KİTABIN BU BÖLÜMLERİNDE FOTİS KONDOĞLU ÇEŞİTLİ HİKAYELERDE YAŞADIĞI DÖNEMİN AYVALIK'INDA İNSANLARI VE TOPLUM YAŞAMINI ANLATMAKTADIR.
Ağıt
Yağmalanan vatanım Küçükasya’nın Ayvalık’ı için
gözyaşı döküyorum, sıcak yuvam için, yaşadığım ve uzaklaştırıldığım çiftlik
için. Kayalık bir dağdaydı, bir yarımadada, bana miras bıraktılar, amcalarım
üzerinde yaşamış ve ölmüştü, dedelerim ve onların dedeleri, birçok keşişler de.
Sakin ve doğal yaşadılar, sürüleriyle, tarlalarıyla, bağlarıyla, birinden
diğerine. Bu ada neydi, şimdi bunu söyleyecek vaktim ve şansım yok, ne tür
hayat geçirdi üzerinde yaşayan insanlar, hayal gücünün ötesinde ne güzellikler
yaşadılar, hangi deniz ve kara insanları onu yerleri yaptı, garip hikâyeleri,
fırtınaları, onları döven kasırgaları –ve her şeyi safi mutluluk. Şimdi
yazdığım ağıtta, yok oluşuna ağlıyorum, ama ne kadar daha kalbim sızlayabilir? Anlıyorum
ki asla bunu sözlerle ifade edemeyeceğim.
Kaynar bir gözyaşı yuvarlanıp harfleri
eritmeden kâğıda nasıl kaydedeyim? Namına mı? Yeryüzünün alabildiğine geniş
yüzeyinde bir defa bulunabilecek kutsanmış tarafa rastlamana mı? Hangisine
yanayım? Kaybolan altın günlerini aklımdan geçirdiğim zaman kalbim sıkışıyor. Peki,
onlar hayal miydi? Büyü yanılsaması mı? Öyleyse bu dünya nedir? Bunca ve bunca
kere bunu soranlara soruyorum. Sevgili köşe! Kutsal dağ! Anam babam sen değil
miydin ve bütün aşklarım? Nasıl benden uzaklaşır ve silinirsin, gözüm bile
artık seni çözemiyor? Kış süresince, yok oluşunun acısını dağıtıyordum. Belki
de kardan kalbim uyuşmuştu. Ama şimdi dağlar yeşillendi, meleyen kuzular yıkıntılarımdan
biraz ötede ve kuşlar Mayıs şarkısı söylüyor, e, e, şimdi işte kalbimde yakıcı
bir yara açtı, insafsızca bana acı veriyor. Kayalık dağlarımızın baharını düşünüyorum
ve gözlerimden yaş akıyor. Bununla beraber, biliyorum ki şimdi sen de kokularla
yeşillerle baharı kutluyorsun, dünyanın bütün dağları gibi. Her zaman akıldan
çıkar, sadece insan kalbi hatırlar ve kan ağlar.
Bugün tabiatın ani uyanışı önünde
durdum, sanki beklenmedik bir mucize. Kışımız başka bir dil kullanıyor. Kaba
alışkanlıkları olan bir adam gibi. Havaları öfkeli ve gittikçe poyraz lodosla
vuruluyor. Bugün imbat esiyor. Her şey değişti, sanki ortada bir büyü var.
Acaba –düşünüyorum-, yaşlandığım zaman yaşama gücüm olacak mı, müsrif gençliği
ve akıp giden yaşlılığı olan bu yeryüzü üzerinde?
Ama senden uzaktayken sanki ben yaşlı değil
miyim, çok sevgili dağım? Biricik dağ, bütün dağların içinde! Yuvamı bulmak
için nereye çekip gideyim? Kuzeye mi, batıya mı, ya da güneye mi? Tarla kuşları
neşeyle havada uçuşuyor, göze görünmeden, tatlı cıvıltıları tarlalar üzerinde
duyuluyor, dersin; temiz kalpli bir melek gökyüzünde şarkı söylüyor. O
yuvasının güvende olduğunu ve dönüp onu bulacağını iyi biliyor. Ama ben öksüzüm
ve ümitsizim. Çiçekler arasında yürüyorum, rüzgârcık yapraklar arasında tatlı
tatlı mırıldanıyor, ağaçların altına bir yeşil gölge düşüyor ve her şeyi
yıkıyor, ama benim bitmeyen kışım var. Kalbim sanki bir kere açar dedikleri o
büyülü güldür.
Güneş kendi yoluna gidiyor ve günlerim
tükeniyor. Bu bana iyi geliyor, çünkü tükenen günler siyah gecelerdir. Yavaş
yavaş ruhum kutsanıyor ve tanrının huzuruna gidiyorum. Vahşi bir esintinin
soldurduğu dünya nimeti çiçekler artık beni durduramıyor. Sadece bir gün
yaşayan mersin ağacını başıma sarmıyorum. Bütün bunlar kalbimi bir an
serinleten zehirli içeceklerdir, kalbime iyileşmeyen yaralar açmak için. Çek git
ileri, parlak yıldız! Turlarının hızlı olmamasına öyle kızıyorum ki! Fani
dünyada kara talihin sadece bir kurtuluş limanı olduğunu şimdi iyi görüyorum: o
senin de her gece gidip demirlediğin liman. Oradan ötede belki gözlerine tekrar
tatlı bir şafak doğabilir, sonsuz ve köpük gibi yumuşak.
Ayvalık
boğazı
Bu hikaye bir hayal gücü yakıştırması görünse
de gerçektir.
Anadolu taraflarında, her yönden
kapalı, diğer dünyadan ayrılmış bir dünya, bir boğaz (iç deniz) bulunur. Alçak
tepelere rağmen açık denizinden bir şey görünmez. Açık deniz batıya doğru onu en
büyüğü ve içinde köyü olan Moskonisi (Cunda adası) dışında, bir sürü ıssız
adayla kuşatır. Bu ada ile büyük ana karadan çıkıp boğazı kucaklayan kara
parçası arasında boğazın (iç denizin) ağzı bulunur, buna Dalyan denmiştir,
Türkçede livar diyeceksin.
Biri iç denizden içeri girecek olursa
dünyada görülmemiş bu yere bir anda şaşırıp hayran kalır, önünde sihirli bir
kapının açılıp içeri buyur edildiğini söyler. Oradan ötede hayal gücünün
yaratabileceği evreni karşısında bulur, barış ve insanı uçuracak sevinç dolu. Her
şey küçük ve fırçayla resmedilmiş gibidir, okunaklıdır, sakin tepeler, garip kayalıklar,
burunlar, kumsallar, mis kokan rüzgârı içine çeken koylar, suda yüzer gibi bir
iki adacık, eski zamanlardan gelen biçimleriyle boğazın daha kuytu yerlerinde
yelken açıp seyreden acayip kayıklar, sözün kısası her şey hayallerde bir oyun
gibidir. Zira her şey o kadar hoştur ki insan buraya girdiğinde kendini öyle
hafif hisseder ki sonunda cennetten daha güzel derse, bilin ki yalan söylemiş
olmaz. Evet, öbür yandan da, vahşilerin yaşadığını söyledikleri Okyanusun büyülü
adaları gibidir, fakat bu taraftakilerle boy ölçüşemezler, çünkü Tanrı onları
yunan denizine koydu, dünyanın kalbinin attığı yere, Asya’nın yanı başına,
güneşin doğduğu yere, doğuya bakan Anadolu’ya.
Issız sahillerde yürürsün fakat
ıssızlık sana görünmez, çünkü eskiden bir çok insan buralarda yaşadı, dünyanın
temelini o zamanlar attılar. Görürsün denizin kumsalında duran kopmuş iki iri kaya
parçası arasında ateşin izlerini, kavrulmuş kırmızı yumurta kabuklarını ve burada
Odisseas’ın arkadaşlarıyla akşam yemeği yediğini aklından geçirirsin.
Burnun bir tarafında yaşlı poyrazın
koyun gibi güttüğü serin dalgalar köpürürken, diğer kuytu rüzgârsız tarafında
kumlar üzerinde taze boyalı bir tirhandil vardır, Argo(İonnasın karısı olsa) ile
kıvırcık saçlı İonnas’ın (eski çağlarda yaşamış her hangi bir yunanlının ismi)
arkadaşlarıyla beraber onu dışarı çektiklerini tahmin edersin. O zamandan beri hiç
değişmedi, ne kıvrık burnu, ne kürekleri, ne serene koydukları çatalları, ne
direkleri, ne karinası ne de bordasına çizilmiş gorgonaları. Teknesi Argo’nun
da koktuğu mis gibi serin tuzlu su kokar.
Ama biraz ötede denizin bir yanında
bağdaş kurup yan yana oturmuş insanlar da, hem konuşmaları, hem jestleri, hem
de mimikleriyle eski insanlarla tıpatıp aynı, mermerlere ve çömleklere çizip
kazıdıklarında gördüklerimiz gibi. Bu yontulmamış insanlardan duyduğun dil
alışıldık sözler dışında bizim konuştuğumuzda daha arı ve temiz yunancadır,
hala ağızlarında var olan bazı eski sözler de duyarsın.
Dağların tepesine inşa edilen kiliseler
İlyas Peygamberin gözetleme yeri gibidir, en yüksektedir. Derler ki; eski Yunanlılar
bu mabetleri dağların en tepelerine inşa ettiler, Apollon adına, ışığı veren
tanrı için ona taptılar, güneşe gibi, Yunanlılar Hıristiyan olunca da onun
yerine İlyas peygamberi koydular diyelim, çünkü o da alevden bir arabanın üzerine
oturarak gökyüzüne çıktı. İlios ve İlias aynı dediler ve kır kiliselerini
zirvelere yaptılar, çünkü sabah çıkan güneş de İlias da aynıdır ve dağ kiliselerini
zirvelere kurdular, çünkü sabah çıkan güneş ilk onların üzerine vuracaktı.
Mora taraflarında, İlyas peygamber için
bir keresinde başka bir hikâye duymuştum:
Bir keresinde, bir gemiyle seyahat etti
ve denizde korkunç bir fırtınaya tutuldu, herkes denize düştü ve İlyas Peygamber
dışında hepsi boğuldu, o kurtuldu ve karaya çıktı, fakat böylesine bir dehşet
onu etkiledi, zaten karacıydı, omzunda tekneden kurtardığı bir kürekle arkasına
bakmadan uzaklara çekti gitti. Deniz gözden kaybolana kadar yürüdü, bir sürü ağılı
olan çobanların yaşadığı bir yere vardı ve küreği göstererek onlara sordu: “bu
nedir?” Onlar da “kürek” dediler. Bunu duyunca orada daha fazla kalmadı ve yine
yola düştü, bir köye varana kadar bütün gün yürüdü, orada yine sordu: “bu nedir?”
Yine kürek diye cevap verdiler. Hemen oradan da ayrıldı ve gün boyu yürüdü,
akşama doğru dağlı adamların yaşadığı başka bir yere varınca onlara yine sordu:
“tuttuğum nedir?” Onlar da cevap verdiler “odun!” –çünkü denizi bilmiyorlardı
ve hiç kürek görmemişlerdi. O zaman
İlyas Peygamber rahatladı ve orada kaldı, dağın tepesine de evini yaptı. Bunun
için ıssızdaki kiliseler zirvelerin üstündedir derler, denizden uzakta. Bu hikâyeyi
karacı adamlardan duydum, denizcilerden değil. Şimdilerde kır kiliseleri çok
defa denize yakın oluyorlar, fakat daima dağların zirvesine inşa edilirler.
Dağ kiliselerinin olduğu yerlerde zaman
zaman, bazı eski burç ve kale harabeleri de görülür, uçurumlu dağların ve ıssız
adaların üzerinde.
Bütün bunlar için, birçok başka şeyler
için de, insana güzellik, rikkat ve mutluluk getiren bu yerleri başka her
şeyden çok takdir ediyorum. Bir süre önce bu boğazda bulunan bir manastırda az
bir süre geçiren bir keşiş, Agionoritis, bir tavla duvarına şu dizeyi yazdı:
“Ne
hoş hayat! Ne büyük neşe
Gerçek
cennet bu köşe!”
Anadolu’nun
eski insanları
Çok seneler değil, daha birkaç sene
öncesine kadar, orada boğazın içinde yaşayan, eski yunanlıların hikâyelerinde
okuduğumuz eski insan soyunu bulabilirdin, koca Homeros’un, İsiodos’un,
Herodot’un, Teokritos’un betimlediği kişilikleri, Eski Ahit’deki gibi. Eski
yunanlılar ve Anadolu Hıristiyanları birlikte huzurlu, hoş görülü saf insanlardı.
Doğa onları bu kutsanmış dar denize kapattığı binlerce yıl öncesinden beri
putperesttiler, taktalara, yıldızlara ve ağaçlara tapıyorlardı.
Fakat ne gariptir ki vahşi, kana
susamış, cani ve geçimsiz insanlar değildi. Masal seven çocuklar gibi iyi
yürekliydiler, her şeye inanıyorlardı. Köydeki evlerini dirlik düzen içinde
tutuyorlardı. Hırsız değillerdi, yalan söylemezlerdi, işlerini severlerdi,
yabancıyı kardeşten sayarlardı. Zira basit yaşıyorlardı ve az şeyle
yetiniyorlardı, zaten iyi geçimlerini daha yüceltmek için ne yalan dolana, ne
çalıp çırpmaya ve de öldürmeye ihtiyaçları vardı. Açlık nedir bilmiyorlardı,
çünkü doğdukları büyük anayurt, kutsal Anadolu, onları aç bırakmıyordu, çok
tatlı ekmek ve her çeşit yiyecek veriyordu, bal, süt, yağ ve insanın beslenmek
için neye ihtiyacı varsa, gereksiz şeylerin haricinde her şeyi. Toprak her
çeşit verimli ağacı besliyordu, deniz balıkları besliyordu ve her birinin özel
lezzeti vardı ve o kutsal evren vahşi veya evcil ne varsa çıkarıyordu.
Fakat insanlar açgözlü değildi, zengin
daha fakire veriyordu, fakir de diğerinin üstüne çıkayım demiyordu, aç gözlü
değildi, hasetlik etmiyordu, aklı hep kazançta değildi, hayatlar derin bir
barış içinde geçiyordu, tanrıları yukardan onları kutsuyordu.
Bu ilk insanların Anadolu’da daima var
oldukları görülüyordu ve din değiştiği Hıristiyan oldukları zaman da aynen
kaldılar, çünkü yeni din şiirseldi ve basitti, halk onu eskisi yerine koydu ve
daha çok benimsedi. Romalıların dünyaya hükmettiği zamanlarda insanlara baskı
vardı ve onlar da tanrıdan gizli yaşadılar. Sonra Konstantinupoli’nin
Hıristiyan kralı oldu, ama buraları tümüyle unutulmuş ve kuytu yerlerdi ve
insan asla oradan öteye, başka bir memlekete gitmedi, daha basit kaldılar.
Diğer yerlerde savaşlardan dünya yıkılıyordu, dengesiz insanlar kesip
biçiyordu, oysa burada barış sürüyordu.
Bu sebepten insan burada karmaşadan uzak
yaşadı, eski bir Yunanlının dediği gibi: “mutlu müreffeh yaşadılar”, zira onu
tatlı ninnilerle uyutan doğanın kucağında mutlu bir yaratıktı. Topraktan çıkıp
ve yine toprağa dönüşü, kedersizce, ölümün tadıyla, kiremitçinin topraktan
yaptığı kiremit gibidir. Yaşlanır, sahilin dalgaları yavaş yavaş onu yalayıp eritir
ve yine sakince toprağa döner. Sahil kuşunun kumun üzerine yumurta bıraktığı gibi,
tuzlanın yakınına, o insanlar böyleydi.
Gökyüzü kubbe gibi üstlerinde duruyordu,
güneşle dönüyordu, ay ve yıldızlarla, zamanın döngüsü günü geceye, yazı kışa çeviriyordu,
biz şehirliler bunlara bakmaya yetişemezken onlar her şeyi her an yaşıyorlardı,
çünkü biz uzakta yaşıyorduk, evrenden dışarıda, boşuna ağırlıklar taşıyarak.
Elbiseleri; mintanları ve şalvarları
genişti, her şey, dittikleri ve kadınların eğirdikleri koyun yünündendi. Kışın
koyun postu giyiyorlardı, çok zaman toprak soğuktan taşlaşıyordu. Demirden
şeyleri azdı, çivi yerine ahşap kavalye ile işlerini görüyorlardı, tahta kupa,
çatalları vardı. Evlerinde ihtiyaç olunan her şey ağaçtandı. Çok defa içinden
çıkamadıkları işlerinde ağacı kullanıyorlardı. Çobanlar kışın içlerine yün
giyiyorlardı.
Evli
insanlar olmalarına rağmen, güzel ve güçlü kadınlardı, yeni doğmuş tay gibi, seksi
genç kız vücuduna sahiptiler, bununla beraber acı çekiyor görünürlerdi.
Soğuktan sıcaktan etkilenmezlerdi, çünkü yaşlı ağaçlar gibi küçükten
alışmışlardı.
Doğanın tatlı kucağında rahat
yaşıyorlardı, dedeleri lanetli ağaçtan yememişti. Hiçbir şeyi olmadan
yaşıyorlardı ve hiç bir şeyden yoksun değillerdi.
Afrikadaki
ve Okyanusyadaki yerliler gibi yassı burunlu değillerdi, narin ince yapılı
insanlardı, eski Yunan ve Bizans’tan, bu dağlı insanları görürdün. Gençler
Ahilleas gibiydi, Patroklos gibi, hatta Büyük İskender gibi.
Birçoğu yanık tenli kıvırcık saçlıydı, dudaklarında
ve yanaklarında hafifçe terlemiş ilk tüyler, sıkça görülen perçemler sıkça sarı
tüydü, ama aslana benzeyen o tüy rengi değil, çorak sahillerde dalgalanan kuru
çalıların rengiydi. Yaşlılar tuzdan bükülüp kıvrılmış sakallarıyla Poseidonas’a
benzerdi, yine bir başkası Omiros gibi, bir başkası Aziz Nikolas gibi, başkası Lakonda’nın
heykeli gibi, başkası büyücü Tiresya, İskender bey gibi, böyle tiplerdi. Orta
yaşlılar yine, İsa’ya benziyordu, eski ikonalarımızda çizildiği gibi, yiğit
Leonidas’a, Temistokles’e, Epaminonda’ya, sakalları Marko Polo gibi kesilmişti,
Nikitara gibi, Miaulis gibi, ve diğer kaptanlar gibi.
Kadınların geleneksel eski isimleri
vardı: Afroditi, Aspaso, Mirsini, Kleopatra, Kaliopi, Kleoniki, Eleni,
Kasandra, Elpiniki, Athina, Hariklio, Efthalia, Nefeli, Efridiki, İro, Dimitra,
Pinelopi vs. Eski Hıristiyan isimleriyle de çağrılıyorlardı: İrini, Efanthia,
Zaharo, Zoi, Andonia, Hrisanthi, Grigoria, Melanthia, Melissini, Zografia vs.
Delikanlılar babalarına yardım ederdi, itaatkârdı,
iyi çocuklardı, çok geveze değillerdi. İlk önce daima yaşlılar konuşurdu, sonra
gençler. Yaşlılar yavaş konuşurdu, sohbetlerinde hep atasözleri vardı.
Selamlaşmaları: “Hayırlar olsun!” – “Selamlar!” – “Hürmetler olsun!” –
“Sağlıcakla kal!”
Aralarında bir mahkeme vardı, gençleri
yaşlılar yargılardı, ortalığı velveleye vermeden, onlara öğüt vererek ve sakince.
Ahilleas’ın tarihini biliyorlardı,
Büyük İskender’in, Paleologos’un, İskerder beyin de, İsa’dan sonra neler
olduğundan haberleri vardı. Ali Paşayı, Suliotisleri, Marko Polo’yu, Tanasis’i,
Liakos’u, Kolokotronis’i ve diğer kaptanları biliyor ve daima günlük
sohbetlerine getiriyorlardı. Yabancılardan, Büyük Napolyon’u bilmiyorlardı,
sadece çarı ve büyük Katerina’nın yaptığı Purut savaşını biliyorlardı. Daha
başka, İngilizlerin, Rusların, Mısırlıların milli kahramanlarını da
tanıyorlardı, fakat Hıristiyan deyince onlar için sadece Ruslar vardı. Eski
şehirlerden de Truva, Bergama ve kutsal mekân Yeruşalim ve kutsal dağı onların
gözdesiydi.
Kırmızı, mavi, yeşil ve sarı renkler
haricinde, doğadan görüp ismini renge verdikleri de; yağ, deniz, altın, limon,
portakal, lahana, çağla, sirke, şarap, şeker, kahve, kül, bal, kestane, saman,
kiremit, kır, patlıcan, gül, sardunya, nar gibi şeylerdi.
Çoğa yakını hoş ve alışık olunmayan bir
lehçeyle konuşuyordu, sözleri resim gibiydi, ama aralarındaki bazı yaşlıların
ağzından bal akardı, Koca Omiros’un dediği gibi. Bunlar benim öğretmenlerim
oldular.
Onlardan duyduğum, artık bizim alışık
olmadığımız eski sözcüklerden şu anda hatırlayabildiğim birçok sözcük var.
Onlara
Lotus yiyenler dedikleri kadar vardı, mübarek insanlardı, gurur ve hırs onları
manen kirletmemişti. Bunun için mutluluğu krallara, vezirlere ve dünya âlemin
titrediği insanlara ödünç verebilirlerdi.
Hepsi hepsi yüz kadar insan bu göl gibi
denizin çevresinde bir yerde yaşıyordu: çobanlar, balıkçılar, evsizler ve
kiremitçiler. Şehirden uzakta, boğazın garip bir yerine konmuşlardı, Yeniçeriler
köyü ile boğaz arasına düşen bir yerde, fakat denizden uzak, görünmesi imkânsız.
İlerideki sayfalarda, aralarında önemli
ve en alışık olunmayanlarını size birer birer anlatmayı düşünüyorum.
Bunların çoğuna yetişemedim fakat hikayelerini
başka ağızdan duydum. Bildiklerimin en eskisi Yannis Vloyimenos’du.
Yetiştiklerimin en önemlisi Kral Manolis amcaydı, denizin hayaleti. Sonra sırayla,
Livanis (Lübnanlı), Psilos, Milalis, Laspitis, Kserotrohalos, Baburas, Zafiris,
Dadinas, Arnavut, deli Paraskefas, Gricas, ve daha bir çokları.
Bir kısmı karacıydı, bir kısmı
denizciydi, ama birçok karacılar denizden anlıyordu ve bir iki denizci sayesinde
denize çıkabiliyorlardı. Silvestros çok hünerliydi, hem karayı hem denizi bilen
bir keşişti, ilahi okurdu, hem denizci, hem çobandı ve de marangozdu, velhasıl
on parmağında on hüner vardı, lakin Türklerin “liman baluk” dedikleri -yani
limanın balıkları- ileri gelenlerden sayılmadı. Adam hayattan elini eteğini
çekti, inzivaya çekildi, Agıon Oros’da.
Aralarında en safları, gözü
açılmamışları, çok senelerden beri şehre gitmiş değildi. Bir defasında dünyada
neler olup bittiğini bana sorduklarında, aziz Markos’un hikâyesini hatırladım,
ıssız bir yerde inzivaya çekilmişti ve bir keşiş gidip onu buldu ve çok şeyden
konuştular, münzevi rahip keşişe sordu: “Dünya yerinde sayıyor mu yoksa eskiye
göre yeşeriyor mu?” Keşiş de cevap verdi: “Evet peder, İsa hatırına eskinin
üzerinde bugüne kadar dünya yeşermeye devam ediyor!” O insanlar bana da böyle
sormuştu.
Bütün âlem, gökyüzü, kara, deniz,
hayalet ve cinlerle doluydu. Hortlaklar bulutlarda ve deniz dibinde
bulunuyordu, ister orada ister burada, “gecenin kuytularında, gizemli
yıldızlarda, koruluklarda, sazlıklarda, geçitlerde, isterse nehir akıntılarında”.
Putperestlik ve Hıristiyanlık hayal güçlerinde karışmıştı, bunun için Yunanlı
bir çeşit Hıristiyan oldu. Çok putperestin söylediği şeyleri İsa da demişti, ya
da İncil’de yazılmıştı.
Onlar için rüzgârların, öncelikle kuzey
ve güney rüzgârlarının insan gibi ruhu vardı, güneş ve ay da aynıydı. Yılanlar
hortlaktı. Kutsallık için onlara sahip çıkan ağaçlar, kuyular ve taşlar vardı.
Deniz kutsaldı. Ekmek kutsaldı, kırıntısının üzerine asla basmazlardı, şayet
bir lokma ekmek yere düşse hemen alıp alınlarına götürmek için davranırlardı.
Şarap içtikleri zaman, bir az da toprağa serperlerdi, eski putperestlik
dönemlerinde dini törenlerinden gelen bir adetti. Sağ ellerini göğüslerine koyarak
selamlaşırlardı, hafifçe eğilerek.
Çobanlar çoğu defa ağılda keçi ve
koyunların arasına bir teke koyarlardı. Koyunlar hastalanınca yaptıkları garip
büyüler vardı, sağım bittikten sonra çoban elini sağılmış sütün köpüğüne
batırıyor ve gizemli sözler mırıldanarak koyunlara serpiyordu. Bunun yanında, isaçiçeğiyle
tütsü yakıyorlardı, ağıl içinde sürünün etrafında ayin yapıyorlardı ve koyunların
boyunlarına nazarlık zil takıyorlardı. Zilleri sadece ses çıkarsın diye takmıyorlardı,
diğer boncuklar gibi nazarlık içindi. Cezp edici eski dilde okuyup üflüyordu birçok
Limnoslu, Limnos’un dağlık kırlık taraflarından bunun için geliyorlardı, bunların
eski arkaik zamanlardan beri bir çok büyü ve efsun bilip yaptıklarını
okumuştum.
Sığır ve koyunun onlarca kutsallığı
vardı, çünkü nefesleriyle İsa ahır yemliği içinde doğduğu zamanlar onu ısıtmışlardı,
keçiyi lanetli yaptılar. Eşek kutsaldı, çünkü İsa’yı o kaldırdı, at da kutsaldı
çünkü Aziz Yorgis’i sırtına bindirdi. Zeytin diğer ağaçlardan daha kutsaldı,
Meryem’in ağacı. Defne, mersin ağacı, fesleğen, sedir ağacı kutsaldı. İncir
ağacı lanetliydi, İsa’dan.
Denizcilerin yine hortlaklı
kayalıkları, taşlıkları, denizde resif ve mağaraları vardı. Deniz, İsa ve
denizci insanlar olan Oniki Havari tarafından kutsandı, aletleri de kutsaldı,
ağları ve paraketeleri, fakat ağlar daha kutsaldı, çünkü örülürken haç şeklini
çiziyordu. Anadolu kayıklarına koydukları dörtgen yelkene tente ya da balon
diyorlardı, insanları boğulmaktan kurtarmak için bunu ilk defa aziz Nikolas
buldu, alçaktı ve rüzgârda şişiyor kayığı suda götürüyordu. Aziz Nikolas, iğneli
dümeni de buldu, çünkü evvelden insanlar bir küreği dümen olarak kullanıyordu, bu
yüzden yelkenle orsa gidemiyorlardı, yani rüzgâra karşı. Altı düz, karinasız, tek
parça ağaçtan tekneyi de İsa buldu, sığ ve sakin sularda yüzsün diye, ağların
üstünde, zira suya çok batmıyordu.
Lotus
yiyenler
Büyük boğazdan (liman içi, iç deniz)
daha içerde ve çok daha küçük, tamamen saklı, başka bir boğaz daha vardı. İçerdeki
insanlar orada ne kadar yaşasalar da her günü ilk gün sanırdı, diğerleri, dışarıdakiler,
onlara kurnaz insanlar görünürdü. Düşün öyleyse, ne insanlardı onlar!
Onlar için büyük boğaz dış deniz
gibiydi. İçerde sular daha sığdı, su dizlerinden yukarı çıkmadan tüfek mesafesi
kadar açığa gideceğin tarafları bulunurdu. Derin tarafları da vardı, dar geçide
doğru, delikli taşın yanında ve kartal yuvalarının orda sular boyu aşan
derinlikteydi, çünkü tam orada daha insanın yaşamadığı devirlerden bir volkan
vardı. Fakat oradan içeride doğa çok uysaldı, sanki bu basit insanlar için
yapılmıştı, garip kayalarla süslenmiş bir burnun ayırdığı küçük koylarla doluydu,
insan bunu çok yerde göremezdi.
Böyle her bir koyda, çok eski
zamanlardan beri her zaman bir iki demirlemiş sandal bulunurdu ve balık avlardı.
İnce bir kum, halı gibi dibi kaplamıştı, suda bir kılı bile görebilirdin. Deniz
içinde oraya buraya serpilmiş çakıllar arasında bitmiş su bitkileri görürdün,
demir renginde midyeler, kabuklu hayvanlar vardı. Her taraftan fırlayan yampiri
giden yengeçler vardı, su sanki sedef gibiydi, onların üstünde gümüş gibi
parıldardı. Kumda binlerce delik görürsün, kimileri anahtar deliği gibi, kimileri
yuvarlak, kimileri tek başına, kimileri yan yana, kimileri karıncaların yaptığı
gibi çepeçevre bir harman yeri oluşturmuş. Her biri aşağıda derindedir, kumun
dibinde, her biri bu deliklerden nefes alan başka bir böcektir. Başkaları; denizkestanesi,
karavidalar, sulinalar, taraklar, çeşit çeşit solucanlar. Yarım boy suda kumun
üzerine saçılmıştır sarı korohilia, çok lezzetlidirler, bunlara rengârenk başka
benzer cinslerle beraber, denizin eski porfirleri derler.
Başka taraflarda yine, dibe tutunmuş,
denizin pasından kararmış kayalar vardır. Ötede sular daha derindir ve dipte
taşlıklar vardır, içlerinde vahşi pavuryalar yaşar, denizin canileri, deliklere
çekilmiştir. Çeşitli midyeler, istiridyeler, denizkestaneleri, fuska,
korohilia, kolifades ve daha kuma gömülenlerin dışında ne kadar kabuklu deniz
hayvanı varsa, aynı Türk harfleriyle yazı yazar gibi, deniz tabanına saçılmış taşların
üzerinde biterek dibi kaplamıştır. Bunların hepsi mis gibi kokar çünkü bu
denizler özel bir koku çıkarır.
Güneye doğru, daha sapa bölgede, kuytu
rüzgârsız bir yerde küçük bir koy bulunur, uzun yosunlar bitmiş bir sığlık, oraya
soğan deniyordu, üç dört kayığın barınağıydı.
Her kayıkta üç dört balıkçı vardı. O
kadar eski değil, otuz sene öncesine kadar vardı. Dışarıdaki boğaz ile içerdeki
boğaz arasında kapı olan delikli taştan dışarı senelerce çıkmamışlardı. Balıkçı
kayıklarından ve yılda birkaç sefer dış denizden içeri giriş yapan küçük birkaç
tirhandilden başka yüzen bir şey görmemişlerdi. Beş altı senede ancak bir defa,
bu sularda bumbasıyla, direğiyle büyük bir kayık görünürdü, özel donanımlı yük
teknesi, arkasında küçük filikasını sürükleyerek gelir, Kalın Dağ’dan değirmen
taşı alır ve giderdi.
Bu yuvada gönlü bol bir insan gurubu
yaşıyordu: iki üç yaşlı, üç dört orta yaşlı, o kadar da delikanlı ve bir iki
küçük çocuk. Av malzemeleri, ağ ve paraketeydi, sadece bir büyük balıkçı kayığı
vardı ve bir de hasır, kamışlarla gerilmiş bir tür ağdı. Bir iki ihtiyar, onlar
daha zavallıydı ve serpme ağları vardı, kıyı volisi yapıyorlardı, yani kıyı
kıyı gezerek küçük bir ağı balık gördükleri yerde karadan denize
fırlatıyorlardı ve birkaç küçük balık yakalıyorlardı.
Ne yakalıyorlarsa köye götürüyorlardı
ve köyden ekmek, yağ, peynir, zeytin, soğan ve biraz tütün ve sigara kâğıdı ve
biraz da bozuk para alıyorlardı.
Sandalların her biri ucu sudan dışarıda
yosun tutmuş bir kazığa bağlıydı, yosun ve erişteler kayıklarının karina ve bordalarını
yalıyordu, sanırsın kayıklar tarlada oturuyor. Sular çekildiği zaman, kayıklar
kadavrası çıkmış eşekler gibi karınlarının bir tarafı üstüne yan yatardı, kalafat
edilmiş armuzları ziftten kapkara görünürdü. Tekneler böyle katran, küf ve
deniz kokardı. Dağdan inen rüzgâr çamların ve diğer ağaçların kokusunu
getirirdi, denizin ve kayıkların üzerinden geçerken eski ağaç ve zift
kokularını da alarak karşı kıyıya taşırdı. Kayıkların küpeştelerinde çatallar
vardı, yani ağaç dallarından, iki veya üç çatallı sopalardı, onlara yelken
direklerinin bumbalarını, küreklerini, ucu çatal sopalarını, kepçelerini ve
içine girip çıkan deniz suyunda canlı kalmaları için yakaladıkları balıkları koydukları
birkaç sepeti takarlardı. Demirleri nuhu nebiden kalmaydı, hem biçimleri hem de
adları, trihalya diyorlardı.
Günün sıcağında kürekleri bumbanın
üstüne yatırır yelken beziyle çadır yaparlardı, yelkenleri kırmızıydı, ağlarını
sahilin kayalıklarının bir çukuru içinde çamla boyadıkları gibi yelken
bezlerini de boyarlardı. Ötede deniz kabuğu hazinesi yığılıydı, çeşit çeşit, otur
ve onları incele, ağaçlar denizde cilalanmış, sanki kemik gibi, sünger taşları
suda yüzüyor, sübye kemikleri, yapraklar ve çam parçaları. Daha ötede üzerinde
sakız ağaçları bitmiş kiremit toprağı. Bir barakayla bir ocak biraz ötedeydi,
çünkü bazı basit insanlar oradaki balıkçılarla arkadaşlık ederken bir taraftan
da kiremit yapıyorlardı, sanki hepsi bir aileydiler, onları aralarına alıyorlardı
zira yazları karılarını da getiriyorlardı.
Yakında bir ağıl vardı ve buraya
çobanlar iniyordu, hep beraber yiyip sohbet ediyorlardı. Dünyada neler olduğunu
öğrenmek için soruyorlardı. Bunlar daha eskiden oluyordu, demir çıkmadan önce
diyelim.
Bu koyda toplanan insanlardan hiçbiri okuma
yazma öğrenmemişti, kâğıt yüzü görmemişti bile, sigara kâğıdından başka, bir de
kiliselerdeki kitaplardan.
Küçükken onlarla biraz yaşamıştım.
Güneş batarken hepimiz toprak bir kaptan yerdik, tahta kaşık çatallarımız vardı
ve konuşurduk. Çok defa yaşlılar yanaşmadan önce ağızlarında sigarayla küpeşteye
yaslanırlardı, sandalın dibine oturur sandaldan sandala sohbet ederlerdi. Sonra
yorgunluktan ve güneşten uykumuz gelir yatardık. Ben ve bir çocuk gece balığa
gitmeyen bir kayığın içinde uyuyorduk, Kiriakos amca daha küçük bir çocukla başka
kayıkta uyuyordu, en büyük oğlu vahşi Yannos kiremitçilerle dışarıda yatıyordu.
Altımıza halı seriyor, üstümüze mis gibi kokan çarşaf kaplı tertemiz yorganları
örtüyorduk, çünkü kadınlar onları köyde temiz muhafaza ediyorlardı, oraya
buraya atmıyorlardı. Ne sakin mutlu uyku! “Ben uyudum ve uyandım”, ilahi
okuyanın dediği gibi. Sandalın pruvasına şap şap vuran dalgacıklar bize ninni
söylüyordu. Karinanın altındaki suyun iki karış derinliğini yattığım yerden algılıyordum
ve uykuya dalmadan önce altımdaki otların içinde yüzen balıklar ve yürüyen
yengeçleri hayal ediyordum.
On beş ağustosta poyrazlar başlıyordu
ve hafif serinlikte uyku daha tatlı oluyordu, yorganın altında toplanıyorduk ve
boğazın uzağındaki denizin uğultusu yavaş yavaş beynimizi uyuştururdu. Pruvadaki
aziz Nikolas ikonasının önündeki kandil yanardı, kısık yanan bir boyalı
fenerden karanlığa ışık sızardı, sandalın burnu demir üzerinde dönerdi ve
evinden uzak kalan bir yolcuya umut verirdi. Bir cırcır böceği bütün gece
ninnisini söylerdi.
Sabah güneş çıkar ve her şey sana gülümserdi,
sanki dünya o gün doğuyordu. “Gecenin gölgeleri kaybolduğunda ışık yine bize
masum yüzünü gösterdi!”
Öğlen vakti güneşin yakmasıyla
tentemizi yapıyorduk, yavaş yavaş karadan batı esmeye başlardı, biz de
kafalarımızı aşağı, sandalın altındaki yarı saydam suya, birbirini kovalayan
dalgaların arasına sarkıtarak dalgamızı geçerdik. Yosunlar sandalın karnını
yalıyor ve mis gibi kokuyordu, teknenin altından sürü sürü geçen gümüş balıklarını
seyrediyorduk. Sonra, güneşten ve tuzdan yanmış kıpkırmızı suratlarla, öteden
gelen ve çam reçinesi kokan rüzgârın ninnisini dinleyerek uyku bastırırdı.
Uyandığımızda dağlara gölge inmiş oluyordu, güneş Sarımsaklıya eğilmiş
oluyordu.
Gece gökyüzü, kandillerini üstümüzde yakmış
olurdu. Büyükayı şafak vaktine doğru Profiti İlyas tepesinin arkasına gizlenmiş
oluyordu, diğer yıldızlar da batıya doğru yatıyordu. Sadece kuzey yıldızı
yerinden kıpırdamazdı, altın çivi gibi gökyüzüne çivilenmiş dururdu.
Gün doğmadan, sürülerini güden
çobanların sesleri her taraftan duyulurdu. Güneş doğudan doğmadan önce
patikalarda yola çıkan insanlar kuvvetli rüzgârların estiği derbentlerde ve
uçurum kenarlarında rastlaşıp selamlaşıyordu. Tuzdan dolayı üzerinde sadece
fakirlerin sirkeyle yediği otlar biten alçak tepelerin arkasındaki denizin
uğultusunun duyulduğu düzlüğe yavaş yavaş iniyorlardı. Bu patikalarda bir defa
kaybolmuş babasını bulmaya giden Tilemahos’la karşılaşmış olabilirsin yahut da Emmaus
için giden -Ortodoksların dini günü-Lukas ve Kleopas ile.
Köye varmak için, dağların tepelerine
tırmanıp sahile inen patikada yürürken uzaktan dalgaların yıkadığı bir siyah
taş ve onun üzerinde gölgesini taşa düşürerek rüzgârda sallanan yabani bir ağaç
görürsün. Biraz sonra taşa yaklaşırsın, önünden geçerken arkasında Yunus
peygamberi göreceğini sanırsın, canavar balığın onu kuma kusacağını.
Daha ötede denize çıkan bir kuru dereden
geçersin, küçük balıklar içine girip çıkarlar, zira deniz kabararak dere
yatağına girmiştir. Yakındaki hünnapların kokusu sana gelir, dağın tepesindeki sazdan
ağılın yanındadır, çoban köpekleri havlar.
Her dağ, her sırt bir azizdendir, işte bu
Prodromos’tur, öbürü İlyas Peygamber, mağaranın içinde, ötekinde Katolik rahip
Pior, ötekinde Romalı aziz Makaryos, başka aziz Andonis, başkası Megas
Eftimios.
Diğer taraftan yine, karşı burunun
üzerinde görünen gübre dolu bu ıssız ağılda ihtiyar Efmeos oturur. Ağaçların
arasından seçilen büyük isli mağaranın içine sokulup uyuyor Kuklopas Polifimos.
Denizin ortasındaki, rüzgârların serinlettiği Nisopulo üzerinde, Neraydes’ler oturuyor.
İhtiyar Nireas uzanmış yatıyor, denize
uzamış kumluk bir burunda, bir kayanın yamacına. Öte taraftan Tritonas kovuğun
içinde esip gürlüyor, sonra serin denize dalıyor ve sık siyah yosunlar bitmiş
tabana yapışıyor. Tuzlu köklerinden bitmiş midyeler orada yaşıyor, beyaz
kidonyalar, denizlerin kralı, onlara iştah açıcı deniyor, çünkü yedikçe
doyacağın yerde acıkıyorsun. Gizemli uzun yüzüyle, kıvrık kuyruğuyla, bir
izmarite yakın boyuyla, denizin devesi, şımarık kızı, denizatı deniz yosunları
arasında, kanat çırpıyor.
Çok rüzgârlı günlerde köpürmüş dalgaların
vahşileşerek, at gibi kasıldığını, öfkeyle çifte atıp sahili dövdüğünü ve denizin
altı üstüne gelerek bir mavileşip bir yeşilleştiğini görürsün. Martılar yukarda
uçar ve her fırsatta tuzlu suda kanatlarını ıslatır. Sular çekilirken kumluklara
bıraktığı köpükler devamlı fışırdamaktadır. Deniz siyah kayaların üzerine koç
gibi vurur ve tuzlu suyunu karaya serper, ağaçların olduğu yere kadar. Karanlık
mağaralar inler: Posseidon! Posseidon!
Rüzgâr karada çalılıkları
dalgalandırır, süpürge otlarını, sakız ağaçlarını, çekirgeler ve diğer böcekler
rüzgârdan korunmak için kancalarını takmış otururlar üzerlerinde. Poyrazdan yabani
çalıların içine yatmış iki üç karga, ihtişamla çalkalanan köpüklü suların
üzerinden, birden, ok gibi fırlar rüzgârın üstüne, ciyaklayarak “gak gak”.
Nisopula
(Kumru adacığı)
Kardeşim,
biliyorum ki dünyanın çalkantısından sen de yoruldun. Gel öyleyse, yine basit
insanların yaşadığı yerlere gidelim, bir süre kaçalım durmaksızın acımasızca
dönen, gece gündüz merhametsizce beyin, kalp, vücut, ruh öğüten bu çarkın
dişlilerinden.
Ötede karşında, sessizlik ve ıssızlığın
ortasında, dağlar ve kayalar oturmuş sana candan arkadaşların gibi hoş geldin
diyor ve bütün vahşi görüntülerine rağmen, gerçekte bugün insanların şehirlerde
yaptıkları hastane gibi dilsiz evlerden, apartmanlardan daha evcil, onlar
yaşayan insanlar için acımasız mezarlar. Bu kutsal kayaların üzerinde bitmiş
yeşil otlar serin rüzgâr estiği zaman, hafifçe mırıldanıyor, annen gibi sana
ninni söylüyor, yorgun vücudunu tatlı tatlı uyutuyor ve acıyan ruhunu da.
Atmacalar kartallar tepelerinde dönüyor, seni hiçbir şey rahatsız etmiyor, sadece
canı içinden çıkan cesetleri yiyorlar. Fakat burada, şehir cehenneminde, kaygı
ve ümitsizlik, sinmiş bekliyor yanı başında, gece gündüz, gözlerini kapatmanı
bekliyor, vücudunu biraz dinlendirmeni, çelikten burnunu göğsüne sokmak için,
capcanlı ciğerini yemek için can atıyor. Fakat ciğer ertesi gün tekrar oluyor,
vahşi karga önce yemiş olsa bile, merhamet edeceğini asla zannetme!
Birçokları bana geçimsiz, sünepe bir
adam diyecek ve dünyaya bu gözle baktığımı söyleyecek. (bana göre de öyle,
ilaveten bağnaz ve yobaz) Onlara hak vermiyor değilim, büyük şehirlerde yaşayayım
istiyorlar.
İyi, lakin neden bana yazıyor birçok
şehirli insan ve bana yaşadıkları hayattan yorgun olduklarını, bir başka hayat
için yazdıklarımın onları dinlendirdiğini söylüyorlar? İnsanlar arasındaki
ilişkinin, sevgi ve arkadaşlığın kutsal şeyler olmadığını kim söyler? Mekanik
hayat, insanı başkalarına bağlayan hislerden tamı tamına soyutluyor, makinenin
hisleri olmadığı için, böylece de makineyi her yere, hayatının her anına koyan insan
yavaş yavaş kötülüyor, ölü ve etrafa ilgisiz makineyle aynı oluyor. Sesi ve işittiği
telefon ve radyo oluyor, gözleri fotoğraflarla ve geceleri mağazalara
koydukları o tüpler içindeki soğuk elektrikle besleniyor. Her şey düğmeyle ve
numarayla çalışıyor, insanın ruhu yıkılmış ve cesetleşmiş, sonunda ayın sönen
ışıkları gibi olacak. Her şey önceden hesaplanmıştır. 2+2=4. Ama 2+2=4 ölümdür.
Dostoyevski’nin dediği gibi, hayat bu değil, bırak ona hayat diyelim. Bugünün
insanı, onu kamçılayan bir şeytanı sırtına kaldırdığını sanıyor ve deli gibi
koşuyor. Acelesinden başka bir şeye bakmaya zamanı yok, nereye gittiğini
bilmeksizin daha hızlı koşuyor. İnsan artık dünyanın yolunu düzeltemiyor, mülkün
kralı, fakat makine, bir yumru tutan sessiz canavar onu acımasızca mahmuzluyor,
kölesini, insanı, makine, Vaal’ın putu, insan onu eliyle yaptı, bunun için de akılsız
onu itaatli uslu bir şey sanıyor, bir şeytan ki insan kalbinin mezarı üzerine
taht kurmuş oturuyor!
Eski zamanlarda Falaris adında bir
zalim vardı, katı yürekli adam, düşmanları için çeşit çeşit işkenceler icat
ediyordu. Bir sanatkâr ona bronzdan bir öküz yaptı ve karnını açtı, içine
Falarisin işkence etmek istediği bedbahtları attı, sonra karnının altında ateş
yakıp bu bakır öküzü kızdırdı ve canlı insanları kızarttı. Fakat ustanın sanatı
öküzün gırtlağına konmuştu, bir teknik alet, öküzün karnında kızaranların
çıkardıkları sesler, gırtlağından geçerken neşeli ve tatlı nağmeler oluyordu ve
Falaris arkadaşlarıyla yiyip içerek ve bu içten gelen müziği dinleyerek eğleniyordu.
Bu güzel eseri yapan sanatkârı ödüllendirdi, onu da masada yanına oturttu ve o
da soylu biri gibi bundan gurur duydu. Ama biraz sonra ve her zaman olduğu
gibi, Falaris’in aşkı düşmanlığa dönüştü ve sanatkârı öküzün karnına kapatıp
kızarttı. Demek ki çok akıllı usta, onu eğlendireceği mutlu edeceği fikriyle,
makineler yapan insana benzetilebilir, kendi bedenini karnı içine koyar ve
kızartır, böylece gövdesi, ruhu ve kalbi kızarıp kavruluncaya kadar gerçekte
haykıran kendisiyken sihirli bir melodi dinlediğini sanır. O zaman ölümünü
kendi elleriyle hazırladığını hisseder, Falaris’in ustasının kendi yaptığı
öküzün karnında pişip kızardığı zaman anladığı gibi.
Ben kendimi bildim bileli şuna
inanıyorum. Kim benimle aynı fikirde değilse bıraksınlar bana yazmayı,
zevklerini, haz duyduklarını bir deftere
yazsınlar. Dünyayı benim hissettiğim gibi hisseden az kişi de benimle gelsin ve
makinenin olmadığı yerlere doğru gidelim, böyle kurnaz putların olmadığı
yerlere, tanrının yarattığı evren ve insan oradadır, basit ve kutsanmış, orada
kimsenin acelesi yok, akıllarda en ufak karışıklık yok, çünkü arkandan seni
yakalamak için koşan şişeye kapatacağın bir şeytan yok.
Sabah güneş doğmadan kalkarsın, sessiz
sakin, kaygısız. Aklın kafanı kaldırıp gördüğün gök kadar berraktır. Dağlar
orada karşında sessizce durur, onlara baktığında dinlenirsin. Boğazın suları
kristal gibidir, sadece bir yerden geçen bir balıkçı sandalının küreklerinden
çıkan dalgacıkları görürsün. Sandalcı hafiften bir türkü söylemektedir. Sarayımın
altından koyunların çıngırak sesleri duyulur.
Gün batımı tarafında Nisopula (Kumru
adacığı) görünür, küçücük bir adacık, üzerine küçük bir kilisecik sığacak
kadar. Hayal ürünü yalancı bir oyuncak sanırsın, suda yüzdüğünü, bir tekne gibi
yer değiştirdiğini sanırsın, o kadar hafif görünür. Bir damlacıktır ve
üzerindeki küçük kayacıklarla, bitmiş kekik ve ılgınlarla, birkaç sakız ağacıyla,
iki üç boy kadar buruncuğu, başkaca yine öyle iki üç koyu, kumsalı, kayacıklardan
bir iki sandal sığacak havuz gibi bir limancığıyla sanki küçültülmüş büyük bir
ada görünür sana.
Bu adacığın üzerine inşa edilmiş
kilisecik küçücüktür fakat büyük kiliseler gibi her şeyi tamamdır. Ayinden
sonra müminlerin oturup kahvelerini yudumlarken denizi ve karşı tepeleri
seyrettikleri “Kutsal masayı” kuşatan alçak beyaz duvarlar dışarıdan görülür,
karşı kıyı o kadar yakındır ki sahilde duran bir insan seçilebilir ve onunla
konuşulabilir. Kilisenin içi tertemiz ve bakımlıdır, mis kokar, her teferruat
vardır, ikonalarıyla teblosu, büyük şamdanları, ilahi kitapları, kandilleri, asılı
buhurdanlıkları, her şey küçük ve şirin sevimlidir. Deniz olduğu vakit
pencerelerden serin deniz havası girer ve tuz kokusu çam ve reçine kokusuyla
buluşur.
Bu adacığa daha çok balıkçılar karıları
ve çocuklarıyla çıkardı ve günlerce kalırlardı, on beş Ağustos’da bütün gün,
çok defa orucun üçüncü pazarına kadar (Stavros). Ben de sandalımla giderdim ve
onları bulurdum onlarla otururdum.
Hayatı orada göreceksin! “Kaygın
olamaz, ne haber, ne gazete, ne gürültü patırtı, ne şan şeref, ne bir sıkıntı,
ne kurnazlıklar, ne fakirlik, ne sonu olmayan laflar, çıkar menfaat, ne
ikiyüzlülük, ne kötü dünya, ne mekanik hayat, fakat zevkli hayat, basit,
barışçıl, mutlu!” Gerçek cennet, onu lanetlenmiş zehirlerden adaletin kılıcı
koruyor.
Karşı kıyıdan çıngırak sesleri duyulurdu,
o zaman çobanların güttükleri koyun ve keçileri sahile indirdiklerini anlardık.
Yannis Barbakos’un ıslığını duyardın ve bir burnun üzerinde onu seçerdin,
başında sarığı, heybesi, çarıkları, simsiyah uzun gür sakallarıyla, etrafında
dönüp dolaşan uydularıyla, yani çoban köpekleriyle, Çakırla, Canavarla, Aşille
ve peşlerinde bir iki enikle ve dana kadar Skuri’yle, o gerçek bir aslandı,
kurdu paramparça yapardı, uluduğu ve havladığı zaman bütün boğaz inlerdi. Biraz
ötede Aleksis ile Yannis sürülerini güdüyordu, biri aynı eski Ahileas ve diğeri
aynı Bizanslı münzevi keşiş.
Çok defa bir sandal adacıktan gider
Yannis Barbakos’u ya da onlardan birini alıp getirirdi. Sandaldan çıkınca önce
kilisede ibadet eder, bir iki tövbeden sonra ikonaların önünde yanık elini başında
taç gibi duran sarıklı kalpağının üzerine tutup dua ederdi. Onu takip eden
köpek dışarıda oturup beklerdi. Sonra çıkar ve balıkçıları selamlardı: “Hayırlı
vakitler! Kutlu olsun!” Heybesinden taze çökelek ve taze peynir çıkarır, küçük
sepetçikler içinde. Sandaldan da kesilmiş bir kuzu çıkarırlardı, yumurta,
incir, ahlat, kavun, karpuz.
Dağlı adamdı, süt kokardı, sanki bir
kral gibi asaleti vardı ve getirdikleri için asla laf etmezdi, sanki onlar hiçti.
Sonra herkes bağdaş kurarak gölgeye oturur
ve sohbet başlardı. Kadınların yer sergileri vardı, kaba yün döşeme ve halıları,
uzanmak için yastıkları vardı, genç, güçlü, diri genç kızlar hizmet için
koştururdu, yalınayak, iç fistanlarıyla, ölçülü utangaç saygılı tavırlarıyla. Kızlar
öyle çok konuşmazdı, bir şeyler getirmek için oraya buraya koşuştururlardı,
karacalar gibi çevik hareketlerle, başlarındaki çemberle sanki birer azize
Meryem.
Barbakos sanki Babilli gibiydi, sürü
adamı. Güneşten kararmış, sakal ve bıyıkları gözleri hizasından bitmiş, eski
heykellerde ve ikonalarda gördüğümüz gibi. Bakışları masum ve uysaldı, bütün
vahşi görünümüne rağmen, gözleri her zaman gülerdi. Elleri ayakları ufaktı,
Anadolu insanları gibi. Bütün mert, erkek görünümü içinde alçakgönüllüydü,
oturuşunda kalkışında, konuşmasında dindarlık vardı, açık yürekliydi. Sedirin
üzerinde bacak bacak üstüne atmış otururken bir Timurlenk’e benziyordu,
Balıkçılar Anadolu balıkçılarıydı,
bağdaş kurup oturan, sakin, sözlerini tartan. Şayet bir sohbet ortamı buldularsa
şükrediyorlardı, başka bir adam oluyorlardı. Onların barışçıl halleri sana da bulaşıyordu
ve yavaş yavaş ruhun sakinliğe kavuşuyordu, aklın oraya buraya kaymıyordu,
çeşitli boşuna olan karanlık hayallerden temizleniyordu, suyu bulandıran toprak
ve çöpleri temizleyip onu kristal gibi berrak yapıyordu.
O zaman hayatının her anını yaşamaya
başlıyordun, daha küçükten, bu dünyanın tadını alıyordun, hayatın basit ve
tatlı bir şey olduğunu anlıyordun. Orada bazı sözler duyacaksın, duyunca selam
dur, onları dinle, kurnazlık ikiyüzlülük yoktur, sözlerde muamma ve
anlaşılmazlık yoktur, en basitinden sözler, her şeyden önce gerçek, sıcak, en
tatlısından, rahatlatıcılığa sahip sözler.
Güneşin yükselmesi sırasında cırcır
böcekleri kızışıyor ve karşı tepelerden denize yansıyan şarkıları dalga dalga
geliyor. Burunlardan meltem indiriyor ve evreni serinletiyor. Deniz meltemi yakalıyor
ve hafiften hafiften köpürmeye başlıyor, serin denizden neşe ve sana açılan bir
kucak çıkıyor. Martılar ve diğer deniz kuşları masmavi sularla çevrili Nisopulo
üzerinde volta atıyor. Bu yüzen cennet üzerinde oturan mutlu insanlarıyla
bayram kutluyor. Başka hangi biri böyle bir kutsal barışa sahiptir, uçsuz
bucaksız dünya içinde?
Akşama doğru, uykudan kalktıkları
zaman, kahvelerini içerlerdi. Sonra Barbakos’u uğurlarlardı hepsi eşlik ederek,
adamlar ve kadınlar. Köpeği Aşil’le sandala girerdi, yine soylu biri gibi.
Heybesi mis gibi kokan taze balıkla ve deniz hayvanlarıyla dolu olurdu.
Ertesi gün, şafak vakti, balıkçılar
karşıya geçerdi, çoluk çocuk, sonra Yannis Barbakos’un ağılına giderlerdi.
Noel
arifesi
Noel arifesinde soğuk nefesleri kesti.
Rüzgâr insanı alev gibi yakıyordu. Ama halk hoşnuttu, heyecan ve neşe doluydu.
Hava kararmıştı ve gaz lambalarını
yakmışlardı. Dükkânları loş ışığıyla aydınlatıyordu, çarşıda her şey iyi
görünüyordu. Halk bir dükkândan diğerine girip çıkarak alış veriş yapıyordu.
Herkes birbirini selamlıyor ve ayaküstü neşeyle sohbet ediyordu.
Büyük kahvehanelerde sigara dumanından
göz gözü görmüyordu. Asimenios’un kahvesinde büyük şamata vardı, fakat sevinç
gösterileriydi. İçerde iki soba yanıyordu, camlar buğulanmıştı, dışarıdaki
insanların ancak gölgeleri görülebiliyordu. Müşteriler
sıcaktan bunalarak kürklerini çıkarmıştı, içerdekiler hali vakti yerinde olan
insanlardı.
Kapının her açılışında içeri Noel
şarkısı söyleyen çocuklar doluyordu. Kimi giriyor, kimi çıkıyordu. Yarım ağızla
söylemiyorlardı, mistik sesleriyle baştan sona okuyorlardı, şimdiki zamanda olduğu
gibi ahenksiz sesle üç beş laf oku çık değildi.
Asimenios’un büyük kahvesinin
karşısında hasır, çarık gibi şeyler de satan fakir bir kahvehane daha vardı.
Büyük kahvehanenin büyük kapısının tam karşısındaydı, şehirdekilerin hepsinden
fakirdi, bir sıçan deliği.
Büyük kahve lambaların loş ışığıyla
aydınlanırken sıçan deliği zifiri karanlıktı, çünkü sebep lambasındaydı,
lambanın fitili çapaklıydı, kar havası kırık kapı camından girdiği gibi fitil
bir yakıp bir sönüyordu. Açıkçası lambanın fitili eğri kesilip vidalanmıştı ve
sahibi kahveci Hacı amcanın suratı gibi çarpıktı, fitil çarpık, cam kırık, siz
söyleyin tanrı aşkına böyle bir lamba yansa da ışık verir mi! Döşeme
tahtalarının altı çürümüştü ve gıcırdıyordu. Duvarlara asılmış nuhu-nebiden
kalma bir iki yağ kandili isten eski ikonalar gibiydi: biri fırtınanın dövdüğü
kayığın içindeki Büyük Petro, diğeri Agamemnon’la konuşan büyücü Teresa, bir
diğeri kaplanla güreşen aziz Kutalianos.
Kahvenin müdavimi hepsi beş altı
kamburu çıkmış ihtiyardı, askı yüzü görmemiş delik deşik külüstür kürkler
içindeydiler. İki üçüne kıyı karidesi diyorlardı, zira çürük bir sandalları
vardı ve meze için yalika dedikleri deniz hayvanları çıkarıyorlardı, çünkü bu
hayvanlar yalıda yani sığ sularda bulunuyordu. Diğerleri süpürgeciydi, yani
süpürge yapıyorlardı. Bir tane sucu ve bir de kömürcü vardı. İşte, bunlardı
bütün müşteri!
Poyraz delikten içeri girince tavana
asılı kararmış lamba fırıldak gibi dönüyordu ve yanıp sönüyordu. İhtiyarlar
soğuktan titriyordu ve durmadan ellerini hohluyor, yanan sigaranın üstüne kapatıyorlardı,
böyle belki ısınırlardı.
Fukara kahveci, donmamak için, sırtına
attığı eski kürküyle, müşteriye cesaret vermek için aylak aylak kahve
tezgâhından kapıya arşınlayıp duruyordu, aylak dolaşırken, üzerine titreme geliyor
ve müşteriler adamı kendine getirmek için sırtına vuruyor, kalın paltoyu
üzerine sarıp dalga geçiyordu: “Eeeeh! nerede ulan sıcak kahvemiz!..
Sonra dönüp karşıdaki büyük kahveyi
gösteriyorlardı, tıka basa dolu sobalar tütüyordu ve dalga geçerek diyorlardı:
“karşıda soğuktan köpek donuyor, köpek geberiyor!” Zavallı Hacı amca!
Dışarıda ahali aceleci adımlarla
geçiyordu, neşe içinde gülüp oynayarak. Sağda solda dükkânlardan çocukların
noel şarkıları duyuluyordu.
Zaman geçince ahali de yavaş yavaş
evlerine çekildi. Dükkânlar birer birer kapanıyordu. Sadece berberlerde tıraş
olan hala birkaç kişi kalmıştı.
Çarşıdaki gürültü azalmıştı, ama
mahallelerde çocuklar ellerinde fenerler dört dönüyordu ve evlere noel şarkısı
okuyorlardı. Kapılar açıktı, ev hanımları, beyleri ve çocukları hepsi sevinç
içindeydi ve mugannileri karşılıyordu ve onlar da güzel sesleriyle, hoca gibi
ilahiye başlıyordu:
İyi akşamlar, efendiler, emirlerinize
amadeyim,
İsa nın doğuşunu huzurlarınıza söyleyeyim,
İsa betlem’de doğuyor,
gökler sevinçten uçuyor, bütün
kainat seviniyor…
İncilden
okuyarak, Yusuf peygamberi, melekleri, çobanları, büyücüleri, Herodes’i,
bebeklerin boğazlanışını, sübyanlara ağlayan Rahil’i, terennüm ediyorlardı
sonunda şu laflarla bitiriyorlardı:
…ibadetinizi de yaptınız, tadına varın, sevinin,
kutsal ekmeği fakirlere de verin.
Gönlünüzden ne koparsa, emeğimizin
karşılığını bize de verin,
İsa’mız her zaman yardımını sizden
esirgemesin.
Önünüzdeki çok senelerde
de.
Eve neşeyle girmişlerdi, daha büyük sevinçle
çıktılar. Cömert beyefendilerden
bahşişlerini ve hanımefendilerden çeşit çeşit tatlılar aldılar, onları orada
yemediler, çünkü dua henüz bitmemişti, bir sepet içinde topladılar.
Hoş şeylerdi! Şimdi kuruttu bunları
insanlar ve kültürden koptular! Nice mutlu yıllara varsınlar!
Her şey şarkının söylediği gibi
oluyordu: Sıcak yuvalarında bir uyku aldılar, memleketin on iki kilisesinin
çanları vurmaya başlayana kadar. Ne tatlıydı çan sesleri! Avrupa çanlarının
teneke sesi değil! Herkes süslendi, en güzel esvaplarını giydi ve kiliseye
gittiler.
Ayin bitince evlerine döndüler. Yollar
sevinç çığlıklarıyla yankılanıyordu. Evlerin kapıları açıktı ve içerden hafif
ışık sızıyordu. Bembeyaz örtü serilmiş masa onları bekliyordu ve üzerinde
aklına ne gelirse vardı. Fakirler de zenginler gibi zengin yiyecekler yiyordu
çünkü soylu zenginler fakirlere her şeyden göndermişti. Masada şarkılar söylemeleri
yanında “İsa doğuyor, şükrediniz” ilahisini de okudular, “Bakire Meryem bugün
onu dünyaya getiriyor”. Bütün kutlamalar bitince, yemliğine yakın uyuyan
kuzular gibi uzandılar, İsa’nın Yahudi’nin Beytüllahm’ında doğduğu zamanki
gibi.
***
Şimdi karşı
kıyıda aynı akşama gidelim, bir iki ufak ışığın titrediği, karın vahşice
uğuldadığı denizin ötesine.
Pırnal çalılarının bittiği tepenin
sırtında denize yakın bir ağıl vardı. Bu ağıl Yannis Vlomenu’nundu. Koyunlar
çardağın altında gölgeliğe çekilmişti ve çıngıraklarının sesi duyuluyordu, çin
çin, telaşlı telaşlı. Zira doğuruyorlar, çobanlar onları gözetliyor ve bir kuzu
doğunca, onu alıp kulübenin içine koyuyorlardı ve donmasın diye ısıtıyorlardı
ateşle. Anaları dışarıda bağırıyordu. Ateş kuvvetliydi ve kulübenin içi hamam
gibiydi.
İçerde, sofranın etrafında oturmuş altı
yedi kişi vardı. Başta sürü sahibi Yannis, ona bakınca gerçekte İsa’nın doğduğu
ağılda olduğunu sanırsın. Eski adamdır, saf görünüşlü, kara sakallı, ermiş
gibi. Ayağına Anadolu şalvarı geçirmişti, ayaklarına deri çarık bağlamıştı,
kuşağında kavı ve çakmağı vardı. Bütün çobanlar da Yannis gibiydi, Yannis in farkı
gömlekle oturmasıydı, diğerleri yeni doğanlara bakmak için dışarı çıkıp
giriyorlardı ve koyun postlarından ceketler giymişlerdi.
Sofrada oturanlar misafirdi. Biri
Panagis Stringaros, meşhur kaçakçıydı. Ava gitmişti ve ağılda geceliyordu.
Yannis ile tanışıklıkları seneler oluyordu ve defalarca ağılda yatmıştı. Diğer
üçü kömürcüydü, yakında bir yerde kömür yapıyorlardı. Diğer ikisi balıkçıydı,
yaşlı Psilos ve oğlu Kostandis.
Sofranın etrafına oturmuş yemeklerini yiyorlardı.
Masada et, çökelek, tuzsuz peynir, beyaz peynir, ağız (ilk süt), balık, ızgara
çulluk, ardıç kuşu ve diğer av kuşları vardı.
Kömürcülerin biri İstanbul
boğazındandı, Madito’dan, ilahi biliyor ve güzel okuyordu, tatlı ve derinden
gelen bir sesi vardı, curacı. “Yüce gönüllüm” ilahisini okudu, onu dinleyenler
ağladı, Yannis de. Ağıl sanki kilise oldu, İsa burada içerde doğdu derdin.
Dışarıda kar havası uğulduyordu.
İhtiyar Stringaros karanlıkta düşünceli oturuyor ve bıyıklarını ısırıyordu.
Astragandan bir kukuleta takmıştı başına, her yerini ısıtıyordu, ellerini
gömleğin yenine sokmuştu.
Bir an sohbet kesildi. Stringaros
düşünceli toprağa bakıyordu. Hafifçe kafasını salladı, ağzını açtı ve konuştu:
“Ulan çocuklar, siz iyisiniz, O’nu
kutluyorsunuz, sizler iyi insansınız. Ama ben, hangi ruhu teslim edeceğim,
şurada birkaç yüz can aldım? Kadınların karnını yardım, çocuk mocuk ne varsa
dışarı döktüm!”
Kimseden çıt çıkmadı. Bir vakit sonra,
sanki yalnız gibi tekrar kafasını salladı ve kendi kendine konuştu:
“Acaba cennet cehennem var mı?...”
Bıyığını ısırdı. Kafasını tekrar
salladı ve genizden konuştu, sanki kendiyle konuşur gibi:
“Cehennem olamaz! Onu olduracak şey…”
Bir daha konuşmadı.
Mağarada
Noel kutlaması
Noel arifeleri. Noel ve kar havası
daima beraber gelir. Ama o sene havalar fırtınalıydı. Kar atmadı. Havalar
dargındı ve sulu karla sert kuzey rüzgarları esiyordu hem de şimşeklerle
beraber. Bir hafta hava bulutluydu ve denizden esen karayel vardı. Fakat arife
günü onlara suratını ekşitti. Sabahtan gökyüzü karardı, kurşun gibi, tuttu ve
iğneleyici sulusepken atmaya başladı.
Skrofa denen bir yerde, bir keçi ağılı
vardı, tepenin açık denize doğru bakan yamacında. Burası vahşi ve ıssız bir
yerdi, çalılık, bodur sakız ağacı ve koca yemiş doluydu, kocayemişlerden her
yer kıpkırmızı kesmişti. Ağıl çepeçevre harçsız kuru taş duvardı.
Çobanlar içeri doğru uzayan ağıldan
daha yüksek, güneye bakan bir mağaranın içinde oturuyorlardı. Üç dört bölümlü
büyük mağara üç adam boyu yükseklikteydi. Hayvanlar alçak bir çardağın altına
çekilmişti, ancak eğilerek içeri girebilirdin. Her tarafında gübre yığını vardı
ve keskin bir koku çıkıyordu. Taban, toprak süprülmüştü ve temizdi, zira
çobanlar titizdi ve çalı süpürgelerini çocukların eline verip muntazaman
süpürtüyorlardı.
Sürü sahibi Yannis Barbakos’du, yarı
vahşi bir adam, keçiler koyunlar arasında doğmuş. Kara, kıllı, kuzguni sakallı,
kıvırcık ve sert, koç gibi. Dizine kadar inen şalvar giyiyordu, belinde kuşağı,
enli kuşak, ayaklarında kalın çarıklar. Kafasına büyük bir mendil sarmıştı,
sarık gibi ve püsküller asılmıştı suratına. Eski adam! İki evlatlığı vardı,
Aleksis ve Diseas, yirmi yaşlarında iki delikanlı oğlan. Sağımda ve ağılı temiz
tutmada ona yardım eden üç çocuğu daha vardı. Bu yerde bu altı can yaşıyordu,
Tanrıdan gizli. Seyrek adam görürlerdi.
Mağara kapkaraydı, mağara ağzından
çıkan dumanla kayalık kararmıştı. İçerde yatakları vardı, koyun postu yataklar.
Mağaranın duvarlarında kayaların yarıklarına kazıklar çakılmıştı ve onlara
tahta süt kovaları, peynir suları, mayalar, tüfekler, bıçaklar asılmıştı,
eşkıya ini derdin. Dışardan köpekler koruyordu, hepsi kurt kadar vahşi.
Sahil ağıldan bir sigara içimlik
mesafedeydi. Issızdı, denizin uğultusundan başka bir ses duyulmazdı, gece
gündüz. Poyrazdan kuytuya sığınan birkaç kayık uğrardı. Başka zaman sandal göremezdin.
Ağıldan ağaçların arasından denizi gözetleyen biri, Midilli dağlarını gözüyle
rahatça seçebilirdi.
***
HİKAYELER DEVAM EDİYOR. BEN BU KADARINI OKUYUP TERCÜME ETTİM.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder