşımıza ne çıkacak?
 Bir fırın çıktı. Küçük bir ev fırını.
 İş bir hafta sürdü. Sitiliyanos’un kafası biraz karışıktı, hiç konuşmuyordu. Onun da giden küçük çocukları vardı, bir de karısı. Acıkıyor ve üşüyordu ama bunlar onu hiç ilgilendirmiyordu. Akşamları toplandığımızda bir şey sormuyordu, bir şeye cevap vermiyordu. Onu uykusunda havaya sıçrarken görüyordun: Fırın! Fırın! Her gün Yanis’e rapor veriyordu, yaptığı şunu bunu anlatıyor ve yarın yapacakları için öğüt alıyordu.
 Fırının temelinde, her şey olabildiği kadar iyi gitti diyelim. Tabanı su terazisiyle teraziye almak lazımdı ya, haydi onu boş ver! Bırak eğri çıksın. Ama sırası gelip, tuğlayla başlığını yaparken işler çatallaştı. Bizi çalıştıran köylü iyi yürekli saf bir Anadoluluydu. Sakalını sıvazlıyor ve köşeleriyle yukarı yükselip her gün boy atan fırın inşaatını izliyordu. Kaygısı da gün be gün artıyordu. Bir şey demiyordu ama bir an artık kendini tutamadı:
 — Ulan usta! Yoksa acaba yanlış mı yapıyorsun? Bu mu fırın olacak?
 Sitiliyanos bütün gücünü toplayıp gülümseyerek:
 — İyi be yahu, biz işimizin eri değil miyiz? Senin kuruntun efendi, biraz sonra göreceksin!
 Malayla çalışmadan önce, tuğlayı tutuyor, avucunda döndürüyor, malayla çalışmadan önce onu biraz yukarı fırlatıyordu, efelenerek –“huylu”adam gibi.
 — Sitiliyane amca, nasıl gidiyor, ne diyorsun? Önüne harç atarken gizlice, endişeyle ona soruyordum,.
 — İyi gidiyor yavrucuğum, Tanrı el verir…
 Yaparak bozarak bacaya kadar yükseliyoruz. Bir günlük iş kalmıştı.
 Gök gürlüyor. Başımızı kaldırıp, endişeyle bakıyoruz.
 — Yağacak.
 — Sus söyleme!... Sus!...Mırıldanıyor Sitiliyanos.
 Biliyoruz, işimizin alaşağı olması için fazla bir şeye gerek yok.
 Bütün gece yağdı. Hücrede herkesin dişleri çenesine vurdu, biz de kaderimize ağladık.
 — Nedir başımıza gelen? Ne olacağız?
 Sitiliyanos da gözlerini sımsıkı kapatmıştı. İstavroz çıkarıyordu, ama ne kendi kaderi ne kaderimiz onu ilgilendirmiyordu.
 — Orda ne ola ki, tanrım! Fırında!...
 Ertesi günü kalbimiz sıkışarak çalıştığımız eve yaklaştık. Yaşlı köylünün oğlu köpürmüş bizi bekliyordu. Avluya güzelcesine girmedik, dayakta ustalık gösterildi -neren acıyor demeden, yer misin, yemez misin?
 Bütün fırın yerde serilmiş yatıyor, harçlar ve tuğlalar onlara selam duruyor. Kapıdan yaşlı köylü de göründü.
 — Ulan usta, neden demedin bilmediğini? Sitiliyanos’a bağırıyordu.
 — Biliyordum, biliyordum efendi…
 Yere diz çöküp büzülmüş, delikanlıdan sopayı yiyordu ve bildiğini tekrarlayıp duruyordu, fakat şeytan işe karışmış olacaktı.
 Tuğlaları bir köşeye toplamak için bir iki saat çalıştık. Yaşlı köylü konuşmuyordu ve öfkeliydi. Gitti, bize yarım buğday ekmeği getirdi ve defetti:
 — Haydi, Allahınızdan bulun!
 Sitiliyanos akşam çavuşa, nasıl iyi bir marangoz olduğunu ballandırarak anlatıyordu. İnşaattan da anlıyordu ama aslında, hadi öyle diyelim, adamın esas ustalığı marangozluktu.  

BÖLÜM  10

Günler geçiyordu. Havalar çok soğumuştu. Çıplaklığımızı kapamaya çalışıyorduk. Atılmış bir çuval yarısı bulmuştum. Ortasından bir delik açtım, içinden kafamı geçirdim, bir sicimle belime bağladım. İyi olmuştu. Eski kâğıtları toplayıp tenime sarıyordum. Her ne bulabilirsem.
 Diğer arkadaşlar da ne yapabiliyorlarsa onu yapıyordu. İkisi dilencilik yaparak, rengârenk eski kadın elbiseleri getirmişti. Bu renk cümbüşü içinde hepimiz bir arada olduğumuz zaman cennet kuşları gibi görünüyorduk.
 Hala ayaklardan acı çekiyorduk, çünkü yalınayaktık. Geceleri yorgansızlıktan da acı çekiyorduk. Yoktu. Bunun için birbirimize yapışıp, derin sık nefes alıp vererek, daha çok sıcak havayı içimizde topluyorduk.

Bize günde yarım ekmek vermeye başladılar. Evlerin önünden geçerken dilencilik de yapıyorduk. Bazıları veriyor, bazıları da dillerini çıkarıp sırıtıyordu.
 Ben böyle aramak istemiyordum, çünkü ilk gün elimi adamın birine uzattığımda bana tükürmüş ve esaslı bir kötek atmıştı. Hepimiz bu süreçte oldukça, böyle şeyler bana batmıyordu. Kanıksamıştım. Yavaş yavaş insan alışkanlıklarını yeniden edinmeye başladık. Sonunda, önemi yok dedim -iki satır da bırak azalan onurdan yazalım.

Üç arkadaşımız hastalandı. Soğuktan, zatülcenp. Bir meydandan bulduğumuz iki teneke kutuyla vantuz çektik. Onlar için ıhlamur ya da ada çayı gibi şeyler dilendik.
 Bir akşam bizlerden biri, beni çuval sırtlamaya zorlayan adam, Hristos, kocaman tastamam bir çuval getirdi. Bize göstererek ikiye ayırdı. Hayran olmuştuk. O zaman birimiz şöyle dedi:
 — Bunu örtünmeleri için hastalara vermeliyiz.
 Hristos alevlendi.
 — Dalga mı geçiyorsunuz ulan? Bağırdı. Kim diyor size benim de hasta olmayacağımı?
 Ama o zaman da diğerleri hepsi birden celallendiler.
 — Onu vereceksin! Onu vereceksin! Diye kudurmuşçasına bağırıyorlardı. Sen Hıristiyan değil misin ulan, Türk müsün yoksa? Diyorlardı.
 Verirdin vermezdin, üstüne çullandık, köpek gibi havladı durdu, sonunda onu verdi.
 Bilmiyorum, neydi bizdeki tavır. Çıplak yatan kardeşler için duyulan gerçek sevgi olabilirdi -yoksul severlik ya da başka duygular. Çuvalı o bulduğu için kıskanıyor da olabilirdik, zira içten içe ona nefret besliyorduk. Bilmiyorum.

Vagonlardaki iş, her gün biraz daha sertleşiyordu. Orada çalışanların çoğu denizciydi, işin tekniğini bilmiyorlardı. Bilmediklerini baştan söylemişlerdi, eminim bu yüzden orada çalışıyorlardı. Şimdi acı içinde dediklerine pişman oldular ya, ama iş işten geçti.
 — Ah, neden be? Neden hemen öne fırlamadık?
 Bu işi bilmiyoruz demeyeceklerdi. Ben de inşaatçı mıydım memlekette? Burun çevirip, kıvırtmaya çalıştılar. Lakin onlar denizciydi, küçük ama zorlu denizlerin adamları -insanları böyle açık sözlü yapar. Aralarından biri ateş gibi bir çocuktu. Gemilerde büyük limanlara seferler yapmıştı. Bulduğu düzenbazlıkları görsen kıskanırsın. Dilenerek aldığı bir yaprak sigara kâğıdını üç kutu izmarit tütünüyle değiştiriyordu. Bir kulaç sicimi eski çuval parçasıyla. Bir dilim ekmeği üç kavun kabuğuyla -serinlettiği için. Onu tanımıştık. Her akşam toplandığımız zaman yanına yaklaşıyorduk:
 — Ne veriyorsun bugün?
 Adam, neyin var diyordu. Sonra pazarlığa başlıyordu. Adı Glaros’du.
 Bir gün vagonlardan süklüm püklüm döndü. Onu adamakıllı pataklamışlardı.
 — Ulan, bir gün ben bu trenlerle gideceğim! Bize böyle diyordu. Neden kıçlarından ayrılmıyorum sanıyorsunuz? Göreceksiniz!
 Gerçekten de gitti. Şöyle oldu:
 Bir gün Kırkağaç’a, uzak bir yerden bir hoca uğradı. Akşam bizim çilehaneye geldi.
 — İçinizde suyolcu(değnekle su bulan) var mı? Bize sordu.
 Cevap çıkmayınca tekrarladı.
 —İçinizde yok mu, diyorum, suyolcu olan?
 Birden bir ses duyuyoruz:
 — Benim!
 Bakıyoruz: Glaros’dur.
 — Bilir misin ulan?
 — Duy dediğimi! Sana bir mil öteden yerin altındaki suyu söylerim, hoca efendi!
 — Kokusunu mu alıyorsun ulan? Hoca hayrete düşüyor.
 — Vallahi! Bağırıyor Glaros. Görürsün bunu!
 — İyi.
 Ertesi gün Glaros, hocayla beraber gitti. Onlarla beraber gelmesi için bir de çırak araştırdılar. Bizim Sitiliyanos çıktı –baş artist.
 İkisi de gitti.

Soma’dan üç yeni tutsak daha getirdiler. Onlardan birini ve beni aldılar içi silme devasa kütük dolu bir depoyu gösterdiler. Askerin ihtiyacı için bunların kesileceği, işimizin bu olduğu söylendi. Artık inşaat işleri yoktu. Bitişikteki bir avlu içinde küçük bir dam altında uyuyacaktık. Aynı avluda bir de ev vardı. Orada askerler kalıyordu.
 — Odun kesmeyi bilir misin? Arkadaşa kaygıyla soruyorum.
 — Bilmem, diyor sızlanarak.
 Genç çocuktu, yirmi yaşlarında, solgun yüzlü, kocaman gözlü biriydi. Güneşte gözlerini kırpıştırıyordu. İleri miyobu vardı. Dizanteriden umutsuz derecede zayıf düşmüştü. Şimdiye kadar ölmemesi mucizeydi.
 Bize baltaları verdiler. İyi kötü, gelişigüzel koyduğumuz kütüğe baltayı indiriyorduk.
 — Adın ne? Arkadaş bana soruyor.
 — Ben mi? İlias.
 — Ben de Zak.
 — Zak? Rum musun?
 — Elbette, elbette, çocuk çabucak cevap veriyor. Rumum.
 — Fakat farklı konuşuyorsun.
 Gerçekten dili peltekti ve de lafların sonunu yutuyordu, bunun bir hikâyesi vardı mutlaka -yabancı olduğuna yemin edersin. Israr etmedim.
 Bütün günü azap içinde geçirdik. Nasıl çalışacağımızı bilmiyorduk. Askerler sık ara geliyor, bakıyor ve küfrediyordu.
 — Hala, sadece bu kadar mı?
 Bize vuruyorlardı. Sonunda, akşama dek ne kadar kütüğü parçalamamız gerektiğini belirlediler.
 Hava kararana kadar, ne yapabiliyorsak o kadar yapıyorduk. Soğuk müthişti. Aralık. Soluk almaya durduğumuzda, boşa çabalarımızla çıkan ter anında donuyordu. Acele ettikçe de baltalar hedefinden şaşıp taş döşemeyi buluyordu. Zak, gün batımına doğru baltayı şiddetle ayağına vurdu. Ondan çok kan aktı. Ayağına doladığı çuvaldan bir parça koparmıştı, yarayı onunla sardık.
 — Ah Zak, inşaat işi nerde! Ne kadar iyiydi!
 — Sahiden mi, İlia? Sahiden mi? Mırıldanıyor.
 Gerçekten öyle, Zak. Alıyorsun kireci. İçine su, bir fısss, sonra kum. Karıyorsun ve yumuşuyor. Yumuşacık oluyor. Yumuşak. Gerçekten öyle, Zak!
 Zak da ağzını anlattığım cennete doğru bir karış açıyor, küçük elleri iki yanda cansız gibi öyle asılı kalıyor.
 — Ne yapacağız, İlia? Ne yapacağız? Başka işler buradakinden daha mı az zor?
 Haklı değildi. Çuvallar için! Onu tatmadı. Bu kadar zaman Soma’da sadece taş kırdı.
 — Evet, ama kütükler de zor.
 Anlaştık. Hipotenüslerin toplamasını onca misal yapıp öğreniyorsun… bir kütüğü doğramasını öğrenemiyorsun -sor bakalım bunu istiyor muyum?
 Akşam sulu kar yağdı. Üstümüzdeki küçük dam yarıldı, bir köşeye büzüştük. Küçük bir yağ lambamız da vardı.
 — Ne iş yapardın Zak?
 — Piyano çalıyordum, artist.
 — A! Sahiden mi, Zak?
 — Ya sen?
 Ona söyledim.
 Bizi aldı bir çocuksu neşe, onu ve beni. Konuştukça benzeşiyoruz. Çok memnundu. Soma’da böyle kafa dengi tanıdığı bir insan olmamıştı. Taş kırmadan önce piyano çaldığını duyduklarında, onunla dalga geçmişlerdi.
 — Arkadaş olacağız, değil mi İlia?
 — Olacağız Zak.
 O zaman ona, yolda bıraktığımız Argiris’den üçüncü arkadaşımız diye, bahsettim.
 Bizi çok geç uyku tuttu. Vücutlarımızın iflahının kesildiğini sanki unutmuştuk -umursamıyorduk. Zak, anlatıyor, anlatıyordu. Dışarıda yağmur yağıyordu ve iri gözleri gece karanlığında parlıyordu. Yakalanmadan önce çaldığı son parçayı hatırlıyordu.
 — Gluk’u biliyor musun İlia? Orfeas’ı, karısı Evridiki’yi biliyor musun? Konuşuyor, konuşuyor…
 Alçak sesle bir besteyi mırıldanmaya başladı, beste kaybolan bir Evridiki’yi anlatıyordu.
Ertesi gün öğleden sonra, hiç olmazsa iki saat kadar, odun işimiz durdu. Bizi yandaki evin temizliğine götürdüler. Ordu mahfeli olacaktı.
 Evin altında birçok kitap ve harita bulduk. Onların arasında bir dergiden kopmuş iki sayfa vardı. Aldım koynuma soktum.
 Yalnız kaldığımız zaman gizlice çıkardım ve okudum. Geçen bu kadar zamandan sonra benim için yeni bir şeydi. Sanki gözlerim okuma alışkanlığını kaybetmişti -gözlerim kırpışıp durdu.
 — Bak! Dedim Zak’a, duygulanarak.
 — Ne var?
 Okuduğum bir şarkı sözleriydi. Adalardan. Bir çocuk, yabancı diyarlara gurbet için gemiye biniyordu. Seneler geçer. Bir gün anası sahile iner. Orada denizciler ve küçük muçolar kumda oynarlar. Ana onlara umutsuzca sorar: oğlunu görmüşler miydi acaba? Onlar da oğlunu tarif et der. Kuru sıska, uzun boylu biriydi… O zaman denizciler anaya anlatırlar, dün ya da evvelsi gün onu barbarların toprağında görmüşler: “Yosunlar kuma yorgan, kıvırcık saçlarına yastık olmuştu. Karakuşlar onu yiyordu ve beyaz kuşlar da üstünde dönüyordu. Bir kuş da, iyi bir kuş, yemek istemiyordu.”
 — Oku onu Zak, gözlerim yaşararak ona böyle dedim.
 Mahzun mahzun bana baktı.
 — Bilmiyorum, dedi sonunda.
 Ona okudum. Uzun süre konuşmadan düşünceye daldık. O zaman nasıl olup da okuma bilmediğini sormayı düşünmedim. Ama sonra, uzun zaman bunu düşündüm:
 Zak’ın nasıl bir geçmişi vardı?

Zak’ın baltayı vurduğu ayağı çok acıyordu. Odun keserken mecburen sık sık duruyordu. O zaman ben Zak’dan eksik kalan işi yapmak için bütün gücümü ortaya koyuyordum. Yine de yetiştiremiyordum. Bizi çok dövdüler.
 Sonra, aklıma bir şey geldi:
 — Senin müzisyen olduğunu biliyorlar mı? Arkadaşıma sordum.
 — Hayır, bilmiyorlar.
 — Neden be Zak? İyi düşünsene! Sana ihtiyaçları varsa, kurtuldun!
 — Söyleyeyim mi diyorsun?
 Söylemek için acele et, diyorum. O günlerde Kırkağaç’a bir tiyatro geldiğini duymuştuk. İzmir’den bir grup, saksağan Yahudiler. Büyük bir kilisede oynuyorlarmış. Zak’ı oraya isteyebilirlerdi.
 Böylece, subaya söyledi.
 Ertesi gün bomba patladı. Odunu bıraktık, küçük avlunun dışındaki olağanüstü harekete kulak kabarttık. Askerler. Sonunda uzun boylu bir adam göründü, yakasında üç yıldız vardı. Miralay.
 — Kimdir? Diye soruyor.
 Zak’ı gösterdiler.
 — Bu çocuk!
 Baltaları bıraktık, karşısında munis çehrelerle dikildik.
 — Müzik biliyor musun? Albay Zak’a soruyor, tepeden tırnağa süzerek.
 — Biliyorum.
 — Piyano çalar mısın?
 — Çalarım.
 — İyi.
 Gitti. Öğlene doğru Zak’a az giyilmiş bir yazlık asker ceketi getirdiler, bir pantolon ve bir çift potin de verdiler. Onu tıraş için bölüğe götüreceklerini sonra da, yarın sabaha hazır olmasını, söylediler.
 — Gördün mü Zak! Gördün mü Zak!
 Zak sevinçten uçuyordu. Elbiseleri değiştirdi. Çıkardığı çuvalları topladım ve ayaklarıma sardım. Benimkiler paralanmıştı. Tabanlarıma tahtadan ince bir tabanlık koydum öylece sardım. Böylesi çok iyiydi. Benim eskileri elbette yedeğe sakladım, ayağımdakiler çamur dolup ıslandığı zaman değiştirirdim.

Odun için başka birini yanıma getirdiler. Eski topraktı, ama bunca açlıktan sonra çok zayıf düşmüştü –cımbızla kaşları alınmış şaşaalı dişi gibiydi. Çalıştığımız baltalar kördü, avuçlaması da kilolar ağırlıkta.
 Bu adamla nasıl iş çıkacaktı?
 — Çalış arkadaş, çalış! Akşamın yaklaştığını ve önümüze koydukları işin çıkmayacağını görerek ona sesleniyordum.
 — Ne yapayım? Adam ümitsizce yakınıyordu. Ne yapayım?...
 İç çekip karnını ovuşturmaya başladı:
 — Tok olsaydım, arkadaş! O zaman görürdün!
 Gün batımına doğru bana iyice ümitsizlik çöktü. Çılgınca, sinirle, korkudan titreyerek vuruyordum. İşi yetiştirme acelesi baltaların falsosunu arttırıyordu.
 — Vur! Vur! Bir taraftan da arkadaşa bağırıyordum. Neredeyse gelecekler!
 Fukara, yapabildiği kadar yaptı. Vuruyordu. Ama elleri pörsümüş kartlaşmıştı.
 İş arkadaşlığımızın ilk günü, akşamı böyle bulduk. Tabii odunu beraber yedik. O daha fazla yedi, işte yeniydi.
 Gece, yuvaya sinmiş kuşlar gibi bir yere büzülüp kaybolmuştuk. Konuşmuyorduk.
 — Zak, odunda senden daha iyiydi, diyorum sonunda ona. Gör ki müzisyendi.
 — Ne yapayım kardeşceğizim, ne yapayım? Acıyla mırıldanıyordu. Benim tekne mazot istiyor. Ah, olsa…
 Ne yapsaydı? Aniden aklına bir fikir geliyor. Biraz duruyor. Sonra bunu dışa vuruyor:
 — Kardeşceğizim söyle bana, sen çok yer misin?
 Ona bakıyorum.
 — Neden?
 — Bak sana ne diyorum! Yarım tayınını bana verir misin?
 Bana açıklıyor: Ona her gün tayınımın yarısını verseymişim, tayınlar midesinde bir volta atsaymış, o zaman çıkacak işi görürmüşüm.
 — Bana ait olandan çok fazla iş çıkarırım. Sen küçük ve acemisin. Böylece işin hafifler biraz.
 Ekmek! Ekmek! Duraklıyorum. Sonunda bunu olumlu bularak cevap veriyorum:
 — Tamam.
 Anlaşıyoruz.
 Ertesi gün, gerçekten benim tayının yarısını aldı. Çalışırken yalayıp yuttu. Midesine eklediği bu nevaleyle de elleri makine gibi çalışmaya başladı.
 Ben işten ekonomi yaptım. Her lokmayı uzun süre çiğniyordum. Bu dikkatini çekti.
 — Böyle mi yersin sen? Diye sordu.
 Ona ne diyeyim?
 — Böyle, dedim.
 Çiğnemeyi aniden kesti ve bana baktı:
 — Kardeşceğiz, sakın zannetme ki… İkimizin iyiliği için…
 Öyle saftı ve riyadan uzak insancıl gözlerle bakıyordu ki!
 — Onu biliyorum arkadaş.
 Bu hafta iyi iş çıktı. Akşam öbürleriyle çilehanede birlikte uyuyalım diye bizi bırakmaları için çok yalvardık. Kabul ettiler ve bizi bıraktılar.
 Zak da erken geldi. Onu bir asker getirdi.
 — İlia! İlia!
 Gülüyor ve çocuk gibi bana koşuyordu. Ceplerinden çıkararak boşalttı. “Al bundan, bundan da ve bundan da!” Bir yığın ev yapımı tatlıydı, çeşit çeşit, bademli. Yedim ve üstüne parmaklarımı yaladım.
 — Nereden bu iyilik, Zak? Nereden?
 Anacığımın, dişi elinden! “Bre aman” “Sana ne dediğimi iyi duy!”
 Zak, albayın kızına piyano öğretmeni olmuştu.

 Odun işi yoluna girmişti. Arkadaşım her gün benim tayınımın yarısını alıyordu, daha şevkle çalışıyordu. Dayak yemiyorduk.
 Ayağımıza bir kısmet geldi: Bir sabah, avlunun kapısında beyaz sakallı yaşlı bir köylü durdu. Gizlicene. Rastgele biriydi. Bize, avuçlarımızı açmamızı işaret etti. Avucunu açtı ve bizimkine elindekini koydu ve aceleyle gitti. Bir tutam tütündü, tamı tamına iki sigaralık. Ama tamı tamamına. Dahası da vardı, iki yaprak sigara kâğıdı.
 Ertesi gün yaşlı Türk dede, pat pat yine geldi. Yine iki sigaralık tütün. Ama sanki teraziyle ölçerek veriyordu.
Bu düzenli devam etti. Biz de, havadan gelirin hesabını yapıyorduk.
 — E, cimri yahu! Mırıldanıyordu arkadaşım.
 Bir gün kendini tutamadı, üsteledi.
 — Biraz daha koy amca!
 — A, hayır! Hayır! Şikâyet etti, gitti dedecik.
Zak, sabahleyin albaylara gitti ve akşama döndü. Onu iyi besliyorlardı ve kendini toplamaya başlamıştı.
 Bir akşam döndüğünde çok düşünceliydi.
 — Neden böylesin?
 — Kötü havadis, İlia.
 — Nasıl gidiyor?
 Ellerimi yakaladı, titriyordu.
 — Korkuyorum…
 — Yani, ne oluyor?
 Bana anlattı. Bu zırdeli dişi yaratıkla nereye varacakmış bu iş? Bir iki gündür ona bir başka türlü davranıyormuş. Başlangıçta, kayıtsızmış -ona dokunuyor, ondan çekinmiyor, onu erkek gibi görmüyormuş. Herhangi bir nesne gibi davranıyormuş, diyelim piyano gibi, diyordu. Kıza diyorlarmış: «seninki mi?» Ama Zak da bol yiyip semirerek eski Zak olmaya başlamıştı. Eski Zak da iri gözleriyle, tatlı bir çocuktu.
 — Gözlerini dört aç! Ona sertçe öğüt verdim. Biz şimdi Evridikiler için burada değiliz. Seni yakalarlarsa, yok olursun! Soğuk demir olduğunu söyle ona.
 Demir olduğunu söyleyeceğine dair söz verdi.
Kış kendini cömertçe gösterdi. Bütün arkadaşlar anlaşmıştık, herkes işten dönerken eski tahta parçası, dal, ne bulursa getiriyordu. Ben de birkaç kıymık çalıyordum. Ateşi yakıyorduk.
 Döşek için, aklımıza başka bir şey geldi: Hücremizde zaten var olan at gübrelerini avuçlarla ateşin yanına getirerek kurutuyorduk. Sonra herkes payını alıyor ve onlarla gövdesine göre döşeğini yapıyordu. Zamanla gübre çöküyor, küçük bir çukur oluşuyordu. Mezar gibiydi -ne kadar adam o kadar mezar. Herkes kendininkini biliyordu. Kavga etmiyorduk.
 Ateş yanarsa ilk işimiz belliydi.
 — Haydi çocuklar! Bitler için!
 Dörder beşer ateşin etrafında toplanıyorduk. Çuvallarımızı çıkarıyorduk. Bitlerin düşmesi için böyle çırılçıplak kalıyorduk. Trak trak, onları duyuyorduk. Fırsatı iyi değerlendirmeye çalışıyorduk. Zira sıradakiler:
 — E, haydi! Diye bağırıyordu.
 Sonra, diğer postanın gelmesi için çekiliyorduk.
 Ateş tatlı olunca, bazen nöbetçimiz de içeri geliyordu. Manzaradan duygulanarak o da asker ceketini çıkarıyor ve bit döküyordu, başka milletin biti nasıl oluyor diye dikkat kesiliyorduk. Türk eliyle yakalayıp pat diye yanındaki toprağa atıyordu. Onları yakmıyordu.
 — Hemşeri, niçin? Ona soruyorduk.
   — Yazık. Günahtır, diyor adam.
 O zaman öğrendim ki, bitleri yakmak veya öldürmek günahtı onlar için -insan hakları derneği gibi, bitler için dernek.
 Ama biz bitlerden akşamleyin kurtulsak da, ertesi gece yine her tarafımız kabarıyordu.
 — A, şeytan alsın! Bitleri öldürmeyen muhafızlardandır! Biri bitlere öfkeleniyor.
 — Ulan üzerimizde bit bulunduğuna şükretmiyorsun! Diyordu başka biri de. Aksi halde ne yapacaktık?
 Gerçekten, uyku gelmesi için ne yapacaktık? Bu kış geceleri uzundu. “Bit yumaklarını” ortaya çıkarıyorsun. Bitlerle kaşınıyorsun, vücudun kanıyor, onları yakıyorsun. Sonra da uyku bastırıyor. Yoksa aklın için büyük tehlike var olurdu. Sönen iki çocuksu gözü -Argiris’i- hatırlayabilirdin. O da neden bitlere saygı duyan bu saf halkın içinde bir bit olarak doğamadı ki? Kalktı Süreyya yıldızıyla ilgilendi. O halde, oh olsun.

Bir akşam Zak geç geldi. Gün bana azap olmuştu. Odundaki arkadaşım hastaydı, çok az iş çıkardı, ne kadar yapabildiyse. Çok dayak yedim.
 — Ne olacağım ben, kardeşceğizim? Ne olacağım? Miyavlayıp duruyordu Zak.
 — Sen de Evridiki’ni terk et! Sertçe, lafını kesiyorum.
 Acı dolu gözlerle bana bakıyor.
 — Neden, İlia?
 — Çünkü sen daha dayak yemedin ama beni öldürdüler!
 Konuşmuyor. Biraz sonra çekinerek bana şöyle diyor:
 — Yarın sana bir şeyler getireceğim.
 — Ne?
 — Göreceksin! Göreceksin!
 Sonra bana açıklıyor, Evridiki bugün diğer günlerden daha çılgınmış. Bir anda, kız yerinden aniden fırlayıp onu ağzından öpmüş. Ona demiş: “ne arzu ediyorsan iste benden”. O da benim için eski bir asker ceketi istemiş.
 Ertesi gece gerçekten ceketi bana getirdi. Sevinçten uçtum, fakat o sersem gibiydi.
 — Bu iş nereye varacak? Nereye? Evridiki’yle arasında olanları sorguluyordu. Geliyor; beni yakalıyor, sıkıştırıyor, dizlerime dokunuyor, beni öpüyor, bana “şeri” diyor, ben de dimdik soğuk demir gibi duruyorum. “Yoksa sen insan değil misin?” Diye, bana sordu İlia!
 — Duyma Zak! Duyma! Ona tekrar söylüyorum: Dayan!
 Geceyi uykusuz geçirdim. Bütün gece oflayıp puflayan Zak’ın sesini dinledim.
 — Onu mu düşünüyorsun? Yavaşça ona soruyorum.
 — Bırak beni! Bırak beni! En iyisi, bu iş başıma hiç gelmeseydi. Kalsaydım odunda.
 Yanına yaklaşıyorum, kulağına:
 — Yani hoş… değil mi, Zak?
 Nasıl hoş olmasın! Gözleri, taze teni, bir an eğildiği zaman parlayan küçük göğsü.
 Anlatıyor, anlatıyor.
 Uykumuz çok geç geldi. Tam da değil, bu ilkbahar havası bize aniden ulaştı. Dişlerimizi sıktık, yüreği arzudan parçalanan, ağzından köpükler saçan iki bağlı hayvan gibi dönüp durduk.

Bu ateşten gömlek azabı, Zak’ın demir taklidi, bir hafta daha sürdü. Sonra bir akşam bu temsil, sade ve hiç alakasız biçimde bitiverdi, kötü bir tiyatro eseri gibi -sahnede ölüm gösterisi olmadan.
 Çilehaneye döndüğümüz zaman, o akşam bizden biraz evvel gelen Zak’ı orada bulduk. Kabahat yapmış köpek gibi köşeye büzülmüştü. Avuçlarıyla yüzünü kapatmıştı.
 Eğildim ve ona ne oldu diye sordum. Cevap vermiyordu. Sadece yüzünü utanır gibi gizliyordu. Ellerini zorla indirdim. O zaman, zayıf ışıkta yüzünün çiziklerden tanınmaz halde olduğunu gördüm, kıpkırmızı çizikler yol yol parlıyordu. Bir gözü şişip kapanmıştı, bir şey görmüyordu. Ama öbürü yaştan sırılsıklamdı.
 — Sana o mu vurdu?
 Evet, O. Kudurmuş vahşi hayvan bugün tümüyle açılarak davet etmişti. Ama o demirdendi ya -bir küçük soğuk demir. Karşı koymuştu. O zaman kız hınçla üzerine atılmış, gözlerinden şimşekler çakarak babasının kamçısını almış ve başlamış freni boşalmışçasına indirmeye, suratına, kafasına, neresine olursa.
 — Gâvur! Gâvur! Gâvur!
 Bir sandığın üzerine çıkmış, oradan indiriyormuş kamçıyı. Yorulup duruyor yine başlıyormuş. Sonra onu kovmuş, bir daha geri gelme demiş.
 Ertesi sabah, Zak’a giymesi için verdikleri elbiseleri alması için bir asker gönderdi.
 Zak da çıkardı hepsini verdi. Çok üşüyordu. Bana getirdiği ceketi almasını söyledim. Israrla reddetti. Sadece ondan bana kalan çuvalları istedi.
 Yine beraber odun işine sarıldık. O iğrenç solucana nefret duyuyorduk. Bütün gece toprağı dişledik durduk ve ona sahip olmak arzusuyla öküzler gibi böğürdük.


BÖLÜM  11

Bakırköy, Kırkağaç’tan bir saatlik uzaklıktaydı. Bu isim bizi korkudan titretiyordu. Bakırlı Efe’nin memleketiydi. Ordumuz Anadolu’yu elinde tuttuğu zamanlar, gerçek bir yiğit gibi karşı koydu. Baş eğmedi, dağların yolunu tuttu ve savaştı. Bizimkiler o zamanlar ondan titrerdi. Bir gece köyünü bastılar ve onu aradılar. Bulamadılar. Annesini ve sözlüsünü öldürdüler.

Bir sabah, beşimizi aldılar ve oraya götürdüler. İnşaatçı ustası Yanis de bizimleydi. Şimdi artık her gün yağmur, kar yağıyordu ve inşaatta çalışılmıyordu.
 Beşli içinde İspinos da vardı. Onu böyle çağırıyorduk, çünkü devamlı konuşurdu, budalaca konuşurdu -iyi kalpliydi ama susmanın da ihtiyaç olduğundan hiç haberi yoktu.
 Bize burada, Bakır’da kalacaksınız, dediler.
 Gün boyunca, bazı depolarda çalıştık ve geceleyin bizi dört köşe küçük bir dükkâna, ağıla tıkar gibi koydular. Bir delik ki -uzanarak boyun tamı tamına ancak sığabiliyoruz. Başımıza nöbetçi dikmediler. Kaçsak nereye gidecektik ki? Dükkânın penceresi yoktu ama sıvası dökülmüş duvarlardaki yarıklardan kış oluk gibi içeri akıyordu. Ateş yoktu. Öldüresi acı içinde Kırkağaç’ı, oradaki ateşimizi, bitli gecelerimizi arayacaktık.
 Sadece Yanis durumdan yakınmıyordu:
 — Yahu, yapmayın çocuklar! Moralinizi bozmayın! Her şey yoluna girer…
 Bu kara bahtlının baştan beri kesin inancı şuydu:  yüzde doksan, çocuklarının kaybolduğuna inanmıştı. Ama Çipin-Çipin’le gelen yeni arkadaşlardan mutlu haberi aldığı zaman, sanki ona yeni bir damar açılmış, taze kan kalbine dolmaya başlamıştı.
 Gerçeği bildiğimden dudaklarımı ısırıyordum.
 — Neye inanalım! Neye inanalım! Karşısında kendimi kabahatli sanarak rahatlatmak için bağırıyordum.
 Ama küçük ince gözlerin bakışları insanların ve eşyaların üzerine öylesine masum düşerdi ki her şey rıza gösterip eğilirdi.
 Bakırlı Efe’nin aylardan beri Manisa’da olduğunu öğrenince rahat bir nefes aldık. Ama bir gece, Yanis’deki inanç yaprak gibi sallandı.
 Yoldaki gizli fiskosları işittiğimiz zaman vakit çok ilerlemişti. Köyden üç dört kişi kapının dışında alçak sesle konuşuyordu.
 Kulakları diktik, köşeye sinip dinledik. Yanis birden, kolumu sıktı.
 — Ne diyorlar?
 — Onları duymadın mı? Boğuk sesle fısıldadı. Bizi boğazlamak için plan yapıyorlar. Kış gecesinde, dehşet içinde, yanımızda konaklayan askerlere sesimizi duyurarak haber vermek için avazımız çıktığı kadar bağırmaya başladık. Bir subay iki askerle kopup geldi, küfrederek ne olduğunu sordu. Bu arada köylüler de ortadan kaybolmuştu.
 Bizi koruyacak bir nöbetçi koyması için yalvararak ayaklarına kapandık –biz askeriyenin malı değil miydik?
 Bütün gece, bir aşağı bir yukarı gezinerek nöbet tutan neferin yağan kara ve bize ettiği küfürleri dinledik. Köylüler bağırmamıza fırsat vermeden neden işlerini çabuk görmemişlerdi!
 “Allahım! Neden çabuk davranmadılar?”
 Neden geç kaldılar? Çabuk davransalardı şimdi o uyuyor olacaktı.
 Gözümüzü bir an kırpmaya cesaretimiz olmadı. Öyle bir gece yaşansaydı Türkiye’de en ufak haber bile olmayacaktı, bunu uzun uzadıya düşündük… Ne olmuş, kim kaybolmuş. Bakır’da bir gece.

Sonunda korktuğum gün geldi. Bütün gece ateşten kıvrandım. Beni, öğlene kadar çalışmaya zorladılar, yolları kardan temizledik. Fakat öğlene yakın dizlerimin bağı çözüldü, yere yığılmışım.
 Bizimkiler beni kovuğumuza taşıdılar ve yine işlerine döndüler. Akşama kadar orada yalnız başıma kaldım, terk edilmiş yaralı hayvan gibi süründüm.
 Arkadaşlar gece döndüklerinde yanlarında iki de kiremit getirmişlerdi. Harap duvarın içinden iki çıta çekip çıkardılar, ateş yakıp kiremitleri ısıttılar. Sırtıma sıcak kiremit yerleştirdiler. Bu bana iyi geldi. Gözlerimi açtığımda Yanis’e ben ölüyorum dedim. Yağlı uzun saçlarımı okşadı ve bir ana gibi avuttu beni.

Ertesi günün öğleden sonrasıydı.
 Hücremizde yalnızdım. Küçük siyah bir gölge gelip kapıda durdu. Peçesini yarım örtmüş bir nenecikti. Kaldırımda, etrafına endişeli bir bakış attı. Sonra aceleyle bana doğru koca bir ekmek parçasıyla bir ayva fırlattı.
 — Bir şey istiyor musun…, oğul? Çarşafının altında titreyerek, korku dolu sesle bana soruyordu.
 Böyle bir şeye hazırlıksız olduğumdan teşekkür etmeyi güçlükle heceleyebildim.
 — Teşekkür ederim, ana…
 Gölge kayboldu.
 Bir iki saat geçti. Gün batıyordu. Önce yavaş başladı, sonra yüksek perdeden devam etti: bir ses minareden ezan okuyor. Hisli notalar ne yazık ki, düşen kar tanelerine yapışıp kalacaktı –sesi yukarıya nasıl çıkarsınlar?
 — Âlem fena!... Allah ekber!... <yazar böyle yazıyor (!) >

Akşama arkadaşlar geliyor, onlara ekmeği ve ayvayı veriyorum. Bir parçasını da ben, serinlemek için yalıyorum. Bir sicime bağlı koçanı hala elimde duruyordu. Kış için asmış olacaklardı. Uzun süre kimsede ses yok, ben de susuyorum.
 Ateşim yine yükseliyor. Kafamın içi, beynim uğulduyor, gece zor geçecek. Şimdi bir ses işittim, İspinos soruyordu.
 —Doğru mu söylüyorsunuz…  Türk kadını mıydı?
 Çıt yok.
 Biraz geçince, Yanis’ın sesini fark ediyorum, Bakır’dan korktuğunu söylüyor. Yunanistan’daki birçok tutsak bu köydenmiş. Öyle olduğunu öğrenmiş. Bizimkiler çoğunu buradan götürmüşler.

Bütün gece ateşim devam etti. Yorgun ve bitkindim. Arkadaşlar sabah, işlerine gittiler. Çuvalıma sarınıp küçük kapıya süründüm, orada gelen geçen insanlara bakıyordum.
 Aniden O’na dikkat ettim. Bir subay geçmişti. Ceketinin yakasında bordo rengi, üçgen yaka işareti vardı: Doktor.
 Geri dönmesini bekledim. Bu arada karar veriyorum. Oradan buradan tırnaklarımla tırmıklayarak toplamış olduğum, hala birazı aklımda kalan zavallı Fransızcamla -geliniz more, geliniz, diyen sözcükleri derleyip toplayıp cümleyi hazırlıyorum.
 Sonunda subay, aşağıdan görünüyor. Kapıya varıyor. Yalvararak ağzımı açıyorum:
 — Doktor bey! Doktor bey! Aye pitiye dö mua…Aye pitiye…
 Adam aniden duruyor, uygarca söylenmiş bu sözden vurulmuştu, biri Fransızcada siz diye yalvarıyordu. Gözlerini açıyor, işte orada! Bakır’da böyle bir şey! Bakıyor, bakıyor ve şaşkınlığı gittikçe büyüyor. Kılığımı inceliyor -pislik içinde, uzun saçlı, çuvallar içinde biri, çünkü Zak’ın verdiği ceketi alırlar diye içime giyiyordum.
 — Nesiniz? Sonunda bana Fransızca soruyor.
 — Esir.
 — Hasta mısın?
 — Evet, hasta.
 Bana daha bir şeyler sormak istiyor, neyim varmış gibi falan, ama duruyor, çark etmek istiyor Fransızcasından. Fransızcası benimkinden de daha zavallıydı. 
 Sonra vazgeçiyor.
 — Dö la fiyevir? Diyor sadece.
 — Evet, evet ateş.
 Tekrar geleceğini bana işaretle anlatıyor. Genç bir çocuk, yirmi beş yirmi altı yaşlarında. Daha sonra öğrendim ki Bakır’a o gün gelmiş.
 Birazdan tekrar geliyor. Bana bir tüp kinin ve başka tozlar getiriyor.
 — Şayet yarın kendini iyi hissedersen sağlık ocağına gel -güç bela anlamamı sağlıyor.
 Bir iki günde kendime geldim. Ateş düştü. Doktor geçerken beni gördü. Sonra bir asker gönderdi ve beni sağlık ocağına aldı. Orayı evi olarak da kullanıyordu.
 Oturmamı işaret etti.
 — Sen çok gençsin, diyor bana. Ne iş yapıyordun?
 — Okula gidiyordum.
 — E, seni neden tutukladılar?
 — Öyle.
 Doktor susuyor -muhakkak, yeniden lafa başlamak için yeni sözcük arıyor.
 — Türkçe bilmiyor musun?
 — Hayır, burada ne öğrendiysem.
 Yine susuyor. Sonra zayıf düştüğümü, birkaç gün çalışmamam gerektiğini söylüyor. Ama bu nasıl olacak?
 Bulmaya çalışıyor, sonunda bir yol buluyor.
 — Bende çalışacağını söyleyeceğim. Fransızca ilaç tarifelerini çevirirsin.
 Öyle oldu. Sabahları sağlık ocağına gidiyor, akşama koğuşumuza dönüyordum. Doktor bana pantolon ve bir çift postal verdi. Her akşam torbama ekmek dolduruyordu:
 — Arkadaşların için, diyordu.
 Fransızca bazı ilaç tarifeleri vardı ki çevirisini kolay yapamıyordu. Lügatle bile. Çünkü zaman çekimlerinden, fiil mastarlarını bulamıyordu. O zaman ona yardım ediyordum. Fransızca-Türkçe lügatten Fransızca sözcüğü buluyordum ve Türkçe karşılığını okuması için ona gösteriyordum. Uzun süre böyle çalıştık.
 Çocuk çok gençti, üniversiteden yeni çıkmıştı, sıcak Anadolulu bakışları vardı. Tabip teğmendi.
 — Bir gün, bir tarifeyi tercüme ediyorduk. “Pu le jön mer”
 Bir kelimeyi aradım. Onu buldum ve sözlüğü ona uzattım. Kitap elimde kaldı. Onu almıyordu.
 Kafamı kaldırdım ona, gözünü bana dikmiş bakıyordu.
 — İlyas…(bana hep böyle seslenirdi, “a”yı uzatarak). Annen var mı?
 — Evet, var diyorum ona.
 — Kurtuldu mu?
 — Evet, kurtuldu.
 Sessiz kalıyoruz. Bir şey söylemek istiyor, fakat duruyor. Tercümeye devam ettik. Akşama kadar suratı asıktı.
 Kendi kendime sordum durdum: Ne olmuştu?
 Ertesi sabah, Doktor Kırkağaç’a gitti. Akşama dönecekti. Emirberi İsmail ile yalnız kaldık ve ona yemek işinde yardım ettim.
 İşi bitirdiğimiz zaman oturduk.
 İsmail, Diyarbakırlı saf bir çocuktu. Görüyor, efendisiyle sohbet ediyorum, Fransızca konuşuyorum, bunca kitabı, sözlükleri karıştırıyorum, o zaman gözlerinde bana karşı ölçüsüz bir hayranlık kabarıyordu, bunu görüyordum. Bilmiyorum, beni ne biçim bir yaratıktan sayıyordu.
 Çat pat konuşuyorduk.
 — Nereli Kamil Bey, diye doktoru sordum.
 — Bursalı, dedi bana.
 — Ailesi orada mı?
 — Evet. Yani babası. Anasını… Onu sizinkiler öldürdü.
 İsmail daha çok şey anlatıyor. Onu dinlemiyorum. Evet, iyi anlayamadığım için.

İsmail bir gün, doktor yokken, beni bir köşeye çekiyor ve ısrarla bir şey için yalvarıyor. Bir kâğıt ve kurşun kalem tutuyordu. Ne istediğini anlıyorum: İsmini “Fransızca” yazmamı istiyordu.
 Bir ambalaj kâğıdına yazıyorum:
 “Ismael”
 Kâğıdı alıyor ve içten teşekkür ediyor. Sonra sabırla, gıdım gıdım onu kopya ediyor. Ertesi gün ve daha ertesi gün de işi olmadığı zamanlar, onu artık yıpranmış olan kâğıdının üzerine aslan yavrusu gibi çökmüş görüyordum. Kopya ediyor, karşılaştırıyor, kamburunu çekip, “I” gibi oluyordu, hâlbuki benimleyken kamburunu çıkarırdı. Avlunun duvarları doldu: Ismael, Ismael, Ismael.
 — Bunu öğrenip ne yapacaksın? Gülerek ona sordum.
 Kafasını neşeyle ve bana şükran duyarak sallıyor.
 — Nerden bilesin!
 Nereden bilecektim! Bir gün Diyarbakır’a dönecekmiş. Ona soracaklarmış: “E, o diyarda ne öğrendin, İsmail?” O da, o zaman oturacak ve onlara askerdeyken öğrettikleri insan öldürme usullerini anlatacak, sonra da diyecekmiş: “Durun bakalım, daha şunu görmediniz!” Kalemini tükürükle ıslatacak, bir kâğıt parçası alacak ve başlayacakmış çizmeye:
Ismael
 Diğerlerinin gözleri fal taşı gibi açılacakmış, nah böyle! Sağdan sola değil, tersine yazılmış bu esrarengiz yazıya gözleri çakılıp kalacakmış. Yerlerinde korkudan büzüşecekler ve huşu içinde O’nu çağıracaklarmış.
 “Allah!” “Allah!”
Kırkağaç’a dönüş emri geldi.Doktor Kamil elimi sıkıyor:
 —Hürriyetine çabuk kavuşasın, İlyas.
 Ona teşekkür ediyorum. İsmail de beni selametliyor.
 Yolda, bizi götüren asker postallarımı ve pantolonumu görüyor:
 — Çıkar!
 Onları çıkarıp verdim. Oh olsun sana! Hiç olmazsa pantolonu içe çuvalı üste giyecektin, Zak’ın hediyesi ceketi giydiğin gibi.
 Kırkağaç’taki arkadaşlar bizleri büyük coşkuyla karşıladı. Hararetle kucakladılar, öptüler.
 Zak’ı arandım.
 — Zak! Zak!
 — Zak? Öldü, diyor biri.
 Şaşkınlıktan ağzım açık kalıyor.
 — Öldü mü? Nasıl öldü?
 — İşte, öldü.
 Üşütmüştü, zatülcenpten. Ya da öyle bir şey. Bir haftadan fazla dayanamamış. Evet, bir gece beni hatırlamış. Sayıklamaları içinde bana seslenmiş: “İlia, İlia”. Sonra daha sakin, daha alçak bir sesle başka bir kimseye seslenmeye başlamış. Kimdi bilmiyorlar, annesi olduğunu tahmin ediyorlar. Ona Ermenice sesleniyormuş. Buradan anlamışlar ki; Zak Ermeni olacaktı.
 — Düşün bir kere, diyor arkadaş, bunca zaman bunu anlamadık! Al sana, Ermeniymiş! Ne anasının gözü millet, değil mi?
 Ne diyordu bu arkadaş, sesimi çıkarmadan şaşkın şaşkın dinledim. Sadece kafamın bir hareketiyle cevap verdim -evet, evet, anasının gözü millet…
Hayli gün sonra suyolcuları geri getirdiler: Sitiliyanos ve Glaros –baş aktörler. Ayaklarında çarıklar, sırtlarında kıl dokuması esvaplarla tirtir titriyorlardı.
 Onlara hayranlıkla bakakalıyoruz.
 — Aman yahu, yıldızlardan mı gelirsiniz?
 — Hem, ne zannettin?
 Vay anam, nasıl geçirdiler bunca zamanı! İlk üç günleri tamam, yan gelip yatmışlar. Onları kendilerine gelmeleri için sadece beslemişler. Hoca. O günlerde, tesadüfen köyün muhtarı evleniyormuş. Törene onları da çağırıyorlar. Meydanda güreş olacakmış, gidiyorlar. Bütün köy soğuğa rağmen meydanı silme doldurmuş, çocuklar, kadınlar.
 — Esirler! Esirler! Kadınlar bizimkileri görünce bağırmışlar.
 Bizimkilere yaklaşmışlar, onları merakla süzüp yemeleri için kuru üzüm torbaları atmışlar. İki delikanlı güreşe tutuşmuş. Bütün gözler onların üzerlerine dikilmişken, Glaros bir Türk çocuğunu tenhada yakalayıp ona suyun kopup geldiği tarafı sormuş. Türk ona küçük bir tepeyi göstermiş.
 — Oradan doğru.
 — İyi, der Glaros.
 Oyun biter. Hoca bizimkilerin yanına gelir.
 — Haydi, der onlara. Siz de!
 — Ne?
 — Güreş tutacaksınız.
 — Aman be!
 — Haydi, şimdi, şaşkalozlar! Sonra da parsa toplayacaksınız. Bunun için!
 Glaros işaret ediyor diğer artiste.
 — Ne diyorsun?
 —Sen çıldırdın mı yahu? Sitiliyanos korkudan donakalmıştı. Güreşte çuvallarımız düşerse? Bize kuduracaklar!
 Glaros bunu hocaya söylüyor.
 — Çırçıplak kalmaktan korkuyoruz, hoca efendi! Bizi yok sayın!
 — Şeytanlar, gerçek güreş tutmanız şart değil! Öfkesi kabarmış Türk’ten korkmaz mısınız hiç? Elle yakalanmış gibi yapın sadece. İşte o kadar!
 Kalkmayı bir istiyorlar, bir istemiyorlar. Glaros bu arada peşrev deniyor: ellerini baldırlarına vuruyor, pehlivanların yaptığı gibi.
 Sonunda baş aktörler birbirlerine dalıyor.
 — Hay senin aklına! Bir eliyle çalışırken, hafifçe çıkışıyordu, çünkü diğeriyle sıkı sıkı çuvalını tutuyordu ki çözülüp düşmesin.
 — Düşeyim mi?
 — Daha var! Devam et.
 Sonunda, Glaros bir oradan bir buradan giriyor, dalıyor ve Sitiliyanos’u sırtüstü uzatıyor. İzleyen topluluk zevkten uluyordu.
 Glaros tepsiyi alıyor ve bir yığın bahşiş topluyor.
 Bunları bitirdikten sonra hoca onları yataklarına götürdü.
 — E, yarın başlıyoruz, dedi.
 — Başlayalım.
 — Hem çok vaktimizi almaz, çok iş değil, diye de ilave ediyor, Glaros.
 Hoca duruyor ve ona bakıyor.
 — Suyu nerede bulacağımızı biliyor musun, usta?
 O zaman, Gılaros dikleşiyor. Eğiliyor ve yerden küçük bir taş alıyor. Onu olanca ciddiyetiyle süzüyor. Cup, fırlatıyor yukarıya. Yine ciddiyetle düşene kadar izliyor. Sonra taşla beraber aynı anda kendini yere atıp kulağını yere yapıştırıyor.
 Hoca beyninden vurulmuş gibi izliyor bu esrarengiz işi.
 — Benim sanatım bu diyor, suyun nerede bulunduğunu bilmek Hoca efendi.
 Ve küçük tepeyi gösteriyor.
 — Allah! Allah! Sakalını çekiştirmeye başlıyor hoca. Ulan nerden anladın?
 Neşesinden, akşama onlara hoşaf getiriyor.
 Ertesi gün işe koyuluyorlar. Hiç zor değildi: Suyu yukarıdaki membadan aşağıdaki düzlüğe birkaç taklayla indirirlerdi. Kaldıkları günlerde bol bol yaban domuzu yediler. Türkler onları öldürüyor ve filan yerde diyordu. Çünkü onlar için dokunmak bile günahtı. Bizimkiler o zaman, tahsildarla gidiyor onu bulup getiriyor ve yüzüp, parçalayıp ne gerekiyorsa yapıyordu.


BÖLÜM  12

O günlerde aniden bitiverdi. Nerden geliyordu? Haki renkli yağlı bir ceket giyiyordu, üzerine iliştirilmiş kurdeleler, rengârenk şeritler vardı. Bir de fiyonk. Sıska yüzü tarçın rengi iğrenç lekeler, küçük çıbanlar, beneklerle doluydu -başka birinde bu kadar çok olamaz. Etrafına kuşkuyla bakan iki ince göz. Küçük kafa tamamen ustura vurulmuş. Sadece tepede bir tutam saç bırakılmış, kirden dimdik cılız birkaç tel saç.
Gördüğümüz ilk gün, askerler onu aralarına almıştı. Bir sürü maskaralık yapıyor, askerleri gülmekten çatlatıyordu. Bizi görünce koştu geldi, önümüzde derin bir reverans yaptı ve her birimizin sağlık durumunu sormaya başladı. Sonra parmağıyla herkesin burnuna birer fiske vurup, sanki çıkan sesi kontrol eder gibi yaptı.
 Öylece kalakaldık ve öfkeden dişlerimizi sıktık.
 — Solucan! Diye fısıldadı arkadan biri.
 Adam fısıltıyı duyar duymaz aniden döndü, ürkmüş gözlerle bize baktı ve tabanları yağlayıp yandaki yolda kayboldu.
 — Doktor! Doktor! Askerler arkasından bağırıyordu.
 Ama adam geri dönmedi.
 Akşam, bu kertenkele acaba ne olabilir diyorduk. Biri Konyalı bir Türk olduğunu öğrenmiş. Ama başka biri, o kuşkulu dedi, kendini gizleyen Ermeni de olabilir. Zak gibi.

Doktor -lakabı buydu-  bizim sahici gölgemiz oldu. Kırkağaç’ın Ermeni mahallesinde terk edilmiş derme çatma bir kulübe bulmuştu. Onu taşlarla gelişigüzel kapatmış ve yatağını sermişti. Şafakla beraber kulübeden fırlıyor, soluğu bizim hücrenin kapısında alıyordu.
 İşe gitmek için yola çıkmış oluyorduk. Önümüze düşüyor, köy kahvelerinin oraya vardığımızda oturan yerli ahaliye maskaralık yapıp kendini gösteriyordu. İçinde kaygılar taşıyan korku dolu bir çabaydı bu -bizimle nasıl dalga geçtiğini onlara gösteriyordu. Bazen dalıp gidiyordu. Gözlerini kapatıyor, bir süre öyle kalıyor sonra ağır ağır gözkapaklarını oynatmaya başlıyordu. Bu aç kapa onu ayıltıyor, deli olduğunu hatırlatıyordu. O zaman kafasını yukarı kaldırıyor, başından takkesini çıkarıyor ve pür ciddiyetle bakarak emri basıyordu:
 — Ulan, efeler, öksürün!
 Kimimiz gözlerini yere eğiyor, kimimiz gözlerini üzerine, iğrenç meşin suratına kinle dikerek onu tahrik ediyordu.
 — Öksürdünüz mü, musibetler? En yumuşak tonda soruyordu Doktor.
 Daha cevabı beklemeden tepesindeki kılı yakalıyor ve bir reverans yapıyor:
 — Sağlığınıza!
 Hepimiz kuduruyorduk bu solucana. Tanrı onu aç karınları sindirim için gıdıklasın diye göndermiş olacaktı.

Bir akşam, koğuşa öyle bir telaşla daldı ki zannedersin arkasından kovalıyorlar. Onunla beraber Kırkağaç’ın dağından inen dondurucu rüzgâr da içeri daldı.
 — Misafirler! Misafirler geldi size! Üç kişiler. İkisi ayı gibi “ ve bir maymun”! Bir maymun!
 Solucanın gözlerinden akan mutluluk kırmızı suratını parlatıyor ve çamurlu yanaklarını okşuyordu.
 Yenileri haberden yarım saat sonra getirip bizim koğuşa kattılar. Onları beklerken tarif edilmez bir huzursuzluk duyduk. Kesin olarak İzmir’den trenle getirdikleri sonucuna varmıştık. E, bu yeni arkadaşlarda çok haberler olmalıydı.
 Geldikleri zaman etraflarını kuşattık, büyük bir ateş yaktık. Herkes iltifatta birbiriyle yarışıyor. Hepimiz bu çuvallar içinde göründüğümüzden daha iyi durumda olduğumuzu göstermek istiyorduk -sanki insanlık hali durumdan utanıyorduk.
 — Öyle mi kardeşler? İzmir’den mi?
 — Evet, İzmir’den.
 — Neler oluyor orada aşağıda?
 — Askeri mahkemeye düştük.
 Korkuyla gözlerimizi açtık.
 — Sahiden? Mahkemeye mi?
 — Sahiden.
 Evet, onları Manisa yangınını başlatanlardan saymışlar. Ama aslında sivrisineğe bile dokunmamışlar. Öylesine benzetmişler.
 — Peki, nasıl kurtuldunuz be çocuklar?
 — Onu Tanrı bilir! Biz de sanmıyorduk. Ama bir muhafızımız mahkemede bizi doğruladı, böylece beraat ettirdiler.
 Sevincimizi her biçimde gösteriyoruz. Sohbet koyulaşıyor. Glaros bir merakını belirtiyor.
 — Öyleyse… Denizi gördünüz diyelim, öyle mi?
 Aptalca söz ama kalplerimizi hoplattı.
 — Bildiğiniz gibi, diyor içlerinden biri. Hiç bir şey değişmedi.
 Ne değişsin ki?
 — Ne diyorlar, orada aşağıda? Gidecek miyiz?
 — O, bu kesin! Bir ay daha. En fazla.
 Onları merakla gözden geçiriyoruz, sanki acayip yaratıklarmış gibi. Bizim gibi çuval örtünmüşlerdi. Farklı hiç bir şeyleri yok. Lakin bir şey aniden birimizin gözüne çarpıyor.
 — Bu ne yahu?
 Üçünün de bileklerine takılı olan tenekeden “şeyleri” gösteriyor. Sicimle bağlıydı bileklerine, dört köşe tenekeden, Türkçe rakamlar yazılı plakalardı.
 — Bunlar nedir?
 — Bunlar mı? Bizim numaramız, diyor biri şaşkınlıkla. Sizin yok mu?
 — Hayır, bizim yok.
 Bir ay önce kendilerine numara verdiklerini anlatıyorlar. O zamandan beri her birinin bir numarası varmış. Kayda geçmişler. Ama daha önce kayıtları yokmuş ve onu yirmisi bir gecede askeri kamptan kayboluyormuş, arkalarından kim sorardı ki? Diyorlar. Sonra Manisa’da numara vermişler. Orada üç bin esir varmış.
 İşte o zaman hepimiz bakıştık, korkulu gözlerle.
 — Yani, şimdi biz güvende değil miyiz? Kim arayıp soracak bizi, şayet…
 — Ama durun! Hayır! Bizi sakinleştirmeye çalıştılar. Siz de bir yere kaydedilmişsinizdir. Sadece daha numaranızı vermediler.
 Orada, seni bir sayı yapan, küçük numara plakalarına bakıp duruyoruz. Onları kıskanıyoruz -ona sahip olma mutluluğundan yoksunduk.
 — Görüyorsun, hâlihazırda onların bir işi var… Bizden biri bunu gözlemlemiş.
 — İşimiz yoktu, hapishanede boncuk diziyorduk.
 — Bu kadar mı?
 — Ama sana demiyorum, onlara bayılıyoruz. Seni deliğe tıkmışlar…
 Bütün bu boşboğazlık içinde, üçünden sadece iki gencin bizimle konuştuğuna dikkat etmemiştik. Doktorun ad koyduğu diğeri, “maymun”, tek ses etmemişti. Yirmi yaşlarında sıska, sırık gibi biriydi. Uzun bacaklarını ateşe doğru uzatmış, oraya dikkatle bakıyordu, sanki ateşte önemli bir şeyler oluyordu.
 — Ateşe mi bakıyordun, kardeşceğiz? İspinos yaklaşıp sırtını okşuyor.
 Maymun dönüp sırtına dokunan İspinos’a bakıyor. Sonra gözlerini bizim üzerimizde dolaştırıyor. Gözler kan çanağı gibiydi, sık görülmeyen bir kırmızılık -göz akında kırmızılar şerit şerit. Bu gözlerin bize teşekkür ettiği açıkça görülüyordu. Sonra onları iki arkadaşının üzerine dikti.
 — A! Diyor yeni gelenlerden biri, unutup ta yeni hatırlamış gibi. Onunla konuşamazsınız. Dilsizdir!
 — A! Sahiden mi?
 — Evet, zira kafadan zoru var, fukaranın beyniyle ilişkisini kestiler. Oradaki dayağa ve nemli havaya dayanamadı. Bundan.
 — A! Çipin-Çipin gibi… Unuttunuz mu Çipin-Çipin’i?
 Hücreyi sessizlik kaplıyor. Bir iki dakika.
 — Uf! İspinos sonunda bu sessizlikten şikâyet ediyor. Nedir ya? Keşke…
 Alnında derin bir kırışık oynayıp duruyor. Sanki sinir geldi adama. Sonra yine sakinleşiyor.
 Bir süre muhafızlarımızın kaldığı avludaki küçük evden sızan alevin ışığına bakıyoruz. Sonra Maymun’a yaklaştım baktım, numarası 1283. Bu akşam da diğer akşamlar gibiydi, evvelkiler gibi. Bulduğum bir çuvalı yere serdim ve döşek olarak kullandık, dört ayak. Benimkiler ve onunkiler. Sonra ısınmak için birbirimize yaklaştık ve bitlerimizi kardeşçe paylaştık.

Ertesi gün yeni gelen üç arkadaş ve benimle iki kişi daha istasyona işe götürüldük. Yerler kirli, çamurluydu. Geceden kalan sis ovaya çöküp kalmıştı.
 Bir tren ıslık öttürdü. Islık, bu donuk sabah havasına yuvarlak küçük bir delik açtı -sonra, fısss, onu içerden patlattı.
 Dikenli tel balyalarını, istasyondan aldık. Onları on dakika uzaktaki bir ardiyeye taşıyorduk. Gidiyor, geliyoruz, biraz dinlenmek için durdurmuyorlar. İki muhafız vardı. Biri bizi istasyondan ardiyeye götürüyordu. Sonra orada oturup dinleniyor, bizi dinlenmiş olan öteki getiriyordu. Hep böyle. Soğuğun zevkine varmak için dilimizi çıkarıp havayı yalıyoruz ve koşuyoruz -zevkin böylesi.
 1283 Maymun makine gibi çalışıyordu. Ona tekerlek biçimi balyanın içine girip iki eliyle kaldırıp taşıması için akıl vermiştim. Birkaç denemeden sonra alıştı.
 Öğlene daha çok saat vardı ama şimdiden dizlerimiz bükülmeye başlamıştı. Sadece Zafiris, 21388 numara, dudaklarından dökülen hafif bir ezgi ile gidip geliyordu -Anadolu gibi sakin ve tatlıydı.
 — İşte gayret buna denir arkadaş! Kızarak ona takıldım. Tabi, horayı özledik!
 Anadolu sünnetli ayakta duruyor, bir zamanlar komando olan Zafiris’in dudaklarında eskinin ezgisi.
 Bana safça bakıyor:
 — Çocuğum neden bana kızıyorsun? Her şeyin bir sonu vardır, diyor sakin sakin. Yeterki inancı bırakma. Niçin türkü söylemeyesin? Ben inanıyorum.
 — Bu yıkımla! Öfkelenerek ona bağırıyorum. İnanç ha? Son nasıl gelecek?
 — Evet, nasılsa son gelecek.
 Ona karşılık vermedim. Kumaşı hayatta yol almasını bilen ötekilerin kumaşından kesilmişti. Dahası, çenesi ölçülü kesilmişti, suratında gereğinden fazla yer tutmuyordu.
 Birazcık durmak için muhafızlara yalvarıyorduk ama bizi duymak istemiyorlardı.
 Doktor birkaç elden sonra geldi. Yolda bizi izlemeye başladı. Bizimle gidiyor dönüyordu. Bir daha, bir daha. Sonunda yoruldu. O vakit, takatlerinin sonuna varmış olan bizlere dikkat kesildi. Bir şey demedi. Fakat istasyona vardığımız zaman, birdenbire zıplayıp oynamaya başladı.
 — Bak şimdi, ne olacak! Muhafıza bağırıyordu. Nişanlın var mı hemşerim?
 — Var, diyor adam.
 — Öyleyse, şimdi sana bir tasvir çizeceğim, aynı sen, sümbüllü mümbüllü, ona gönderince kudursun genç kızcağız. Vallahi! Bele de bir kılıç koyacağız, benzeyesin zabite…
 Ona dil döküp duruyor.
 Muhafızın aklı başından gitti. Sivas’ın köylerinden kırklarında biriydi. Muhakkak ki bir sürü çocuğu vardı. Oralarda on beşinde, daha sümüklüyken evlendiriyorlar. Ama şimdi İzmir’de nişanlısı olduğunu söylüyordu, nam için.
 Yere çöküyor ve ötesini berisini düzeltiyor. Doktor da eski bir yağlı kâğıtla kalem çıkarıyor:
 — Daha sağa! Kalpağı az eğ, yana! Orada! Dik dur!
 Ve çizmeye koyuluyor.
 Resim sanki Büyük İskender gibi bir şey olmaya başlamıştı, yelkenli bir geminin içinde. Biz bu arada yere uzanmıştık, bu zarif ortamda terbiyesizce guruldayan karınlarımızı susturmaya çalışıyorduk.
 Saat geçti. Muhafız devamlı şişinip durmaktan yorulmuştu. Sabırsızlanmaya başladı. Bir o yana bir bu yana sallandı. Doktorun işi işte.
 Adam artık dayanamadı.
 — Ulan acaba suratım pencereli bir konak mı ki bitmiyor? Öfkelenerek bağırdı. Hepsiciği iki göz iki burun deliği! Bırakıyorum!
 — Bitti! Bitti! Bağırdı doktor da.
 Bir iki son çizgiyi de alelacele çekiyor ve kâğıdı veriyor. Bir askere bir etrafa göz atıyor -tüymeye hazır.
 Muhafız resmi evirip çevirip bakıyor, sanki içinde bir kuşku doğuyor -Büyük İskender’in gemisi mi? Sonunda kendini tanıyor ve gözleri sevinçten parlıyor.
 Biz de yorgunluğumuzu böyle atıyoruz.

Öğlen vakti oturmuş kara ekmeğimizi yiyorduk. Oralarda küçük bir evde kalan istasyonun yaşlı nenesi, iş başlayana kadar, bizden birinin onunla gelip evinin tahta döşemelerini yıkayıp silmesini istedi ve bunu muhafızın dediğini söyledi.
 – Ben gideyim, diyor, bir şeyin kokusunu alan Vasili, üç yeni misafirden biriydi.
 1283 Maymun’un gitmesinde ısrar ediyoruz, belki ona çıplaklığını örtecek bir şeyler verirlerdi. Kışın gafil avladığı erken açmış bahar çiçekleri gibi çeneleri vuruyordu.
 Maymun gitti. Onunla beraber bizden biri daha gitti. Ona ne yapacağını gösterdi ve döndü.
 Bir yolcu treni geldi. Sesler. Küfrediyorlar, merhabalaşıyorlar. Basit insanlar, zenginler, parlak fesleriyle. Bir subay bıyığının bir tarafını diğerinden biraz daha az makaslamıştı. Kısa kıllar sanki diğerine hizalanmak ister gibi komikçe titreşiyordu.
 Subay vagondaki bir hanıma elini uzatıyor. Hanım eli tutarak merdivene basıyor, kısa eteği biraz yukarı sıyrılıyor. Bir saniye beyaz etinden bir parça görünüyor. Ekmeği dişliyorum ve dişlerimin arasında gıcırdayan toprak parçasını çiğnemeye dalıyorum. Bir parça beyaz et –böyle kir dolu tırnağı gömesin ona, hırsla…

Tekrar işe hazırlanıyorduk. Vasilis, koku almış köpek gibi, ihtiyar kadının angaryasından dönen maymuna bağırıyor ve onu bir köşeye sürüklüyor.
 Beraber dönüyorlar, O ve Maymun. Vasilis, döndüğünde mükemmel bir yamalı haki ceket giyiyordu. Türk nene Maymuna ceketle birlikte boş bir çuval da vermişti. Vasilis çabucak çuvalı ortasından ayırmış ve dilsizin kafasından geçirmişti. Ceketi kendisine ayırmıştı.
 Bu işe fren koyduk.
 — Ona geri ver ceketi! Vasilis’e bağırıyorduk.
 —Çuvallarda tuzlu ıstakoz olmaya layık sensin! Arkadaşı Zafiris bağırıyordu. Ona acımıyor musun?
 — Tepemi attırma, lokanta! Vasilis öfkeleniyor. Bana lazım ve alıyorum onu!
 — Bunu göreceğiz! Diyorum ona.
 — Görelim.
 Akşam koğuşta toplandığımızda diğer arkadaşlara anlattım.
 — Size ne be! Diye bağırdı, o lanet adam Hristos.
 Adam bir süre önce bulduğu çuvalı ondan alıp hasta arkadaşlara verdiğimiz olayı unutmamıştı.
 Fakat biz hepimiz bu olayda da yine birlik olduk. Gözümüzü üzerine diktik, dişimizi gösterdik. Vasilis iyilikle ceketi vermeyi kabul etmedi. O vakit üzerine çullandık ve ondan aldık. Öfkesinden kudurdu ve bizi tehdit etti:
 — Köpekler!
 Ama onu dinlemedik. Maymun ateşin başında oturmuş, olan bitene lakayt, bunca şamatanın neden çıktığını anlamamıştı.

O günden sonra Vasilis’i bir türlü içimize sindiremedik. Yüzsüz, aşağılık lanetin biriydi ve her fırsatta bir biçimde attığı taşı birinin kaldırması gerekiyordu. Her işte daima işin kaçamağına bakıyordu. Halinden devamlı şikâyet ediyordu. Gece ateş yanında en iyi yer yalnız onun olsun istiyordu. Kısa zamanda bizim Hristos’a benzedi -aynı hamurdan. Bir zaman sonra kaçınılmaz şekilde paylaşım konusunda aralarında didişme çıktı -kim ateşe daha yakın uyusun, kim daha az çalışsın. Bir gece yumruk yumruğa geldiler. Nerdeyse birbirlerini öldüreceklerdi. Yaralandılar, paramparça ettiler birbirlerini.
 — İkimizden biri yok olmalı! Diye bağırıyordu, Hristos.
 —Evet, köpek! Ona cevap veriyordu Vasilis. Kim ama?
 Böylece Vasilis yalnız başına kaldı. Kimse onunla konuşmuyordu. Sadece eski arkadaşı Zafiris ona acıyordu. Arkadaşça yaklaşıyordu.
 — Vasili, niçin böylesin? Ona tatlılıkla öğüt veriyordu. Burada gurbette kardeş gibi olmalıyız.
 — Bırak beni, diye omuz silkiyordu öteki.
 — Kalbi olan bir insan bunu düşünmez, böyle yapmaz. İyi olmak gerekmez mi? Gör bak o zaman, bolluk gelir seni bulur, çünkü Tanrı görür…
 Ona cevap vermiyordu. O zaman artık Zafiris de geri adım attı. Vasilis yine düşünceleriyle baş başa kaldı. Biz aramızda, düzelmesini hayal ve umut ediyorduk. Böyle temenni ediyorduk. Lakin adam yalnız kaldı. Kimse onu ne seviyor ne soruyordu. Gözlerini bir yere dikiyor, kımıldamadan oturuyordu. Hayaller görür gibiydi. Bir gün Zafiris’e sormuştum. Onun hakkında bana, bir yerlerde bekleyen sümüklü çocukları var, dedi.

Böyle bir hafta geçti.
 Bir akşam doktor birimizi yakaladı. Gizlide. Korkmuş, lafı geveleyip duruyordu. Sonunda baklayı ağzından çıkarıyor: Kumandandan duymuştu. Şafakta üç arkadaşı asacaklarmış. İdam mahkûmuydular.
 İşten geç dönüp çilehanemizde toplandık. Korkunç haber etrafta dönüyor. Kim söyleyecekti onlara? İşaretle anlaşıyoruz. Kimse istemiyordu. O zaman bütün gözler İspinos’a baktı. Zıpkınlanmış balık gibi titriyordu. Kabul etmedi. Fakat hepimiz ona yüklendik. Ayıldı bayıldı sonunda boyun eğdi.
 Gizlice Zafiris’i bir köşeye çekti. Neden Vasilis’i değil de onu düşündü! Vasilis’in hiddetten onu paralayacağından korkmuş olacaktı. Zafiris safçaydı -bunlar her şeye dayanırlar.
 Fıs-fıs. Başlıyor ona söylemeye. Bütün gözler korkuyla ateşe çevrilmişti.
 — Ah! Zafiris’in çığlığını duyuyoruz.
 Gövdesi eriyor ve İspinos’un ayaklarına yığılıyor.
 Hepimiz koşuyoruz.
 — Ne oluyor yahu? Diye bağırıyor Vasilis. Çıldırdınız mı?
 Ayıltmak için Zafiris’in yanaklarını tokatlamaya başladık. Gürültü patırdı, sesler.
 Vasilis hala bir şey anlamayarak, frenden boşalır gibi kükredi.
 — Konuşacak mısın ulan? İspinos’a dişlerini gıcırdatarak tehditkâr bir adım attı.
 Fukara İspinos ne yapsın? Korkudan titriyor. Onu tek başına bırakmıştık.
 Hıçkırıklarla, ümitsizce, yüreği parçalanarak bağırmaya başladı:
 — Kardeşçikler! Kardeşçikler! Korkmayın!...Sizi asacaklar!...

Vasilis uludu durdu, yumruklarını duvarlara vurmaktan ellerini kanattı –sonra duruldu.
 Biz oturuyorduk. Kenarda büzülmüş korkuyla iri adama bakıyorduk. Sakinleşmişti ama yine de ona yaklaşmaya korkuyorduk.
 Konuşmuyordu. Sessiz, düşünceli, pelte gibiydi. Baskıdan kurtulan ilk kim oluyor? İspinos kalkıyor ve yağ lambasını söndürüyor. Herkes rahatlayarak derin bir nefes alıyor. Teselli edecek bir iki laf için ona yaklaşma cesaretini buluyoruz.
 — Nerden biliyoruz? Diyor birimiz. Yalan olmasın…
 Ama kapının dışına bu akşam iki nöbetçi dikmişlerdi. Bizi kilitlediler. Apaçıktı.
 Yine sessizlik çöktü. Çok saat geçti. Ocağın alevinin ışıkları duvarlara ve yüzlere yansıyordu. İspinos üzerimizdeki ağırlığı azaltıp havayı yumuşatmak için yine korkunç çaba gösteriyor.
 — Bir şey konuşalım… Diyor aniden.
 Çıt yok.
 Cesaretini kaybetmiyor. Bir hikâyeye başlıyor, ölü bir bedene karşı, ona ağlayan canlılar sabahı böyle yapıyorlar. Bir vakitler diyor, iki yoksul yolda gidiyormuş: Bir katır ve bir değirmenci. E, diyor hayvan, buyurgan tavırla. Değirmenci kardeş, senin kaderin daha iyidir. Neden öyle? Tersine gelmemiz için seninkini koyacağız bir yere.  O zaman iki canlı yaratık değişim yapıyor. Katır değirmenci oluyor ve öteki de bir hayvan ve hiçbir şeyin değişmediğini görüyorlar. Değirmenci,  hayvan… 
 Hop! İspinos hikâyeyi sanki ağzından birdenbire su boşalır gibi kesiyor. Başlıyor ağlamaya.
 O ikisinde, Vasilis ve Zafiris’de, kıpırtı yok. Maymunda da. Fukara zaten hiçbir şey anlamamıştı. Sadece herkesin uyumadığını görüyordu, o da uyumuyordu.
 Birimiz Zafiris’e dikkat ediyor, titriyordu. Onu ayılttığımızdan beri sesi çıkmamıştı. Sadece titriyordu.
 — Ayaklarını biraz ovalım mı ısınsın? Birisi ona soruyor, sevecenlikle.
 Ona bakıyor. Yorgunca işaret ediyor.
 — Hayır.
 İçindeki inanç bir anda kayboldu. Paldır küldür gitti. Onun için yıkımdı. İyi olmanın, kötü olmanın, ne önemi vardı öyleyse? Tanrının böyle sona varacağına inanamıyordu.
 Üç ümitsiz mahkûmun arasındaydım. Birden ateşin alevleri arasından Vasilis’in gözlerine dikkat ettim. Bir yere dikmişti. Görmek için döndüm. Maymun ayağını kaşıyordu. Parmakları kan içindeydi -bir gayretle onları bağlamaya çalışıyordu.
 O zamana kadar sakin oturan Vasilis bunu görüp aniden üzerine atılıyor.
 — Ulan anlamadın öyleyse sen.
 Ona durumu anlatmak için birden dilsize doğru hamle yapıyor.
 Önüne çıkıyoruz:
 — Vasili! Vasili! Hayır! Anlamasın!
 Zorla onu yakalayıp oturttuk.
 Savaşa küfretti, Yunanlılara da, sonra ateşi canlandırdı yine, dişlerini gıcırdattı -sonunda kuru dal parçası alev aldı.
 Şafağa doğru, Zafiris gibi sakinleşmişti. Gözler nemlenmişti. Çocuklarını çok yavaş, tek tek gözünün önünden geçirmeye başladı ve yalnız kalacakları için onlara gözyaşı döktü.
 Gün ağarırken askerler almaya geldi. Maymun uyuyordu. Ayaklarını çuvalımızın içine sokmuştuk. Ben de sokmuştum ama soğuktan hiç uyumadım. Ayaklarımız birbirine dolaşmıştı. Onları ayırdım ve onu uyandırdım.
 Saf gözlerle bakarak bana sordu:
 — Neden?
 Onun sırtını okşadım, sanki uyandırılan çocukmuş gibi.
 — Hiç.

Üç ceset, Kırkağaç merkezinde, her biri çınarın bir dalında asılmış sallanıyordu. Yağmur yağıyordu. Su yukardan aşağı ölü gövdeleri ıslatıyor, çıplak ayaklarından yere süzülüyordu. Maymunun ağzı yarı açıktı, dili dışarı fırlamıştı, sanki kararmış kocaman bir dalak. Ara sıra bir yağmur damlası düşüyor, üzerinden aşağı damlıyordu. Bu karanlık ağız o zaman ağlayan bir göz oluyordu.
 Köylüler konuşarak toplanmaya başladılar, merakla asılanlara baktılar, tükürdüler, tatmin duygusuyla ısınmaya gittiler.
 Doktor da çınarın orayı tutmuştu. Çeşitli temsiller veriyordu, aklına ne gelirse. Asılan vücutların altında dans ediyordu. Vahşi bir hayvanın böğürtüsünü andıran çılgın bir besteyi söylüyordu -beklemediğin bir anda şarkıyı keserek çığlıklar atıyordu.
 Bir an kafası sallananlardan birinin ayağına çarptı. Öç almak için ayakları yakaladı döndürdü, sırayla hepsini döndürdü. Sonra bunu bıraktı: gövdeleri hızla bir taraftan öbür tarafa salladı durdu. Sular daha fazla damlamaya başladı.
 Gömmemiz için, onları indirip bize çok sonra verdiler. Aynı gün ben ve İspinos bir dere yatağında büyük bir çukur açtık, üçü için de. O zaman İspinos’un hikâyeyi düşündüm -bir hayvan ve bir değirmenciydiler, değiştiler, yine bir hayvan…
 Doktor biz onları gömene kadar sahneyi izledi. İster istemez, araştırdı ve istasyonun yaşlı nenesinin maymuna verdiği ceketi çıkardı. Bir de, Vasilis’in giydiği donu aldı. Onları soydu.
 — Solucan!

Günler geçti. Bir akşam erkenden toplanmıştık. Avludaki küçük bir delikten üzerine kar yağan ağaçlara bakıyorduk. Dallara düşen karın ortaya çıkardığı şekiller, öyle güzeldi ki!
 Bodruma korkarak gelen biri göründü. Dönüp bakıyoruz: Doktor.
 Nerden çıktı bu ziyaret? Üçünün asıldığı günden beri onu görmemiştik. Dudakları bembeyazdı. Mecalsizdi. Belli ki açtı, yeni yataktan kalkmış olacaktı.
 Gözlerimizi sertçe üzerine diktik, o gözlerini aşağı indirmedi. Bize doğru iki kararsız adım attı. Sonra, korkunun esaretinde aceleyle teneke madalyalarla dolu ceketinin düğmelerini çözdü, küçük bir paket çıkardı ve onu bize fırlattı. Aceleyle döndü kayboldu.
 Deli değil mi?
 Bizim Hristos hemen paketin üzerine atılıp yakaladı. Onu açtı. İçinden bir ceket ve onun altından kirli bir don çıktı. Bumburuşuk. Kokmuş.
 — Maymunun ceketi! Bizimkilerden birisi gözleri açık donup kaldı.
 Evet, don da Vasilis’indi.
 Çıt yok.
 — E, Hristo, “biriniz yok olmalıydı”. Nasıl didiştiğinizi hatırladın mı? İşte böyle…
 Bu şamar gibi hatırlatma karşısında dona kaldık. Hristos da cevap vermiyordu. Dönüp sordu sadece, titreyerek:
 — Bunları kimse istiyor mu?
 Giysiler için soruyordu, ceket için.
 Bir cevap:
 — İyi, diyor. Ben alırım…
 Onları sarıyor. Yavaşça. Elleri ağır çalışıyor. Stop. Eller duruyor. Sağlam gövdesi birden bükülüp yere çöküyor. Donuk suratında bir kasılma beliriyor. Eğiliyor. Ve birden ağlamaya başlıyor.
   
BÖLÜM  13

Kaderimizde bu vardı. Bir akşam bana ve diğer iki esire daha bildirdiler. Ertesi sabah buradan gidecektik. Nereye, söylemediler.
 Korkmuştuk. “Üç” numarayı hatırladık. Numaralar üç taneydi, astıkları arkadaşlar. Arkadaşlarımız bizi sakinleştiriyor ve avutmaya çalışıyordu. Bize şanslı olduğumuzu söylüyorlardı, çünkü kim bilir, belki denize yakın bir yere götürüyorlardır. İçinde binlerce esirin olduğu büyük esir kamplarından birine düşebilirdik. Orada artık korkacak bir şey kalmayacaktı, çünkü bir numara vereceklerdi.
 Sabah acılı kalplerle çuvallarımızla örtündük ve arkadaşlarımızla vedalaştık. Hepsi çok duygulandılar. İçlerinde tekrar buluşamayacağımız korkusu vardı. Baş aktörlerimizden Sitilianos beni öptü. Sonra, Yanis ustayla kucaklaştık.
 — Şayet daha erken gidersen İlia, benimkileri bulacak mısın?
 — Bulacağım Yani.
 — Onlara burada olduğumu ve gitmeyi beklediğimi söylersin. Acılarımızı, çektiğimiz çileyi sakın söyleme.
 — Söylemem.
 — Söz mü?
 — Evet, Yani.
 Son anda içimden ona gerçeği açıklamak geçti –gerçeğe yavaş yavaş alışsın. Ama korktum.
 Nasırlı ellerini kuvvetle sıktım.
 Trenle ayrıldık. Yanımıza bir asker verdiler. Yolda bize eşek şakası yaptı durdu. Ona sorduk:
 — Nereye gidiyoruz
 — Kih, kih, sırıtıyor, ellerini boynuna götürerek, bizi keseceklerini ima eden hareketler yapıyordu.
 Onu ciddiye almadık. Ama asker tekrarlıyordu. İçten içe korkmaya başlamıştık.
 Tren hızla akıp gidiyordu -tabi başka ne yapacaktı ki. İlk defa trene biniyordum. Dışarıda direklerin, ağaçların gözümden hızla geçip kayboluşlarını seyrediyordum. Böylesine şeytanca bir akıştı, cisimler özelliklerini kaybediyordu. Birer dilsiz oylum oluyor ve aralarındaki insanlar pelteden bir kütle gibi görünüyordu -kalplerden, kemiklerden, gözyaşlarından. Bir haber ve tuhaf salıverilme  –yeni evli çiftlere balayı seyahati mi yaptırıyorlardı?
 Rötar yaptık. Hattın bir yerine taş toprak dökülmüştü. Diğer Türk işçilerle beraber bir saat kadar bunları raylardan temizledik. Küreklerimiz salıverilmeyi bozdu: pelte kütle yine vuran eller ve emir veren ağızlar oldu. Olabildiği kadar avunduk.
 Öğlene doğru Akhisar’a indik.   
 Bizi aldılar ve akşama kadar bazı küçük angarya işlerde çalıştırdılar. Gece olunca da alçak damlı bir binaya götürdüler. Bir hasat ambarı olacaktı. Karşıda bir cami görünüyordu. İçerde müthiş bir gürültü vardı. Oraya buraya birkaç yanan yağ kandili konmuştu. İçerdekiler Türkçe konuşuyordu. Giyimlerinden hepsinin Türk olduğunu anladık. Bir kısmı askeri kıyafetliydi, diğerleri kafaları sarıklı siviller ve bellerinde kırmızı kuşaklarıyla şalvarlı zeybeklerdi. Üçümüz bir uca çekildik. Aralarında konuşuyorlardı, bizimle ilgilenmediler.
 — Acaba burası mahpushane mi? Diye yavaşça birbirimize sorduk.
 Kim bilir bunu? Öğrenelim diye şeytan dürttü.
 — Soracağım, dedi içimizden biri, Yorgis.
 Kalktı ve sohbet eden ilk gruba gitti:
 — Hemşeri, burası ne oluyor?
 Şaşırarak dikeldi içlerinden biri:
 — Nedir, bilmiyor musun?
 — Hayır.
 Aralarında fısıldaştılar. O arada çuval içindeki Yorgis’i dikkatle inceliyorlardı.
 — La havle! Sen nesin ulan?
 — Esir, diyor, Yorgis.
 Birden bomba gibi patlıyor, adam.
 — A! Esir?
 Bütün depo haberle uğuldadı:
 — Gâvurlar! Gâvurları bize getirdiler!
 Bu halleri öylesine düşmancaydı ki fukara Yorgis çenesini kapatarak geri çekildi. Ama beraberinde oradaki Türklerden elli kadar adamı da mıknatıs gibi arkasından sürükledi. Usturalı kafaları, uzun sakallarıyla öfkeli adamlardı. Aralarında bir Arap da vardı -hepsi firari asker ve yoklama kaçağıymış, sonradan öğrendik.
 Baktığımızda, onlarda av bulmuş vahşi hayvanın parlayan iri gözlerini gördük.
 — Vay, demek ki o köpeklerdensiniz siz de! Öyle mi?
 — Bak! Bak! Diyorlardı birbirlerine.
 Yorgis daha öndeydi. Biri yanına yaklaşıp karnına bir tekme savurdu.
 — Kalk ayağa, köpek! Diye emretti.
 Kalktı. Türk ona bakıyordu. Bir anda şimşek gibi, aklına bir fikir geliyor. Yere serilmiş döşeklerin yanındaydı: saman dolu büyük çuvallar.
 Türk bunların birini yakaladı ve diğerlerine uçlarından tutmalarını söyledi.
 — Gir içine köpek! Emretti Yorgis’e.
 Ne yapsın fukara, girdi. Bir anda, çuvalı bütün güçleriyle yukarı fırlattılar. Güçlü adamlardı, onca ağırlığı rahatça kaldırıp fırlatıyorlardı. Yorgis havaya fırlıyor, düşüyor ve tekrar fırlatılıp düşüyordu -bir zamanlar, Sança Panço’lu bir gravür görmüştüm, aynen böyle. Türkler bağırıyordu, oyundan pek zevklenmişlerdi. Bir an aralarında anlaşarak, Yorgis’i havaya fırlamışken, döşeği altından çektiler. Ağır gövde lap diye alın üstü taş döşemeye düştü. Alnından kan akmaya başladı.
 Kan revan içinde büzülmüş yalvarıyordu.
 — Bırakın beni! Bırakın beni!
 Devam etmek istiyorlardı. Ama onu bıraktılar, yorulmuşlardı.
 Hepsi köşesine çekildi. Biraz sonra yine sohbeti koyulttular. Sonra, yavaş yavaş, uyumak için uzandılar. Sesler azaldı, sessizlik çöktü.
 Depoda sadece, demir parmaklıklı küçük dar bir pencere vardı. Açık bir kış gecesiydi. Bu küçük delikten ay ışığı içeri sızıyordu. İyiydi –hayırsever gözlüklü bayan gibi. Sadece Yorgis şiirselliği bozuyordu, çünkü inilti çıkarıyordu. Parmaklarımızı uzun süre alnına bastırarak kanını durdurmuştuk. Sonra pıhtılaşmış kana sargı bezi yerine samanı yapıştırmıştık. Yorgis, Sanços olmadan önce, Tanrının ve manifaturacıların bir kuluydu. Yollarda lirik şarkılar söylüyordu, kaşmirleri, tanrının evinde de ilahiler okurdu, koronun sağındaydı, sağ ilahici, “cennetin kokulu çiçekleri”.
 Bütün geceyi vardiyada geçirdik -bir saat ben uyuyordum, diğer arkadaşımız uyanık kalıyordu. Sonra değişiyorduk. Nöbetçiler farkına varana kadar mahkûmların bizi öldürmesinden korktuk. En ufak gürültüye kulak kabartıyorduk. Kalpler çatlayacak gibi çarpıyordu. Karanlıkta her şey bize kımıldıyor görünüyordu.

Ertesi gün bir paşanın bostanında çalıştık. Akşama doğru dönerken, Yorgis’in izmarit toplamak için gruptan uzaklaştığını gördük. Muhafız bunu fark etti, korkunç bir öfkeyle kükreyerek onu aradı ve sonunda biraz ötede buldu. Küfretti, onu bir güzel patakladı ve koğuşa gittiğimiz zaman subaya bundan bahsetti, “esirin onu çatlattığını” söyledi.
 — Doğru mu?
 — Doğru.
 Bir insanın bu kadar “ustaca” kamçılandığına daha evvel şahit olmamıştım. E, pek tabii güce karşı şahsi deneyimim vardı, ama onlar sıradan kaba uygulamalardı, güzel sanat eseri sayılmazdı.
    Zabit, değnekleri getirmelerini emretti -demet halinde ince uzun çubuklar, sinir gibi, bölüğün disiplin alet edevatından. Yorgis’in sırtından çuvalları çıkarıp attılar, onu çıplak bıraktılar. Bir asker bacaklarını sertçe iki yana açtı. Arkadaşımızın kafasını bacakların arasından geçirdiler ve asker Yorgis’in çenesinden kavrayarak onu sıkıca tuttu. Zavallının gövdesi askerin arkasında serbest kaldı.
 Soğuktan çeneleri atıyordu. Ama hızla gelen ilk birkaç kamçıyla üşümesi geçti çünkü damarlarındaki kan hızla dönüp dolaşmaya başlamıştı.
 Dokunaklı biçimde bağırıyordu:
 — Ah! Ah!
 Ama mademki bir güzel ısınıyordu, buna hakkı yoktu. Zabit kudurmuşçasına vuruyor onu bırakmıyordu. On dakika kadar sürdü. Yarı çıplak gövde sonunda pes etti, yükü ağır geldi. Asker artık çenesinden kavrayamıyordu. Onu yere bıraktı.
 Tekrar başlayacaklardı. Fakat o sırada, yakındaki minareden müezzinin sesi duyuldu:
 “Allah ekber…”
 Askerler namaza durmak istiyordu. Subay da geri çekildi. Yerden kaldırdık, ben ve diğer arkadaş onu içeri taşıdık -Arimatias’dan Yosif.
 Asker kaçakları bu akşam bizimle oyun oynamak istedi.
 — Bırak onları. Yazıktır, dedi içlerinden biri.
 Görmüş geçirmiş biriydi. Onu dinlediler. Yorgis sessizce sızlanıyordu, ama ölçülü biçimde, rahatsızlık vermedi.
 — Şayet yağınız varsa ona sürün, iyi gelir, dedi Türk.
 Yağımız yoktu. Ovalamayı denedik, dokundurmuyor, inliyordu.
 — Kim sizleri suçlu buluyor ki? Yine konuşmaya devam ediyor Türk. Benim de rahatım iyiydi, orada…
 O da hastaydı. Zayıf ışıkta kocamış iri suratı parlıyordu. Gözlerinin altında iki yanda fırlamış elmacık kemikleriyle, katıksız bir Moğol suratı vardı. İkisi bütün gece inledi -iniltileri nasıl da benziyordu- bir Türk ve bir Hıristiyan.
 Evet. Kırkağaç’ta bir ihtiyarcık, Bakır’da bir nene, burada Akhisar’da bu kocamış öküz: Allahın kulları. Öyleyse, iyi nitelikler ileri yaşlarda mı filizleniyor? Düşkünlükten olduğu görülüyor.

Bir hafta sonra Manisa’daydık. Akhisar’dayken tifüsün Manisa’nın amele taburlarını kırıp geçirdiğini öğrenmiştik. Tek tek düşüyorlardı -bir cam, dolu yağıyor, tıp, tıp. Şimdi büyük fırtınayı savuşturmuştuk -o zamanlar en azından memnun olacağın bir şey olacaktı, çünkü nitelikli ölüyorsun, ilksin, örneksin. Yoksa acaba şimdi mi damarlarda bir mikropla kıçları bırakacaktık, iğrenç ve topluca?
 Bizi bir yazıhaneye götürdüler.
 — Adın?  
 Onlara söylüyorum. Tabii soyadımı da.
 — 31328 numara, diyor yazıcı ve bana tenekeden bir plaka veriyor.
 Yumruklarımı sıkıyorum. Sevinç! Sevinç!
 Benimle gelen diğer iki arkadaşı başka tabura ayırdılar.
 Sabah vaktiydi. Benim bölük şafaktan evvel odun için dağa çıkmıştı. Dönmelerini bekliyordum. Döndüklerinde onları yakındaki bir hamama götürdüler. Nöbetçi beni de aldı ve götürüp bölüğe teslim etti.
 — Sen de gir içeri! Bir subay emretti.
 Çuvallarımı çıkarıyorum, etüv için onları paket edip hamamdan içeri giriyorum. Büyük loş bir alandı. İçerdekiler yüz kişiden fazla olacaktı, hepsi çıplak. Yıkanıyorlardı. Diğer arkadaşların dışarıdan tenekelerle taşıdıkları sıcak suyu döküp yıkanıyorlardı. Konuşuyorlar, bağrışıyorlar, küfürler savuruyorlardı.
 Aylardan beri yıkanmamıştım. Kir üzerimden sıyrılıyordu -akıp giden benden bir şeydi, doğrusu üzülmüştüm. Kir uzun tırnaklara doldu sonra yere akmaya başladı.
 Bitti. Çıplak adamların arasında volta atıyorum. Gezinirken, parlayan çıplak vücutlardan karakter tahminleri yapmaya çalışıyorum, kimlerle beraber olacaktım. Herkes çuvallar içindeyken benlikler kayboluyor. Lakin çıplak bir vücut diğerinden farkını gösterir. Dışarıdaki büyük alanda, bölüğün berberleri oturmuştu. Üç esir berberlik yapıyordu. Yüksek bir taşın üzerine oturuyorsun ve pas parlak çıkıyorsun. Tıraş çabucak bitiveriyor. Çünkü berberlerimiz, meslektaşları gibi saçımızı dil dökerek derleyip toplayıp onlara öyle şekil vermiyordu. İşleri çoktu.
 Biraz sonra saçlarım kökünden kazınmış, usturaya vurulmuştu. Zayıflamış duygusuna kapıldım –güçlü bir duyguydu.
 Bu da bitti. Hepimiz yakındaki istasyona götürüldük.
 Bizi paylaştılar. Bir kısmımızı yeni bir yol için uzun bir hendek kazısına aldılar. Diğerleri toprak taşıdılar. Ben de taş işinde çalışan ötekilere katıldım.
 Sipilos yukarda zor durumdaydı. Soğuk rüzgâr altında tir tir titriyordu, fukara nerdeyse donup düşecek.
 — Fakat böyle giderse üşüteceğiz! Sıcak banyodan sonra çenelerim atarak yanımdakine seslendim.
 — Hiç akıl yok mu sende! Küçümseyerek bana baktı. Bitlerin gitmedi mi?
 — Gitti, diyorum.
 — E, daha ne! İşte bu kadar! Düşmanların hepsini derdest edip bir kerede vurmuyorlar. Birer birer. Tifüs gelirse o zaman görüşeceğiz…
 — Öldürüyor mu gerçekten, çok mu? Adama soruyorum.
 Bana bakıyor.
 — Yeni misin sen?
 — Evet, bugün geldim.
 — Korkma. Şimdi kurtuluş var.
 Hakikaten, şimdi kurtuluş ihtimali vardı. Büyük kırım geçmişti. Tabi ara sıra ölenler oluyordu -bunun için ihtiyatı elden bırakmamak lazımdı. Ya birkaç hafta öncesi… Adam, bölgede binlerce esir koğuşlara sığmıyordu, diyor. Geceleri çömelerek uyuyorlarmış, biri ötekini eziyormuş. Yanı bitişiğindeki bir vücut bütün ağırlığıyla üzerine yıkılıveriyormuş, kurşun gibi. Onu itekler miydin? Diyor.
 “E!... Cevap ver!”
 Cevap yok.
 “ Kavatı yerden kaldırır mıydın?”
 Cevap yok.
 El zorla kalkıyordu, kavatın suratına öfkeyle düşüyordu. Bir, iki defa. Aniden parmaklar kokuyu alırdı. Utanarak büzüşüp kalırdı. Çünkü “kavat” ölmüştür. O zaman ölü gövdeyi bir yandan öbür yana devirirsin -böyle yaparak kokuyu kendine bulaştırmamış olursun.
 Sabah astsubaylar gelirdi. Burunlarını tutarlardı:
 “Geberik var mı?” Var mı leş?
 “Var.”
 Onları on on alırlardı, sayıları yirmiye vardıysa, götürüp bir çukura atıyorlardı.
 Oluruna bırak dedim. İlk geceden, koğuşta bir köşe bulup oraya kıvrıldım.
Ertesi gün şafak sökmeden aniden uyandırıldım. Askerler yatakların etrafında dört dönüyor, dipçikleyerek herkesi uyandırıyordu. Avaz avaz bağırıyorlardı:
 — Oduna! Oduna!
 Bütün bölük hareket etti, henüz gün ağarmamıştı. Yağmur çiseliyordu. Diğerleri alışıktı, ne homurdandılar ne de başka bir şey yaptılar. Bir zaman sonra yüksek bir tepenin yamacında durduk. Sık orman. Askerler aşağıda kaldı. Bizler dağın tepesine salıverildik.
 Ortalık ışımaya başladı.
 — Ne olacak? Soğuktan dişlerim takırdayarak yanımdakine ne oluyor diye sordum.
 — Kes! Diyor adam.
 — Neyle? Hiçbir şeyim yok!
 — Git bulursun!
 Bazıları eski teneke parçalarıyla işi görüyordu. Kesmek için onları kullanıyorlardı. Ama daha çoğu çalıları kökünden söküyor ve elleriyle dalları koparıyordu.
 Ben de işe böyle başladım. Avuçlarımız patlıyordu ama herkes demetini yapmak zorundaydı. Bu odunlarla garnizona döndüğümüz zaman tifüsten kurtulmak için su ısıtıp yıkanacağız. Her iki üç günde bu tekrarlanıyordu. Zaman geliyor bolca çalı bulamadığımız oluyordu. Ellerimde çürümüş yapraklarla dağdan iniyordum. Bana bir kaç kök ödünç vermeleri için diğer şanslılara yalvarıyordum. Ama her zaman benim gibi boş dönenler çok fazlaydı. Şanslılardan hiç biri de günlük kazançlarını bölüşmek istemiyordu.
 Hepsi sert insanlardı, eziyet çekmiş ketum adamlar. Şimdi Kırkağaç’taki arkadaşları andım. Dağdan inip aşağıda teftişe durduğumuzda boş ellerimi gören subaydan dayak yiyordum, acıyla sızlanıyordum.
 — Sızlanırsın böyle ya! Bir gün yanımdaki benimle böyle alay etmişti.         
 — Kırkağaç’ta biz böyle katı yürekli değildik! Diyerek ona kızmıştım.
 Adam sert ve kaba bir tavır takınıp gözlerimin içine bakmış ve demişti:
 — Dinle ufaklık! Sen daha dün çıkıyorsun dağa. İki ay evvel nasıldı biliyor musun?
 Kafamı indirip susmuştum.
 — Ha şöyle, kes sesini! Dipçikler hoşumuza mı gidiyor!
 Böyleydi. Büyük acılara katlanmayı böyle öğrenmişlerdi -sayfalarında başka şeye yer yoktu. Askeriyenin ihtiyacı odunlarla gece vakitleri dağdan ayrılıyorlardı. Hala numaraları yoktu. Hiçbir zaman, şimdiki gibi çok adamla dağdan geri dönmemişlerdi. Askerler onlarla beraber dağa çıkıyordu. Artık gerisi keyiflerine kalmıştı…
 — Biliyor musun ne kadarını bıraktık böyle? Adam konuşmaya devam ediyordu.
 Sert gözlerle havayı yoklayıp:
 — Şafağa kadar çığlıkları duyuluyordu, bir burada bir orada, kaybolana kadar. Demişti.
 Hiç konuşmadım.
 — E, sen şanslısın, seni üzecek böyle şeyler görmedin. Aksi halde sen de…

Sık orman çok güzeldi. Sakız ağaçları. Koca yemişler. Hafiften pembeleşmişler. Askerler dallarından “kırmızı sopa” çıkarıyorlardı. Biz esirler de böyle dedik: “kırmızı sopa”.

Biz bir işçi taburuyduk. “Amele taburu.” Esir asker taburları bizden ayrıydı. Onlar daha iyi geçiriyordu. Bizim taburdakiler katıksız esirdi.
 Askeri garnizon Manisa’nın eski akıl hastanesinin olduğu yerdi. “Hacı Hasan”, muazzam çukura sokulmuş bir bina. Oraya basamaklarla iniyoruz. Etrafını çeviren on iki demir kapılı bir avlu, kemerler -bütünüyle basit ve aptalca. Kemer tavanlı büyük bir bodrumu var -tavandaki küçük bir pencereden biraz ışık alıyor. Oradan buradan aşınmış duvarlar. İçerde adam boyu yüksekliğinde kovuklar görünüyordu. Demir parmaklıklarla kapatmışlar. Delileri bunların içine tıkıyorlarmış, daha fazla delirsinler diye. Şimdi biz oralarda ateş yakıyorduk.
 Garnizon, geldiğim ilk gün bana tamamen yabancıydı. Gece bütün koğuşları dolaştım. Kimse bana dikkat etmedi. Gündüz herkese yaklaşamazdın.
 — Oturayım mı? Bir akşam arkadaşlık niyetiyle soruyorum.
 Laflıyorlardı. Bana garip baktılar.
 — Neden oturmayasın! Biri lakayt cevap veriyor.
 Kurtuluş için konuşuyorlardı. Biri bir ay içinde gideceğimizi söylüyordu.
 — Bu kadar kesin mi?
 Bir şaşkınlık oluyor ve tehditkâr gözler üzerime çevriliyor.
 — Yani, sen inanmıyor musun?
 — Hayır… öyle demedim…
 — Bir ayda! Bunu duydun mu? Bir ayda!
 Daha aşağıda başka sohbetlerde bir rüyayı anlatıyorlardı. Dün gece biri görmüş. Tanrının bir meleğiymiş, kanatlı. Saçları altın gibi parlıyormuş. Gözlerinin içinde iki küçük yıldız ışık saçıyormuş, gözbebeklerinin içinde. Esir, melek olduğunu bu parlayan yıldızlardan o dakka anlamış.
 “Tanrım”, demiş ona, “ne zaman?”
 O vakit melek ona görkemli bir el işareti yapmış, açık yürekle, bütün yüce insanların yaptığı gibi, tokça bir jest. Sonsuz uzaklara bakmış, Tanrısı oralarda olacak. Ve demiş:
 “Bir ay içinde”
 Böyle dedi. Bir ay içinde. Bir dakika fazla değil.
 — Sahi mi? Sahi mi? Diğer arkadaşlar huşu içinde, rüyayı gören adama soruyor.
 Evet! Sahi!
 Adam devam ediyor: melek sonra şöyle bir volta attı, diyor. Hepimiz koğuşlarımızda yan gelip uzanmış ve leş gibi kokuyorduk. Melek o zaman, kanatlarını karga gibi tap-tap çırpmış ve yerde uzanan leşlerin yarım metre üzerine kadar bir hamle yapmış. Voltayı böyle bitirmiş ve onları nefesiyle kutsamış -onlara değip kirlenmemeye de dikkat ediyormuş. Sonra da kaybolmuş.
 Rüyayı gören adam susuyor. Bütün kalpler hızla çarpıyor. Ama mademki melek gelmiş ve bize bunları demiş! Olur, gerçekten olur. Bir ay içinde buradan gideceğiz!
 Biri sevinçle kalkıp, rüyayı aşağıdakilere de anlatmaya gidiyor. Başım dönerek geri çekiliyorum. Uzanıyorum. Kubbe tavana bakıyorum. Bir sıcak rüzgâr, mahzenin içinde kanat çırpıp uçuyor. Herkes inanıyor. Güçlü bir silkinişti –kalabalığın topyekûn gücü. Zayıf, sessiz, dirençsiz, sıfırlanmaya başlıyorum. Ben de inanmaya gayret ediyorum -parlayan melek saçlarına, gözlerinin içinde ışıldayan o iki küçük yıldıza.
 Evet, evet, bir ay içinde…

Tabur bölüklere ayrılmıştır. Bölükler de mangalara. Mangaları doğrudan Türk subaylarıyla yönetmek kolay değildi. Bunun için, her manganın başına Türkçe bilen bizlerden birileri çavuş olarak tayin ediliyordu. Mihal çavuş. Vasil çavuş. Yovan çavuş. Bu çavuşlar bir iş yapmazlar, sadece başımızda dururlardı. Bu rütbelere konanlar daha iş bitirici, kurnaz ve becerikli olanlardan seçilirdi. Rumlar ve Ermenilerden. Birdenbire aynı pastanın içinde olduklarını unutup, diğerlerinden ayrılırlardı –deriye zor bağlayan yara kabuğu gibi.
 Taburun işlerinde, suyumuzu çıkarmaktan pek hoşnut görünürlerdi. Ne Tanrıdan ne şeytandan korkuları vardır. Akşama rapor verirler: Bugün şunlar bunlar oldu. Tabur da onlara aferin sana derdi.

Her sabah, uyanır uyanmaz yoklama oluyordu. Bir, iki, ne kadarlarsa. Bizim çavuşlar bir Türk ile beraber bizleri sayardı. Sonra satış başlardı.
 Manisa tamamen yanmıştı. Köylülerin el işleri göreceklere ihtiyacı vardı: yapı ustaları, marangozlar, teknisyenler, ameleler. Subayla bir fiyatta uyuşurlar, parça başı on kuruş, yirmi kuruş gibi ve satın alırlardı. Bir gün için.
 Sonra sırada belediye ameleleri vardı. Her gün yolları temizlerlerdi. Sonra terziler.
 — Bitti mi?
 — Bitti.
 Arta kalanlar devletin büyük işlerine kalırdı: Yollar, vagonlar, cephane.
 Yolda giderken bir taraftan da izmarit topluyorduk -ilk işimiz buydu. Subay mahfeli olarak kullanılan yanmamış iki evin önünde her zaman daha çok bulunurdu. Sırayı bozup üstüne atlardık. Çavuşlarımız ve muhafızlar da sopayı vururdu. Aramızda kural koymuştuk: bol nimetin üzerine bir gün bir parti atlıyordu, sonraki gün diğer ve sırayla diğerleri. Düzen böyle kuruldu. Sıranın bize gelmesini iple çekerdik.

Akşam karavana çıkıyordu. Sadece akşamları. Çok defa kuru bakla olurdu. Kazanlar taburdan uzakta kaynardı. Haşlanmış bakla içeri çuvallarda getiriliyordu -böyle taşıyorlar. Herkese on beş kadar bakla tanesi düşüyordu. Ve biraz da kara suyundan, her ne kadar gelirse.
 Kimileri karavanayı avuçlarıyla alıyordu, kimileriyse yoldan buldukları teneke kutularla. Bazıları buldukları bu teneke kutuları gece ihtiyaçları için bulunduruyordu. Bunları mahzenin duvarlarında sıram sıram asılmış görebilirdin. Bilemezsin hangisi o iş hangisi bu iş içindir.

Diğerlerinden daha sıkı iş, trenlerden taşınan cephane işiydi. Dışına “92”kilo diye işaret konmuş küçük mermi kasalarıydı. Onları istasyondan bir mil ötedeki büyük bir depoya taşıyorduk. İki iki.. Her iki tutsak bir kasa alıyordu. Biri yükleniyor diğeri de arkadan yardım ediyordu. Yolun yarısında değişiyorduk. Böyle.
 Bu işe “kara angarya” diyorduk. Askerler de işe böyle çağırıyordu:
 — Haydi, kim “kara angarya” ya geliyor!
 Seksen kadardık. Gözler yerde, bir adım ileri çıkıyorduk.
 Gün be gün bu işte çalışanımız azalıyordu. Onları sırtlanmış giderken görürdün, aniden pat! Ağızlar açılır, a.a.a, suratlar gerilir, nerdeyse deri çatlayacak, buz gibi. Düşerler   –nasıl ölürler! Onları ayıltmak için suya sokuyorduk.
 Bizim çavuş akşam bu konunun lafını ediyordu:
 — Bu iş nereye varacak? Kasalara zarar verecek bunlar!
 Baktılar ki olmuyor, o zaman bize öküz arabaları getirdiler, tekerleğe benzer, nah al sana! Şimdi kasaları taşısınlar. Öküz yerine, boyunduruğa iki esiri koşuyorsun, diğer esirler de elleriyle tekerleri itiyor. Askerler de elde dirgen öküzlerle olduğu gibi yürüyüşü düzene sokuyorlar.
 Yolda bir kuyu vardı. Bizimkilerden ikisi üçü içinde boğulmuştu. Askerler diyor. Çok defa bizi orada durduruyorlardı:
 — Bakın içeri, ulan!
 Bakıyorduk.
 — Görünüyorlar mu?
 — Hayır, görünmüyor.
 —Birini atalım mı aşağı, onları bulsun? Mihal Çavuşa soruyorlardı.
 Birlikte gülüşüyorlardı. Dalgalarını geçiyorlardı. Sonra öküzler yine yola koyuluyordu. Çabadan gerilmiş, oflayıp puflayan soluk soluğa kalmış vücutlar rüzgârda titriyordu. Tekerler gıcırdıyordu. Lirik nağmelerle. Triks, triks. Arabayı sürükleyenlerin boyun damarları kordon gibi gerilip fırlamıştı. Çıplak tabanlar toprakta güdülüyordu. O’na yalvarıyorlar: Dayanma gücümüze boyun ey, merhametten!
 Kuyudan ilerde bir mezar vardı. Bir Türk burada ölmüştü. Efe. Ona dikine bir mezar taşı koymuşlardı. Yolun üzerindeydi. Öküzlerin yoluna rastlıyordu, tekerlekleri süren arkadaşlar durumu iyi tartamayıp arabanın büyük tekerlekleri mezarın toprak yükseltisine değiyor.
 — Yavaş ulan! Askerler bir ağızdan kükrüyor ve dümeni kırmaları için öküzlere dirgeni dürtüyor.
 Yola bitişik bakla ekili bir tarla vardı. Bir iki kök mezara doğru kol salıp uzanmıştı. Orada gürbüzce kök verip yeşermişlerdi. Üzerinde turfanda baklalar parlıyordu. Geçerken iştahla onları seyrediyorduk.
 Bir gün içimizden biri dönüşte atılıyor ve baklaları koparıyor.
 — Pis millet! Askerler üzerine varıp dirgenle girişiyorlar. Ulan siz bir şeyden korkmaz mısınız?
 — Herifler ahlaksız! Neden korksunlar! Allahı var mı acaba? Mihal Çavuş da tamamlıyor.

Bir arkadaşımız koşumda ve dümende ustaydı. Bir postu vardı. Onu iki kat yapar ve ensesine koyardı. Arabaya bağlı urganı onun üzerinden geçirir böylece yaralanmazdı.
 Buluşunu kıskanmıştım ama daha fazla postunu. Soğuğa karşı böyle bir postun oldu mu sırtın yere gelmez!
 Bir gün ona sordum:
 — Onu nerden buldun?
 — Mihal Çavuşun eski mangasından, dedi sessizce.
 Anlamadım.
 — Hangi manga?
 —Mihal Çavuşun kaybolan mangasını bilmez misin?
 — Hayır, bilmiyorum.
 Kısa hikâyeyi o zaman öğreniyorum.
 Çok başlarda, henüz numaralanmadan önce, bağnaz yerli Türkler tabura geliyor ve götürüp öldürmek için esirleri araştırıyormuş. Her akşam. Ekmek dağıtımında. O zamanlar, bizim çavuşların her biri ekmeği alır ve kendi mangasına bölüştürürmüş.
 Mihal Çavuş kargaşaya dikkat etmiş.
 “Ne arıyorlar?”
 “Kurban”
 Aklına şimşek gibi bir fikir gelmiş. Bunu geliştirmiş. Ağır ağır. Sonra da subaya söylemiş.
 “Tamam mı?”
 “Tamam.”
 Bir akşam gece geç vakit, Mihal Çavuş mahzene inmiş. Mangasını aramış:
 “Haydi, kalkın!
 Esirler angarya gibi bir şey olacak sanmışlar. Defalarca oluyormuş. Subaylar cep harçlığı çıkarmak için, geceleri gizlice esirleri kendi hesaplarına kiralarlarmış. Onları şafakla beraber geri getirirler, içtimadan sonra tabur onları resmi olarak günlüğüne yine satarmış.
 Fakat Mihal Çavuşun mangası bir daha görünmemiş. O kış gecesi onları yutmuş yok etmiş.
 “Ne oldu ki acaba?”  
 Her geçen gün Mihal Çavuşun üzerine dikilen gözler çoğalıyormuş. Yumruklar sıkılmış. Sonunda bir akşam biri atılmış ve boynundan yakalamış onu. Bağırıyormuş:
 “Bize söyle, onları ne yaptın? Bize söyleyeceksin! Söyleyeceksin!”
 Askerler koşup gelmişler. Arkadaşımız askerlerden kan tükürünceye kadar sopa yemiş. Ama çok zaman geçmemiş, herkes davul zurnayla duymuş olanları. Muhafızlar da söylentiyi etrafa yaymışlar: Bütün manga “kurban” diye satılmıştı. Lakin her akşam tayınları çıkıyormuş. İkisi; Rum ve Türk subay kazancı bölüşüyormuş. Mihal Çavuş tepeden tırnağa kadar yeni esvaplarla donanmış. Kafasına da astragan bir kalpak geçirmiş.
 Arkadaş hikâyeyi bitirdi. Sustu. Sonra hikâyenin başını hatırlar gibi yeniden başladı:
 — Davar postunu onlardan biri unutmuştu, dedi. Onu bulduğunu kim biliyor.

Yorulmuştum. Öküzlük işini değiştirmek istiyorum. Bir aydır Manisa’daydım beni yapı işine satın almalarını başaramadım -eski sanatım. Yerli ahalinin işinde çalışanları kıskanıyordum. İyi ele de düşersin, kötüsüne de. İkinciye düşen esirler köpek gibi çalıştırılıyordu. Onları gayrete getirmek için ucundan ekmeği gösterirlerdi. “İş bitince yersiniz!” Çoğu defa iş biter ama ekmeği alamazlardı. O zaman açlık gelirdi, çünkü tabur satılanlara tayın vermezdi.
 Ama iyi ellere düşen şanslılar akşama kampa döndüklerinde ne yediklerini ballandırarak anlatırdı. Bir tutam tütünü de caka satarak gösterirlerdi.
 Bir gün yaşlı bir köylü kuyu işi için bir amele aradı. Kemikler surattan dışarı fırlamış, sanki yanakları delecek. Ucuz bir şey arıyor.
 Bazıları ortaya çıktı. Ben de sıradan dışarı atıldım:
 — Ben de anlarım!
 — A, bunun için beş kuruş bedava… Zabit gülerek eğleniyordu.
 Yaşlı adam yaklaşıyor, kollarımı yakalayıp ederini ölçüyor, pazıları mıncıklıyor. Başımı yere eğmiş bakıyorum. Sonra avuçlarını çenemin altına sokuyor ve sertçe kafamı kaldırıyor. Buz gibi gözleri hızla üzerimde dolaşıyor. Yüzümü bulmaya çalışıyor, kötü kokusu suratıma çarpıyor. Sarımsak kokuyordu.
 — Onu alıyorum, diyor sonunda.
 Zabit gülüyor. İlk defa oluyordu, nihayet ben de bir kazanç getirmiştim. Beş kuruşa aldı. Bir günü açlıktan bayılacak gibi geçirdim, acı bir gündü.
 Akşam düşünceli köşeme uzandım.
 — Yedin mi? Yanımdaki bir ses bana soruyor.
 — Hayır.
 Yerinden kalkıyor, bir yerleri karıştırıyor ve bana bir parça ekmek bulup getiriyor.
 — Onları ne edeceksin oğlum? Sakince bana öğüt veriyordu. İyi değil miydi öküz arabası?
 — Evet arkadaş.
 — Bak, yarın yine bir aptallık yapmayasın.
 O rüyayı gören adamdı. Adı Teleme. Diğerleri ona Bay Panagi diye sesleniyordu. Bu bay lafından çok memnun oluyordu. Açıkça görünüyordu. Tımarhanedeki kovuklardan birine demir atmıştı. Öteberisini orada koruyordu, ekmeğini, paçavralarını. Alışmıştı. Uzanıyordu ve saf gözlerini yazıların üzerinde gezdiriyordu –duvar yazıları-, onları bir zamanlar buradan geçen deliler bırakmıştı: Ermenice, Türkçe, Rumca yazılar, şarkılar, delilikler. Geceleri bütün bunlarla uzlaşı içindeydi. Gün içinde de öküzlükte uzmanlaşmıştı. Hayatı yuvarlak yuvarlak çemberler gibiydi. Her seferinde bir durumu düzene koyabilmek zor işti. Ama hemen uzlaşıyordu. Daire kapandı mı? İyidir.
 Bana tekrar söylüyor:
 — Yine bir delilik yapmayasın. Bak!...
 Hayır. Ben de yapmadım. Ertesi gün yine öküz oldum.
 Ama fazla zaman geçmeden, daha kötü üç aptallık daha yaptım. Aynı hamurdan yoğrulmamıştık.

Manisa’da nöbetçilerimiz numara olduğumuz günden beri bizi daha çok kolluyordu. Yerli Türkler birini köşede yalnız yakalarsa yok ediyordu. Böyle bir iki olay olmuştu. Birini kafasında bir baltayla buldular, içerde kıymık gibi kalmıştı. Bu yüzden, nöbetçiler bizi bir an yalnız bırakmıyordu. Günler bitip tükeniyor, diğerleri geliyordu. Arkamızda süngü gölgesinde geçen birbirinin aynı bugünler, yarınlar. Bu gölge, gittikçe hayatımızda koyulaştı, nefes aldığımız havaya girdi. Madde oldu, oksijen gibi.
 Birisi, bir gün şöyle diyordu:
 — Yahu çocuklar, muhafızsız olmak nasıl bir şey acaba?
 Yeni bir şeydi. Düşünmeye bile cesaret edemiyoruz. Gerçekten. Ne biçim olurdu?
 — Bir deneme yapalım, biri cesaret gösteriyor.
 Tak! Kalpler hızla çarpıyor.
 Ertesi akşam, gün batımında cephane işinden henüz dönmüştük, üçümüz toplandık. Kapıdaki muhafızın yanına gidip ona nah iki metre öteye gidip izmarit toplayacağız dedik.
 Kabul etmedi. Kene gibi yapıştık, sonunda bizi bıraktı. Garnizondan dışarı çıktık.
 Başta bacaklar kararsızca hareket ediyordu -deniz, dipte bir şeyleri sürer ya, öyle. Gözler etrafı araştırıyor. Kimse konuşmuyor. İki minare. Göğü tırmalıyor. Bitişikte. Onları burada geçirmiş olduğumuz her gün görüyorduk. Buna rağmen gözler merakla inceliyor. Başka türlü bir şeydi.
 Yol ıssız.
 — Nasılmış!... Diyor salaklaşmış biri.
 Bir cevap yok. Uyuşmuş gibiler. Hava kararıyor.
 — Çocuklar dönelim, diyor yavaşça, ilk konuşan.
 — Evet.
 Kimse izmaritleri hatırlamadı.
 Döndük. Kafalar yerde. Köşeme gittim çuvalıma uzandım. Sanki iki günlük çalışmıştım. Bükülüp kaldım.
 Ertesi gün, aynı saatte yine toplandık ve tekrar çıktık. Bizde alışkanlık oldu. Her akşam. Diğerleri de geliyordu. Bütün dil dökmelerimize rağmen nöbetçinin izin vermediği zamanlar da oluyordu. O zaman üzüntüden kahroluyorduk çünkü seyahatimizi yapamıyorduk.
 Buna şöyle demiştik: “Özgürlük seyahati”.
 — Bay Panagi, sen de gelmez misin? Teleme’yi de götürmeye çalışıyordum.
 — Hayır! Hayır! Ben kalıyorum. Bunlar çılgınlık, ben aklımı kaçırmadım daha. Hayır!
 Çemberler kapalıydı: öküz arabası, yazılarla dolu kovuk duvarları, rüyalar -zaman zaman da bir melek. Arkadaşımız bunlardan kalan zamanını olumlu bir işe de hasretmişti: Gün boyu yıpranmış eski giysi ve paçavralar, her ne bulursa toplamıştı. Onları bütün gece döşek çuvalının üzerine dikmişti. Rengârenk paçavralardan kalın bir gömüt yaratmıştı, hepimizin nazarı değecekti.
 Öyleyse hangi nedenle bu düzen karıştırılsın?
 Bu bizimle beraber şeytana uymaktı. Her akşam aynı hikâye. Aynı.
 — Bak, Bay Panagi, yolun ortasında özgür yürümek, ıslık çalmak ne biçim bir şeydir! Sen de görmek istemez misin? Gör, Bay Panagi! Gör Bay Panagi!
 İnce bir iğneleme. İğne yavaş yavaş büyüyor, çivi kadar oluyor: Denge çemberden dışarı sıçramak için jimnastik yapmaya başlıyor. Sonunda özgürlüğün yakıcılığı onu da büyüleyip kendine çekiyor. Karar verdi. Bizimle geldi.
 Korkulu gözlerle etrafa bakıyordu, kararan gökyüzüne, silikleşen duvarlara, ta uzaklardaki Sipil Tepesine.
 — Çocuklar, dönelim. Yavrucaklarım…,diye mırıldanıyordu, fazla duygulanmıştı.
 Daha fazla içi daralsın istemedik. Acele döndük, çünkü titremeye başlamıştı. Daha kalın tarafları bile duyarlık kazanmaya başlamıştı.
 Ancak gece geç vakit kendine geliyor.
 — E, çıktınız da neyiniz büyüdü? Diyordu, sanki kendinin de istemiş olduğunu açığa vurmak istemiyor gibiydi.
 Mamafih, yine geldi bizimle, yine, yine. Bu yeni şeytan da küçük çemberin içine girdi, hiç çekinmeden, büyük bir istekle. İçerde melekle sığıştılar. Sonunda uyuştular.
 Ve bir akşam kötü olan başımıza geldi. Sayımda eksik çıktık. Bir, iki ve başkası. Üç eksik. Firar.
 Nereye gidiyorlardı? Dört yoldan birini tutacaklar, özlemle denize varacaklardı, belki de kurtulurlar. Bir kere, öyle ya da böyle, postları için bir takım çakallar bulunacak. Ama biz, şeytan alsın!...
 Üç arkadaşın kaçtığı akşam, dışarıda bize feleğimizi şaşırtan bir şeytan dayağı yedirdiler. Panagis de bizimle beraberdi, aklını toparlaması için uzun süre ovalamadığı yeri kalmadı. Façası bozulmuştu, esmer suratı yamulmuş, şişmiş dudaklarına akşamın gölgesi düşmüştü.
 Elveda özgürlük seyahati.
     
BÖLÜM  14

İş değişikliği.
Dördümüzü, bir beyin bağında çalıştırmak için satın aldılar. Telemes de bizimle beraber.
 Götürdükleri çiftlik, kasabadan aşağılarda bir yerdeydi. Ucu bucağı gözükmeyen bir bağ arazisiydi. Beyin kâhyası, uzun boylu Giritli biriydi -şalvar, uzun bacaklar, gözüne girip kalmış bir saçma tanesi, cırlak bir ses, düzenbaz. Bizi alıp, denizi ve asma kütüklerini gösteriyor.
 — Bunları gördünüz mü?
 Pek tabii.
 Gözünün akındaki saçma tanesi titreyip duruyordu.
 — Onların hepsini yiyeceksiniz! Diyor bize.
 Telemes’in yeni çemberi açıldı, asmaları yememiz için. Uyandırdıklarında daha geceydi. Her birimiz bir sıradan işin ucunu tutuyoruz, her sırada ağaç kadar büyümüş kocaman yirmi bağ kütüğü var, seyrek dikmişler. Bu sırayı bir saat içinde çapalayıp halletmeliydik. Sonra, beş dakika dinlenme molası vardı. Mola bitince geçiyorsun diğer sıraya. İşini evvel bitiren, saatin dolmasını bekliyor, diğerleri de bitirene kadar uzanmak için beş dakikadan daha fazla zaman kazanmış oluyordu.
 Bir yanaşma oğlan da işte bize göz kulak oluyordu. Hinoğlu hin oğlan yirmi yaşın üzerinde değildi. Ama tepemizde olmakla hergelenin sanki tüyü uzuyordu -az sonra gökyüzüne değecek.
 Acımasızca vuruyordu.
 — E, iyi! İyi! Diye söyleniyordu Telemes, sakince, onun baskısını yumuşatmak için. Tamam, Bey. İyi, efendi. Sen nasıl istersen…
 — Söyle bakayım, önce ne iş yaptın ulan? Sümüklü oğlan, Bay Panagis’in şişko vücuduna bakarak soruyordu.
 — Ben? Bakkalım vardı, diyor nefes nefese bizimki.
 Öbürü akıl yürütüyor.
 — A! Öyleyse, bizimkilerden ne kadar çaldın, tartıdan ulan!
 — Tanrı adına, çalmadım, bey! Şikâyet ediyordu Telemes. Memlekette sizinkilerden yoktu!
 — Bizim milletten haberin yok öyleyse, ha? Dur sana öğreteyim!
 Ve elindeki urganı bizimkinin kıçına bütün gücüyle indiriyor.
 Telemes sırasının sonuna gelmişti. Soluk soluğa kalmıştı. Suratı toz toprak içindeydi. Serinlemek için, dilini çıkarıp yalanıyor biraz. Havayla sürüklenen toz toprak üstüne yapışmıştı. Vücudunun yağları eriyip, gözlerinden burnundan damlıyordu. Zor nefes alıyordu. Gözü bir şey görmüyordu. Elleri boşa inip kalkıyordu.
 Hinoğlu hin Türk, onun çaresizliğine baktıkça sevinçten coşuyordu. Biz, diğerlerimiz genç çocuklardık. Kendi sırasını ilk bitiren Pasarhos oldu, üççeyrekte tamamladı, sonra diğeri, sonra ben. Oturduk.
 Panagis inleyerek hala çapalıyordu, diğer taraftan da küfredip duran Türkü sakinleştirmeye çalışıyordu.
 — Sakin ol efe, sakin ol. Hepsi bitecek, merak etme…
 Biz dinleniyorduk. Arkadaşımızın uzaktan gelen soluklarını işitiyorduk.
 Aniden birimiz gelen seslere dikkat etti:
 — Dinle! Sanki köpek soluyor…
 Önce Parashos kalkıyor. Panagis’in sırasındaki asmalara doğru gidiyor ve ona yardım için öbür uçtan kazmaya başlıyor. Biraz sonra buluşuyorlar. Çapayı bitirmişlerdi.
 Diğer sefer, ben yardım ediyorum. Sırayla hepimiz ona el verdik. Ama öğleden sonra, akşam yaklaşınca bizim de yağımız erimişti. Kimsenin diğerine yardım edecek hali yoktu. Belde demir bir halka, bir sürü ince sivri diş -kemiğe giriyor, iliğe kadar. Eller tutmuyor, parmaklar bükülemiyor.
 —Yeter! Panagis umutsuzca yalvarıyor. Kardeşim, bugünlük yeter!
 — Köpekler! Zorba dişlerini gıcırdatıyor. Bir sıra daha!

Çalıştığımız yere yakın bir yerdi. Küçük bir sel yatağının içindeydiler. Çılgın gibi ciyaklıyorlardı, ciyak ciyak ve garezle. Yaban kuşlarıydı. Ağaçların, asmaların ve bir iki ufak tepeciğin gölgeleri, güneş alçaldıkça insana kaygı vererek daha büyüyordu. Sümüklü diğerlerine yetişsin diye Panagis’ın sırtına ardı ardına vuruyordu. Çok geride kalmıştı. Yalvaran boğuk sesini duyuyorduk. Gözlerinden yaşlar boşanıyordu. Kirpiklerindeki toprak çamurlaşmıştı.

Daha ahmak bir urgan ya da kayışı tutan ahmak bir elle yeni çember açıldı. Fukara Telemes’in gövdesi çürük, yara bere içinde kaldı. İnlemeleri gece hiç durmadı, sanki acıları dinecek diye korkuyordu.
 Giritliyi yakalayıp şikâyet ediyoruz. Zira onunla aynı dili konuşuyorduk, Rumca, bundan cesaret bulmuştuk.
 — Ben size ne yapabilirim ki? Yalancıktan ağız yapıyor. Size yardım etmekten korkarım. Bu oğlan beye diyecek olursa işimi kaybederim, bey onu çok dinler.
 — Hergele biriyle iş olmuyor kâhya, onu tutamaz mısın bize vurmasın? Bay Panagis rica ediyordu. Bak yara berelere! Kaba etlerini gösteriyor.
 Giritli akında saçma kalan gözünü kaldırıyor:
 — Ne yapalım!
 Aniden aklına bir fikir geliyor.
 — Dinle yahu! Diyor Teleme’ye. Şarkı okuyabilir misin?
 Teleme, aptal aptal adama bakıyor.
 — E, tabii. Okurum.
 —O halde, bir şeyler yapabiliriz. Şarkı okuyacaksın. İşte, hepsi bu kadar.
 Soru işareti!
 — Yani?
 — Nah. Çocukcağız şarkıya çok meraklıdır. Ona okuyacaksın, zevkten mest olacak, sen de hiç olmazsa iki sıra kazmaktan kurtulacaksın. Anladın mı?
 Ertesi gün.
 Üçüncü sıranın çapası bitmişti. Güçten kesilmiştik. Dinlenme molası. Aniden, Telemes yana kaykılıyor. Gözlerine bir canlılık gelmişti, sağlam durmaya çalışıyor. Sonunda karar veriyor. Terden sırılsıklam, tüm acıları içinde, başlıyor bir bir “im”leri ağzından çıkarmaya, onları ağzında eziyor -şarkının Türkçe sözlerini; “severim”, “güzelim”. Of! Of! Arada bir sümüklüden yana eğilip şarabın sertliğini ölçmek ve izlenimi görmek için bakıyor. Göz o zaman tüm kaygılarla dolu, çevikçe baktığı yere çivileniyor, uysal ses ve göz sanki iki farklı surattaydı.
 Önceden haberdar edilmiş sümüklü oğlan, elini kafasına dayamış, dinliyor gibi yapıyordu. Telemes gittikçe güçlenip gayrete geliyor. Bir kırkayak ayağının dibinden geçiyor. Ayağını çabucak çekiyor. Ses kesiliyor, tak, sonra yine başlıyor, sanki makam değiştiriyor.“Severim, kırmızı dudaklarını”. Döktürüyordu; kırmızı dudakları, memeleri ve saire, tasvir ediyordu her şeyi, her şeyi. Sadece sümükleri unutuyordu.
 Sonunda şarkı bitiyor. Telemes, sessizce, ümitle bekliyor. Türk kalkacak ve onu öpecek. Ona diyecek:
 “Kardeşceğizim, sen bir hazinesin! Otur, rahatına bak!”
 Türk, birden yerinden kalkıp üzerine sıçrıyor, eline geçirdiği bir kızılcık sopasıyla başlıyor Telemes’e. Yer misin buraya, yer misin “im”lere, yer misin “severim”e, yer misin daha!
 — Ulan pezevenk!
 Yedi, şarkıya dökülmüş kadın vücudunun bütün mahrem yerleri için yedi, böyle bir dayak muhabbetiydi. Onu ayakları üstüne kaldırmaya çalıştık ama sümüklü çabuk davrandı ve verdi ha verdi, nah, nah!
 Toprakta kaydı, burun üstü düştü bir asmanın üstüne.

Çiftlikteki işe çok zor alışıyoruz. Her gün, geçen diğerlerinden daha zorlu. Bizi adım adım hapis alıyor. Hiçbir şey öğrenemiyoruz, ne dünyada olan biteni, ne barışı. Hiçbir şey. Telemes’in çemberi bu durumda nasıl kolay kapansın? Kamp hayatımızdaki anılarımız aklımızdan çıkmıyor. Tımarhanenin dışında çığlıklar atıp bağırdığımız zamanlar ne mutlu günlerdi, oradayken olan bitenden haberimiz oluyordu, sonra izmaritler… Sadece oraya geri dönmek bize yetecekti, şimdilik. Sadece bu.
 Bir gün, başka bir bağlıkta dereden geçerken, durdum ve çorak bir tarlanın içindekileri gördüm, dört dönüm kadar bir araziydi. Görünen; haddi hesabı olmayan, gelişigüzel yığılmış insan kemikleriydi -kafatasları, bacaklar, kollar, küçüklerin, kadınların, büyüklerin. Baştan hesaplayamıyorsun, ama orada beş yüzden fazla iskelet olacaktı. Dehşetten alabildiğine gerilmiş olarak yukarı çıktım. Sümüklü sırıtıyordu.
 — Ne var ulan?
 Gitmek için seslendim:
 — Gelin!
 —Gördün mü onları? Diyordu, sümüklü oğlan. Pis köpekler! Manisa’yı yaktıkları zaman işlerini bitirdik. Domuzlar!
 Dişlerimiz birbirine vuruyordu.
 — Nah! Siz de böyle gideceksiniz! Türk, büyük bir hazla ellerini ovuşturuyordu.
 Biz bitkin, güçsüz, cesareti tükenmişler, terk edilmişler o akşam gözümüzü kırpmadık. Pireler de bizi rahat bırakmadı, her tarafımızı ısırdı. Canı yanan döşeğinde sıçradı durdu.
 Bizimkilerden birinin asıldığını öğrendik. Uzak bir çiftlikte çalışıyordu. Demelerinden beyin karısının ona sarktığı anlaşılıyordu. Adam başına geleceği fark edemedi. Sonra dişi onunkiler kendisini öldürmesin diye gâvurun tecavüz ettiğini söylemiş.
 Karar: Hemen infaz. Öğrendik ki, aynı gün onlardan bir asker kaçağını da asmışlar. Aynı ağaçta, aynısı bir iple. Bir uçta o, öbür uçta öteki.
 Bu umutsuzluk içinde, sevinçli bir haber aniden gelip bizi buldu.
 Gün batıyordu. Uzaktan iki asker göründüğünde biz hala çapa sallıyorduk. Onları hemen tanıdık. Taburumuzun muhafızlarındandı.
 Sevinçten uçuyoruz.
 — Demek ki tekrar tımarhaneye dönüyoruz! Parashos bağırıyordu. Yaşasın!
 Panagis’in lop dudakları bir iki kere coşkuyla titredi. Aniden yaptığımız gezileri hatırladık, sohbetleri, yeni haberleri, oradaki her şeyi.
 — Hoş geldiniz! Hoş geldiniz!
 Muhafızlardan biri, adı Hafız, elini yukarı kaldırıp çabucak bir selam gönderiyor, sanki haberi bir an önce söylemek için acele ediyor:
 —  Kardeşler, kurtuldunuz!
 — Garnizona mı gidiyoruz? Panagis heyecanla cevap bekliyor.
 — Ne garnizonu ulan! Memlekete gidiyorsunuz! Sizi almaya geldik! Bubadele!(*) (Mübadele. Yazar Yunan harfleriyle, duyduğu köylü aksanında yazıyor.)
 Telemes’in elindeki çapa havada böylecene kaldı. Boşlukta hafif bir hareket çizdi. Sonra yere düştü. Parashos’un gözleri boşluğa çivilendi kaldı. Sanki bakacak gücü kalmamıştı. Herkes olduğu yere çakıldı. Sonra aniden, Telemes’nin ayakları yerden havalanıp zafer kazanmış gibi toprağa aynı anda öyle bir vurdu ki hepimiz sallandık.
 Hep bir ağızdan bağırıyorduk, herkes kucaklayıp birbirini öpüyordu, muhafızları da kucakladık. Sümüklü oğlan, durumu yeni kavrayabildi. Sırıtıyordu. Sonra tavır değiştirerek o da bizimle beraber yüksek perdeden gülmeye başladı.
 — İnşallah! İnşallah!
 Artık gece oluyordu, muhafızlar bu akşam burada kalalım, sabah erken, şafakla beraber döneriz, dedi.
 Bu son günümüzü de ahırda geceleyecektik. Gece yarısına kadar durmadan konuştuk. Hiç beklenmeyen bir mutluluktu. Bizim bütün derdimiz bir an evvel garnizona dönmekken, umutsuzluğun içinden bir söz çıkıp geliyor ve seni özgürlüğe uçuruyor: “bubadele”. Telemes’in bu hali çok doğaldı, ani heyecanı kaldıramıyor, oynamaya başlıyor.
 — Çocuklar be, hiç aklınıza gelir miydi!
 Parashos neşeli bir sirto söylüyor, uçuyor, keyif dolu.
 — Tralalla, tralalla!
 —Elveda çuvalcağızım! Diye bağırıyor Telemes. Elveda paçavralar.
 Öteberisiyle vedalaşıyordu. Yatağının yanında sefer tası olarak kullandığı bir süt kutusu vardı. Bir de tahta kaşık. Yolda bulduğu eski bir pabuçtan sökülmüş meşin parçasını ihtiyaç hali için saklıyordu. Telemes, bütün bunlara bakıyor ve aniden, artık ne kadar gereksiz olduklarını anlayarak, ahırın ortasına savurmaya başlıyor! Size de güle güle bitler! Güle güle sopalar! Elveda sizlere!...
 — İşte! İşte! İşte!
 Coşkusu bizi de etkiledi. Biz de ele geçirdiğimiz öteberimizi fırlattık, vidalarımız gevşemişti, naralarımız dışarı taşıyordu.
 — Bir şey yapalım mı? Diyor Telemes, bu patırtının ortasında.
 —  Bravo!
 — Gelin!
 Dışarı çıkıyoruz. Bu akşam bizi tümden yalnız bırakmışlardı, içeriye kilitlememişlerdi. Mademki artık gidiyorduk, kapıyı açık bırakmakta korku olamazdı. Telemes, ahırdan bir kucak kuru dal getiriyor ve kapının önünde büyük bir yığın yapıyor.
 Fiyesta!
 — Evet, be çocuklar! Yakalım!
 Alevler havada uçuşuyor. Dört neşeli suratı parlatıyor. Ter de parlayabilirlerdi ama ter uzun sakalların içinde kaybolmuştu. Telemes artık ne yapacağını bilmiyor. Bir yerlerine vuruyordu, sıçrayıp duruyordu.
 — Bunları da yakacağız be!
 İçeri koşuyor. Döşeğini, çuvallarını, orası burası renkli paçavralarla yamalanıp bir güzel olmuş hazinesini alıyor. Bir son duraksama. Hepsini birden ateşe atıyor.
 — Yapma! Korkarak bağırıyor Parashos. Yola çıkana kadar be!
 — Yola çıkana kadar uyumayacağız yahu! Sıçrayarak cevap veriyor Telemes. Artık değeri var mı bunların?
 Çok geç vakit, gece yarısından sonra tatlı duygular içinde üstlerine yorgunluk çöktü. Gözler kapanıyordu. Gökyüzü cam gibiydi, havada ayaz vardı. Çenelerimiz atmaya başladı.
 Fiyesta söndü. Ahıra giriyoruz. 
 Telemes, sağdan soldan topladığı zati eşyalarından yoksun, varı yoğu biricik arkadaşlarından ayrı bir kenara çekilip, mesut bahtiyar, hislenmiş olarak içine kapandı. Yalnız kaldı. Yere uzandı ve kafasını bir taşa koydu.
 — Gel, dedi gülerek, Parashos. Kendi döşeğinde beraber yatmalarını söyledi. Gördün mü, sana niye dedim?
 Telemes kendi kendinedir. Kim soruyor şimdi bunları? Hayır. Gurur kaplıyor benliğini. O kadar mutludur. Şimdi yalnız olduğu zaman her şeyi biraz sonra olacakmış gibi görüyor –hür, bağımsız. Hayır.
 — Bu kadar çok …, mırıldanıyor kendi kendine, irkilerek.
 Çoktur. Gözleri doluyor. Kapanıyor. Kirli kafası, orada, taşın üstünde kalıyor. Biraz sonra kımıldamıyor artık.

Muhafızlar kulübede kâhya ile beraber uyudular. Şafakla beraber biz de hazırdık. Onlara veda ettik.
 — Kâhya, sana teşekkür ederiz! Hoşça kal!
 Giritli şeytan, öyle anasının gözü bir tavır içindeydi ki! Bıyık altından gülüyordu. Gözlerindeki kurnazlık, cilve, biraz sonra alacağımız haberin işaretini veriyordu.      
 — Güle güle çocuklar! Bize veda ediyorsunuz. Memlekette bizi hatırlayın.
 Ne laftı?
 Yola koyuluyoruz. Biraz sonra tren raylarını buluyoruz. Sağa dönüp, bir saatte Manisa’da oluruz. Tabii ki o tarafa dönecektik.
 E?

Muhafızlar bize hattın diğer tarafını gösteriyor. Sağı değil.
 — Fakat Manisa’ya gitmiyor muyuz? Kuşkuyla bakışıyoruz.
 — Evet, evet, ama önce bölgedeki diğer ameleleri de toplayacaklar. Ondan sonra çekip istasyona gideceğiz. İleri!
 Pireleniyoruz.
 — Anlıyorum, diyor Telemes, sakin olmak için. Önce kurula gitmemizi istiyor olacaklar!
 Duruyor. Bir kararsızlık.
 — Yoksa acaba, Manisa’da bizi teslim alacak kurula götürmeden önce giydirmek mi istiyorlar? Yine kendi kendine soruyor.
 İlerliyoruz. Muhafızlar tüfeklerini omza atmış bize haydi haydi diyor,  neşeli türküler söylüyordu.
 — Biraz daha bekleyelim, diyor içimizden biri.
 Uzaktan, bir çiftliğin kulları görünmeye başlıyor. Bir sürü kara şekil oraya buraya hareket ediyor. Atlar koşuyor. Yaklaştıkça şaşkınlığımız artıyor.
 — Yahu, bunlar bizimkiler! Parashos bağırıyor.
 Orada seksen kadar bizimkilerden vardı. Çevrede atların üzerinde, birçok Türk beyi, subaylar ve bir kadın vardı. Emirler yağdırarak oradan oraya at koşturuyorlardı.
 Şimdi daha yaklaşmıştık, bir parolayla bizimkiler gruplara ayrılıyor ve her biri bir tarafa koşmaya başlıyordu.
 Bize de bir grubu gösterdiler. Zavallıların arasına katıldık.
 — Nereye gidiyoruz, yahu? Telemes korkudan titreyen sesiyle soruyor, onlara söylenmiş sonu felaket olacak bir yalandan kuşkulanmaya başlıyor.
 — Karşıyı görmüyor musun? Diyor bir esir.
 Önümüzde sık bir orman uzayıp gidiyordu, ucu bucağı yok. Arkadaş eliyle ilerileri gösteriyor.
 — Nereye yahu? Nereye? Telemes irkilerek sabırsızca soruyor.
 — Nereye mi? Ormana, kardeş!
 — Neden ormana?
 — Neden mi? Domuz avlamak için, şeytan surat! Arkadaş, doğal haliyle cevap veriyor.
 Ormanın içine daldık. Görevimiz: bağıracaktık ki, yabani domuzlar fırlayıp önümüze düşsünler ve atlı avcılar da onları avlasın. Köpekler bu kargaşa içinde bir iş yapamazdı. Sık orman seslerle yıkılmalıydı. O vakit bizim bu işi daha iyi yapabileceğimiz akıllarına gelmiş.
 Onar onar beraber koşuyorduk. Çiftliğin bir hergele yanaşması da arkadan bizi takip ediyordu. Adam emir veriyor, biz de hep beraber ulumaya başlıyorduk. Işık sızmaz sık bir ormandı. Sustuğumuz zaman, derinlerden gelen başka ulumaları duyuyorduk. Durmadan bir yerden bir yere koştuk durduk. Alan gittikçe daralıyordu.
 Korkarak ilerliyorduk, bitkin ve umutsuzduk, keşke yaşamasaydık. Telemes gerçek bir ceset gibiydi. Koştukça yağları langır lungur, vücudun bir sağına bir soluna sallanıyor, dersin düştü düşecek.
 — Bağırın ulan! Sırık Arnavut bekçi iflahımızı kesiyordu.
 Bağırıyoruz:
 — A! a! a! Aou! A!
 Bay Panagis ağır kalmaya başladı. Ama orman öyle sıktı ki, kimse gruptan ayrılmamalıydı. Kaybolma korkusu ve daha çok, ayrı düşüp de arkadan gelen bunca avcı içindeki bir yörükten kurşunu yememen içindi.
 — Gayret! Biz de ona cesaret veriyorduk.
 Geride de kaldı. Ama ayrı düşmenin tehlikesini anladığı anda bize yetişmek için kıçını sıktı biraz. İlerde diğer arkadaşların ulumaları duyuluyordu. Sesler çok derinlerden geliyordu, bu sesler resmen ormanın çığlığı gibiydi.
 Öğleden sonrası. Av bitiyor. Ormandaki çığlıklar gittikçe azalıyor. Sonunda kesiliyor. Sadece duyulan hışırtılar var, yüksek çalıların çıkardığı sesler. Bizi ormandan çıkarıyor ve geniş bir alanda topluyorlar.
 Ortada öldürülmüş üç yabani domuz yatıyor. Bir de tilki. Çevrede, uygar görünümlü avcılar, botlu beyler, bir hanım, aralarında tartışıp gülüşüyorlar, pek neşeliydiler. Biz de yere çöktük, bütün esirler. Onları seyrediyoruz: Vahşi hayvanların dimdik kılları kadını ürkütmüştü, neredeyse korkudan öldürecek. Gençti, kilot pantolon giymişti -feminizm, uçarı gençlik.
 — Haydi, alın onları! Hanım bize domuzları gösteriyor. Gittiğiniz yerde yersiniz!
 Tilkiye bakıyorlar. Sıradan değersiz bir hayvandı. Yaşından dolayı kuyruk tüyleri dökülmüş. Para etmez.
 — Bununla bir şey olmaz. Öyle değil mi? Bir bey soruyor.
 — A, tabi, tüyler kalitesiz, size paltoya gitmez…
 Askerlerden biri -sabah bizi getiren Hafız- konuşmayı izliyor. Kadına yaklaşıyor.
 — Tilkiyi şu dördüne verelim mi? Korkarak soruyor ve bizi gösteriyor.
 Kadına, bizim askeri kampta kalmadığımızı söylüyor.
 — Onu ne yapacaklar? Yiyecekler mi? Merakla soruyor kadın.
 — Onu yerler, hanım.
 Tiksiniyor.
 — Alın onu!
 Dördümüz çiftliğe dönüş için harekete geçiyoruz. Arkada muhafızlar.
 Gün batıyor. Hafız tilkiyi tutuyor. Bir duraklama. Sonra, onu taşıması için Bay Panagis’e veriyor. Adam tilkiyi alıyor. Adımlar bitik, kötürüm olmuş gibi. Sağa sola bükülüyor. Hayvanın kuyruğu yerde sürünüyor.
 — Dikkat et ulan! Hafız bağırıyor ve tilkiyi sürüklemesin diye onu dürtüyor. 
 — Sana ne? Diğer asker ona soruyor.
 Hafız, gülerek göz kırpıyor.
 — Tilkiyi onlara bırakacak mı sandın? Postunu karıma göndereceğim! Duymadın mı, kadınlar onu takıyor!
 Aralarında kaynatıyorlardı.
 — Sizin oralarda tilki yok muydu ulan?
 — Vardı, ama bilmiyorduk…
 İlerliyoruz. Hafız, birden hatırlıyor.
 — E! Bu akşam da fiyesta var mı ulan? Bize soruyor.
 Çıt yok.
 — Sahiden, ne yakmıştınız? Hafız yine soruyor. Dumandan boğulduk da!
 —Buradaki arkadaş çuvallarını yaktı. Parashos, Panagis’i gösteriyor.
 — Hepsini mi yani?
 — Hepsini.
 Panagis, kafayı eğmiş, son çabayla yürüyor. Bir dere yatağından geçiyorduk.
 — İçelim, diye yalvarıyor Parashos.
 Askerler bizi bırakıyor. Herkes geliyor. Panagis, dereye yanaşıyor. Diz çöküyor. İçmek için kafasını eğiyor. Dudakları suya değiyor. Elindeki av da suya değdi değecek. Hafız, birden dönüp Panagis’in üzerine yürüyor. Bir taraftan da tilkinin kuyruğunu ıslatmasın diye bağırıyor. Ama yetişemiyor. Arkadaşımızın burun üstü uzanmış vücuduna dikkat ediyor. Bir kasılma, ikincisi de geliyor. Sırtı hafifçe kalkıyor, sonra suya kapaklanıyor.
 Hafız yavaşça ona yaklaşıyor. Gözler şaşkınlık içinde.
 — Neyin var? Uysalca ona sesleniyor.
 Omzuna dokunuyor. Biz de yanına gidiyoruz. Onu kaldırıyoruz. Dönüyor ve ıpıslak gözlerle bize bakıyor, sonunda hıçkırığı koyuveriyor:
 — Bize bunu niçin yapıyorlar? Niçin? Niçin?
 Herkes sessiz, tekrar yola düşüyoruz. Varacağımız yere kadar tek laf etmiyoruz.
 Çiftlikte kâhya bizi karşılıyor:
 — Hoş geldiniz! Bu ne?
 Panagis elinden bırakıyor, tilki yere düşüyor. Kendi de yanına yığılıyor.
 — Haydi, gidiyoruz! Diyor asker, arkadaşına.
 Tilkinin postunu isteyen Hafız, almak için onu yüzüyor. Havaya kaldırıyor. Bir an duruyor. Sonra Panagis’e daha yaklaşıyor ve ayaklarına ölü hayvanı bırakıyor.
 — Al, diyor ona.
 Eliyle bir hareket yapıyor.
 — Postu. Gece için ulan!... Gece ona ihtiyacı olacağını göstermeye çalışıyor.
 Tilkiyi bırakıyor. Diğer arkadaşıyla çekip gidiyorlar. Biraz sonra asmaların arkasında gözden kayboluyorlar.
 Bir ay boyunca böylece bağda çalıştık. Sonra askeri kampa döndük.
 Birkaç gün sonra, Panagis yine bizden koptu. Onu başka bir çiftliğe, başka esirlerle beraber alıp götürdüler.
  
BÖLÜM  15

Devletin büyük işleri yeniden başladı. Vagonlar, yollar, taş.
Günler birbiri ardına geçip gidiyordu. Kamptaki esirler arasındaki yakınlaşma gittikçe daha çok artmıştı. Birbirimizin ne ismini ne de numarasını hatırlıyorduk. Ama kalplerimiz vardı. Aynı duygularla, aynı ellerle yoğrulmuştuk. Kalplerimiz aynı özlemle çarpıyor, aynı acıları paylaşıyorduk. Hayat hiçbir zaman insanların suratını aynı yapmaz, pişman olur, başka türlü değişiklikleri düzenlemeye çalışır.
 Sıkı çalışılan günlerdi. Düşünmeye zerre kadar yer ve zaman yoktu. Hızla akıp giden bir şey, yırtıcı kuşlar şimşek gibi avlanarak geçiyordu. Hava karardığında her şey yine aynı. Beyin, şayet özü varsa, onu çileli gövdelere akıtır, kemiklere ve damarlara, kanı güçlendirmek için, çünkü kan gücünü kaybetti. Düşünceler böylece emilir -ilik ve kan olması için.
 İnsanlığın izleri gittikçe silinip kayboluyor. Bir zaman gelecek artık hatırlamayacağız. A, mutlaka o zaman gelecek. Bırak gelsin! O zaman artık yaşamanın dışında derin sevgi kalmayacak. Var olacağız çünkü yaşam var olacak. Ölüler diyarında olmadığımızı, başka hiçbir şey hatırlatmayacak.

Aramızda gittikçe artan bu yakınlaşmaya katılmayan bir memleketli grubu daha vardı ki, bizden dışarıda durmaya özen gösteriyordu: Amvrosioslar ve Pigasioslar. Bir elli kişi kadardı. Onları Ankara taburundan getirmişlerdi. Trabzon’un aşağısından, Sivas yöresinden Rumlardı. Bunlar bizden önce de üç dört senedir amele taburlarında çalışmaktaydı. Yunan onların memleketine ulaşmamıştı. Türk bunları o zamanlar topladı ve taş kırmaya gönderdi. İçimizde belli oluyorlardı, çünkü hala kendi elbiselerini giyiyorlardı, onlardan giysileri alınmamıştı. Kıl dokuma esvaplardı, biraz bol donları paçalarda dar bitiyordu. İyi zamanlarımızda, bütün Anadolu’yu dolaşırlarmış  -“yün çırparız, yorgan dikeriz”. Şimdi, taş kırmadıkları zamanlar sabahtan akşama kadar öreke sarıyorlar. Hatta yolda bile, angaryaya giderken ver eline örekeyi sarsın. Çoğunun isimleri; Amvrosios, Pigasios gibi isimlerdi. Onların en hoşa giden yanı Rumcalarıydı. Sözlerin sonunu hep ‘n’ sesi ile bitiriyorlardı, fiilleri de Türkçe cümledeki gibi sona koyuyorlardı, bir sürü ağdalı eski Yunanca sözcük kullanıyorlardı, Türkçe sözcükleri de alıyor sonuna ‘ion’ takısı koyup servise sunuyorlardı:
 “Tanrı yukardadır, ona yaklaşmak için, “merdivenion” yapmak lazım”, gibi.
 Hepsi aynı koğuşta yatıyor, birbirlerinden ayrılmıyor ve bize karışmıyordu. Biri yolunu şaşırsa, geç kalsa, hep beraber kapıya çıkıp bağırırlardı. Sonra başka koğuşları dolaşıp sorarlardı:
 — Pigasion’u gördünüz mü? Amvrosion’u gördünüz mü?
 Bizimkilerden bazı İzmirli kopuklar onları kafaya alırdı. Biraz neşe bulmak için.

Kendilerini tecrit etmiş, bir avuç başka arkadaş grubu daha vardı: “Allah ayrı” grubu. On beş kişi kadardı.
 Esirliğin ilk günlerinde, Hıristiyanlar sürüler halinde toplanıp iç bölgelere götürülüp öldürüldükleri zamanlar, bunlar sıradan fırlayıp askerlere bağırmışlar:
 “Bizi vurmayın! Bizim Tanrımız başka! Bizim Allah ayrı!”
 “Sahi mi ulan!”
 Türkler nereden bilsin başka milletlerin Tanrı çeşitlerini!
 “Sahi mi?”
 Bu ayrı Allah düzenbazlığıyla, bir kısım düzenbaz postu kurtardı -olumlu bir Tanrı seçimi. Ama tuhaftır: bu manevrayı halk affetmedi. Bunu unutmadı ve onlara korkunç bir kin tuttu. Onları yalnızlığa mahkûm etti. Fanatik Hıristiyanlıktan olacak diyordum. Hâlbuki bir gün, taburda bir arkadaşımızın Türk olmayı becerdiğini öğrendik, pek tabi evlenmişti de.
 Herkes gıpta etti:
 — Kurtuldu! Kurtuldu!
 Ayrıca, imrenmelerinde hiç düşmanlık yoktu.
 — İyi de, dinini değiştirmedi mi? Diyorum birine.
 — Ne çıkar! Bir kere postu kurtardı ya!
 — Peki, öyleyse, “Allah ayrı” lar için ne oluyor?
 Yüzünü hemen hiddet kaplıyor, gözlerini açıp dişlerini gösteriyor:
 — Kalleşliği mi soruyorsun? O başka!
 Evet, o başkaydı.

Bahar çiçekleri de ortaya çıktı. Küçük çiçekler, kırmızılar, maviler. Yamaçlarda, çalıştığımız yolun yanlarında bittiler.
 Bir gün, onları birdenbire görüverdik. Taş kırıyorduk. Biri dedi ki:
 — Bakın, nasıl da bittiler!
 Kimimiz kafasını çevirmedi. Kimimiz, yorgun argın bir an durdu ve görmek için baktı. Biraz sonra yolda yine balyozların tak tak sesleri duyulmaya başladı.
 Bir süre geçti. Sonra birisi, sanki geçen bu zaman içinde uzun uzadıya düşünmüş gibi şöyle dedi:
 — Bana söyler misin arkadaş, bunların bize ne yararı olacak?
 — Neyi diyorsun?
 — Çiçekleri, diyorum.
 — A, onlar için… Hiç alakası yok, arkadaş.
 Başta dedik: “Bir ayda”. Ay bittiği zaman yine dedik: “Bir ayda”. Sonra bir melek geldi. Şimdi sonunda da bahar çiçekleri geldi. Biz sürekli taş kırıyoruz. Hiç birimiz artık “bir ayda” demiyor. Ne de iki ayda. Hiç bitmeyecek olabilir.

Şimdi, baharla beraber “aleman çorbası” da geldi. Un ve yağdan yapıyorlar, sabah içilen bir çorba. Defalarca kullanılmış yağdan. Mamafih, sıcak ve sabah iyi gidiyor. Türk ordusunda sadece sabah ve akşam yiyorlar. Biz de öyle.

Bir de, yeni bir yüzbaşı getirdiler başımıza. Sağlam yapılı, uzun boylu bir Arap. Kara gözlük takıyor. Sevimli biri –Arap olduğuna göre her şeyi zaten koyu görmüyor mu?
 Garnizon komutanı Yanya’lı bir binbaşıydı. Acımasız bir hergeleydi. Üstüne bir de Arap geldi, Tanrı sonumuzu hayretsin, dedik. Lakin öyle olmadı.
 “Oduna” emrini unutmuştuk. Uzun zamandır da gitmemiştik. Yeniden bitlendik, böylece yine bildiğimiz sulardaydık.
 Arap, emri verdiği zaman:
 — Yarına hazır olun! Odun için ormana gideceksiniz!
 Küfrettik, söylendik ve de ertesi gün oduna gittik.
 Dönünce yıkandık. Bizi hemen işe götürmelerini bekliyorduk. Lakin bütün gün bir yere götürmediler.
 — Ne oluyor?
 Aramızda tartışıyoruz, bir anlam vermeye çalışıyoruz. Bunca ay bir gün bile işsiz kalmamaya alışmıştık. Bu durum anlaşılmaz bir şeydi.
 — Yoksa gidiyor muyduk? Biri bu lafı söylemeye bir an cesaret ediyor.
 Ama çabucak umudu sönüyor.
 — Hadi canım!
 Akşama doğru, Arap koğuşumuza geliyor, kamçısını çizmesinde şaklatarak bize bakıyor. Bütün gözler üzerinde.
 — Bitlerden kurtuldunuz mu?
 — Evet, efendim!
 — Duanızı ettiniz mi?
 Şaşkınlıkla bakıştık. Ne demek istiyordu?
 Arap, daha sinirli tekrar soruyor:
 — Duanızı diyorum! Ettiniz mi?
 Birimiz, herkes diğerinin ne yaptığını nerden bilsin demeye cesaret ediyor. Herkesin kendi işidir, diyor.
 Arap’ın kan çanağı gözlerinde şimşekler çakıyor:
 — Ulan! Ulan! Bütün gün oturdunuz da toplanıp beraberce dua etmediniz mi? Allahınız size nasıl acısın be!
 Kimse konuşmuyor. Arap düşünüyor.
 — Cuma sabahları çalışmayacaksınız. Dua edeceksiniz! Diyor, hoşgörüsüz bir üslupla.
 Akşam olunca, sonunda ne olduğunu öğrendik. Büyük Savaşta Arap İngilizlere esir düşmüştü. Bu ince “tasarımı” orada öğrenmiş.
 — Böylece iyi bir gün geçireceğiz, dedik kendi kendimize.
 Gelecek ilk cumayı bekliyoruz. Türklerin çalışmadığı gün, yani onların pazarı. Yüreklerimiz çarparak bekliyoruz, lisedeyken teneffüsü bekler gibi.
 Arap, sabah erken vakit koğuşlara geliyor.
 — Haydi, çıkın!
 Süklüm püklüm en büyük koğuşta toplanıyoruz. Bir an, “Allah ayrı” lara bakıyor birimiz. Korku içinde bir köşeye toplanmışlar.
 Birisi başka birkaç arkadaşa işaret ediyor, beraberce onların yanına gidiyorlar ve sertçe kapıyı gösteriyorlar:
 — Dışarı!
 — Aman! Affedin bizi!...Yalvarıyorlar,boynu bükük.
 Toplantı mevcut resmiyetiyle, sanki yukardan gelecek bir şeyin beklentisiyle dolu bir havadaydı. Dışlanırsan felaketti.
 — Aman! Yalvarıyorlar.
 Sert çehreler acımasızca karşı koyuyor:
 — Dışarı!
 Başlar önde çıkıyorlar.
 Dua töreni başlıyor. Dua bilen biri, bir sıraya çıkıyor. Yüksek sesle okumaya başlıyor:

“Bütün umudum Sensin. Tanrının Anası, koru beni, çatın altında…”

Derinden ve duygulu bir sesti. Gözlerini yukarı dikmiş yalvarır gibi bakıyordu. Baktığı sema değildir -kireç badanalı bir kubbe. Biz de dua eden arkadaşımıza bakıyoruz. Sessizce izliyoruz. İstavroz çıkardığı zaman, biz de yapıyoruz. Diz çöküyor ve tövbe ediyor. Biz de yapıyoruz. Uzun süre öyle kalıyoruz, gözler yerde.
Arap başından beri bütün bu işleri izliyor. Olan biten tuhaftı  -Hıristiyan Tanrısına bir dua töreni, yanda gözetleyen bir Türk Arap.
 — Bitti mi?
 — Bitti.
 Kamçısını çizmesinde şaklattı ve memnun ayrıldı.
 Baş başa kalıyoruz. Düşünüp de konuşmayan insanlarız. Üstümüze bir ağırlık bastıkça bastı, kalpler çarpamaz oldu. İşe çıktığımız öğleden sonraya kadar bu ağırlık hafifleyeyim demedi.
Yolda, taş için giderken biri laf olsun diye konuştu:
 — E! İyi olmadı mı?
 — Evet, iyiydi.
 Birkaç adım sonra:
 — Hiç hafiflemedim arkadaş, yine yorgunum, diye konuşuyordu. Sanki sabahtan beri çalışıyorum.
 — Ben de arkadaş, mırıldanıyor öteki. Neden ki?

Bitkiniz, başaklar gibi savruluyoruz. Hiç bir şeye gücümüz yok. Biliyoruz ki insanlar her ne isterlerse bize yapabilirlerdi. Tanrım, sen de şimdi nereden çıkıp geldin ve neden bize sadece insanlar değil, senin de var olduğunu hatırlattın?
Esir kampı günden güne organize olmaya başlamıştı.Küçük bir şehir olmuştuk. Her geçen gün daha dayanılmaz, daha acımasız oluyordu. Bizim çavuşlar iyi ustaları, ameleleri bellemişti. Bir liste yapmışlardı. Tabur komutanıyla anlaşma içindeydiler: bu kalburüstü usta amele takımını hatırlı kimselere komisyon alarak veriyorlardı. Kazancın en büyük payını tabur komutanı alıyor, bizim aracılar da çer çöp ile yetiniyordu.
 Amelelerin durumuna gelince, Türk köylüler şunu anlamıştı: İşlerinin düzgün ve çabuk olması için bu esirler arasından birini beslemek lazımdı. Bunun için, bir kerede on amele satın alacaklarsa, içlerinden en az birinin “çanak” olmasına bakıyorlardı. Çok defa, bu çanaklar işten anlamayanlar arasından bulunurdu. Barış zamanında da bunlar çalışmamayı iyi öğrenmişlerdi. O zaman, onlara gizlice bir pay veriliyordu ve diğer amelelerin hepsine de bu çürük adamı körü körüne dinlemeleri emrediliyordu.
 Böylece, yavaş yavaş, kamp içinde kamp oluşmuştu. Bir tarafta emir veren ve rüşvete dalan esirler, diğer tarafta biz sefil halk, terini akıtanlar, inleyerek edepsizlik edenler. Yani bu pelte yığınından kopan parça sadece “Allah ayrı” lar grubu değildi. Bu soylu sınıfın geçiminin iyi olması pis terini akıtanlarla sağlanıyordu.
 Bu bizim çavuşlar başka bir şey daha akıl ettiler ve kampta para dolaşımı böyle doğdu. Bazı kantinler açtılar: tütün, tuzlanmış balık, peynir, beyaz ekmek, ne istersen satıyorlar. Bu küçük dükkânlar zamanla karlı iş yapmaya başladı. Soylu sınıf alışverişini yapıyor ayrı yemek pişiriyordu. Artık “aleman çorba” ya dönüp bakmıyordu bile. Onları görüp ağzımızın suyu akıyordu.
 Bazı akşamlar, bir bölüğün Rum çavuşları diğer bölüğün çavuşlarını ikram için yemeye davet ederdi. O zaman gizlice rakı da olurdu. Haşhaş da olurdu. Rum’um diye kendini gizleyen bir Ermeni, bir udu her nasıl ve nereden ele geçirmişti bilmiyorum, onlara sazende olmuştu. 

Bir gün, bizim Mihal Çavuş bana diyor:
        — Seni hizmetkâr olarak alacağım. İşe çıkmayacaksın. Bana yemek yapacaksın.
 Kestirip atarak ona diyorum:
 — Hayır, Mihal Çavuş.
 — Ne diyorsun ulan? Çileden çıkıyor.
 — İstemiyorum, diyorum! Aynı ses tonuyla cevap veriyorum.
 — İyi, hesaplaşacağız.
 Ha siktir! Kayseri taraflarından domuzun tekiydi -çanak çömleğini yıkayacakmışım. Her çavuşun kıçına böyle solucanlar yanaşmıştı. Bu işler için yalvarırlardı. Geceleri de birlikte yatarlardı. Onları yalarlardı. Ha siktir!
 Mihal Çavuş bunu unutmadı. Bana karşı azgın canavar kesildi. Nerede zor bir iş varsa ben oradaydım. Bizimle geliyor, gün boyu dikizliyordu. Yarım saat öğlen ekmeğimi yedirmemek için bile bir yolunu buluyordu.

Yol için taş çıkardığımız lağımlarda iş bölümü vardı: Matkapla çalışan ustalar, “matkapçılar”, yardımcılar, barut dolduranlar ve taş taşıyan diğerleri. Kendini yukardan urganla bağlanan matkapçılar dağın dik yamacında açılmış damara sarkarlardı –matkapla daha derin delikler açmak için. Yassı uçlu murçlarla kayada dinamit yuvaları oyarlardı. Matkapçıların her biri seksen santim derinlikte üç delik açmak zorundaydı.
 Mevsim yaz. Güneş yakıyor. Dağdan sarkan arkadaşlar, ara sıra konuşurlardı aralarında: Konu taştı.
 —“Mığrı”ya (yılan balığı)yaklaştın mı?
 Yandaki ses cevap verir:
 — Daha var. Kıyıya çekemedim.
 Küfürler. Kimi zaman da sesler başka biçim alırdı. O zaman, umutsuz bir mırıldanmayla karışık bir uğultu çıkardı boğazlardan:
 — Yürümüyor iş! Yürümüyor arkadaş! Ne zaman bitecek?...
 Ama diğer ses sakin cevap verirdi.
 — Biter, arkadaş. Sonra da diğeri gelir ve daha başkaları.
 Daha önce taş delmeyi bilmeyen adamlardı bunlar. Denizciydiler, oyuklarından mığrıyı çıkarmayı bilirlerdi, şimdi oyuktan taşı çıkarmaya çabalıyorlar. Bunu çalışmak için teknik ister, taşın suyunu bileceksin ki ona göre vurasın.
 Öğlen vakti. Paydos için oturduk.
 Mihal Çavuş ve bir Türk astsubay yakınımızda oturmuş birlikte yemeklerini yiyorlardı. Biz de ekmeğimizi yiyorduk.
 Sırt üstü yattım. Güneşe bakıyordum, doğrusu bakmaya çalışıyordum. Yüzümü çeviriyorum. Göz için tehlikeli. Fakat güzel, doğanın güçleriyle dolu -niçin çıplak gözle güneşe bakamıyoruz?
 Gerinip esniyorum:
 — Ah…
 Mihal Çavuş sertçe dönüp bana bakıyor. İmansızca ona karşı sırtüstü yattığımı görüyor. O paha biçilmez, incelik ve sanat dolu Türk küfürlerinden birini savuruyor, sonra bağırıyor. 
 — Kalk ayağa, deyyus!
Kalkıyorum.
 — Git şu taşı getir buraya!
Daha gösterdiği yere varmadan, yine bağırıyor.
 — Dur!
Açmış bir çiriş otunu görüyor. Dağda açılmış damara doğru, tepede, otuz metre yukarda bir yerde.
 — Kopar getir onu! Emrediyor.
Damarın yanından tırmanmaya çalışıyorum. Tırmanış çok dik, taşlarla dolu. Zirveye varıyorum. Çiriş otunu koparıyorum. Getirip önüne atıyorum.
Korkunç gözlerle bana bakıyor:
 — Niçin kopardın, ulan!
 — Öyle demedin mi?
 — Fırla! Götür onu yerine!
Dişlerimi sıkıyor, dudaklarımı ısırıyorum -çünkü ikiydi dört oldu, altı oldu…
Tırmanıyorum yine, elde şeytanla. Onu atıyorum ve iniyorum.
 — Hayır! Hayır! Onu dikine koyacaksın! Tekrar emrediyor Mihal.
Dönüyor Türk arkadaşına:
 — Nasıl, iyi ha?
 — İyi, diyor adam ve birlikte gülüyorlar.
Böyle çıkıyor iniyorum, yarım saat. Sonunda, inişte ayağım bir taşa takıldı. Burun üstü kurşun gibi yere çakıldım.
Arkadaşlar koştular. Türk muhafızlar da beraber. Kandan gözüm çıktı zannettiler. Değildi.
 — Ulan, yazik! Diye mırıldanarak hayıflandı bir asker. Mihal Çavuş duymasın diye yavaşça.
Bizimkiler su koşturdular. Sessizce yüzümü sildiler. Biri aniden dikkat kesildi. Yüzümü çenemden yakaladı kaldırdı, bir çift sert göz üzerimde:
 — Ulan! Ağlıyor musun? Diyor katı ve hoşgörüsüz üslupla.
Böyle bir tavırdı!...
Korkarak ona bakıyorum.
 — Hayır, diyorum. Acıdandır.
Sakladığı bir izmariti çıkarıp yırtıyor, onu derinin kanadığı yere yapıştırıyor. İki defa yavaşça sırtıma dokunuyor.
Bu arada Mihal Çavuş ıslık çalıyordu.
Akşam, koğuşa döndüğümüz zaman, hemen gidip çuvalıma uzandım.
 — E! Karavana ne olacak! Diye, yanımdaki uyardı.
Hiç kımıldamadım.
O gece Mihal Çavuş’un şöleni vardı. Biraz sonra, beş altı davetlisi, geldiler. İçtiler. Ermeni, sakız gibi çektikçe uzayan bir Türkçe havayı, uduyla sündürüp duruyordu. Şarkı masadaki arkadaşlarına geçti ve kâbus olup havaya kir gibi yapıştı. Sonra lüle geldi, haşhaş geldi. Gözler kan çanağı gibiydi, ağızdan dökülen sözlerle beraber salyaları da akıyordu. Biz de bir kenara sinip oturduk, onları seyrettik.
 — E, bu hiç bitmesin! Bir an bağırdı Mihal.
Diğerleri de tekrarladılar.
 — Bu hayat hiç bitmesin!

Biri yanıma geliyor. Bugün yarama tütün basan adamdı. Onu tanımıyordum. Sert, çileli bir yüz.
 — Yedin mi? Diyor.
 — Hayır.
Gidiyor. Birazdan karavanasıyla dönüyor. Yarısı duruyordu, bana uzatıyor:
 — Ye!
Yiyebildiğim kadar yiyorum. Adı Miltos.


BÖLÜM  16

Şimdi yazla beraber, Sipil’in zirvesindeki bulutlar seyreldi. O karanlık heyula gitti, yerine masum, uysal bir şey geldi, yukardan bakan hükmeden tavrı kayboldu. İnsanlarımızda da, efendilerimizde de kayboldu. Köylerde çalışanların yüzde doksanı akşamları artık boş elle kampa dönmüyordu. Kuru üzüm, ekmek, tütün, birkaç kuruş para getirir oldular. Savaş uzaklaştıkça Anadolu’nun tatlı tatlı yakan güneşi insanlarını tekrar sabırla sarıp ısıtmaya başladı. Böyle bir güneş başka yerde doğmaz –insanların başını döndürür, onları uysallaştırır, ta ki onu bayıltıp düşürene kadar kuşa bakan yılanın ısrarlı bakışları gibidir. İnsanlar boyun eğer -direnmeden, hinlik düşünmeden, kin duymadan.
 Türk köylerinin savaşta kaçan kül rengi kutsal kumruları tekrar geri dönmeye başladı. Bizimkiler acımasızca öldürdükleri için hala yabaniydiler. Manisa’nın yıkıntıları arasında gizlenmeye çalışıyorlardı. Ama gün be gün, cesaretleri gelip insanlarla senli benli olmaya başladılar. Yanlarında yürüyorlar, tıp tıp, uyuşukça, korkmadan.
 — İhtiyar, bize bir haber var mı?
 Sorduğun yaşlı köylü dönüyor, durup sana bakıyor.
 — Hayır, oğlum, diyor sakince. Ama Allah sizinledir.

Kömürde çalışıyorum. İzmir’den vagonlarla getiriyorlar. Rayların yanına boşaltıyorlar. Küçük çuvallarla bir depoya taşıyoruz. Sinirleri laçka eden bir iş. Kara toz üstüne konuyor, sıcakla beraber her yerine yapışıyor: ağzına, diline, gözlerine, tenine. Bir şey değil gök mavisi kanın da kara akmaya başlayacak  -kahredici olan da bu.

Bir gün işe çıkmadan önce Arap subay koğuşlara geldi. Güle oynaya, pür neşe.
 — E! İyi haberler! Diye seslendi. Sizinkilere yazabilirsiniz. Türkçe ya da Fransızca olacak. Az laf. Gözden geçirilecek. Sevinçten havalara zıpladık, sanki mektuplar değil de biz gidecektik. Hemen o akşam herkes yazmaya koyuldu. Zarf kâğıt kantinde satılıyordu. Köylerdeki angaryalardan birkaç kuruş para edinenler koşup satın aldılar. Benim burada para gibi bir lüksüm hiç olmadı. Birinden borç bulmaya bakıyorum. Onlara, öğlenleri sizin hesabınıza birkaç gün çalışayım, siz dinlenin, diyorum. Tanıdıklarımda da kuruş yoktu. Hepimiz meteliksizdik. Koğuşa dönüp rica ediyorum:
 — Bana bir kâğıt verin.
 Lakin benim gibi dilenenler pek çoktu.
 — Şimdi başkasına verdik!
 — Zarfın var mı? Biri bana soruyor.
 — Hayır, yok.
 — E, kâğıdı ne yapacaksın?
 Ne yapacaktım ben? Yağ kandilleri altında başını yana eğmiş yazanlara bakıyordum. Ağır ağır yazıyorlardı, maharetle, sanki yolculuğa çıkacak birkaç satırı resmediyorlardı. Bir köşeye büzülmüş, ağlamaklı ve sessizdiler.
 — Ne yapacağım ben, ne yapacağım?
 Cuma günü şafak vaktiydi. Odun için dağa gittik. Düşüncelere dalmış, yere bakarak yürüyordum.
 Birden ayaklarıma dikkat ediyorum. Günler evvel istasyonun yakınında eski araba lastiğinden bir parça bulmuştum. Onu ikiye bölüp, sicimle tabanlarıma bağlamıştım. Sandalet gibi ayaklarıma takmıştım.
 — Çocuklar, diyorum yanı başımda yürüyenlere. Bakın şuna! 
 Pek çoğunun ayağında hala çuval parçaları vardı. Gösterdiğim sandaletlerime bakıyorlar.
 — Birini satıyorum!
 — Ne kadar?
 — Bir parça kâğıt ve zarfa. Beş kuruşa.
 İçlerinden birini tavlıyorum. İkinciyi, öbür tekini de istiyordu ama bana acı ötekini bırak, dedim. Aslında onu da vermeye hazırdım ama ısrar etmedi.
 — Peki, dedi. Yalnızca biri.
 Pişman olup cayar diye, yürürken hemen iplerini çözüp çabucak veriyorum. Alışveriş sahnesini izleyen biri, satın alana soruyor:
 — Sen yazmayacak mısın?
 — Hayır, diyor adam. Kimsem yok.
 — Öksüz müsün?
 — Hayır, öldürdüler.
 Nerdeyse onları öldürdüklerine sevinecektim.
 Dağda, çıplak ayağımdan acı çekmeye başlamıştım. Ayak sandalete alışmıştı. Ama boş veriyorum. Mutluluğum ayağımın acısını hissettirmiyordu.
 Koğuşlara döndüğümüzde yıkandık. Sonra sıra duaya geldi. Sabırsızlanıyorum. Sonunda her şey bitiyor.
 Zarf kâğıt satın alıyorum. Bir de ödünç kurşun kalem buluyorum. Kendi başıma bir kenara çekiliyorum.
 Mektubu yazmaya başlıyorum:

“Anne,
 Yaşıyorum ve iyiyim. Neredesiniz bilmiyorum. Cesaret, anne. Seni öperim. Sen de küçüklerimizi öp. İlias”

Bitti.
Mektubu nereye göndereceğimi düşünüyorum. Acaba nereye gittiler? Midilli’deki bir tanıdığımın adresini yazmaya karar veriyorum. Peki, acaba bu mektubu bir gün aldıklarında ne yaparlar? Şimdi, artık beni defterden silmişlerdir. Zaman zaman ağlıyorlardır ama bu çok seyrek oluyordur. Günleri açlıkla boğuşmakla geçiyordur.
Zarfın arkasına da adresimi yazıyorum:

“Numara 31328 – 14.üncü amele taburu”.

Zarfı kapatıyorum.

Bir zaman sonra birine bir mektup geliyor. Yunanistan’dan geliyordu. Haber kampa bomba gibi düştü. Sonra başka bir mektup daha geldi, sonra başkaları da geldi. Her gün kalbim daha hızlı çarpıyordu. Bekliyorum, bekliyorum. Akşamları sabahleyin gelecek postayı düşünerek gözlerimi kapıyordum.

Taburumuz eksilmeye başlıyor. Anadolu içlerindeki diğer amele taburlarından, görülüyor ki talep vardı. Bizden oralara sevkiyat yapıyorlardı. Akşamları bizi sıraya dizip seçim yapıyorlar.
 Geceleri oluyordu, ilk seferinde bir şey anlamadık. Bizi dışarı çıkardılar, yan yana dizdiler. Sonra komutan geldi. Arkadan da bizim çavuşlar.
 Ayırmaya başladılar: Sen, sen.
 “Ne oluyoruz?”
 “Kim bilir.”
 Yüz kadar esir seçtiler. O gece onları alıp başka bir koğuşa yerleştirdiler. Kapıdaki nöbetçiler iki katına çıkarıldı.
 “Onları Konya taburuna göndermişler!” Sonradan öğreniyoruz.
 Sabah trene bindiler.
 “Kalan arkadaşlara selamlar!”
 “Tekrar kavuşmaya!”
 Sonra, sevkiyatlar sıklaşmaya başladı. Kimi zaman kırk, kimi zaman altmış kişi. Herkes daha içerlere gönderilmek korkusuyla titriyordu.
 — Ne önemi var? Diyor biri. Ha burada ha daha içerde…
 — Aynı şey değil. Burası denize daha yakın.
 Evet, öyleydi. Kolay kolay umutlanamıyoruz. Fakat kim bilir?
 Bir öğlen üzeri işteyken bizimkilerden biri bir haber atıyor ortaya:
 — Çocuklar, yarın sevkiyat var!
 — Nerden biliyorsun? Ona telaşla soruyoruz.
 Sevkiyatlar daima habersiz oluyordu. Kimse ne zaman olacağını bilmezdi.
 — Size ne? İma yollu konuşuyor. Görürsünüz!
 Gerçekten, sevkiyat oluyor.
 — Gördünüz mü? Arkadaş ertesi gün bize böyle diyor.
 — Ama nereden biliyordun? Sırrı öğrenebilmek için ısrar ediyoruz.
 Sonra ant verdirerek bize anlatıyor. Ona Mihal Çavuş söylemiş. Arkadaşımız kırk kuruş biriktirmişti. Mihal Çavuş bunu biliyordu. Parayı almış ve rahat olmasını, sevkiyatta olmayacağını söylemiş.
 Yeni bir sömürü yolu da böylece açılmış oldu. Komutan bizim seçkinlere sevkiyatı önceden haber veriyordu. Onlar bizlerden kimlerin ne malı var biliyordu -birkaç kuruş, çer çöp, alın teriyle yoğrulmuş. Bunları ellerinden kapıp, onlara garanti veriyorlardı. Diğerleri, bir sürü insan da daha içerlere, Anadolu’ya doğru yol alıyordu.
 Her seferde, ben de onlarla beraber olmayı bekliyorum. Mihal Çavuşun bana kin güttüğünü hesaba katıyordum. Ama sıra bana gelmedi. Görünüyor ki, yakından tepeme binmek onun için daha iyiydi.
 Umulmadık, beklenmedik bir ayrılış daha. Aniden gelen bir haber garnizona bomba gibi düştü: Yirmi kişi Yunanistan’a gidiyor! Öyle mi? Elbette, Yunanistan’a! Gidecekler Yunan tabiiyetinde olanlar. Onları oradan isimleriyle istemişler.
 Bu işten kötü kokular çıkıyordu. Bu yirmi kişinin hepsinin kampımızın soylu sınıfından olmasını anlayamamıştık. Yovan Çavuş da onlarla beraberdi. Kayseri’den, metelik etmez bir domuz, Mihal Çavuşla aynı soydan. Böyle beş para etmezler Büyük Krallığımızın vatandaşları oluyorsa benim zerre kadar onlara güvenim kalmadı.
 Sonunda gidiyorlar. Gidiyorlar. Onlara kinle bakıyoruz, uğurlamıyoruz bile.
 — Yüzlerini şeytan görsün, alçak köpekler!  


BÖLÜM  17

Muhafızlarımız geçkin yaşta adamlardı. Hepsi Anadolu içlerindendi, harp zamanı dağlara çıkıp gizlenmişlerdi. Devlet o zaman onları yakalayamadı. Ama şimdi savaş yatışıp Yunan gidince eski defterleri karıştırıp teker teker topladılar. Bu yaşta artık insanları uygarca öldürmeleri mümkün olmadığından, bize muhafızlık gibi yardımcı görevlere verildiler.
 Başta üç ay hizmet yapacakları söylendi. Üç ay oldu altı, oldu yedi, sekiz, onlar da bizimle yoğrularak kaldılar.
 Çoğu sakallıydı. Sıkça gelerek, akşamları bizimle arkadaşlığa başladılar. Elleriyle sakallarını sıvazlayarak, saf gözlerle bir yerlere bakıp derlerdi:
 — Ah, memleket!
 Bize dertlerini anlatırlar, çare sorarlardı. Onlarla arkadaşlığa pek istekli değildik. Ara sıra soğukça dinlerdik -onlarla aramızda kalın duvar vardı. Bizi bağlı tutanlar onlar değil mi? Kin duyardık -olmalıydı. Şayet, dalgınlıkla bir defa kendini “duvarı” unutmuş bulursan, kıvrak bir akla ihtiyaç yok, utanarak sahnedeki soğuk düşmanı aklına getir, yeter.
 Bir gün muhafızlar gazetelerden yaşıtlarının terhis olduğunu öğreniyorlar.
 — Ne yapsak? Ne yapsak?
 Umutsuzluk içinde, gelip bizden akıl soruyorlar. O zaman birimiz onlara kalkıp komutana gitmelerini öğüt veriyor. Orduda böyle yapılır, diyor onlara. Ona gidip diyeceksin: “Tezkeremizi istiyoruz!”
 Şaşkın bakışlarla bakıyorlar. Ama buna hakları var mı ki böyle bir şey yapsınlar?
 — Var tabi!
 Öğüdümüz için bize nasıl teşekkür edeceklerini bilemiyorlar. Aralarından altı kişilik bir heyet seçiyorlar. Bunların içinde bir de Arap vardı. Bizim verdiğimiz akılla önce astsubaya çıktılar, o onları yüzbaşıya götürdü, oradan da komutana, sonunda Yanyalı’ya takdim edildiler.
 — Ne istiyorsunuz, ulan?
 — Memleket için tezkeremizi istiyoruz! Gazeteler öyle diyor.
 — Kim ne diyor?
 — Memleket için tezkeremiz!
 Vay be, gözlerine inanamıyor! Yanyalı, aklını kaçıracak gibi oluyor. Türk Ordusu için, akla sığacak sözler mi bunlar! Bunca sene binbaşıydı, böyle dehşetli bir şey işitmemişti.
 — Kim verdi bu aklı size, kavatlar! Kim size akıl verdi? Freni boşalmış gibi bağırıyordu.
 Ürkmüş karacalar gibi, ona söylediler: Esirler. Onlar biliyormuş.
 O an meşguldü, bütün heyeti bir hücreye kapatmalarını emretti. Akşamdı. Yarın onların icabına bakarmış.
 Bu haber, heyecanla neticeyi bekleyen diğer muhafızları üzüntüye boğdu. Biz de üzülmüştük. Boşboğazlık işte, durduğumuz yerde bizim neyimize gerekti?

Ertesi gün şafak vakti. Cuma günüydü. Komutan, bütün bölüklerin saat onda açık alanda toplanmalarını emretti, orası büyük bir alandı. Muhafız bölüğü de oradaydı.
 Biraz sonra, dün akşam komutana çıkan altı askeri getirdiler. Bizden üç esiri de çavuşların dediklerini yapmadıkları için onlarla beraber getirmişlerdi.
 Hepsini, bele kadar soydular. Uzun bir urganla birbirine bağladılar, dokuzunu sıraya soktular. Sonra iki asker urganın uçlarından tuttu, biri bir uçtan diğeri öbür uçtan.
 Bu ön hazırlıklar bitince komutan geldi. Arkasından da üç dört subay geliyordu. Yanyalı, ellerini arkasına kavuşturmuş, sinirle, bağlı sıranın önünde ilerliyordu. Gözlerini dikip, onlara tek tek bakıyordu. Etrafta çıt çıkmıyordu. Sonra tekrar geri dönüyor. Önlerinden yine tek tek bakarak geçiyor. Ve sonra birden, gök gürültüsü gibi gürlüyor:
 — Pis köpekler! Pis köpekler!
 İnce tel örmesi kamçısını kafa göz sakınmadan çıplak vücutlara indiriyordu. Terliyor, nefes nefese sağa sola koşarak ellerini göğe kaldırıyor, sanki Allahın ona güç vermesi için dua ediyordu, sonra tekrar vurmaya başlıyordu, kudurmuşçasına, acımasızcasına, körlemesine. Bağlı biçareler yürekleri paralarcasına bağırıyordu, bilinçsizce sağa sola hamle yapıp kaçmaya çabalıyordu. Fakat askerler bu halat çekme oyununda ustaydı, iki uçtan asılarak dengeyi sağlıyordu.
 Subay vurmaktan bitkin düşünce bir askere seslendi ve siniri ona verdi. Asker adamlarla aynı tertiptendi, kaderi o altıyla aynıydı.
 — Vur! Vur!
 Adam titreyerek, terini kurulayan komutanın gözü önünde, o gerginlikle öyle sakar vuruyordu ki adamların iflahı iyice kesildi.
 Dişlerimizi sıkarak sahneyi seyrediyorduk. Bağlı adamların göğüslerinden kan sızıyordu -Arap’tan da akıyordu herhalde ama kara olduğu için biz göremiyorduk. Sadece ağzını kuş gibi açıp kapayarak yudum yudum havayı içine çektiğini görüyorduk.
 Sonunda komutan çekip gitti.
 — On gün esirlerle beraber çalışacaklar! Altı asker için böyle emir verdi.
 — Baş üstüne!
 Onları çözdükleri zaman çoğu inleyerek yere yığılmıştı. Sadece Arap, serbest kalır kalmaz koşmaya başladı, keçi gibi zıplıyordu, havalara sıçrayan gövde ki sanırsın göğe varacak -belli ki sıcak basmıştı.
 Onu kovaladılar ve yakaladılar.
 Gruplara ayrılıp kampa dağıldık. Ne olduğu anlaşılamayan bir dalga kabarıp büyüdükçe büyüyordu -inatçı bir gayretle. İnsan kalabalığı da muazzam boşlukta sıkışarak eziliyordu.
 — O halde neydi Hıristiyanlarla Türkleri ayıran?
 Nerede ayrılıyorlar? Biz esiriz, bağlıyız. Peki, onlar özgür mü? Kan dokuz gövdeden de aktı -ne fark vardı? Sadece Arapın  -e, o da siyahtı.
 Aynı günün akşamıydı. Gece vakti. Mevsim yaza döndüğünden koğuşların kapıları açık kalıyordu. Kapıda her zaman bir nöbetçi beklerdi.
 Bu akşam bizim koğuşun kapısına koydukları nöbetçi sabah arkadaşlarını kırbaçlayan askerdi. Yıkılmıştı. Ona üzülmemesini söylüyoruz. Her ne olduysa olmuştu.
 — Neden? Diye sızlanıyordu, dalarak. Neden gözümüzü açtınız?
 Sıcak yaz gecesini yarılamıştık. Uzanmıştık fakat uyku tutmuyordu. Yeni bir şeytan çıkmıştı ortaya: düşünceye dalmak. Koğuş zifir karanlıktı. Sadece muhafızın orda zayıf bir kandil titreyerek yanıyordu. Yanında da Mihal Çavuşun yatağı vardı.
 Nöbetçi yere oturmuştu. Silahı bacaklarının arasındaydı. Uyanık sanıyorduk.
 Aniden biri fısıldıyor:
 — Bak!
 Ağızdan ağza haber bütün koğuşa yayılıyor. Bakıyoruz:
 Zayıf ışıkta kampın başçavuşunu kapıda görüyoruz. Gıcır gıcır taze hergelenin biriydi. Gece teftişine çıkmıştı. Ayaklarının ucuna basarak yavaşça, dikkatle, muhafıza yaklaştı ve elinden silahını aldı. Adam uyuyordu.
 Başçavuş elinde silahla etrafına bir göz attı. Mihal Çavuşun yatağını gördü. Adam horluyordu, ama hizmetkârı olacak çanak uyanık, sahneyi izliyordu.
 Başçavuş eğilip eliyle sus işareti yaptı. Sonra yanına gitti, ona silahı verdi ve bir şeyler söyledi. Sonra da sessizce dışarı çıktı ve karanlıkta kayboldu.
 Temsili baştan sona heyecanla izledik. Senaryoyu anladık. Subaya haber vermeye gidiyordu: görev sırasında nöbetçinin silahı bir esirin elindeydi! Nöbetçi de horluyordu! Asılmasa da ömür boyu hapis kalır bu durumda.
 O zaman bütün koğuşta derinden bir homurtu yükseldi. Ses gittikçe büyüdü, boğazlanan öküzler gibi. İlk önce bir gölge kımıldadı ve yataktan fırladı. Sonra diğeri, sonra bütün koğuş ayaklandı. Sinirli hareketlerle acele kapıya yöneldi. Seksen kadardı, kenetlenmiş, ateş gibi gözlerle.
 — Ver tüfeği! Dedi Miltos, çanağa sertçe.
 Adam duymazlıktan geliyor, hık mık ediyor, efendisi Mihal’e göz atıyordu. Öbürü haşhaştan kafayı bulmuş horul horul uyuyordu.
 — Çabuk, solucan! Ver onu!
 Diğerleri de muhafıza koşmuştu. Onu uyandırdılar. Şaşkın gözlerle üzerindeki bunca adama bakıyordu, ne olduğunu anlayamıyordu.
 — Çabuk! Çabuk!
 Kısaca izah edildi ve çanaktan tüfek alınarak eline tutuşturuldu. Sonra herkes yerini almak için koştu. Bütün bunlar bir iki dakika içinde olup bitti. Daha iyicene yerleşmemiştik ki, kapıda mülazımı evvel, başçavuş ve iki asker göründü. Sinirli ve aceleciydiler. Onları fark eder etmez nöbetçi selama durdu.
 Subay, şaşkın ve kızgın, başçavuşa bakıyordu.
 — Nerde hani?
 Adam yemin billâh ediyor, ama gördüm, gözlerimle gördüm, diye ikna etmeye çalışıyordu.
 — Ulan, uyuyor muydun?
 — Ben? Hayır! Diyor asker.
 Başçavuş şaşırmış, çanağı görmek için Mihal Çavuşun tarafa bakıyor. Ama korkudan ortadan kaybolmuştu bizimki.
 Mülazımı evvel, burnundan soluyarak kamçıyı çizmesinde şaklatıyor. Sonra rahatsız edilmenin acısını çıkarmak için nöbetçinin suratına da okkalı bir şamar indiriyor. Sertçe dönüyor ve gidiyor.

Böylece zamanla, muhafızlar ve biz nasıl olduğunu anlamadan, körlemesine, yakınlaşmaya başladık. Akşamları sırayla geliyorlar ve bizimle arkadaşlık ediyorlardı. Birbirimize dertlerimizi anlatıyorduk. Sohbetlerimizde artık bize esir demiyorlardı. Ağır Anadolu şiveleriyle, bütün cana yakınlıklarıyla, sevecenlikle şöyle sesleniyorlardı:
 — Arkadaş.
 İşe gittiğimizde artık ne vuruyor ne sövüyorlardı. Rum çavuşlar olmadığı zaman oturmaya bırakıyorlardı. Sadece bu çavuşlardan titrerlerdi, çünkü subaylara namertçe gammazlıyorlardı.
 Öğlen, paydos vakitleri, kızgın güneşte uzanıp ekmeğimizi beraber yer olmuştuk. Arkadaşça konuşuyorduk ve çok kere belirlenen istirahat süresini de aşmış olurduk. O vakit korkarak bizi kaldırırlardı, usulca, sanki rica eder gibi:
 — Haydi, arkadaşlar, kalkın.
 Balyoz gibi ağırlaşmış kalplerle kalkardık ve işe koyulurduk. Onlar da rahatsız olmamızdan çekinir gibi arkadaşça omzumuza dokunurlardı:     
 — Ne yapalım, arkadaş? Allah bizlere acısın, size de, bize de.
 Bizlere acısın.“Size de, bize de”. Bunu daha sık söyler olmuşlardı. İki kader birbirinden ayrılamamaya başladı, onlarınki ve bizimki. Subaylarından ve bizim çavuşlardan çok korkuyorlardı. Aynen, biz de onlardan nefret ediyorduk. Memleket özlemiyle dua ediyorlardı, bir yerlerdeki bir kulübe için. Biz de.
 Öyleyse?

Hepsi fukara insanlardı. Ama çok. Onlara harçlık vermiyorlardı. Belli ki harçlıklarını subaylar çalıyordu. Her şeyden mahrumiyet çekiyorlardı, tütünden de. Biz serbestçe izmarit toplayabiliyorduk -onlar çekiniyordu. Böyle gururları incinsin istemiyorlardı. Ama onları görmediğimiz zamanlar…
 Bizimkiler, köylülere çalışınca birkaç kuruş biriktiriyordu ve o parayı her zaman tütüne çeviriyordu. Bize de ikram ederlerdi. Muhafız bunu görürdü. Fitil elden ele ona da geçerdi. Sarardı sigarasını, fitili verirdi arkaya. Kafa yerdeydi. Çakmak. Yakardı. İlk çekişte kafa kalkardı, sadece o vakit, gözler hareketsiz. Bir şey konuşmazdı.
 A, işte! Kımıldamayan bir çift göz çok şey anlatırdı o zaman…
Kimi zaman, yalnız başlarına bir köşeye çekilirlerdi. Uzaklara bakar, memleket türküleri söylemeye başlarlardı. Onlara bir de savaş türküsü öğretmişlerdi: “Ankara’nın taşına bak…” Türkünün sert vurgularını dudaklarında yumuşatırlardı. Bunu da öyle ağlayıp sızlanır gibi söylerlerdi:

 Ankara’nın taşına bak
 Gözlerimin yaşına bak

BÖLÜM  18

Bir gün beklenmedik şekilde, bizleri işe çıkarmadılar.
        — Ne oluyor
 Ertesi gün de aynı.
 Duruma bir sebep bulamıyorduk. Sonunda öğreniyoruz: Bir İspanyol gelecekmiş diyorlar, resmi olarak. Adı Dellara, bizi görecekmiş, ne durumdaymışız bakacakmış.
 — Doğru mu be çocuklar? Memleketinde hiç boğa kalmamış mı?
 Bir sabah altmış kadar esiri küçük bir iş için diye alıp götürüyorlar. Manisa’nın biraz dışına çıkarıyorlar. Tren raylarıyla, Sipil dağı arasında, büyük bir vadi başlıyordu. Oraya “Kirtik dere” diyorlar. Bu vadinin içinde, İzmir’den ve Manisa’dan getirilen kırk bin kadar Hıristiyan’ın öldürüldüğü hesaplanıyor, erkek kadın. O vakitler felaketin ilk günleriydi. Gövdeler, üzerinden geçen kışlarla erimiş, vadiye yukardan inen sular cesetleri sürüklemişti. Cesetler böylece demiryoluna kadar gelmişti.
 Dellara geldiği zaman, trende bir puro yakacaktı. “Vagon-li”de olacaktı. Pencereden dışarı bakacak ve gördüğü manzaradan hayran kalıp hayallere dalacaktı. Birdenbire cesetleri camdan görebilirdi. O zaman tüm hayalleri tuzla buz olmaz mıydı? Öyleyse, işimiz bütün gün cesetleri görülmeyecek içerlere taşımaktı.
 Başlangıçta ellerimizle cesetleri kucaklayıp taşımak işi bize çok kötü göründü. Ama biraz geçince ilk duygu kayboldu. Esirler aralarında şaka yapmaya bile başladılar.
 — Neyi tutuyorsun? Soruyordu birisi.
 Diğeri kucağına bakıyor. Bir metre yürüyor:
 — İki kafa. Beş kaval. Altı tarak.
 — Erkek mi dişi mi?
 — Erkeğe benziyor sanki.
 — İyi süzememişsin, arkadaş!
 __ Neden?
 Diğeri zaferle kendi kucağını gösteriyor:
 — Bak buraya! Bir kadın leğeni, iki leğen daha, üç leğen! Hepsi de kadın şeyine benziyor…
 Birkaç kaval ve el kemikleri arasında kalmış bir tel bulunuyor. Hıristiyan bununla bağlanmış olacaktı -ama vadide yuvarlanıp sürüklenen cesetten sıyrılmıştı. Fakat bizlerden birinin şansına birbirine bağlı dört el kemiği rastladı. Bağlı halde öylece yerden kaldırdı ve taşıyacağı yere götürdü.

Öğlen vakti. Bu gelgitlerden bitkindiler. Ağır yürüyorlardı, yakıcı güneşten bunalmışlardı. Konuşmalar, kaba saba şakalar durmuştu. Kimseden çıt çıkmıyordu. Sadece biri, bulduğu küçük bir kafatasını diğerlerine gösterdi.
 — Bakın, dedi.
 Bir yavrucağındı.
 — Allah!...Allah!...Diye mırıldandı, allak bullak olmuş bir muhafız.
 Ekmek yemek için oturduk. Kimsenin iştahı yoktu. Biri konuştu:
 — Kaç yaşındaydı?
 — Yavrucağı mı sordun?
 — Evet.
 — Ne olacak? En fazla iki.
 Akşam erken vakit işi bitirmiştik.
 Çavuş raylara gitti. Oradan vadinin yarığında bir şey görünüp görünmediğine baktı. Görünmüyordu.
 — Tam mam!
 Bu günün hatırasına bir iki şey aldılar. Biri bir tel, diğeri bir küçük kemikti.
 — Ne cesaret bu! Şikâyette bulunuyor bir arkadaş.
 — Numune olarak! Diye cevap veriyor diğeri.
 Kampa doğru yola koyulduğumuz zaman, geride bıraktığımız bu yer aklımızdan çıkmıyordu. İskeletli vadi başlı başına omuzlarımızda ağır yük oluyordu -arkamızdan bir şey hareket ediyor, adım adım bizi izliyordu.
 Bir pınarda durduk. Ellerimizi, yüzümüzü yıkadık. Sanki hafiflemiştik.
 —Bu kadar kemik ne olacak? Biri ansızın sordu.
 Miltos, ona sakince baktı.
 — Kemikler ne olur, bilmiyor musun?
 — Hayır.
 — Gübre, arkadaş.
 — Ne yapılır diyorsun?
 — Gübre, arkadaş. Bir gün görürsün iyi fiyata sattıklarını. Görürsün…
 Miltos görmüş geçirmiş biriydi. Biliyordu.
  O! Eminim, arkadaşın dediği gibi olacaktı: İngiltere’nin Southampton’undan –başka bir “hampton”dan da olabilir- günün birinde bir tüccar gelecek. Gözlüklerini silerek bakıp, bu şeye talip olacak: ekstra kalite organik gübre. “Tonu kaça?” “Şu kadar” “O! Başka yerden Türk şeyi, Bulgar şeyi, Rus şeyi aldım, şu kadara!” “Ama buradaki katıksız Yunandır!” Pazarlamacı ona karşılık verecek. “Gerçekten katıksız mı?” “Gerçekten” “E, o zaman, parasına mı bakacağız yani!”
 Tüccar fiyatı kabul edecek bir kuruş fazlaya alacak -zira şimdi artık Perikles ve İktinos onda olacaktı.

Ertesi sabah teftiş vardı. Komutan üç yüz kadar esiri seçerek yana ayırdı: Üzerlerinde dilenerek buldukları eski püskü giysiler vardı. Biz arta kalanlar hala çuvallar içindeydik, yürüyüş için hazır olma emri aldık.
 Yakıcı güneş altında yola çıktık. Dağların arasında iki saat yürüdük.
 — Nedir bu yahu? Ne olacak?
 Sonunda bize anlattılar. Dellara bizi görmemeliymiş. Bizi gizlemek için buraya getirmişler.
 Çıktığımız dağ çalıdan geçilmiyor. Yalınayak esirler İspanyol’un imanına küfrediyor, sülalesine veriştiriyordu.
 — Boynuzuna!...Boğalarla, matadorlarla gıcırı yerinde değil miydi kavatın? Ne istedi bizden?
 Bütün günü dağda geçirdik. Garnizona akşam döndük. Neler olduğunu öğrenmek için sorduk. Bir arkadaş da anlattı:
 “Tip”diyor İspanyol’a, önlerinden hızlı bir geçiş yapmış, sırtında değişik mor bir elbise varmış, ter içinde götü boklu semiz tavuk gibiydi, diyor arkadaş. Yanaklarını silip, ağzından salyalar saçarak onlara seslenmiş:
 — Muyi biyen! Muyi biyen! (çok iyi! Çok iyi!)
 Bizimkiler kıkırdamamak için buruşup kalmış! Kih demeye kim cesaret eder! Yanyalı sonra lafı dine getirmiş.
 — Her cuma dua ettiklerini söyle ona! Tercüman Dikitis’e emrediyor.
 Tercüman da İspanyol’a söylüyor: Böyle böyle. “Tip” yalanıyor ve salya sümük gülüyor.
 — Muyi biyen! Muyi biyen!
 Muyi çocuklar! Akşama bütün kampta o naradan başka bir şey duyulmaz oldu. Muyi aşağı muyi yukarı. Esirler neşeyi bulmuştu, lafı evirip çevirip kahkahayı basıyordu. Sonra zamanla sohbetlerine koydular, şaka olsun ciddi olsun, lafı buldukları yere yapıştırdılar.        
 
BÖLÜM  19

Kamp taşındı. Daha yüksek bir yere. Denize karşı. Bunca aydan sonra, uzaklardan denizin parıltısını görebiliyorduk.
 Yeni esir kampı açık bir alanda kurulmuştu. Yan yana iki sıra tahta barakalar yapmışlardı. Çevresiyle elli dönüme kadar büyük bir bölgeye yerleşilmişti. Etrafını üç sıra sık dikenli telle çevirmişlerdi.
 Barakalarda iki bin esir kalacaktık. Baş tarafta, muhafız bölüğünün barakası göze çarpıyordu. 

Ağustos ayı. Sıcak günler. Diller ağızlardan fazlalıkmış gibi dışarı sakmış -neden bir değil de iki kulağımız var? Rüzgâr yakıcıydı. Yağlı bir madde gibi yapışıyor. Barış olduğunu öğrenmiştik. Bir hafta, iki hafta bekliyoruz. Sonra ağır adımlarla yine kendi içimize dönüyoruz. Daha ne kadar bekleyecektik, bunu bilmiyorduk.

Bunlar önümüzü göremediğimiz günlerdi. Büyük işler kesilmişti. Bir gün bizi işe çıkarmadılar. Ertesi gün de. Daha ertesi gün de. Günler böyle geçti. Bir hafta, iki hafta. Bize devletin işleri azaldı diyorlar. Bunun için. Başka bir şeyden değil.
 İyi.
 İyi oldu diyoruz. Dinleniriz. Kendimize geliriz.
 İlk gün neşe idi. İkinci de öyle. Sonra kabuğumuza çekilmeye başladık -bir yeni ihtiyaç, biraz kendi başına kalasın, kendine çeki düzen veresin…
 İyi. İlk gün, ikinci gün. Sonra haşin suratlar kararmaya başlıyor.
 Ne oluyor?
 Bu hareketsiz ve sıcak günlerde her sabah ibadet vardı. Esirler uyuşuk adımlarla güneşin altında toplanıyor ve bekleşiyordu. Sonra Arap geliyordu. “Uzman” arkadaş da duaya başlıyordu. Kimse oralı değildi. Gözler yere bakıyordu. 
 Bitirelim! Bitirelim!
 Duacı bir an duruyor, soruyor.
 — Bitsin mi?
 — Bitsin.
 Herkes teker teker sessizce uzaklaşıyor.
 Ertesi gün, aynı hikâye başlıyordu. Çoğu koğuşa yanlamıştı. Diğerleri, kimi sırtüstü, kimi yüzükoyun dışarıda yatıyordu. Bizim çavuşlar, sere serpe uzanan gövdelere dönüp vuruyordu.
 — Kalkın! Kalkın!
 — Ne var yine?
 — Duaya!
 Seslerindeki ton bir zamanlardaki “oduna” komutu gibiydi.
 — Duaya!
 O vakit esirler sövüp sayarak kalkıyor, uyuşukluktan kurtulmak için geriniyor ve kampın ortasına doğru hareketleniyordu.

Yeni garnizonda bir sürü köpek toplanmıştı. Esirler onları dışarıdan, çalıştıkları tarlalardan getirmişlerdi. Çalkantılı sert hayatları içinde bir yumuşaklıktı. Köpeklerin çoğu cılızdı -artık ne bulurlarsa onu yiyorlardı. Benim de bir tane var. Bir sokak köpeği. Adı Nabukodonosor. Babil kralının adını koymuştum. Neden böyle? Öyle. Çünkü ben de “31328 numara”yım.
Çoğu sabırla yakıcı güneşin altında oturuyor ve köpeğinin piresini ayıklıyordu, bulduklarını anında öldürüyordu. Keneleri çıkarıyor, tükürükle gözlerini temizliyordu. Sonunda sıkılıp kalkarken köpeği de kaldırıyordu. Dikenli tellerle çevrili alanda güneşin altında adımlamaya başlıyorlar, bir aşağı, bir yukarı, bir sefer, iki sefer, üç sefer. Köpek arkadan takip ediyor. İnsan sonra sıkılıyor, durup dikiliyor. Orada, dikenli tellerin yanında. Köpek bir an ona bakıyor -başka bir davranış göstermeden o da duruyor,
 Dikenli tellerin her zaman müşterisi vardı. Esirler yürümekten bıkınca, gidip üstüne yaslanıyorlar. Orda saatlerce kalıp, sabit gözlerle dışarı bakıyorlar. Çok nadiren konuşuyorlar. Bezgin, kimsesiz. Uzaklara bakıyorlar. Bakıyorlar. Sanki bir şey arıyorlar.
 Bir küçük bulut, kül rengi Sipil’in üstüne değiyor. Biraz sonra büyüyor, olabildiğince yayılıyor. Bir kesin karar çabasıdır.
 — Birazdan gider, diye mırıldanıyor biri.
 — Evet, gidecek…
 Gözler başka yerlere çevriliyor. Rengârenk bir çiçek, bir yerde bitmiştir. Eller telin üzerine sinirle kapanıyor, kanayana kadar öfkeyle sıkılıyor. (Artık dünyada olmayacağım zaman, bana ağlamaya sadece annem gelsin. Cesaret edip bana çiçek, vesaire getirmeye kalkmasınlar -hortlayıp onları paçavraya çevirmezsem bana da İlias demesinler.)
 Vakit geçiyor. Köpek aşağıdan ayakları yalıyor, onda pantolonu çağrıştıran çuvalı dişleriyle çekiştiriyor.
 — Ne be?
 Köpek anlatmak istiyor: “Artık tamam, gölgeye gidelim”.
 O zaman eller onu sinirle yakalıyor. Tellerden dışarı fırlatıyor. Gözler bu özgürlük sıçrayışına garezle bakıyor -bir cump…, bitti, gerisi özgürlük!
 Köpek kendine soruyor: “Şimdi?...”
 Ellerimizle işaret ederek, ona bir volta atmasını ve kapıdan girmesini gösteriyoruz. Sonra gözler yine uzaklara dikiliyor ve arıyor. İçimizde çalkalanan güçlü ham bir nefret var -sadece çiçekler için değil, Mihal çavuşa değil, komutana değil, Tanrı için değil, değiller yetmiyor. Kimse bilmiyor. Biz, Tanrının karanlıkta yarattığı, çarpık çurpuk, çapaçul kör bir hilkat garibesi miyiz, acaba olabilir mi?..
 Tellerin oradan bir ses duyuluyor:
 — Of!
 Adam derinden bir iç çekiyor, kasvetli baskıdan kurtulmak ister gibi.
 — Ne yapalım? Ne yapalım? Umutsuzca kendine soruyor. Uyuştum!...
 Canlı bir gövde değil, başka bir şey.
 — Ne yapalım?
 Konuşmadan anımsıyorlar; esaretin ilk günlerini, devamlı hareket halinde ve tehlikeler içinde olduğumuz günleri, o zamanlar hayatımız pamuk ipliğine bağlıydı. Tabi can tatlıdır, içgüdü kuvvetlidir, elbette kimse istemez ölmeyi, fakat, fakat…
 — İlk günleri hatırlıyor musunuz?...Biri konuşuyor ve duruyor.
 Bütün zihinler, bu uzak maziye gidiyor. Neredeyse haz duyacaklar. Neden, çünkü o zamanlar bir şey vardı, kuvvetli bir silkiniş  –göğüs göğse bir güreş, hayata tutunuyorsun. Ölüm seni yakalayıp sırtını yere vuracağı zaman, küçük gövdeni titreterek onu buyur edip ölüme teşekkür mü ediyordun? Bayım buyur, gel! Şimdiye kadar nerdeydin…
 — Diyorum ki… Diyorum ki, diye mırıldanıyor aynı kişi. Neden be, düşünebilmen için yaşaman gerekiyor?
 Saf, budala bir hali vardı.
 — Ne istiyorsun be? Başka bir ses araya giriyor. Yoksa kapalı gözlerle mi görmek istiyorsun?
 — Hayır…
 — E, seninki budur!
 Adam yüce Tanrının büyük huzurlarında açıkağızla oturuyor, öyle istiyor. Yakalandığı anı, yalınayak koşularını, vagonlardaki hamallık günlerini, nasıl şimendifer gibi çuf çuf tabanlarından buhar attığını uzun uzun düşünüyor.
 Onlara şunu diyor:
 — Bu olacak.
 — Evet, belki olabilir.
 — Bir gün olduğunu düşünün…, yavaşça tekrarlıyor aynı adam, bir süre sonra:
 — Ne?
 — Diyorum, dünya kaç milyondur?
 — Nerde sayıldı ki?
 — Milyonları yatırsalar, diyelim yere, her biri bir kalıpta olsa, sabunhanedeki sabunları soktukları gibi. Ve sabunları öyle hareketsiz bir ay bıraksalar. Ne olur?
 — E, bunu bilmiyor musun? Biri hemen atılıyor.
 — Hayır.
 — Ben makinelerde çalıştım. Sen bana sor onu! Buharı bırakmayı unuttun mu, o zaman olacağı görürsün!
 — Makine durur mu?
 — Ne durması be! Mantar tapa gibi havaya uçar!  
 Sessizlik. Sonra biri yalvarır:
 — Ah! Şimdi ne istediniz… bu Yunancadan?
 — Evet, sahiden.
 Gidip güneşte yürümeye başlıyorlar, yukarı aşağı. Sonra tekrar yukarı. Sessizce. 
 Hava kararıyor. Güneş denize indi, batıyor. Uzaklardan müezzinin sesi duyuluyor. İkindi namazı. Lainul-Allah. Birçok “L”, yücelik dolu, gelip geceye yerleşiyorlar.
 — Zannedersin aynı…, mırıldanıyor biri dalgınca.
 — Ne?
 — Aynı ses. Konya’da, Aydın’da duyduğum gibi.
 — Hakikaten doğru, diyor bir başkası. Afyon’daki ses de aynıydı…
 Dikkat ediyorum. Ama doğru! Gerçekten! Bakır’daki, Akhisar’daki müezzinin sesini hatırlıyorum -aynı, aynı.
 Tanrım, o halde, insanların kalplerini mi uyuşturdun, yoksa gırtlaklarını bir mi yapıyorsun?
Yazın son geceleri bizi şu durumda buldu. Yağ -en hafif soluk bile yok. İş sıfır. Acaba bu yeni bir durum mu?...
 Kamp gittikçe daha ağır, daha suskun ve buruk oluyordu. Uzaktaki denizin iri dalgaları gibiydi. Kırılmıyorlar. Derinden inliyorlar. Geceleri, barakaların dışına bırakıyorlar ve biz de dışarıda oturuyoruz. Biraz aşağıda dikenli teller. Korku yok. Erken uyuyan az. Parmakla sayılacak kadar. Çokları saatlerce uyanık kalıyor. Muhafızlar da geliyor. Beraberce yıldızlara bakıyoruz. Biri hikâye anlatmaya başlıyor. Türkçe, muhafızlar da anlasınlar diye. Kampta geceleri ne kadar hikâye anlatıldıysa hepsi korkunçtu. Okumuş olduğunun ve hikâye anlatmasını bildiğinin kokusunu alırlarsa, birden önemli kişi oluyorsun. Bir seferinde beni de fark ettiler ve ben de onlara Robenson’u anlattım.
 En çok, içinde tehlike ve hareket olan hikâyelerden hoşlanıyorlardı. Herkes ağzı bir karış açık dinliyordu. Dış dünyanın bu karşı konulmaz şiddeti sanki bir sığınak gibiydi.
 Birinin anlattığı hikâye bitiyor. Sessizlik oluyor.
 Biraz vakit geçiyor. Sonra biri soruyor:
 — Bugün ayıları gördünüz mü?
 — Hayır, ne ayısı?
 — Durun size onları anlatayım!
 Ayıları anlatmaya başlıyor. Yemeğimizi getirmek için birkaç kişi angaryadan yarım saat ayrılmıştık, o vakit ortaya çıktılar, diyor. Onları yolda görmüş. Bir aileymiş: üç büyük ayı, iki maymun ve on kadar çingene. Gösteri yapmışlar.
 — Böyle cümbüşü nerede göreceksiniz be çocuklar!
 — Hadi yahu, ayılar mı?
 —Neden? Yoksa gözünü mü doyurmaz?
 — İster misin, sana cennet kuşları görünmüş olmasın? Başka biri dalga geçiyor.
 — Bu laf da nereden çıktı?
 —Cennet kuşları, dedim! Orada yaban ellerde böyle diyorlar.
 — Benimle Frenkçe kafa mı buluyorsun kardeş! Sen bana ayıları, çakalları söyle –memlekette bunlar vardı. A, bir keresinde de aniden bir kurt üstüme saldırmıştı!
 Yine kısa bir sessizlik. Ama fazla sürmüyor.
 — Ben… Öküzler benim hoşuma gidiyor, çocuklar, diyor bir başkası, hatırına gelerek.
 — Doğru mu be? Öküzler mi? Sen çiftçi miydin?
 Hayır, çiftçi değildi. Ama öylesine öküzlere deli oluyordu. Yanlarına gidiyor, onlara içten gelen sevgiyle bakıyor, okşuyordu.
 — Siz onunkinden daha masum göz gördünüz mü be? Ne yaparsan yap kızmıyorlar. İnatları yok, sesleri çıkmıyor. Sanki…sanki…insan gibi!
 Büyükayı alçalmaya başlıyor.
 — Haydi, çocuklar yatalım, geç oldu, diyor bizimle oturan muhafızlardan biri.
 Ağızlar yere tükürüyor. Sert bir karar alıyor gibi teker teker kalkıyorlar. Koğuşlarına çekiliyorlar. Köpeklerimiz arkadan izliyor.
 Uzanıyoruz. Herkes karanlıkta yalnız başına kalıyor. Uyku tutmaya uğraşan gövdelerin yerinde dönüp durduğunu işitiyorsun. Dert etme! Beyinler çalışıyor, soluklar yavaşlıyor -bir yokuş, birçok vagon, makine inliyor ve geriliyor, ölçüsüz eller yakalamak istiyor. Vakit geçiyor. Çalışan beyinler yoruluyor, hastalıklı bir mahvolma başlıyor. Eller yanında yatan köpeği bulmak için uzanıyor -tüylerini karıştırıyor. Yavaşça, sürüp gidiyor. Parmakların yaptığı bu iş sırasında hafıza donukluktan çıkıyor gittikçe güçleniyor, parmaklar dikkatli, bir noktaya yoğunlaşıyor, kulak kesiliyor, hatırlamaya çalışıyor. Sanki bir an sıcak bağır gibi geliyor ona, ama o başka şeydi, başkaydı…
 Tırnaklar hırsla gömülüyor köpeğin vücuduna. Bir uluma.
 — Kapa sesini! Bir ses gürlüyor Mihal Çavuşun yatağından.
 Şimdi sonunda, tutsaklığımızın durgun zamanında, bu çiçek açtı beynimizde. Daha önce vaktimiz olmamıştı. Şimdi yeşerdi.
 Yakıcı güneşin işlediği iki bin gövdeydi. Dört bin kol, bir yıla varıyor, kilit vurmamıştı kadına. Gece koğuşta, gözler kapanmaya doğru gidiyor. Onu yakalayacaksın: dilsiz, buruk, derinden, sanki kabaran nehir, yükseliyor ve iniyor - öyle - derinin altında müthiş bir fokurdama.
Miltos’la artık ayrılmaz olmuştuk. Samos kökenliydi. Öksüz ve kimsesizdi, daha yavrucakken gurbetteydi. Çalkantılı bir hayat sürmüştü, çok çekmişti, kırk yaşındaydı. Hayatı boyunca ne yapmamıştı ki! Saçları böylesine ağarmıştı. Kuru, solgun suratında kemikler seçiliyordu, sanki cendereden dışarı fırlamış gibi. Midesinden ve ayaklarından çekiyordu, bütün sinirleri hurdahaş olmuştu. Dişlerini sıkıp acıya dayanıyordu, suratı bu çabayla hep gergindi.
 O da geceyi seviyor çoğu zaman uyanık kalıyordu. Esirler onu çok severdi, çünkü iyisini bilir ve gerçek hikâyeler anlatırdı. Bir gece çevresine toplanıp rica ettik. Sessiz gecede derinden gelen sesiyle, Afrika’da ele geçirilen bir sürü vahşi köpeği anlatmaya başlıyor:
 Bir vakitler, Transval’in maden kuyularında çalışmıştı. Büyük kuyularmış, kırk metre, bazen seksen metre derinlikteymiş, altın için kazıyorlarmış. Açlık çekmiş -çünkü içerde çalışanların yüzde doksan dokuzu siyahmış. Çukurun dibi diz boyu çamurdu, bütün gün içinde çalışırlarmış, akşam yukarı çıkardıklarında göz onları görmezdi, diyor  -çünkü siyahlar. Ne kadar diyesin -kırk bin, altmış bin mi? Çalışanlar çok binlerceymiş. Onları sabah indiriyor akşam çıkarıyorlarmış. Dışarıda açık havada bulundukları zaman, hava onları boğarmışçasına öne düşmüş kafalarla dikildiklerini görüyordun, diyor –çünkü açık havaya alışık değillerdi, bunun için. Çamura inmek için acele ediyorlardı. O zaman rahat ediyorlarmış.
 Geceleri onları kasten koğuşlara kapatırlarmış. Başlarında nöbetçi olurmuş -yine onlar gibi siyahlardan, şirketin adamları, diyelim ki buradaki çavuşlar. Basarlarmış kamçıyı ve acımasızca vururlarmış. Tabanca? Gereksizdi, diyor. Çünkü bu vahşiler garipmiş, ölümden korkmazlarmış. Sadece sopadan titrerlermiş. “Poriç” dedikleri bir şey yerlermiş. Çoğu, karıları ve çocuklarıyla berabermiş. Yaşayabilmek için beraber çalışıyorlarmış. Kızlar olgunlaşınca erkeklik ihtiyaçları için onları beyazlara satarlarmış. Az fiyata, diyor. Kızlar sadece doyurulmaktan hoşnut olurlarmış. Bütün gün köle gibi çalışırlar ve geceleri beyazların yataklarına girerlermiş. Bıktığın zaman gösterirmişsin yolu! İtiraz etmeden kalkar ve boyun eğerek giderlermiş. O zaman başka iş ararlarmış. Bulamazlarsa geceleri yollarda dolaşırlarmış -şikâyet nedir bilmezlermiş.
 Şirketler siyahları uzun bir süre için satın alırmış, yıllar için. Bir sene, iki sene, üç sene çalışırlar sonra ölürler ve gittikçe sayıları azalırmış. Şirketler o zaman yenilerini getirir ve kuyuya sokarmış. Fiyatı tacir belirlerdi, diyor. Bu tacirler de diğerleri gibi siyahmış. Afrika’nın içlerine yolculuklar yapar, yirmi gün, bir ay bu şeylerden beşer, onar bin toplar gelirlermiş. Onlarla yıllık ücret için uyuşurmuş, şu kadara. Sonra getirir ve şirketlerin iş yaptığı postalarda dolaştırırmış.
 “Ne kadar?”
 “Şu kadar”
 Büyük kazanç payı bırakmıyorsa anlaşmazlarmış. Çekip giderlermiş daha aşağılara.
 Siyah daima trenle yolculuk eder, diyor. Denizden korkarmış. Tabii ki başka bir yol olmayınca vapurlara da girerlermiş.
 Bir keresinde, arkadaşımız büyük bir yük gemisinde çalışıyormuş, lostromo. Gemi dolusu siyah götürüyorlarmış. Birçok limana uğramışlar. Şirketler bir lokma ekmeye insan arıyormuş. Tacir de razı olmamış. Küfrü bastı, onlara eyvallah etmedi, diyor. O zaman başlarına bir başka melanet gelmiş: “Canlılar” hastalığa yakalanmış. Bir deli ateş ki –yirmi dört saatte öldürüyormuş. Onları ambarlardan çıkarıp açık denize atmışlar. Diğerleri yukarda güvertede toplanmışlar, suda kaybolanlara bakmışlar. Kovuklarında dönüp duruyorlarmış. Kirlenmişler. Tacir hırsından dudaklarını yiyormuş, zira canlılar gitgide azalıyormuş. Böyle kuruyup kalırlarsa-şirketler iyi fiyat vermeyecekti, diyor. Tacirin bu durumdan kurtulmak için çaresi de yokmuş. Ambarlarda dolaşıyor, kamçıyı indiriyormuş bu pelte yığınına. Onlar da cayırtıyı basıyormuş –adamı hoşnut etmenin ve ölümden kurtulmanın bir yolunu bilmiyorlarmış.
 Arkadaşımız duruyor. Ağızlardan derin bir nefes veriliyor –herkes ciğerlerdeki havayı tazelemek istiyor. Gözler fal taşı, nah böyle!
 Sessizlik. Bir iki dakika. Sonra biri soruyor  -bütün aptallığıyla:
 — Öyleyse, onlara da…di…diyelim mi, bizim gibi…”esir”?
 — Hayır, diyor bir başka ses, sertçe. Onlar “özgür”dür.
 — A!...
 Yine çıt yok. Uzun süre.
 Gövdeler, sessizliğin içinden ortaya çıkacak sesi yakalamak için tetikteydi, insanoğlunun derinden gelen boğuk iniltisini.

Günden güne durum kötüleşiyordu. Acı gözlerde yoğunlaşıp kalmıştı -bir vahşi hayvan pençeleri üzerinde şaha kalkıyor, a, a, saldıracak böyle, kükremesi nefret dolu.
 Müthiş bir tükenişti, sinirleri, kalpleri, hücreleri didik didik ediyor çünkü kurtuluşu yoktu. Şekillenmiş bir düşman yoktu ve  t a b i i dokunabileceğin de. Korkunç olan bu.
 Bir arkadaş güneşin altında oturmuştu. Korkunç sıcak ortalığı kavuruyordu. Sonra upuzun yatıyor yere. Yavaş yavaş, gövdesini yuvarlamaya başlıyor, bir yumak gibi. Bir daha. Daha hızlı. Bir daha, bir daha, çok hızlı. Suratı sert toprakla, sivri taşlarla çiziliyor. Acıdan gülme nöbeti geliyor.
 — Ha! Ha! Ha! Ha!
 O Dakka Mihal Çavuş oradan geçiyor, arkadaşı görüyor.
 — Ulan! Diye bağırıyor.
 Yumak duruyor. Gülen yüzü birden nezaketsiz haşin bir fırtına esintisine dönüşüyor:
 — Ne?
 — Nedir bu? Soruyor, Mihal Çavuş.
 — Bu işte!
 Mihal Çavuş elinde tuttuğu kamçıyı kaldırıyor ve bütün gücüyle karanlık surata indiriyor. Başkaca bir söz etmeden:
 — Nah!
 Sonra çekip gidiyor aşağıya.
 Esir kalkıyor. Yavaşça. Kızarmış ellerini kamçıyı yemiş suratına ağır ağır kaldırıyor. Dokunuyor. Gözlerini yere dikiyor. Bir an. Sonra, yavaş yavaş Mihal’in gittiği tarafa dönüyor, onun geri dönüp geldiğini görüyor.
 Arkadaş dimdik ayakta duruyor. Ona bakıyor. Mihal yanına varıyor ve küçümseyerek göz atıyor. Önünden geçiyor. Bir adım daha atmaya fırsat bulamadan arkadaşımız birden saldırıyor. Tepesine binip yapışıyor, çavuşun vücudundaki mafsalları ısırmaya başlıyor, kudurmuşçasına, çılgın gibi, ensesini, yanaklarını, omzunu. Salyaları kanla beraber akıyor. Böğürüyor.
Seslerden dünya yıkıldı. Herkes koştu ve onları ayırdı.
Komutanın haberi oldu. Çılgına döndü, kudurdu. Arkadaşımız derhal tecrit edildi. Ertesi sabah onu kamçıladılar. Sonraki gün de. Sırayla üç gün. Sonra onu gönderdiler. Ne olduğunu öğrenemedik.
Miltos için korkmaya başlıyorum. Geçen her gün bir evvelki günden daha kötü oluyordu. Yemiyordu, uyku yoktu. Yüzündeki kemikler gittikçe daha fırlamıştı. Bir gün onu güneşin altında dolaşırken buluyorum.
 — Ne yapıyorsun? Diyorum ona.
 — Bir adım eksik! Onu bulamıyorum! Cevap veriyor sıkıntıyla.
 Alt tarafı küçük bir alanı ölçüyordu, onda saplantı olmuştu, dörtgeni her taraftan ölçmüştü. Şimdi doğrulamasını yapıyordu. Bu sefer, ilkinden farklı bir adım sayısı çıkmıştı.
 — İster misin, gel seninle beraber bulalım? Bana soruyor.
 Ona bu işi bırakmasını rica ediyorum. Gel, dikenli tellere gidelim diyorum. Yoğun güneşin altında uzaktan bir parçacık görünen deniz ışıl ışıl parlıyordu. Bir ünlem işareti gibi, dikine çıkan biraz duman: vapur olacak.
 Kımıldamadan, sessiz kalıyoruz.
 — Ne diyorsun, orada içerde ne yapıyorlardır şimdi, sence? Diyor bir ses, yanındaki birine.
 — Nerden bileyim?...
 — Ben diyorum, kazana kömür atıyorlar.
 — Olabilir…
 Böylece biraz daha zaman geçiyor. Sonunda arkadaşıma dönüyorum:
 — Haydi, Milto, bize bir hikâye anlat. Aşağı indiğimiz zaman…
 Aniden düşüncelerinden sıyrılır gibi birden yerinde sıçrıyor.
 — Bırak bunları!
 — İstemiyor musun?
 Sert bir ısrar.
 — Hayır!
 Yere oturuyoruz. Yanımızdan diğer arkadaşlar geçiyor. Biraz yürüyüp onlar da oturuyor. Bazıları ağızlıklarına şekiller kazıyor, iğneyle kazıyorlar, süslemek için bir çizik oradan, bir çizik buradan, başkaları numara plakalarını parlatıyor.
 — Of! Miltos derin bir iç çekiyor.
 Numarasına bakıyor. Göğsüne bağlamıştı. Onu çekip alıyor. Biraz el sürüp yokluyor. Sonra dizine sürtüp ovalıyor, önce ağır ağır, gittikçe hızlanıyor. Sonunda birden numarayı fırlatıyor.
 — Yürüyelim mi?
 — Yürüyelim.
 Kalkıyoruz ve kafes içinde bitmeyen voltalara başlıyoruz.

Şunun olacağını hayal ediyorum. Romantik küçük delikanlıların dedikleri: spleen.(terslik). Dolu bir gün doğup batabilir, beyin sabahın başladığı noktadan ayrılmaz. Durur orada, aynı yerde. Günü kazar, eşeler, en uç sınıra varana kadar, ne kadar sokulabilirse… Ve böylece asla varamadığı sonda güçsüz kalır, beyin yavaş yavaş uyuşur, sersemler –bir maya olacak sanıyorum. Ne istiyor?
 Ertesi gün de böyle geçer. Daha sonraki de. Bizi kapatan ufukta biriken lekelerden bir stok var. Düşünceler için çıkış yerleri. Pat, kapıyorsun bir günü. Günün geçiyor.
 Şayet bir gün esir amele taburlarından kurtulacak olursak, ümit ediyorum, dünyanın en eleştirici insanları olacağız.

Nihayet! Hayatımıza ani bir farklılık eklendi. Yunanistan’dan bir gemi dolusu Türk göçmen geldi. Mübadil. Önce İzmir’e indirmişler. Sonra, geçici olarak çeşitli bölgelere bölüştürmüşler. Bizim buraya da getirdiler. Kamp yerinde iki büyük barakayı boşalttılar ve telle bizden ayırdılar. Onları içeri yerleştirdiler
— Üç yüz kişi kadardı -kadınlar, çocuklar, ne istersen. Başlangıçta bizi ayıran dikenli tellere zor yaklaşıyorduk. Bize küfrediyorlar, taşa tutuyorlardı. Muhafızlar bir çatışma çıkmasın diye koşturuyordu -yumuşak tavırla bizi kenara çekiyorlardı. Sonra dindaşlarına dönüyor, sesleniyorlardı:
 — Ayıp! Bunlar da sizin gibi çekiyor!
 Ama birkaç gün sonra bu gibi şeyler yoluna girdi. Bizimkilerin çoğunda ekmek artıyordu. İştah azalmıştı. Yemek de artıyordu. Birçoğumuz tellere yaklaşıyor ve artan ekmeği öbür tarafa atıyordu. Orada bekleyen kadınlar ve çocuklar vardı. Atılanları topluyordu, çünkü onlara verdikleri yetersizdi, ancak yaşayacak kadar bir harçlık. Açtılar.
 Bizim karavana dağıtım vaktinde, tellerin diğer tarafında sıraya diziliyorlar ve bizi bekliyorlardı. Çömleklerini uzatıyorlardı. Bizden biri omuz veriyor, diğeri üstüne çıkarak tel üzerinden, artan yemeklerimizi çömleklerine boşaltıyorduk.
 Sonra uzaklaşıyorduk. Aynı usulle, çocuklarını da tel üzerinden bizim tarafa geçirtiyorlardı. Esirler onları bir iki saat alıkoyuyordu. Çocuklarla oynuyorlar, onları doyuruyorlardı. Akşama yine geri veriyorlardı. Sonra da uzun süre düşüncelere dalıyorlardı.
 İlişkiler böyle gelişiyordu. Her çocuğun bizim tarafta bir arkadaşı vardı. Bu arkadaşlıklar, daha ileri yaşlardaki esirler için her şeyden daha önemliydi  -bir zamanlar onlar da aile sahibiydiler. Yavrucaklar bizim tarafa geçtiler mi hemen araştıran gözlerle onları arıyordu.
 — E, kızcağızım, adın ne senin?
 — Melek
 — Kimi arıyorsun?
 Adını bilmiyordu,  onu tanıyordu.
 — Nah, şu ihtiyar adam… İhtiyar buba…
 Sonunda onu buluyor. Kucaklaşıyorlar, birbirlerini okşuyorlar, sonra kovalamaca oynuyorlardı. Bazı gövdeler, bizimkiler, o vakte kadar koşuyorlar, saklanıyorlar, güneşte nefes nefese kalıyorlardı.
 Bir keresinde, Melek yine bubasını arıyordu. Melek esmer bir kızcağızdı, yalınayak bir “melek”, zeki gözler, kar gibi bir sıra diş.
 — Buba nerde?
 Baba birkaç günlüğüne gitmişti -bir çiftliğe satmışlardı.
 Bunu Melek’e söylüyorlar.
 — Gitti.
 Çocuk o zaman ağlamaya başlıyor. Diğerleri de onu avutmak için tekrar geleceğini söylüyor.

Sadece Miltos çocuklarla oynamadı. İzmarit toplamak için beraber dört dönüyorduk. Kamp alanında bulmak çok zordu. Çünkü çok azımız sigara tüttürebiliyordu, paraları olanlar. Diğerleri onların izmaritlerini topluyordu.
 Miltos müthiş tiryakiydi. İki üç saat bir izmarite rastlayamazsa, bir bez parçasını ağzına atıp dişliyordu -onu gevelerdi dişleri arasında.
 Bir gün onu böyle bunalmış gördüm ve yanımızda bizim çavuşlardan biri de vardı: adam çıkardı tütünü, sardı ve tüttürdü, ona nispet yapıyordu. Yanından bir adım uzaklaşacak oldum -Miltos için bir sigara araştıracaktım. O bunu anladı. Beni sertçe kolumdan çekti.
 Konuşmadık.
 Beraber gittik ve bir köşeye oturduk. Esirlerle oynayan çocuklara bakıyorduk. Gözleri yavaş yavaş donuklaşıyordu: aynı yere uzun süre sabitleşip kaldı.
 — Biz de bir çocukla oynayalım mı Milto?
 Israrla geri çevirdi teklifi.
 — Hayır.
 — Ben gidiyorum.
 Bana dedi:
 — Git.
 Gittim ve yorulana kadar çocuklarla oynadım. Sonra yanına döndüm.
 — Karavanamda aleman çorba var. Onu ver, dedi, çok yorgundu.
 — Sen bir şey yemeyecek misin?
 — Canım istemiyor. 
Çürüme, gün be gün, saat be saat, gittikçe bu çileli kalpte yer ele geçiriyordu. Akşam hikâyelerini kesti. Uykusuz gecelerimizde bizimle otursun diye rica ediyorduk, çünkü hiç birimiz uyumuyorduk. O gelmek istemedi. Erkenden yatağına çekiliyordu. Uyumuyordu. Sadece gözleri açık tavana bakıyordu.
Bir sabah bana diyor:
 — Dışarısı için amele aradıkları olmuyor mu?
 — Ne yapacaksın?
 — Gideceğim.
 Ona öğüt veriyorum, nasıl böyle bir şeye cesaret edersin, diyorum. Az da olsalar dışarıda çalışmaya gidenlerin, öğrendiklerimize göre, nasıl çekilmez bir hayatla karşılaştıklarını ona anlatmaya çalışıyorum. Büyük çiftliklerde beylere köpek gibi çalışıyorlardı.
 — Rahat değil misin, Milto. Nereye gideceksin?
 — Fakat anlamıyorsun hiç… Sözümü hiddetle kesiyor.
 A, evet. Puslu gözlerinden şimdi anlıyorum. Şeytan bilir, fırtınanın patlaması yakındı.

Birkaç gün sonra, on amele bir paşanın binalarında çalışmaya gitti. Miltos da onlarla beraberdi.
 Sadece, oturup onu düşündüm. Nasıl yapacaktı bu kırık dökük gövdeyle?
Birkaç gün sonra, birileri kampa geldi ve üç duvarcıyla bir çırak aradı. Bir okulda çalışacaklardı. Çırak olarak gitmeyi başarıyorum.
 Bazı duvarlar tamir edilecekti.
 Sabah vardığımızda daha okul çocukları gelmemişti. Geç geliyorlardı. İki de kadın öğretmenleri vardı. Kadınlar gençti, bize karşı örtünmüyorlardı. Daha genç sapsarışın olanı küçükleri alana topladı ve birlikte dua ettiler. Sonra onlara ders vermeye başladı. Tarihteki atalarını anlatıyordu.
 — Onndan sonra…
 Ahenkli, tatlı tatlı anlatıyordu. Harç teknesiyle yanından geçerken şu “onndan sonra”yı duymak için biraz yavaş hareket ediyordum. Zira bunu defalarca tekrarlıyordu:
 — Onndan sonra…
 — Kireç koy! Duvarcılar bağırıyordu. Harç daha yumuşasın.
 İş sırasında, başımızda bir öğretmen duruyordu. Uzun boylu, ellili yaşlarda, saf görünüşlü biriydi. Bir gün iş üstündeyken yanıma geliyor. Harcı karıştırıyordum.
 — İşinin ehlisin çocuğum, diyor bana. Eskiden de amele miydin?
 Unutuyorum, “talebe” ne demekti Türkçede. Bunu biliyordum. Kafamı kurcalıyorum, bulayım. Nafile.
 — Hayır. Nah!…mektep…
 — Ne? Öğretmen şaşırıyor.
 — Sen gibi: mektep.
 — A, a, profesör? Diyor, anladığı zaman.
 Ne öğrenci, ne öğretmen!
 — Evet, profesör, diyorum ona.
 Öğretmen burada böyle bir meslektaşını bulduğu için sevinçten ne yapacağını bilemiyor. Başka Fransızca kelime bilmiyor. Beni omzumdan okşuyor:
 — E, yine olacaksın, üzülme.
 Bana, sizin talebeler de bizimkiler gibi aksi huysuz mu diye soruyor. O vakit Türkçede talebe nasıl denir çakıyorum ama artık düzeltemezdim. Hani bunları konuştuktan sonra, burada profesörlük bana da fena gelmedi.

Öğretmenin oluşu beni işte çok rahatlatmıştı. Ustalara harcı geciktirmiştim -görmezliğe geldiler. Sadece başöğretmen sahanlıkta göründüğü zaman bir ses duyuldu:
 — Haydi profesör! Harç!
 Bir gün yağlı cüzdanından çıkardı ve bana iki beş kuruş verdi. Bir şey alırsın, istersen, dedi. Bunca ayda, acaba elime para değmiş miydi?
 Onları şefkatle, özenle sakladım.

Okuldaki iş sekiz gün sürdü. Sonunda kampa döndüğümüz zaman daha kapıda haberi alıyorum:
 — Miltos’u getirdiler!
 Koğuşumuza koşuyorum.
 Uzanmış. Sırtüstü. Keskin bir sarı renk yapışmış gergin derisine, suratına.
 — Milto…
 Ses yok.
 — Milto…
 Gözler kıpırdıyor, yavaşça.
 — Sen misin, İlia?
 — Benim, Milto. Neden bunu yaptın?
 — E…
 Ateşi yok. Nedir bilmiyorum. Bir beş kuruşla, çay ve şeker satın alıyorum.
 Bütün gece ve gündüz yanından ayrılmıyorum. Çayı bir tenekede defalarca kaynattım, su artık sararmayana kadar. Ağzına başka bir şey koymuyor. Midesinde korkunç ağrıları olduğunu anlıyorsun. Acıdan dudaklarını ısırıyor.
 Ertesi gün bir haber duyuyoruz: Yunan uyrukluların Yunanistan’a sevk işinde bir numaralar dönmüş. O gidenlerin çoğu gerçek gidecekler değilmiş. Tabur komutanı listeyi Yovan Çavuş ile birlikte düzenlemiş. Rüşvete bulaşmış ve istediklerini göndermiş. Sorgulandılar. Gerçek listeyi garnizonda okudular. İsimlerin içinde Miltos’un da adı vardı.    

Bunu ona söylüyorum:
 — Sen de vardın Milto.
 İlgilenmiyor, öfkelenmiyor da. İhtiyaç yok artık.
 — Artık şimdi… Mırıldanıyor, tükenmiş.
 Bir sigara bulmam için bana rica ediyor.
 — Ama isteme…
 Çıktım ve izmarit topladım. Sadece kâğıt arandım. Doğrulamak için önünde sardım. Bir iki nefes çekti ve attı.
  Günden güne sona yaklaşıyordu.

Melek yavrucak, halen yanda kalıyordu. Gitmediler. Şimdi bizim kampa daha sık geliyor ve oynuyordu. Sonra soğuklar başladı, tutsaklar onu barakanın içine almaya başladı. Beraber saklambaç oynuyorlar. Çok gürültü yapıyorlardı.
 — E, yeter! Bazen kızarak bağırıyorum. Burada hasta var!
 Miltos elimi yakalıyor:
 — Bırak oynasınlar…
 Melek korkarak toparlanıyor ve bize doğru geliyor.
 — Neyin var buba? Diyor Miltos’a.
 Onu alıp yanıma oturtuyorum. Hala bir beş kuruşum vardı. Miltos benden sigara istiyor. Çocukcağıza sigara kâğıdını veriyorum ve anlatıyorum. Koşturup elinde bir fitille çabucak dönüyor. Korkarak onu Miltos’a uzatıyor:
 — Al, buba…
 Bu sevecenlik karşısında deri kemik kalmış eli çekinerek kımıldıyor. Fitili alıyor. Parmakları hafifçe dokunduğu küçük eli okşuyor. Bir iki defa. Gözleri çocuğun yüzüne takılıp kalıyor. Bakıyor. Bakıyor.
 Aynı akşam Miltos bana yavaşça sesleniyor:
 — İlia, üşüyorum.
 Ne kadar çuvalım varsa onu örtüyorum. Hala üşüyor.
 Gecenin geç vaktinde kendine gelebiliyor. Bana sakince, artık yola çıkacağını söylüyor.
 — Ne diyorsun? Ne diyorsun? Ona cesaret vermeye çalışıyorum. Karşıya beraber gitmeliyiz.
 — Evet, çocuğum, sen gideceksin. Ben…
 Ertesi gün daha sakindi. Akşama doğru çeşitli duygular içindeydi.
 Bir başka arkadaşla beraber başında uyanık bekliyoruz. Bir kandil yanıyor. Zayıf ışığı titreşiyor, gidip geliyor. Kemikler surattan dışarı fırlamış -sanki sağdan soldan satırla yontulmuş gibi.
 Böyle oturmuşken, bir an uykuya dalmışım. Ne kadar saat geçti? Bir el beni dürtüyor:
 — E!...
 Uyanıyorum. Bir arkadaşımdı. Bana Miltos’un elini gösteriyor.
 — Tut…
 Korkarak gidip buruşuk ele dokunuyorum. İlk dokunuşla buz gibi soğuk damarlarıma yayılıyor.
 — Değil mi?...
 Ona bakıyorum kahrolarak.
 — Evet, öyle.

Sabah onu tellerin dışında bir çukura gömdük. Diğer bir esirle beraber çukuru açmak için çalıştık. Toprağı örttükten sonra mezar belli olmasın diye iyice bastırdık. Hiçbir iz bırakmadık. Bir iki kök mevsimi geçmiş çiçek yanındaydı. Onları söktük, nasırlı sert ellerimizle.
 Biraz sonra, Melek kampa geldi. Onu arıyor:
 — Ne oldu “hasta buba”?
 Elindeki fitili gösteriyordu, söyle ona tütün yenidir, kullanılmamıştır, diyor. Miltos yetişemedi. Onu iade ediyorum, başka bir esire sat diyorum. Helva alıp yersin. Ama o ısrar ediyor:
 — Ne oldu buba?
 — Gitti, Melek.
 — Tekrar gelir mi?
 Ne diyeyim ona? Küçücük başını okşuyorum.
 — Tekrar gelecek, Melek.

 SON BÖLÜM

Aylardan biri daha geçti. Amele taburlarında on dördüncü ayıma basıyordum.
 Havalar soğumaya başlamıştı. Bir sabah yağmur atıştırdı. Esirler gelecek daha soğuk günler için çuvallarını dikip tamir etmeye başladı. Bu çok acıklı durumdu. Çok.Mamafih, yeni haberler de gün be gün çoğalarak geliyordu. Hepimiz o kulağa tatlı gelen sözü tekrarlar olduk: — Bubadele.
 Melek de bunun anlamını öğrendi ve bize soruyordu:
 — Sahiden gidecek misiniz?
 Sonunda bir akşam, Arap bize resmen duyuruyor: Birkaç hafta içinde gidiyormuşuz. İzmir’den vapura binecektik.

Hiç kimse artık kamptan dışarı adımını atmıyor. Bizi çıkardıkları ufak tefek angaryalara gitmek istemiyoruz. Ekmeğimizi getirmeye dahi kimse gitmek istemiyor. Korkuyoruz.
 Son günlerde iyi yiyoruz. Et. Akşamları bize hoşaf da veriyorlar. Çoğumuzun iştahı yoktu. Bir büyük sevinçti içlerini dolduran, gözler, dudaklar kıpır kıpır. Kadınına kavuştuğun zamanki duyguya benzer hafif hoş bir duyguydu. Köpeklerimiz de bol et yiyorlar.
 Sadece bizim çavuşlar düşünceliydi. Ağızlarını bıçak açmıyor. Korkuyorlar. Pigasios’lar da umursamaz, sakin görünüyordu. Sanki onlara göre hiçbir şey olmuyordu. Çevir örekeyi. Gerisine boş ver!
 Bir sabah garnizonun önünde bir sıra araba durdu. Paketler, üniformalar. Yerli kumaştan, astarsız elbiselerdi bunlar. Çuvalları atıp gelenleri giymemiz için emir alıyoruz. Bir de, bezden, tahta tabanlı botlar verdiler.
 Tarlalardaki işler için bir zaman evvel oraya buraya dağılmış olanları da bulup getirip, bu kampta toplamaya başladılar. Bir öğlen, Kırkağaç’dan benim eski arkadaşları da getirdiler.
 Yanlarına koşuyorum. Sevinçleri anlatılamaz. Yanis usta omuzlarıma vuruyor, tokatlar atıyor, kollarımı yokluyor:
 — Ulan İlia! Ulan İlia! Koca adam olmuşsun be!
 Kavruk ellerimi yakalayıp nasırlı avuçlarıma bakıyor. Bakmaya doyamıyor.
 — Hatırlar mısın, Kırkağaç’ta taşıdığımız çuvallar için ağlamıştın? Hatırladın mı?
 Hem de nasıl? Hatırlamaz olur muyum? O zamanlar her şeyden korkardım, farelerden de.
 — Çocuktum, Yani.
 — Vay, cesur adamım benim! Bana takılıyor sevgi dolu neşeyle.
 Akşam oluyor. Yanis ile bir köşeye çekiliyoruz.
 — Kim derdi, İlia. Kim derdi sağ kalacağımızı…
 Uzak anılar önümüzde resmigeçit yapıyor. Duruyor. Yine geçiyor.
 — Düşün…
 Hatırlıyor Yanis. Subayın onu tuttuğunu ve sıradan çektiğini hatırlıyor. Sonra çavuş demişti: başka biri daha var. Bunu son anda söylemişti. O zaman Yanis’i bırakıp diğerini almışlardı…
 Dalgın dalgın, sürekli, ağzında bunu geveliyordu. Önce anlamadım.
 — Neyi söylüyorsun?
 —“Temizlik” diyorum. Hatırlamıyor musun?
 Çıt çıkmıyor.
 — Hatırlamadın mı, yerime İrodotos’u almışlardı. Subay baştan beni çekmişti ama çavuş sonradan avanağı alalım demişti. Beni bıraktılar ve onu aldılar…
 — Evet… evet… A! Sen miydin o?
 Sessizlik ortamında ayrıntılar tek tek aklıma geliyor, her tarafım uyuşuyor.
 Evet. Ağaçtan küçük bir filikacık da o zamanlar değil miydi?...
 Yanis’in, Tanrı böyle istediydi diyerek mırıldandığını duyuyorum. Yunanistan’a giden iki yavrucağını tekrar görmesini istedi. Oh, küçük kollarını açarak nasıl da ona koşacaklar, tralalla, tralalla!

Kampta son gece. Bağrışlar, şarkılar. Sevinç çığlıkları göğe tırmanıyor, kahkahalar atıyorlar, birbirlerine reveranslar yapıyorlar -elinizi öpeyim. Muhafızlar bizimle beraber yemek için karavanayı alıp geliyorlar. Büyük sofra kuruyoruz. Onların da saf gözlerinden neşe fışkırıyor, bize şöyle diyorlar:
 — Artık kurtuldunuz, arkadaş! Bakalım biz ne zaman…
 Esirlerle yakın arkadaşlıklar kuran muhafızlar ki bunlar az değildi, bir daha görüşemeyeceklerini anlamıştı. Asla bir daha. Bu son akşamın vedalaşma olduğunu hissediyorlardı. Çekingen, utangaç bir tavır içinde biraz bekleyip, şayet bir kere size vurduysak diye konuşmaya başlıyorlardı:
 — Biz ne yapalım, arkadaş? Kim bunu isterdi?...

Yanis’de küçük bir ağızlık vardı. Ağaçtan, ucuz, beş kuruşluk bir şey.
 — Nerden buldun? Ona soruyorum
 — Süleyman’dan.
 Yanis bana anlatıyor: Bir muhafızdı diyor. Onun da üç çocuğu varmış. Yanis gibi. Yalnız kaldıklarında onları beraberce düşünüyorlarmış. Bizimkinin Kırkağaç’tan gideceği son gün Süleyman ucuz ağızlığı Yanis’in avuçlarına tutuşturmuş. Ve ona bakmış sadece. Sadece ona bakmış.

Kimse yanında köpek götüremez diye emir verdiler. Ne diyor bu? “Nabukodonosor” da mı? Bir çuvalı yırtıyorum ve torba yapıyorum. Küçük köpeği içine sokuyorum, eski bez parçaları ve ekmekle de üstünü kapatıyorum. Hayvan bir şey olduğunu anlıyor ve hiç hareket etmiyor.
 Sabah. Büyük yolculuk için tellerin dışına çıkıyoruz. Bir nöbetçi kapının arkasına oturmuş bizi takip etmemeleri için çoban köpeklerini kovalıyor.
 Hareket başlıyor. Bir adım, iki adım, elli metre, yüz metre. Yavaş yavaş esir kampından uzaklaşıyoruz, gözden kayboluyor. Son defa geriye dönüyorum. Miltos’un yattığı yeri kestirmeye çalışıyorum -bir mezar yerini.
 Hiç bir şey yok. Toprak aynı, dilsiz, sonsuza kadar.
 Biraz sonra her şey kayboluyor. Sadece köpeklerden, sadece onların ulumalarından anlıyoruz kampın yönünü.

Gece. “Arhipelagos” gemisi tıka basa dolu, ışıklar içinde yol alıyoruz. Bir patırtı kopuyor. Arkadaşlarım bizim çavuşları denize atmak için üzerlerine atılmıştı. Kaptan da, ellerinden kurtarmak için onları bir ambara kilitledi.
 Ambarlar çok sıcaktı. Yanis ile yukarı çıkıyoruz. Bacanın yanına. Duman salıyor. Soğuğu kesiyor.
 Oturuyoruz. Yıldızlar gökte ışıl ışıl parlıyor. Ambarlardan tıpkı dünkü gibi sevinç çığlıkları yükseliyor. Karmakarışık sesler, şarkılar yukarılara kadar sünüp uzuyor, gecede dağılıyor -duman da.
 Yanis anlatıyor, anlatıyor. Neşesine diyecek yok.
 Kalan saatleri hesaplıyor -iki saat, en fazla üç, onlarla buluşacak ya.
 — Beni bekliyorlar mı? Diyor. Nerde? Hop! Birden önlerine çıkacağım, pişti valesi gibi. Ah, en küçüğü şimdi büyümüştür, benimle ne güzel çene çalacak…
 — Yani!
 Ses, derindendi, gırtlaktan. Aniden kesiyor. Hezeyanı duruluyor, sertçe, pat!
 Karanlıkta yüzümü seçmeğe çalışıyor.
 — Ne istiyorsun?
 Onu kolundan tutup sıkıyorum.
 — Yani. Metin ol.
 — Ne oluyor?... Söyleyecek misin?... Bağırıyordu freni boşalmış gibi, sanki korkunç şeyi tahmin ediyordu.
 Ona söylüyorum: Onları görmek yok artık.
 Bu birkaç söz teker teker çıkıyor. Tak. Tak. Hafifçe yerinden doğruluyor. Suratı suratıma değecek gibi. Parlak gözlerine bakıyorum, uzaklara kayıyor yavaşça.
 Vurulmuş gibi düşüyor.

Bir saat geçiyor, iki saat, üç saat. Ne benden ne ondan hiçbir ses çıkmıyor. Sus pus. Yıldızlar. Ambarlardaki sesler duruyor. Hiçbir şey yok. Sadece denizin sesi. Uzaktaki burunda bir ışık yanıp sönüyor. Yine yandı.
 Gün ağarıyor.
 Karşımdaki karaltı kımıldıyor. Sersemlemişti. Uyuşmuş ellerini açıp geriniyor, bu kana hareket getiriyor. Nefes alıyor, derin.
 — Ah…
 — Üşüdün mü? Ona soruyorum yavaşça.
 Yorgun bir hareket. Ne önemi var?
 — Birazdan güneş çıkacak, mırıldanıyor, aldırmazca.
 Bakıyorum ufka, alev olmaya doğru giden bu belli belirsiz çizgiye.
 — Evet. Birazdan.

SON
   

2 yorum:

  1. Çevirip Paylaştığınız için çok teşekkürler. Çok hüzünlü ve büyük insanlık dersleri var. Ne kadarı yaşananlar hangileri hayal gucü diye düşünmeden edemiyor insan ve anlatılmayanlar. Olabildigince humanist yaklaşmış bir insanlik sorunu olarak ve tahliller mükemmel...Sağ olun.

    YanıtlaSil
  2. Gözyaşlarımla bitirdim. Bu ne menem bir dünyadır..? Büyük bir iyilikte bulundunuz internete koymakla, vâr olun..

    YanıtlaSil