25 Ağustos 2013 Pazar

VATANIM AYVALIK / bölüm: Ağıt ile başlayan diğer hikayeler

KİTABIN BU BÖLÜMLERİNDE FOTİS KONDOĞLU ÇEŞİTLİ HİKAYELERDE YAŞADIĞI DÖNEMİN AYVALIK'INDA İNSANLARI VE TOPLUM YAŞAMINI ANLATMAKTADIR.


Ağıt

      
         Yağmalanan vatanım Küçükasya’nın Ayvalık’ı için gözyaşı döküyorum, sıcak yuvam için, yaşadığım ve uzaklaştırıldığım çiftlik için. Kayalık bir dağdaydı, bir yarımadada, bana miras bıraktılar, amcalarım üzerinde yaşamış ve ölmüştü, dedelerim ve onların dedeleri, birçok keşişler de. Sakin ve doğal yaşadılar, sürüleriyle, tarlalarıyla, bağlarıyla, birinden diğerine. Bu ada neydi, şimdi bunu söyleyecek vaktim ve şansım yok, ne tür hayat geçirdi üzerinde yaşayan insanlar, hayal gücünün ötesinde ne güzellikler yaşadılar, hangi deniz ve kara insanları onu yerleri yaptı, garip hikâyeleri, fırtınaları, onları döven kasırgaları –ve her şeyi safi mutluluk. Şimdi yazdığım ağıtta, yok oluşuna ağlıyorum, ama ne kadar daha kalbim sızlayabilir? Anlıyorum ki asla bunu sözlerle ifade edemeyeceğim.


         Kaynar bir gözyaşı yuvarlanıp harfleri eritmeden kâğıda nasıl kaydedeyim? Namına mı? Yeryüzünün alabildiğine geniş yüzeyinde bir defa bulunabilecek kutsanmış tarafa rastlamana mı? Hangisine yanayım? Kaybolan altın günlerini aklımdan geçirdiğim zaman kalbim sıkışıyor. Peki, onlar hayal miydi? Büyü yanılsaması mı? Öyleyse bu dünya nedir? Bunca ve bunca kere bunu soranlara soruyorum. Sevgili köşe! Kutsal dağ! Anam babam sen değil miydin ve bütün aşklarım? Nasıl benden uzaklaşır ve silinirsin, gözüm bile artık seni çözemiyor? Kış süresince, yok oluşunun acısını dağıtıyordum. Belki de kardan kalbim uyuşmuştu. Ama şimdi dağlar yeşillendi, meleyen kuzular yıkıntılarımdan biraz ötede ve kuşlar Mayıs şarkısı söylüyor, e, e, şimdi işte kalbimde yakıcı bir yara açtı, insafsızca bana acı veriyor. Kayalık dağlarımızın baharını düşünüyorum ve gözlerimden yaş akıyor. Bununla beraber, biliyorum ki şimdi sen de kokularla yeşillerle baharı kutluyorsun, dünyanın bütün dağları gibi. Her zaman akıldan çıkar, sadece insan kalbi hatırlar ve kan ağlar.

         Bugün tabiatın ani uyanışı önünde durdum, sanki beklenmedik bir mucize. Kışımız başka bir dil kullanıyor. Kaba alışkanlıkları olan bir adam gibi. Havaları öfkeli ve gittikçe poyraz lodosla vuruluyor. Bugün imbat esiyor. Her şey değişti, sanki ortada bir büyü var. Acaba –düşünüyorum-, yaşlandığım zaman yaşama gücüm olacak mı, müsrif gençliği ve akıp giden yaşlılığı olan bu yeryüzü üzerinde?

         Ama senden uzaktayken sanki ben yaşlı değil miyim, çok sevgili dağım? Biricik dağ, bütün dağların içinde! Yuvamı bulmak için nereye çekip gideyim? Kuzeye mi, batıya mı, ya da güneye mi? Tarla kuşları neşeyle havada uçuşuyor, göze görünmeden, tatlı cıvıltıları tarlalar üzerinde duyuluyor, dersin; temiz kalpli bir melek gökyüzünde şarkı söylüyor. O yuvasının güvende olduğunu ve dönüp onu bulacağını iyi biliyor. Ama ben öksüzüm ve ümitsizim. Çiçekler arasında yürüyorum, rüzgârcık yapraklar arasında tatlı tatlı mırıldanıyor, ağaçların altına bir yeşil gölge düşüyor ve her şeyi yıkıyor, ama benim bitmeyen kışım var. Kalbim sanki bir kere açar dedikleri o büyülü güldür.

         Güneş kendi yoluna gidiyor ve günlerim tükeniyor. Bu bana iyi geliyor, çünkü tükenen günler siyah gecelerdir. Yavaş yavaş ruhum kutsanıyor ve tanrının huzuruna gidiyorum. Vahşi bir esintinin soldurduğu dünya nimeti çiçekler artık beni durduramıyor. Sadece bir gün yaşayan mersin ağacını başıma sarmıyorum. Bütün bunlar kalbimi bir an serinleten zehirli içeceklerdir, kalbime iyileşmeyen yaralar açmak için. Çek git ileri, parlak yıldız! Turlarının hızlı olmamasına öyle kızıyorum ki! Fani dünyada kara talihin sadece bir kurtuluş limanı olduğunu şimdi iyi görüyorum: o senin de her gece gidip demirlediğin liman. Oradan ötede belki gözlerine tekrar tatlı bir şafak doğabilir, sonsuz ve köpük gibi yumuşak.

 
Ayvalık boğazı

         Bu hikaye bir hayal gücü yakıştırması görünse de gerçektir.

         Anadolu taraflarında, her yönden kapalı, diğer dünyadan ayrılmış bir dünya, bir boğaz (iç deniz) bulunur. Alçak tepelere rağmen açık denizinden bir şey görünmez. Açık deniz batıya doğru onu en büyüğü ve içinde köyü olan Moskonisi (Cunda adası) dışında, bir sürü ıssız adayla kuşatır. Bu ada ile büyük ana karadan çıkıp boğazı kucaklayan kara parçası arasında boğazın (iç denizin) ağzı bulunur, buna Dalyan denmiştir, Türkçede livar diyeceksin.

         Biri iç denizden içeri girecek olursa dünyada görülmemiş bu yere bir anda şaşırıp hayran kalır, önünde sihirli bir kapının açılıp içeri buyur edildiğini söyler. Oradan ötede hayal gücünün yaratabileceği evreni karşısında bulur, barış ve insanı uçuracak sevinç dolu. Her şey küçük ve fırçayla resmedilmiş gibidir, okunaklıdır, sakin tepeler, garip kayalıklar, burunlar, kumsallar, mis kokan rüzgârı içine çeken koylar, suda yüzer gibi bir iki adacık, eski zamanlardan gelen biçimleriyle boğazın daha kuytu yerlerinde yelken açıp seyreden acayip kayıklar, sözün kısası her şey hayallerde bir oyun gibidir. Zira her şey o kadar hoştur ki insan buraya girdiğinde kendini öyle hafif hisseder ki sonunda cennetten daha güzel derse, bilin ki yalan söylemiş olmaz. Evet, öbür yandan da, vahşilerin yaşadığını söyledikleri Okyanusun büyülü adaları gibidir, fakat bu taraftakilerle boy ölçüşemezler, çünkü Tanrı onları yunan denizine koydu, dünyanın kalbinin attığı yere, Asya’nın yanı başına, güneşin doğduğu yere, doğuya bakan Anadolu’ya.

         Issız sahillerde yürürsün fakat ıssızlık sana görünmez, çünkü eskiden bir çok insan buralarda yaşadı, dünyanın temelini o zamanlar attılar. Görürsün denizin kumsalında duran kopmuş iki iri kaya parçası arasında ateşin izlerini, kavrulmuş kırmızı yumurta kabuklarını ve burada Odisseas’ın arkadaşlarıyla akşam yemeği yediğini aklından geçirirsin.

         Burnun bir tarafında yaşlı poyrazın koyun gibi güttüğü serin dalgalar köpürürken, diğer kuytu rüzgârsız tarafında kumlar üzerinde taze boyalı bir tirhandil vardır, Argo(İonnasın karısı olsa) ile kıvırcık saçlı İonnas’ın (eski çağlarda yaşamış her hangi bir yunanlının ismi) arkadaşlarıyla beraber onu dışarı çektiklerini tahmin edersin. O zamandan beri hiç değişmedi, ne kıvrık burnu, ne kürekleri, ne serene koydukları çatalları, ne direkleri, ne karinası ne de bordasına çizilmiş gorgonaları. Teknesi Argo’nun da koktuğu mis gibi serin tuzlu su kokar.

         Ama biraz ötede denizin bir yanında bağdaş kurup yan yana oturmuş insanlar da, hem konuşmaları, hem jestleri, hem de mimikleriyle eski insanlarla tıpatıp aynı, mermerlere ve çömleklere çizip kazıdıklarında gördüklerimiz gibi. Bu yontulmamış insanlardan duyduğun dil alışıldık sözler dışında bizim konuştuğumuzda daha arı ve temiz yunancadır, hala ağızlarında var olan bazı eski sözler de duyarsın.

         Dağların tepesine inşa edilen kiliseler İlyas Peygamberin gözetleme yeri gibidir, en yüksektedir. Derler ki; eski Yunanlılar bu mabetleri dağların en tepelerine inşa ettiler, Apollon adına, ışığı veren tanrı için ona taptılar, güneşe gibi, Yunanlılar Hıristiyan olunca da onun yerine İlyas peygamberi koydular diyelim, çünkü o da alevden bir arabanın üzerine oturarak gökyüzüne çıktı. İlios ve İlias aynı dediler ve kır kiliselerini zirvelere yaptılar, çünkü sabah çıkan güneş de İlias da aynıdır ve dağ kiliselerini zirvelere kurdular, çünkü sabah çıkan güneş ilk onların üzerine vuracaktı.

         Mora taraflarında, İlyas peygamber için bir keresinde başka bir hikâye duymuştum:

         Bir keresinde, bir gemiyle seyahat etti ve denizde korkunç bir fırtınaya tutuldu, herkes denize düştü ve İlyas Peygamber dışında hepsi boğuldu, o kurtuldu ve karaya çıktı, fakat böylesine bir dehşet onu etkiledi, zaten karacıydı, omzunda tekneden kurtardığı bir kürekle arkasına bakmadan uzaklara çekti gitti. Deniz gözden kaybolana kadar yürüdü, bir sürü ağılı olan çobanların yaşadığı bir yere vardı ve küreği göstererek onlara sordu: “bu nedir?” Onlar da “kürek” dediler. Bunu duyunca orada daha fazla kalmadı ve yine yola düştü, bir köye varana kadar bütün gün yürüdü, orada yine sordu: “bu nedir?” Yine kürek diye cevap verdiler. Hemen oradan da ayrıldı ve gün boyu yürüdü, akşama doğru dağlı adamların yaşadığı başka bir yere varınca onlara yine sordu: “tuttuğum nedir?” Onlar da cevap verdiler “odun!” –çünkü denizi bilmiyorlardı ve hiç kürek görmemişlerdi.  O zaman İlyas Peygamber rahatladı ve orada kaldı, dağın tepesine de evini yaptı. Bunun için ıssızdaki kiliseler zirvelerin üstündedir derler, denizden uzakta. Bu hikâyeyi karacı adamlardan duydum, denizcilerden değil. Şimdilerde kır kiliseleri çok defa denize yakın oluyorlar, fakat daima dağların zirvesine inşa edilirler.

         Dağ kiliselerinin olduğu yerlerde zaman zaman, bazı eski burç ve kale harabeleri de görülür, uçurumlu dağların ve ıssız adaların üzerinde.

         Bütün bunlar için, birçok başka şeyler için de, insana güzellik, rikkat ve mutluluk getiren bu yerleri başka her şeyden çok takdir ediyorum. Bir süre önce bu boğazda bulunan bir manastırda az bir süre geçiren bir keşiş, Agionoritis, bir tavla duvarına şu dizeyi yazdı:

                   “Ne hoş hayat! Ne büyük neşe
                   Gerçek cennet bu köşe!”


Anadolu’nun eski insanları

         Çok seneler değil, daha birkaç sene öncesine kadar, orada boğazın içinde yaşayan, eski yunanlıların hikâyelerinde okuduğumuz eski insan soyunu bulabilirdin, koca Homeros’un, İsiodos’un, Herodot’un, Teokritos’un betimlediği kişilikleri, Eski Ahit’deki gibi. Eski yunanlılar ve Anadolu Hıristiyanları birlikte huzurlu, hoş görülü saf insanlardı. Doğa onları bu kutsanmış dar denize kapattığı binlerce yıl öncesinden beri putperesttiler, taktalara, yıldızlara ve ağaçlara tapıyorlardı.

         Fakat ne gariptir ki vahşi, kana susamış, cani ve geçimsiz insanlar değildi. Masal seven çocuklar gibi iyi yürekliydiler, her şeye inanıyorlardı. Köydeki evlerini dirlik düzen içinde tutuyorlardı. Hırsız değillerdi, yalan söylemezlerdi, işlerini severlerdi, yabancıyı kardeşten sayarlardı. Zira basit yaşıyorlardı ve az şeyle yetiniyorlardı, zaten iyi geçimlerini daha yüceltmek için ne yalan dolana, ne çalıp çırpmaya ve de öldürmeye ihtiyaçları vardı. Açlık nedir bilmiyorlardı, çünkü doğdukları büyük anayurt, kutsal Anadolu, onları aç bırakmıyordu, çok tatlı ekmek ve her çeşit yiyecek veriyordu, bal, süt, yağ ve insanın beslenmek için neye ihtiyacı varsa, gereksiz şeylerin haricinde her şeyi. Toprak her çeşit verimli ağacı besliyordu, deniz balıkları besliyordu ve her birinin özel lezzeti vardı ve o kutsal evren vahşi veya evcil ne varsa çıkarıyordu.

         Fakat insanlar açgözlü değildi, zengin daha fakire veriyordu, fakir de diğerinin üstüne çıkayım demiyordu, aç gözlü değildi, hasetlik etmiyordu, aklı hep kazançta değildi, hayatlar derin bir barış içinde geçiyordu, tanrıları yukardan onları kutsuyordu.

         Bu ilk insanların Anadolu’da daima var oldukları görülüyordu ve din değiştiği Hıristiyan oldukları zaman da aynen kaldılar, çünkü yeni din şiirseldi ve basitti, halk onu eskisi yerine koydu ve daha çok benimsedi. Romalıların dünyaya hükmettiği zamanlarda insanlara baskı vardı ve onlar da tanrıdan gizli yaşadılar. Sonra Konstantinupoli’nin Hıristiyan kralı oldu, ama buraları tümüyle unutulmuş ve kuytu yerlerdi ve insan asla oradan öteye, başka bir memlekete gitmedi, daha basit kaldılar. Diğer yerlerde savaşlardan dünya yıkılıyordu, dengesiz insanlar kesip biçiyordu, oysa burada barış sürüyordu.

         Bu sebepten insan burada karmaşadan uzak yaşadı, eski bir Yunanlının dediği gibi: “mutlu müreffeh yaşadılar”, zira onu tatlı ninnilerle uyutan doğanın kucağında mutlu bir yaratıktı. Topraktan çıkıp ve yine toprağa dönüşü, kedersizce, ölümün tadıyla, kiremitçinin topraktan yaptığı kiremit gibidir. Yaşlanır, sahilin dalgaları yavaş yavaş onu yalayıp eritir ve yine sakince toprağa döner. Sahil kuşunun kumun üzerine yumurta bıraktığı gibi, tuzlanın yakınına, o insanlar böyleydi.

         Gökyüzü kubbe gibi üstlerinde duruyordu, güneşle dönüyordu, ay ve yıldızlarla, zamanın döngüsü günü geceye, yazı kışa çeviriyordu, biz şehirliler bunlara bakmaya yetişemezken onlar her şeyi her an yaşıyorlardı, çünkü biz uzakta yaşıyorduk, evrenden dışarıda, boşuna ağırlıklar taşıyarak.

         Elbiseleri; mintanları ve şalvarları genişti, her şey, dittikleri ve kadınların eğirdikleri koyun yünündendi. Kışın koyun postu giyiyorlardı, çok zaman toprak soğuktan taşlaşıyordu. Demirden şeyleri azdı, çivi yerine ahşap kavalye ile işlerini görüyorlardı, tahta kupa, çatalları vardı. Evlerinde ihtiyaç olunan her şey ağaçtandı. Çok defa içinden çıkamadıkları işlerinde ağacı kullanıyorlardı. Çobanlar kışın içlerine yün giyiyorlardı.

Evli insanlar olmalarına rağmen, güzel ve güçlü kadınlardı, yeni doğmuş tay gibi, seksi genç kız vücuduna sahiptiler, bununla beraber acı çekiyor görünürlerdi. Soğuktan sıcaktan etkilenmezlerdi, çünkü yaşlı ağaçlar gibi küçükten alışmışlardı.

         Doğanın tatlı kucağında rahat yaşıyorlardı, dedeleri lanetli ağaçtan yememişti. Hiçbir şeyi olmadan yaşıyorlardı ve hiç bir şeyden yoksun değillerdi.

Afrikadaki ve Okyanusyadaki yerliler gibi yassı burunlu değillerdi, narin ince yapılı insanlardı, eski Yunan ve Bizans’tan, bu dağlı insanları görürdün. Gençler Ahilleas gibiydi, Patroklos gibi, hatta Büyük İskender gibi.

         Birçoğu yanık tenli kıvırcık saçlıydı, dudaklarında ve yanaklarında hafifçe terlemiş ilk tüyler, sıkça görülen perçemler sıkça sarı tüydü, ama aslana benzeyen o tüy rengi değil, çorak sahillerde dalgalanan kuru çalıların rengiydi. Yaşlılar tuzdan bükülüp kıvrılmış sakallarıyla Poseidonas’a benzerdi, yine bir başkası Omiros gibi, bir başkası Aziz Nikolas gibi, başkası Lakonda’nın heykeli gibi, başkası büyücü Tiresya, İskender bey gibi, böyle tiplerdi. Orta yaşlılar yine, İsa’ya benziyordu, eski ikonalarımızda çizildiği gibi, yiğit Leonidas’a, Temistokles’e, Epaminonda’ya, sakalları Marko Polo gibi kesilmişti, Nikitara gibi, Miaulis gibi, ve diğer kaptanlar gibi.

         Kadınların geleneksel eski isimleri vardı: Afroditi, Aspaso, Mirsini, Kleopatra, Kaliopi, Kleoniki, Eleni, Kasandra, Elpiniki, Athina, Hariklio, Efthalia, Nefeli, Efridiki, İro, Dimitra, Pinelopi vs. Eski Hıristiyan isimleriyle de çağrılıyorlardı: İrini, Efanthia, Zaharo, Zoi, Andonia, Hrisanthi, Grigoria, Melanthia, Melissini, Zografia vs.

         Delikanlılar babalarına yardım ederdi, itaatkârdı, iyi çocuklardı, çok geveze değillerdi. İlk önce daima yaşlılar konuşurdu, sonra gençler. Yaşlılar yavaş konuşurdu, sohbetlerinde hep atasözleri vardı. Selamlaşmaları: “Hayırlar olsun!” – “Selamlar!” – “Hürmetler olsun!” – “Sağlıcakla kal!”

         Aralarında bir mahkeme vardı, gençleri yaşlılar yargılardı, ortalığı velveleye vermeden, onlara öğüt vererek ve sakince.

         Ahilleas’ın tarihini biliyorlardı, Büyük İskender’in, Paleologos’un, İskerder beyin de, İsa’dan sonra neler olduğundan haberleri vardı. Ali Paşayı, Suliotisleri, Marko Polo’yu, Tanasis’i, Liakos’u, Kolokotronis’i ve diğer kaptanları biliyor ve daima günlük sohbetlerine getiriyorlardı. Yabancılardan, Büyük Napolyon’u bilmiyorlardı, sadece çarı ve büyük Katerina’nın yaptığı Purut savaşını biliyorlardı. Daha başka, İngilizlerin, Rusların, Mısırlıların milli kahramanlarını da tanıyorlardı, fakat Hıristiyan deyince onlar için sadece Ruslar vardı. Eski şehirlerden de Truva, Bergama ve kutsal mekân Yeruşalim ve kutsal dağı onların gözdesiydi.

         Kırmızı, mavi, yeşil ve sarı renkler haricinde, doğadan görüp ismini renge verdikleri de; yağ, deniz, altın, limon, portakal, lahana, çağla, sirke, şarap, şeker, kahve, kül, bal, kestane, saman, kiremit, kır, patlıcan, gül, sardunya, nar gibi şeylerdi.

         Çoğa yakını hoş ve alışık olunmayan bir lehçeyle konuşuyordu, sözleri resim gibiydi, ama aralarındaki bazı yaşlıların ağzından bal akardı, Koca Omiros’un dediği gibi. Bunlar benim öğretmenlerim oldular.

         Onlardan duyduğum, artık bizim alışık olmadığımız eski sözcüklerden şu anda hatırlayabildiğim birçok sözcük var.

Onlara Lotus yiyenler dedikleri kadar vardı, mübarek insanlardı, gurur ve hırs onları manen kirletmemişti. Bunun için mutluluğu krallara, vezirlere ve dünya âlemin titrediği insanlara ödünç verebilirlerdi.

         Hepsi hepsi yüz kadar insan bu göl gibi denizin çevresinde bir yerde yaşıyordu: çobanlar, balıkçılar, evsizler ve kiremitçiler. Şehirden uzakta, boğazın garip bir yerine konmuşlardı, Yeniçeriler köyü ile boğaz arasına düşen bir yerde, fakat denizden uzak, görünmesi imkânsız.

         İlerideki sayfalarda, aralarında önemli ve en alışık olunmayanlarını size birer birer anlatmayı düşünüyorum.

         Bunların çoğuna yetişemedim fakat hikayelerini başka ağızdan duydum. Bildiklerimin en eskisi Yannis Vloyimenos’du. Yetiştiklerimin en önemlisi Kral Manolis amcaydı, denizin hayaleti. Sonra sırayla, Livanis (Lübnanlı), Psilos, Milalis, Laspitis, Kserotrohalos, Baburas, Zafiris, Dadinas, Arnavut, deli Paraskefas, Gricas, ve daha bir çokları.

         Bir kısmı karacıydı, bir kısmı denizciydi, ama birçok karacılar denizden anlıyordu ve bir iki denizci sayesinde denize çıkabiliyorlardı. Silvestros çok hünerliydi, hem karayı hem denizi bilen bir keşişti, ilahi okurdu, hem denizci, hem çobandı ve de marangozdu, velhasıl on parmağında on hüner vardı, lakin Türklerin “liman baluk” dedikleri -yani limanın balıkları- ileri gelenlerden sayılmadı. Adam hayattan elini eteğini çekti, inzivaya çekildi, Agıon Oros’da.

         Aralarında en safları, gözü açılmamışları, çok senelerden beri şehre gitmiş değildi. Bir defasında dünyada neler olup bittiğini bana sorduklarında, aziz Markos’un hikâyesini hatırladım, ıssız bir yerde inzivaya çekilmişti ve bir keşiş gidip onu buldu ve çok şeyden konuştular, münzevi rahip keşişe sordu: “Dünya yerinde sayıyor mu yoksa eskiye göre yeşeriyor mu?” Keşiş de cevap verdi: “Evet peder, İsa hatırına eskinin üzerinde bugüne kadar dünya yeşermeye devam ediyor!” O insanlar bana da böyle sormuştu.

         Bütün âlem, gökyüzü, kara, deniz, hayalet ve cinlerle doluydu. Hortlaklar bulutlarda ve deniz dibinde bulunuyordu, ister orada ister burada, “gecenin kuytularında, gizemli yıldızlarda, koruluklarda, sazlıklarda, geçitlerde, isterse nehir akıntılarında”. Putperestlik ve Hıristiyanlık hayal güçlerinde karışmıştı, bunun için Yunanlı bir çeşit Hıristiyan oldu. Çok putperestin söylediği şeyleri İsa da demişti, ya da İncil’de yazılmıştı.

         Onlar için rüzgârların, öncelikle kuzey ve güney rüzgârlarının insan gibi ruhu vardı, güneş ve ay da aynıydı. Yılanlar hortlaktı. Kutsallık için onlara sahip çıkan ağaçlar, kuyular ve taşlar vardı. Deniz kutsaldı. Ekmek kutsaldı, kırıntısının üzerine asla basmazlardı, şayet bir lokma ekmek yere düşse hemen alıp alınlarına götürmek için davranırlardı. Şarap içtikleri zaman, bir az da toprağa serperlerdi, eski putperestlik dönemlerinde dini törenlerinden gelen bir adetti. Sağ ellerini göğüslerine koyarak selamlaşırlardı, hafifçe eğilerek.

         Çobanlar çoğu defa ağılda keçi ve koyunların arasına bir teke koyarlardı. Koyunlar hastalanınca yaptıkları garip büyüler vardı, sağım bittikten sonra çoban elini sağılmış sütün köpüğüne batırıyor ve gizemli sözler mırıldanarak koyunlara serpiyordu. Bunun yanında, isaçiçeğiyle tütsü yakıyorlardı, ağıl içinde sürünün etrafında ayin yapıyorlardı ve koyunların boyunlarına nazarlık zil takıyorlardı. Zilleri sadece ses çıkarsın diye takmıyorlardı, diğer boncuklar gibi nazarlık içindi. Cezp edici eski dilde okuyup üflüyordu birçok Limnoslu, Limnos’un dağlık kırlık taraflarından bunun için geliyorlardı, bunların eski arkaik zamanlardan beri bir çok büyü ve efsun bilip yaptıklarını okumuştum.

         Sığır ve koyunun onlarca kutsallığı vardı, çünkü nefesleriyle İsa ahır yemliği içinde doğduğu zamanlar onu ısıtmışlardı, keçiyi lanetli yaptılar. Eşek kutsaldı, çünkü İsa’yı o kaldırdı, at da kutsaldı çünkü Aziz Yorgis’i sırtına bindirdi. Zeytin diğer ağaçlardan daha kutsaldı, Meryem’in ağacı. Defne, mersin ağacı, fesleğen, sedir ağacı kutsaldı. İncir ağacı lanetliydi, İsa’dan.

         Denizcilerin yine hortlaklı kayalıkları, taşlıkları, denizde resif ve mağaraları vardı. Deniz, İsa ve denizci insanlar olan Oniki Havari tarafından kutsandı, aletleri de kutsaldı, ağları ve paraketeleri, fakat ağlar daha kutsaldı, çünkü örülürken haç şeklini çiziyordu. Anadolu kayıklarına koydukları dörtgen yelkene tente ya da balon diyorlardı, insanları boğulmaktan kurtarmak için bunu ilk defa aziz Nikolas buldu, alçaktı ve rüzgârda şişiyor kayığı suda götürüyordu. Aziz Nikolas, iğneli dümeni de buldu, çünkü evvelden insanlar bir küreği dümen olarak kullanıyordu, bu yüzden yelkenle orsa gidemiyorlardı, yani rüzgâra karşı. Altı düz, karinasız, tek parça ağaçtan tekneyi de İsa buldu, sığ ve sakin sularda yüzsün diye, ağların üstünde, zira suya çok batmıyordu.

Lotus yiyenler

         Büyük boğazdan (liman içi, iç deniz) daha içerde ve çok daha küçük, tamamen saklı, başka bir boğaz daha vardı. İçerdeki insanlar orada ne kadar yaşasalar da her günü ilk gün sanırdı, diğerleri, dışarıdakiler, onlara kurnaz insanlar görünürdü. Düşün öyleyse, ne insanlardı onlar!

         Onlar için büyük boğaz dış deniz gibiydi. İçerde sular daha sığdı, su dizlerinden yukarı çıkmadan tüfek mesafesi kadar açığa gideceğin tarafları bulunurdu. Derin tarafları da vardı, dar geçide doğru, delikli taşın yanında ve kartal yuvalarının orda sular boyu aşan derinlikteydi, çünkü tam orada daha insanın yaşamadığı devirlerden bir volkan vardı. Fakat oradan içeride doğa çok uysaldı, sanki bu basit insanlar için yapılmıştı, garip kayalarla süslenmiş bir burnun ayırdığı küçük koylarla doluydu, insan bunu çok yerde göremezdi.

         Böyle her bir koyda, çok eski zamanlardan beri her zaman bir iki demirlemiş sandal bulunurdu ve balık avlardı. İnce bir kum, halı gibi dibi kaplamıştı, suda bir kılı bile görebilirdin. Deniz içinde oraya buraya serpilmiş çakıllar arasında bitmiş su bitkileri görürdün, demir renginde midyeler, kabuklu hayvanlar vardı. Her taraftan fırlayan yampiri giden yengeçler vardı, su sanki sedef gibiydi, onların üstünde gümüş gibi parıldardı. Kumda binlerce delik görürsün, kimileri anahtar deliği gibi, kimileri yuvarlak, kimileri tek başına, kimileri yan yana, kimileri karıncaların yaptığı gibi çepeçevre bir harman yeri oluşturmuş. Her biri aşağıda derindedir, kumun dibinde, her biri bu deliklerden nefes alan başka bir böcektir. Başkaları; denizkestanesi, karavidalar, sulinalar, taraklar, çeşit çeşit solucanlar. Yarım boy suda kumun üzerine saçılmıştır sarı korohilia, çok lezzetlidirler, bunlara rengârenk başka benzer cinslerle beraber, denizin eski porfirleri derler.

         Başka taraflarda yine, dibe tutunmuş, denizin pasından kararmış kayalar vardır. Ötede sular daha derindir ve dipte taşlıklar vardır, içlerinde vahşi pavuryalar yaşar, denizin canileri, deliklere çekilmiştir. Çeşitli midyeler, istiridyeler, denizkestaneleri, fuska, korohilia, kolifades ve daha kuma gömülenlerin dışında ne kadar kabuklu deniz hayvanı varsa, aynı Türk harfleriyle yazı yazar gibi, deniz tabanına saçılmış taşların üzerinde biterek dibi kaplamıştır. Bunların hepsi mis gibi kokar çünkü bu denizler özel bir koku çıkarır.

         Güneye doğru, daha sapa bölgede, kuytu rüzgârsız bir yerde küçük bir koy bulunur, uzun yosunlar bitmiş bir sığlık, oraya soğan deniyordu, üç dört kayığın barınağıydı.

         Her kayıkta üç dört balıkçı vardı. O kadar eski değil, otuz sene öncesine kadar vardı. Dışarıdaki boğaz ile içerdeki boğaz arasında kapı olan delikli taştan dışarı senelerce çıkmamışlardı. Balıkçı kayıklarından ve yılda birkaç sefer dış denizden içeri giriş yapan küçük birkaç tirhandilden başka yüzen bir şey görmemişlerdi. Beş altı senede ancak bir defa, bu sularda bumbasıyla, direğiyle büyük bir kayık görünürdü, özel donanımlı yük teknesi, arkasında küçük filikasını sürükleyerek gelir, Kalın Dağ’dan değirmen taşı alır ve giderdi.

         Bu yuvada gönlü bol bir insan gurubu yaşıyordu: iki üç yaşlı, üç dört orta yaşlı, o kadar da delikanlı ve bir iki küçük çocuk. Av malzemeleri, ağ ve paraketeydi, sadece bir büyük balıkçı kayığı vardı ve bir de hasır, kamışlarla gerilmiş bir tür ağdı. Bir iki ihtiyar, onlar daha zavallıydı ve serpme ağları vardı, kıyı volisi yapıyorlardı, yani kıyı kıyı gezerek küçük bir ağı balık gördükleri yerde karadan denize fırlatıyorlardı ve birkaç küçük balık yakalıyorlardı.

         Ne yakalıyorlarsa köye götürüyorlardı ve köyden ekmek, yağ, peynir, zeytin, soğan ve biraz tütün ve sigara kâğıdı ve biraz da bozuk para alıyorlardı.  

         Sandalların her biri ucu sudan dışarıda yosun tutmuş bir kazığa bağlıydı, yosun ve erişteler kayıklarının karina ve bordalarını yalıyordu, sanırsın kayıklar tarlada oturuyor. Sular çekildiği zaman, kayıklar kadavrası çıkmış eşekler gibi karınlarının bir tarafı üstüne yan yatardı, kalafat edilmiş armuzları ziftten kapkara görünürdü. Tekneler böyle katran, küf ve deniz kokardı. Dağdan inen rüzgâr çamların ve diğer ağaçların kokusunu getirirdi, denizin ve kayıkların üzerinden geçerken eski ağaç ve zift kokularını da alarak karşı kıyıya taşırdı. Kayıkların küpeştelerinde çatallar vardı, yani ağaç dallarından, iki veya üç çatallı sopalardı, onlara yelken direklerinin bumbalarını, küreklerini, ucu çatal sopalarını, kepçelerini ve içine girip çıkan deniz suyunda canlı kalmaları için yakaladıkları balıkları koydukları birkaç sepeti takarlardı. Demirleri nuhu nebiden kalmaydı, hem biçimleri hem de adları, trihalya diyorlardı.

         Günün sıcağında kürekleri bumbanın üstüne yatırır yelken beziyle çadır yaparlardı, yelkenleri kırmızıydı, ağlarını sahilin kayalıklarının bir çukuru içinde çamla boyadıkları gibi yelken bezlerini de boyarlardı. Ötede deniz kabuğu hazinesi yığılıydı, çeşit çeşit, otur ve onları incele, ağaçlar denizde cilalanmış, sanki kemik gibi, sünger taşları suda yüzüyor, sübye kemikleri, yapraklar ve çam parçaları. Daha ötede üzerinde sakız ağaçları bitmiş kiremit toprağı. Bir barakayla bir ocak biraz ötedeydi, çünkü bazı basit insanlar oradaki balıkçılarla arkadaşlık ederken bir taraftan da kiremit yapıyorlardı, sanki hepsi bir aileydiler, onları aralarına alıyorlardı zira yazları karılarını da getiriyorlardı.

         Yakında bir ağıl vardı ve buraya çobanlar iniyordu, hep beraber yiyip sohbet ediyorlardı. Dünyada neler olduğunu öğrenmek için soruyorlardı. Bunlar daha eskiden oluyordu, demir çıkmadan önce diyelim.

         Bu koyda toplanan insanlardan hiçbiri okuma yazma öğrenmemişti, kâğıt yüzü görmemişti bile, sigara kâğıdından başka, bir de kiliselerdeki kitaplardan.

         Küçükken onlarla biraz yaşamıştım. Güneş batarken hepimiz toprak bir kaptan yerdik, tahta kaşık çatallarımız vardı ve konuşurduk. Çok defa yaşlılar yanaşmadan önce ağızlarında sigarayla küpeşteye yaslanırlardı, sandalın dibine oturur sandaldan sandala sohbet ederlerdi. Sonra yorgunluktan ve güneşten uykumuz gelir yatardık. Ben ve bir çocuk gece balığa gitmeyen bir kayığın içinde uyuyorduk, Kiriakos amca daha küçük bir çocukla başka kayıkta uyuyordu, en büyük oğlu vahşi Yannos kiremitçilerle dışarıda yatıyordu. Altımıza halı seriyor, üstümüze mis gibi kokan çarşaf kaplı tertemiz yorganları örtüyorduk, çünkü kadınlar onları köyde temiz muhafaza ediyorlardı, oraya buraya atmıyorlardı. Ne sakin mutlu uyku! “Ben uyudum ve uyandım”, ilahi okuyanın dediği gibi. Sandalın pruvasına şap şap vuran dalgacıklar bize ninni söylüyordu. Karinanın altındaki suyun iki karış derinliğini yattığım yerden algılıyordum ve uykuya dalmadan önce altımdaki otların içinde yüzen balıklar ve yürüyen yengeçleri hayal ediyordum.

         On beş ağustosta poyrazlar başlıyordu ve hafif serinlikte uyku daha tatlı oluyordu, yorganın altında toplanıyorduk ve boğazın uzağındaki denizin uğultusu yavaş yavaş beynimizi uyuştururdu. Pruvadaki aziz Nikolas ikonasının önündeki kandil yanardı, kısık yanan bir boyalı fenerden karanlığa ışık sızardı, sandalın burnu demir üzerinde dönerdi ve evinden uzak kalan bir yolcuya umut verirdi. Bir cırcır böceği bütün gece ninnisini söylerdi.

         Sabah güneş çıkar ve her şey sana gülümserdi, sanki dünya o gün doğuyordu. “Gecenin gölgeleri kaybolduğunda ışık yine bize masum yüzünü gösterdi!”

         Öğlen vakti güneşin yakmasıyla tentemizi yapıyorduk, yavaş yavaş karadan batı esmeye başlardı, biz de kafalarımızı aşağı, sandalın altındaki yarı saydam suya, birbirini kovalayan dalgaların arasına sarkıtarak dalgamızı geçerdik. Yosunlar sandalın karnını yalıyor ve mis gibi kokuyordu, teknenin altından sürü sürü geçen gümüş balıklarını seyrediyorduk. Sonra, güneşten ve tuzdan yanmış kıpkırmızı suratlarla, öteden gelen ve çam reçinesi kokan rüzgârın ninnisini dinleyerek uyku bastırırdı. Uyandığımızda dağlara gölge inmiş oluyordu, güneş Sarımsaklıya eğilmiş oluyordu.

         Gece gökyüzü, kandillerini üstümüzde yakmış olurdu. Büyükayı şafak vaktine doğru Profiti İlyas tepesinin arkasına gizlenmiş oluyordu, diğer yıldızlar da batıya doğru yatıyordu. Sadece kuzey yıldızı yerinden kıpırdamazdı, altın çivi gibi gökyüzüne çivilenmiş dururdu.

         Gün doğmadan, sürülerini güden çobanların sesleri her taraftan duyulurdu. Güneş doğudan doğmadan önce patikalarda yola çıkan insanlar kuvvetli rüzgârların estiği derbentlerde ve uçurum kenarlarında rastlaşıp selamlaşıyordu. Tuzdan dolayı üzerinde sadece fakirlerin sirkeyle yediği otlar biten alçak tepelerin arkasındaki denizin uğultusunun duyulduğu düzlüğe yavaş yavaş iniyorlardı. Bu patikalarda bir defa kaybolmuş babasını bulmaya giden Tilemahos’la karşılaşmış olabilirsin yahut da Emmaus için giden -Ortodoksların dini günü-Lukas ve Kleopas ile.

         Köye varmak için, dağların tepelerine tırmanıp sahile inen patikada yürürken uzaktan dalgaların yıkadığı bir siyah taş ve onun üzerinde gölgesini taşa düşürerek rüzgârda sallanan yabani bir ağaç görürsün. Biraz sonra taşa yaklaşırsın, önünden geçerken arkasında Yunus peygamberi göreceğini sanırsın, canavar balığın onu kuma kusacağını.

         Daha ötede denize çıkan bir kuru dereden geçersin, küçük balıklar içine girip çıkarlar, zira deniz kabararak dere yatağına girmiştir. Yakındaki hünnapların kokusu sana gelir, dağın tepesindeki sazdan ağılın yanındadır, çoban köpekleri havlar.

         Her dağ, her sırt bir azizdendir, işte bu Prodromos’tur, öbürü İlyas Peygamber, mağaranın içinde, ötekinde Katolik rahip Pior, ötekinde Romalı aziz Makaryos, başka aziz Andonis, başkası Megas Eftimios.

         Diğer taraftan yine, karşı burunun üzerinde görünen gübre dolu bu ıssız ağılda ihtiyar Efmeos oturur. Ağaçların arasından seçilen büyük isli mağaranın içine sokulup uyuyor Kuklopas Polifimos. Denizin ortasındaki, rüzgârların serinlettiği Nisopulo üzerinde, Neraydes’ler oturuyor.

         İhtiyar Nireas uzanmış yatıyor, denize uzamış kumluk bir burunda, bir kayanın yamacına. Öte taraftan Tritonas kovuğun içinde esip gürlüyor, sonra serin denize dalıyor ve sık siyah yosunlar bitmiş tabana yapışıyor. Tuzlu köklerinden bitmiş midyeler orada yaşıyor, beyaz kidonyalar, denizlerin kralı, onlara iştah açıcı deniyor, çünkü yedikçe doyacağın yerde acıkıyorsun. Gizemli uzun yüzüyle, kıvrık kuyruğuyla, bir izmarite yakın boyuyla, denizin devesi, şımarık kızı, denizatı deniz yosunları arasında, kanat çırpıyor.

         Çok rüzgârlı günlerde köpürmüş dalgaların vahşileşerek, at gibi kasıldığını, öfkeyle çifte atıp sahili dövdüğünü ve denizin altı üstüne gelerek bir mavileşip bir yeşilleştiğini görürsün. Martılar yukarda uçar ve her fırsatta tuzlu suda kanatlarını ıslatır. Sular çekilirken kumluklara bıraktığı köpükler devamlı fışırdamaktadır. Deniz siyah kayaların üzerine koç gibi vurur ve tuzlu suyunu karaya serper, ağaçların olduğu yere kadar. Karanlık mağaralar inler: Posseidon! Posseidon!

         Rüzgâr karada çalılıkları dalgalandırır, süpürge otlarını, sakız ağaçlarını, çekirgeler ve diğer böcekler rüzgârdan korunmak için kancalarını takmış otururlar üzerlerinde. Poyrazdan yabani çalıların içine yatmış iki üç karga, ihtişamla çalkalanan köpüklü suların üzerinden, birden, ok gibi fırlar rüzgârın üstüne, ciyaklayarak “gak gak”.

Nisopula (Kumru adacığı)

Kardeşim, biliyorum ki dünyanın çalkantısından sen de yoruldun. Gel öyleyse, yine basit insanların yaşadığı yerlere gidelim, bir süre kaçalım durmaksızın acımasızca dönen, gece gündüz merhametsizce beyin, kalp, vücut, ruh öğüten bu çarkın dişlilerinden.

         Ötede karşında, sessizlik ve ıssızlığın ortasında, dağlar ve kayalar oturmuş sana candan arkadaşların gibi hoş geldin diyor ve bütün vahşi görüntülerine rağmen, gerçekte bugün insanların şehirlerde yaptıkları hastane gibi dilsiz evlerden, apartmanlardan daha evcil, onlar yaşayan insanlar için acımasız mezarlar. Bu kutsal kayaların üzerinde bitmiş yeşil otlar serin rüzgâr estiği zaman, hafifçe mırıldanıyor, annen gibi sana ninni söylüyor, yorgun vücudunu tatlı tatlı uyutuyor ve acıyan ruhunu da. Atmacalar kartallar tepelerinde dönüyor, seni hiçbir şey rahatsız etmiyor, sadece canı içinden çıkan cesetleri yiyorlar. Fakat burada, şehir cehenneminde, kaygı ve ümitsizlik, sinmiş bekliyor yanı başında, gece gündüz, gözlerini kapatmanı bekliyor, vücudunu biraz dinlendirmeni, çelikten burnunu göğsüne sokmak için, capcanlı ciğerini yemek için can atıyor. Fakat ciğer ertesi gün tekrar oluyor, vahşi karga önce yemiş olsa bile, merhamet edeceğini asla zannetme!

         Birçokları bana geçimsiz, sünepe bir adam diyecek ve dünyaya bu gözle baktığımı söyleyecek. (bana göre de öyle, ilaveten bağnaz ve yobaz) Onlara hak vermiyor değilim, büyük şehirlerde yaşayayım istiyorlar.

         İyi, lakin neden bana yazıyor birçok şehirli insan ve bana yaşadıkları hayattan yorgun olduklarını, bir başka hayat için yazdıklarımın onları dinlendirdiğini söylüyorlar? İnsanlar arasındaki ilişkinin, sevgi ve arkadaşlığın kutsal şeyler olmadığını kim söyler? Mekanik hayat, insanı başkalarına bağlayan hislerden tamı tamına soyutluyor, makinenin hisleri olmadığı için, böylece de makineyi her yere, hayatının her anına koyan insan yavaş yavaş kötülüyor, ölü ve etrafa ilgisiz makineyle aynı oluyor. Sesi ve işittiği telefon ve radyo oluyor, gözleri fotoğraflarla ve geceleri mağazalara koydukları o tüpler içindeki soğuk elektrikle besleniyor. Her şey düğmeyle ve numarayla çalışıyor, insanın ruhu yıkılmış ve cesetleşmiş, sonunda ayın sönen ışıkları gibi olacak. Her şey önceden hesaplanmıştır. 2+2=4. Ama 2+2=4 ölümdür. Dostoyevski’nin dediği gibi, hayat bu değil, bırak ona hayat diyelim. Bugünün insanı, onu kamçılayan bir şeytanı sırtına kaldırdığını sanıyor ve deli gibi koşuyor. Acelesinden başka bir şeye bakmaya zamanı yok, nereye gittiğini bilmeksizin daha hızlı koşuyor. İnsan artık dünyanın yolunu düzeltemiyor, mülkün kralı, fakat makine, bir yumru tutan sessiz canavar onu acımasızca mahmuzluyor, kölesini, insanı, makine, Vaal’ın putu, insan onu eliyle yaptı, bunun için de akılsız onu itaatli uslu bir şey sanıyor, bir şeytan ki insan kalbinin mezarı üzerine taht kurmuş oturuyor!

         Eski zamanlarda Falaris adında bir zalim vardı, katı yürekli adam, düşmanları için çeşit çeşit işkenceler icat ediyordu. Bir sanatkâr ona bronzdan bir öküz yaptı ve karnını açtı, içine Falarisin işkence etmek istediği bedbahtları attı, sonra karnının altında ateş yakıp bu bakır öküzü kızdırdı ve canlı insanları kızarttı. Fakat ustanın sanatı öküzün gırtlağına konmuştu, bir teknik alet, öküzün karnında kızaranların çıkardıkları sesler, gırtlağından geçerken neşeli ve tatlı nağmeler oluyordu ve Falaris arkadaşlarıyla yiyip içerek ve bu içten gelen müziği dinleyerek eğleniyordu. Bu güzel eseri yapan sanatkârı ödüllendirdi, onu da masada yanına oturttu ve o da soylu biri gibi bundan gurur duydu. Ama biraz sonra ve her zaman olduğu gibi, Falaris’in aşkı düşmanlığa dönüştü ve sanatkârı öküzün karnına kapatıp kızarttı. Demek ki çok akıllı usta, onu eğlendireceği mutlu edeceği fikriyle, makineler yapan insana benzetilebilir, kendi bedenini karnı içine koyar ve kızartır, böylece gövdesi, ruhu ve kalbi kızarıp kavruluncaya kadar gerçekte haykıran kendisiyken sihirli bir melodi dinlediğini sanır. O zaman ölümünü kendi elleriyle hazırladığını hisseder, Falaris’in ustasının kendi yaptığı öküzün karnında pişip kızardığı zaman anladığı gibi.

         Ben kendimi bildim bileli şuna inanıyorum. Kim benimle aynı fikirde değilse bıraksınlar bana yazmayı, zevklerini, haz duyduklarını bir deftere yazsınlar. Dünyayı benim hissettiğim gibi hisseden az kişi de benimle gelsin ve makinenin olmadığı yerlere doğru gidelim, böyle kurnaz putların olmadığı yerlere, tanrının yarattığı evren ve insan oradadır, basit ve kutsanmış, orada kimsenin acelesi yok, akıllarda en ufak karışıklık yok, çünkü arkandan seni yakalamak için koşan şişeye kapatacağın bir şeytan yok.

         Sabah güneş doğmadan kalkarsın, sessiz sakin, kaygısız. Aklın kafanı kaldırıp gördüğün gök kadar berraktır. Dağlar orada karşında sessizce durur, onlara baktığında dinlenirsin. Boğazın suları kristal gibidir, sadece bir yerden geçen bir balıkçı sandalının küreklerinden çıkan dalgacıkları görürsün. Sandalcı hafiften bir türkü söylemektedir. Sarayımın altından koyunların çıngırak sesleri duyulur.

         Gün batımı tarafında Nisopula (Kumru adacığı) görünür, küçücük bir adacık, üzerine küçük bir kilisecik sığacak kadar. Hayal ürünü yalancı bir oyuncak sanırsın, suda yüzdüğünü, bir tekne gibi yer değiştirdiğini sanırsın, o kadar hafif görünür. Bir damlacıktır ve üzerindeki küçük kayacıklarla, bitmiş kekik ve ılgınlarla, birkaç sakız ağacıyla, iki üç boy kadar buruncuğu, başkaca yine öyle iki üç koyu, kumsalı, kayacıklardan bir iki sandal sığacak havuz gibi bir limancığıyla sanki küçültülmüş büyük bir ada görünür sana.

         Bu adacığın üzerine inşa edilmiş kilisecik küçücüktür fakat büyük kiliseler gibi her şeyi tamamdır. Ayinden sonra müminlerin oturup kahvelerini yudumlarken denizi ve karşı tepeleri seyrettikleri “Kutsal masayı” kuşatan alçak beyaz duvarlar dışarıdan görülür, karşı kıyı o kadar yakındır ki sahilde duran bir insan seçilebilir ve onunla konuşulabilir. Kilisenin içi tertemiz ve bakımlıdır, mis kokar, her teferruat vardır, ikonalarıyla teblosu, büyük şamdanları, ilahi kitapları, kandilleri, asılı buhurdanlıkları, her şey küçük ve şirin sevimlidir. Deniz olduğu vakit pencerelerden serin deniz havası girer ve tuz kokusu çam ve reçine kokusuyla buluşur.

         Bu adacığa daha çok balıkçılar karıları ve çocuklarıyla çıkardı ve günlerce kalırlardı, on beş Ağustos’da bütün gün, çok defa orucun üçüncü pazarına kadar (Stavros). Ben de sandalımla giderdim ve onları bulurdum onlarla otururdum.

         Hayatı orada göreceksin! “Kaygın olamaz, ne haber, ne gazete, ne gürültü patırtı, ne şan şeref, ne bir sıkıntı, ne kurnazlıklar, ne fakirlik, ne sonu olmayan laflar, çıkar menfaat, ne ikiyüzlülük, ne kötü dünya, ne mekanik hayat, fakat zevkli hayat, basit, barışçıl, mutlu!” Gerçek cennet, onu lanetlenmiş zehirlerden adaletin kılıcı koruyor.

         Karşı kıyıdan çıngırak sesleri duyulurdu, o zaman çobanların güttükleri koyun ve keçileri sahile indirdiklerini anlardık. Yannis Barbakos’un ıslığını duyardın ve bir burnun üzerinde onu seçerdin, başında sarığı, heybesi, çarıkları, simsiyah uzun gür sakallarıyla, etrafında dönüp dolaşan uydularıyla, yani çoban köpekleriyle, Çakırla, Canavarla, Aşille ve peşlerinde bir iki enikle ve dana kadar Skuri’yle, o gerçek bir aslandı, kurdu paramparça yapardı, uluduğu ve havladığı zaman bütün boğaz inlerdi. Biraz ötede Aleksis ile Yannis sürülerini güdüyordu, biri aynı eski Ahileas ve diğeri aynı Bizanslı münzevi keşiş.

         Çok defa bir sandal adacıktan gider Yannis Barbakos’u ya da onlardan birini alıp getirirdi. Sandaldan çıkınca önce kilisede ibadet eder, bir iki tövbeden sonra ikonaların önünde yanık elini başında taç gibi duran sarıklı kalpağının üzerine tutup dua ederdi. Onu takip eden köpek dışarıda oturup beklerdi. Sonra çıkar ve balıkçıları selamlardı: “Hayırlı vakitler! Kutlu olsun!” Heybesinden taze çökelek ve taze peynir çıkarır, küçük sepetçikler içinde. Sandaldan da kesilmiş bir kuzu çıkarırlardı, yumurta, incir, ahlat, kavun, karpuz.

         Dağlı adamdı, süt kokardı, sanki bir kral gibi asaleti vardı ve getirdikleri için asla laf etmezdi, sanki onlar hiçti.

         Sonra herkes bağdaş kurarak gölgeye oturur ve sohbet başlardı. Kadınların yer sergileri vardı, kaba yün döşeme ve halıları, uzanmak için yastıkları vardı, genç, güçlü, diri genç kızlar hizmet için koştururdu, yalınayak, iç fistanlarıyla, ölçülü utangaç saygılı tavırlarıyla. Kızlar öyle çok konuşmazdı, bir şeyler getirmek için oraya buraya koşuştururlardı, karacalar gibi çevik hareketlerle, başlarındaki çemberle sanki birer azize Meryem.

         Barbakos sanki Babilli gibiydi, sürü adamı. Güneşten kararmış, sakal ve bıyıkları gözleri hizasından bitmiş, eski heykellerde ve ikonalarda gördüğümüz gibi. Bakışları masum ve uysaldı, bütün vahşi görünümüne rağmen, gözleri her zaman gülerdi. Elleri ayakları ufaktı, Anadolu insanları gibi. Bütün mert, erkek görünümü içinde alçakgönüllüydü, oturuşunda kalkışında, konuşmasında dindarlık vardı, açık yürekliydi. Sedirin üzerinde bacak bacak üstüne atmış otururken bir Timurlenk’e benziyordu,

         Balıkçılar Anadolu balıkçılarıydı, bağdaş kurup oturan, sakin, sözlerini tartan. Şayet bir sohbet ortamı buldularsa şükrediyorlardı, başka bir adam oluyorlardı. Onların barışçıl halleri sana da bulaşıyordu ve yavaş yavaş ruhun sakinliğe kavuşuyordu, aklın oraya buraya kaymıyordu, çeşitli boşuna olan karanlık hayallerden temizleniyordu, suyu bulandıran toprak ve çöpleri temizleyip onu kristal gibi berrak yapıyordu.

         O zaman hayatının her anını yaşamaya başlıyordun, daha küçükten, bu dünyanın tadını alıyordun, hayatın basit ve tatlı bir şey olduğunu anlıyordun. Orada bazı sözler duyacaksın, duyunca selam dur, onları dinle, kurnazlık ikiyüzlülük yoktur, sözlerde muamma ve anlaşılmazlık yoktur, en basitinden sözler, her şeyden önce gerçek, sıcak, en tatlısından, rahatlatıcılığa sahip sözler.

         Güneşin yükselmesi sırasında cırcır böcekleri kızışıyor ve karşı tepelerden denize yansıyan şarkıları dalga dalga geliyor. Burunlardan meltem indiriyor ve evreni serinletiyor. Deniz meltemi yakalıyor ve hafiften hafiften köpürmeye başlıyor, serin denizden neşe ve sana açılan bir kucak çıkıyor. Martılar ve diğer deniz kuşları masmavi sularla çevrili Nisopulo üzerinde volta atıyor. Bu yüzen cennet üzerinde oturan mutlu insanlarıyla bayram kutluyor. Başka hangi biri böyle bir kutsal barışa sahiptir, uçsuz bucaksız dünya içinde?

         Akşama doğru, uykudan kalktıkları zaman, kahvelerini içerlerdi. Sonra Barbakos’u uğurlarlardı hepsi eşlik ederek, adamlar ve kadınlar. Köpeği Aşil’le sandala girerdi, yine soylu biri gibi. Heybesi mis gibi kokan taze balıkla ve deniz hayvanlarıyla dolu olurdu.

         Ertesi gün, şafak vakti, balıkçılar karşıya geçerdi, çoluk çocuk, sonra Yannis Barbakos’un ağılına giderlerdi.


Noel arifesi

         Noel arifesinde soğuk nefesleri kesti. Rüzgâr insanı alev gibi yakıyordu. Ama halk hoşnuttu, heyecan ve neşe doluydu.

         Hava kararmıştı ve gaz lambalarını yakmışlardı. Dükkânları loş ışığıyla aydınlatıyordu, çarşıda her şey iyi görünüyordu. Halk bir dükkândan diğerine girip çıkarak alış veriş yapıyordu. Herkes birbirini selamlıyor ve ayaküstü neşeyle sohbet ediyordu.

         Büyük kahvehanelerde sigara dumanından göz gözü görmüyordu. Asimenios’un kahvesinde büyük şamata vardı, fakat sevinç gösterileriydi. İçerde iki soba yanıyordu, camlar buğulanmıştı, dışarıdaki insanların ancak gölgeleri görülebiliyordu. Müşteriler sıcaktan bunalarak kürklerini çıkarmıştı, içerdekiler hali vakti yerinde olan insanlardı.

         Kapının her açılışında içeri Noel şarkısı söyleyen çocuklar doluyordu. Kimi giriyor, kimi çıkıyordu. Yarım ağızla söylemiyorlardı, mistik sesleriyle baştan sona okuyorlardı, şimdiki zamanda olduğu gibi ahenksiz sesle üç beş laf oku çık değildi.

         Asimenios’un büyük kahvesinin karşısında hasır, çarık gibi şeyler de satan fakir bir kahvehane daha vardı. Büyük kahvehanenin büyük kapısının tam karşısındaydı, şehirdekilerin hepsinden fakirdi, bir sıçan deliği.

         Büyük kahve lambaların loş ışığıyla aydınlanırken sıçan deliği zifiri karanlıktı, çünkü sebep lambasındaydı, lambanın fitili çapaklıydı, kar havası kırık kapı camından girdiği gibi fitil bir yakıp bir sönüyordu. Açıkçası lambanın fitili eğri kesilip vidalanmıştı ve sahibi kahveci Hacı amcanın suratı gibi çarpıktı, fitil çarpık, cam kırık, siz söyleyin tanrı aşkına böyle bir lamba yansa da ışık verir mi! Döşeme tahtalarının altı çürümüştü ve gıcırdıyordu. Duvarlara asılmış nuhu-nebiden kalma bir iki yağ kandili isten eski ikonalar gibiydi: biri fırtınanın dövdüğü kayığın içindeki Büyük Petro, diğeri Agamemnon’la konuşan büyücü Teresa, bir diğeri kaplanla güreşen aziz Kutalianos.

         Kahvenin müdavimi hepsi beş altı kamburu çıkmış ihtiyardı, askı yüzü görmemiş delik deşik külüstür kürkler içindeydiler. İki üçüne kıyı karidesi diyorlardı, zira çürük bir sandalları vardı ve meze için yalika dedikleri deniz hayvanları çıkarıyorlardı, çünkü bu hayvanlar yalıda yani sığ sularda bulunuyordu. Diğerleri süpürgeciydi, yani süpürge yapıyorlardı. Bir tane sucu ve bir de kömürcü vardı. İşte, bunlardı bütün müşteri!

         Poyraz delikten içeri girince tavana asılı kararmış lamba fırıldak gibi dönüyordu ve yanıp sönüyordu. İhtiyarlar soğuktan titriyordu ve durmadan ellerini hohluyor, yanan sigaranın üstüne kapatıyorlardı, böyle belki ısınırlardı.

         Fukara kahveci, donmamak için, sırtına attığı eski kürküyle, müşteriye cesaret vermek için aylak aylak kahve tezgâhından kapıya arşınlayıp duruyordu, aylak dolaşırken, üzerine titreme geliyor ve müşteriler adamı kendine getirmek için sırtına vuruyor, kalın paltoyu üzerine sarıp dalga geçiyordu: “Eeeeh! nerede ulan sıcak kahvemiz!..

         Sonra dönüp karşıdaki büyük kahveyi gösteriyorlardı, tıka basa dolu sobalar tütüyordu ve dalga geçerek diyorlardı: “karşıda soğuktan köpek donuyor, köpek geberiyor!” Zavallı Hacı amca!

         Dışarıda ahali aceleci adımlarla geçiyordu, neşe içinde gülüp oynayarak. Sağda solda dükkânlardan çocukların noel şarkıları duyuluyordu.

         Zaman geçince ahali de yavaş yavaş evlerine çekildi. Dükkânlar birer birer kapanıyordu. Sadece berberlerde tıraş olan hala birkaç kişi kalmıştı.

         Çarşıdaki gürültü azalmıştı, ama mahallelerde çocuklar ellerinde fenerler dört dönüyordu ve evlere noel şarkısı okuyorlardı. Kapılar açıktı, ev hanımları, beyleri ve çocukları hepsi sevinç içindeydi ve mugannileri karşılıyordu ve onlar da güzel sesleriyle, hoca gibi ilahiye başlıyordu:

         İyi akşamlar, efendiler, emirlerinize amadeyim,
         İsa nın doğuşunu huzurlarınıza söyleyeyim,
            İsa betlem’de doğuyor,
            gökler sevinçten uçuyor, bütün kainat seviniyor…


İncilden okuyarak, Yusuf peygamberi, melekleri, çobanları, büyücüleri, Herodes’i, bebeklerin boğazlanışını, sübyanlara ağlayan Rahil’i, terennüm ediyorlardı sonunda şu laflarla bitiriyorlardı:

…ibadetinizi de yaptınız, tadına varın, sevinin,
            kutsal ekmeği fakirlere de verin.
            Gönlünüzden ne koparsa, emeğimizin karşılığını bize de verin,
            İsa’mız her zaman yardımını sizden esirgemesin.
                            Önünüzdeki çok senelerde de.

         Eve neşeyle girmişlerdi, daha büyük sevinçle çıktılar.  Cömert beyefendilerden bahşişlerini ve hanımefendilerden çeşit çeşit tatlılar aldılar, onları orada yemediler, çünkü dua henüz bitmemişti, bir sepet içinde topladılar.

         Hoş şeylerdi! Şimdi kuruttu bunları insanlar ve kültürden koptular! Nice mutlu yıllara varsınlar!

         Her şey şarkının söylediği gibi oluyordu: Sıcak yuvalarında bir uyku aldılar, memleketin on iki kilisesinin çanları vurmaya başlayana kadar. Ne tatlıydı çan sesleri! Avrupa çanlarının teneke sesi değil! Herkes süslendi, en güzel esvaplarını giydi ve kiliseye gittiler.

         Ayin bitince evlerine döndüler. Yollar sevinç çığlıklarıyla yankılanıyordu. Evlerin kapıları açıktı ve içerden hafif ışık sızıyordu. Bembeyaz örtü serilmiş masa onları bekliyordu ve üzerinde aklına ne gelirse vardı. Fakirler de zenginler gibi zengin yiyecekler yiyordu çünkü soylu zenginler fakirlere her şeyden göndermişti. Masada şarkılar söylemeleri yanında “İsa doğuyor, şükrediniz” ilahisini de okudular, “Bakire Meryem bugün onu dünyaya getiriyor”. Bütün kutlamalar bitince, yemliğine yakın uyuyan kuzular gibi uzandılar, İsa’nın Yahudi’nin Beytüllahm’ında doğduğu zamanki gibi.
***

         Şimdi karşı kıyıda aynı akşama gidelim, bir iki ufak ışığın titrediği, karın vahşice uğuldadığı denizin ötesine.

         Pırnal çalılarının bittiği tepenin sırtında denize yakın bir ağıl vardı. Bu ağıl Yannis Vlomenu’nundu. Koyunlar çardağın altında gölgeliğe çekilmişti ve çıngıraklarının sesi duyuluyordu, çin çin, telaşlı telaşlı. Zira doğuruyorlar, çobanlar onları gözetliyor ve bir kuzu doğunca, onu alıp kulübenin içine koyuyorlardı ve donmasın diye ısıtıyorlardı ateşle. Anaları dışarıda bağırıyordu. Ateş kuvvetliydi ve kulübenin içi hamam gibiydi.

         İçerde, sofranın etrafında oturmuş altı yedi kişi vardı. Başta sürü sahibi Yannis, ona bakınca gerçekte İsa’nın doğduğu ağılda olduğunu sanırsın. Eski adamdır, saf görünüşlü, kara sakallı, ermiş gibi. Ayağına Anadolu şalvarı geçirmişti, ayaklarına deri çarık bağlamıştı, kuşağında kavı ve çakmağı vardı. Bütün çobanlar da Yannis gibiydi, Yannis in farkı gömlekle oturmasıydı, diğerleri yeni doğanlara bakmak için dışarı çıkıp giriyorlardı ve koyun postlarından ceketler giymişlerdi.

         Sofrada oturanlar misafirdi. Biri Panagis Stringaros, meşhur kaçakçıydı. Ava gitmişti ve ağılda geceliyordu. Yannis ile tanışıklıkları seneler oluyordu ve defalarca ağılda yatmıştı. Diğer üçü kömürcüydü, yakında bir yerde kömür yapıyorlardı. Diğer ikisi balıkçıydı, yaşlı Psilos ve oğlu Kostandis.

         Sofranın etrafına oturmuş yemeklerini yiyorlardı. Masada et, çökelek, tuzsuz peynir, beyaz peynir, ağız (ilk süt), balık, ızgara çulluk, ardıç kuşu ve diğer av kuşları vardı.

         Kömürcülerin biri İstanbul boğazındandı, Madito’dan, ilahi biliyor ve güzel okuyordu, tatlı ve derinden gelen bir sesi vardı, curacı. “Yüce gönüllüm” ilahisini okudu, onu dinleyenler ağladı, Yannis de. Ağıl sanki kilise oldu, İsa burada içerde doğdu derdin.

         Dışarıda kar havası uğulduyordu. İhtiyar Stringaros karanlıkta düşünceli oturuyor ve bıyıklarını ısırıyordu. Astragandan bir kukuleta takmıştı başına, her yerini ısıtıyordu, ellerini gömleğin yenine sokmuştu.

         Bir an sohbet kesildi. Stringaros düşünceli toprağa bakıyordu. Hafifçe kafasını salladı, ağzını açtı ve konuştu:

         “Ulan çocuklar, siz iyisiniz, O’nu kutluyorsunuz, sizler iyi insansınız. Ama ben, hangi ruhu teslim edeceğim, şurada birkaç yüz can aldım? Kadınların karnını yardım, çocuk mocuk ne varsa dışarı döktüm!”

         Kimseden çıt çıkmadı. Bir vakit sonra, sanki yalnız gibi tekrar kafasını salladı ve kendi kendine konuştu:
          “Acaba cennet cehennem var mı?...”
         Bıyığını ısırdı. Kafasını tekrar salladı ve genizden konuştu, sanki kendiyle konuşur gibi:
         “Cehennem olamaz! Onu olduracak şey…”
         Bir daha konuşmadı.

Mağarada Noel kutlaması

         Noel arifeleri. Noel ve kar havası daima beraber gelir. Ama o sene havalar fırtınalıydı. Kar atmadı. Havalar dargındı ve sulu karla sert kuzey rüzgarları esiyordu hem de şimşeklerle beraber. Bir hafta hava bulutluydu ve denizden esen karayel vardı. Fakat arife günü onlara suratını ekşitti. Sabahtan gökyüzü karardı, kurşun gibi, tuttu ve iğneleyici sulusepken atmaya başladı.

         Skrofa denen bir yerde, bir keçi ağılı vardı, tepenin açık denize doğru bakan yamacında. Burası vahşi ve ıssız bir yerdi, çalılık, bodur sakız ağacı ve koca yemiş doluydu, kocayemişlerden her yer kıpkırmızı kesmişti. Ağıl çepeçevre harçsız kuru taş duvardı.

         Çobanlar içeri doğru uzayan ağıldan daha yüksek, güneye bakan bir mağaranın içinde oturuyorlardı. Üç dört bölümlü büyük mağara üç adam boyu yükseklikteydi. Hayvanlar alçak bir çardağın altına çekilmişti, ancak eğilerek içeri girebilirdin. Her tarafında gübre yığını vardı ve keskin bir koku çıkıyordu. Taban, toprak süprülmüştü ve temizdi, zira çobanlar titizdi ve çalı süpürgelerini çocukların eline verip muntazaman süpürtüyorlardı.

         Sürü sahibi Yannis Barbakos’du, yarı vahşi bir adam, keçiler koyunlar arasında doğmuş. Kara, kıllı, kuzguni sakallı, kıvırcık ve sert, koç gibi. Dizine kadar inen şalvar giyiyordu, belinde kuşağı, enli kuşak, ayaklarında kalın çarıklar. Kafasına büyük bir mendil sarmıştı, sarık gibi ve püsküller asılmıştı suratına. Eski adam! İki evlatlığı vardı, Aleksis ve Diseas, yirmi yaşlarında iki delikanlı oğlan. Sağımda ve ağılı temiz tutmada ona yardım eden üç çocuğu daha vardı. Bu yerde bu altı can yaşıyordu, Tanrıdan gizli. Seyrek adam görürlerdi.

         Mağara kapkaraydı, mağara ağzından çıkan dumanla kayalık kararmıştı. İçerde yatakları vardı, koyun postu yataklar. Mağaranın duvarlarında kayaların yarıklarına kazıklar çakılmıştı ve onlara tahta süt kovaları, peynir suları, mayalar, tüfekler, bıçaklar asılmıştı, eşkıya ini derdin. Dışardan köpekler koruyordu, hepsi kurt kadar vahşi.

         Sahil ağıldan bir sigara içimlik mesafedeydi. Issızdı, denizin uğultusundan başka bir ses duyulmazdı, gece gündüz. Poyrazdan kuytuya sığınan birkaç kayık uğrardı. Başka zaman sandal göremezdin. Ağıldan ağaçların arasından denizi gözetleyen biri, Midilli dağlarını gözüyle rahatça seçebilirdi. 
*** 
 
HİKAYELER DEVAM EDİYOR. BEN BU KADARINI OKUYUP TERCÜME ETTİM. 

 
  

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder