Ayvalık,
Moskonisya
ve
arkaik Poroselini kenti
Dolayısıyla,
namı cihanda yürümemiş bir yerde doğmuş olmam bana hiç de kötü görünmüyor, elbette
dünyanın meşhur şehirlerinden biri olmamasına rağmen, zenginin parası züğürdün
çenesini yorarmış misali, bu şehri çok sevdiğim belli.
Çok az insanın Ayvalığa yolu düşmüştür.
Anadolu’yu tarumar eden savaştan sonra, karşıdaki Midilli’de parlamaya başlayan
ışık da elbette söndü. Ayvalık gerçekten gizli bir dünya gibidir, görünce çoğu
ıssız dışarıda bir yığın adanın gardiyanlık yaptığı bir boğazın içine hapsedilmiş
bir kent, dersin. Arkaik dönemde bu adalara Hekatonnesos deniyordu, Hekatonnesos
Apollonnesos’a karşılıktır; çünkü Hekatos Apollon’dan başkası değildir. Belki,
belki de Hekate’nin adaları veya Ay adaları da denmiştir(tanrıça Hekate), (Hekate’nin
Ay ile ilişkisinden).
Bu bölge Anadolu karasından tırpan gibi
çıkan bir yarımadadır ve kuzeye doğru kıvrılır. Yarımadayla büyük kara arasına
giren denizi bir ada, Moskonisya (Cunda), tıkaç gibi kapatır ve
iki dar geçit bırakır, biri batıya doğru, diğeri kuzeye doğru. Birincisi daha
geniş ve uzundur, ona Dalyan denir, diğeri daha dardır ve Dolap denir. Önceki
yıllarda Dalyan çok sığdı, bir kayık geçerken bulacağı en derin yer bir
kulaçtı, çamurlu tabanı kepçeyle 1880 de açtılar, iş iki sene sürdü. Ortadan
açtıkları hendek yirmi kulaç genişlikte, üç kulaç derinlikteydi. Büyük tekneler
sadece bu aralıktan, fenerlerin arasından geçebilirdi. Dalyanın açığında
demirlemiş çeşit çeşit gemiler ve kayıklar görürdün ve on beş ağustostan önce
geçmek için günlerce, haftalarca
akıntının içeri dönmesini ya da poyrazı beklerlerdi. Akıntı döndüğü zaman bir
biri ardına geçmeye başlarlardı, insan saatlerce oturup seyrederken bıkmayacağı
bir manzaraydı.
Bütün
detaylarıyla Eğri Bucak’ı gösteren harita
1. Pirgos,
Arkaik kent Poroselini (Maden adası) 2. Pera Moskos (Kılavuz Ada, Pınar adası
ya da Mosko) 3. Kalamos (Kamış ada ya da Kara ada 4.Daskaliyo (Balık Adası ya
da Kara ada 5.Kromidonisi (Dolap Adası ya da Lale Adası) 6.Yimno (Çıplak Ada)
7.Lios (Güneş Adası ya da İlyosta) 8.Ulya (Kız Adası) 9.Gümüşlü (..) 10.Aya
Paraskevi (Tımarhane adası) 11.Demona Trapeza (Şeytan Sofrası) 12. Lagu avtia (Tavşan
kulakları tepesi) 13.Hodrovuno (Kalın Dağ) 14. Yuruklides (Yörükler) 15. Aliki
(Tuzla) 16.Sarımsak (Sarımsaklı) 17.Nisopula (Bugün nerdeyse kaybolmuş küçük
bir taşlıktır.)
Bu iki kara, başka deyişle yarımadayla
Moskonisya (Cunda adası) arasındaki kapalı sular bir göl gibidir ve biri
kayıkla içine girdiğinde nereden girdiğini, nereye gittiğini bilemez. Bu iç
denizde sular biraz derindir ve güneye doğru birçok küçük koyla dallanıp
budaklanır. Gözlerin birden açılır, orada suyun artık bittiğini sanırsın, o
anda güneye doğru çok dar
başka bir ağız karşına çıkıverir, burada iki insan karşıdan karşıya konuşabilir,
geçince içeride başka bir koy sana kucak açar, dışarıdakinden daha küçüktür,
deniz dağlarla tamamen kuşatılmıştır, burada böyle bir yer olabileceğini kimse tahmin
edemez. Geçtiğin bu dar girişin bir tarafında vahşi bir kayalık ve üst üste
yığılmış taşlar yüksek bir burun yapar, karşısında yüksek ve büyük kayadan
başka bir burun durur, buna Tripiya Petra (Delik Taş) denir. Sonra bunları
konuşacağız, şimdi sadece bu boğazdan içeriye Yuruklides ( Yörükler) dendiğini
bilelim.
Bu iki boğazdan geçince, deniz uca
kadar, kuzeyden lodos istikametine doğru, kara ile Aya Paraskevi tepesi arasında
epeyce gider ve gün batımına doğru kıvrılıp dışarıdaki Midilli denizinden dar
bir kara şeridiyle ayrılarak sona erer.
Bu yarımada önüne serpilmiş bir sürü adayla
ve Bergama’nın limanı tarihi Atarneus ile beraber Edremit körfeziyle Dikili arasında
bulunur. Kuzeye doğru meşhur İda Dağı görünür, Türkler buna Kaz Dağı diyor.
Şehir Anadolu sahiline kurulmuştur, tam
Dalyanın karşısına, başka bir deyişle yaz güneşinin batışını görür. Yunancada
Kidonya, Türkçede Ayvalık denir, yani ayva memleketi, zira o zamanlar evleri
kondurmadan önce yabani orman hâlâ vardı ve bu bölge silme yabani ayva
ağaçlarıyla doluydu. Diğer köy, Moskonisya (Cunda), aynı adı taşıyan adaya
kurulmuştur, Dalyandan biraz içerdedir, bölge bozulmadan önce güneye doğru bakınca
gün boyu bir yerden bir yere gelip giden sandalları görürdün.
Yarımadanın Anadolu ana karasından
denize uzamaya başladığı bölgede kara seviyesi çok düşüktür ve iç denizle dış
deniz karşılaşırlar. Elbette, kışları yağmurlar da hiç eksik olmayınca, bölge sular altında kalır ve
deniz karayla birleşir.
Dışarı tarafta büyük bir tuzla bulunur
ve iç kısımda da Yörükler boğazı vardır. Üç direkli büyük gemiler, bazen de
dört direkliler, gidip tuzlanın açığında demirlerler, canavar şeyler haftalarca
oradan tuz taşırlar. Aya Paraskevi tepesinde oturup onları denizden
seyretmiştim, fakat çok uzakta kaldıklarından gemi direklerini zor seçebilmiştim.
Dağlar denizle orantılıdır. Diğerlerinden
yüksekçe olanına Hodrovuno (Kalın Dağ) denir, yekpare kalker kayasıdır, yüksekliği
olsa olsa elli adam boyu kadardır, büyük karanın üzerindedir ve yamaçları Yörüklerin
içinden denize kadar uzanır. Yarımadanın üzerinde doğudan batıya doğru sırayla üç
tepe bulunur ve Ayvalık boğazın güney tarafını biçimlendirir. Bu tepeler dış
denizden göze duvar gibi gözükür. İlki Profiti-İlias tepesidir, ikincisi Tavşankulakları
tepesi ve diğeri de Şeytan Sofrası’dır. Bunlar birbirine yapışıktır ve böyle
garip isimler taşır, garip olan başka bir şey de dış görünüşlerindedir.
Tavşankulaklarının zirvesinde tavşan
kulağı gibi iki kaya vardır, bir insan eli onları oraya dikmiş zannedersin,
uzaktan küçük görünür, ama yanına gittiğinde üç adam boyu yükseklikte olduğunu
görürsün ve dağa kök salmış değildir, plaka
gibi dümdüz bir kayanın üzerinde dururlar. Bir zaman evvel, Büyük İskender’in
amirali Nearhos İskender’in gemileriyle Hindistan’a gidiyordu ve benzer bir dağ
görmüştü, o dağa eşekkulakları adını vermişti, “Onu Ota”. Şeytan sofrası
gerçekten yuvarlak bir masa gibidir, dağın tepesine oturtulmuş yer sofrası gibi.
Dört bir tarafı vahşi uçurum olan zirvenin üzerine harman yeri gibi serilmiştir.
Bu taraflar herhangi bir çobanla, aşağı sahillerde kıyı kıyı dolaşarak balık
avlayan balıkçılar dışında insanın görülmediği ıssız yerlerdir, sofranın
etrafında gerçekten şeytanla cinler oturuyor sanırsın. Bu iki tepe çıplaktır,
iç denizin her yerinden görünür ve açık denizden de görülür.
Şeytan Sofrasının altından açık deniz
tarafına doğru başka bir tuzla ve taş damarı vardır ve ocaktan gül rengi taş
çıkarırlar, bu taş çok hoştur, yontuya gelir ve taş kalemiyle iyi çalışılır.
Ayvalık’ta ve Moskonisya’da bu taştan yapılmış birçok kilise ve büyük ev
vardır, sarımsak taşı denir, çünkü bu bölgenin adı Sarımsaklı’dır, yani
yediğimiz sarımsaktan gelir.
Dış denizden görülen bu sahile tümüyle
Fandaut (Badavut) denir. Yarımada oradan kuzeye doğru uzanır, bu tepelerin
karşısında, iç denizden görülen daha küçük başka bir tepe daha vardır, Aya-Paraskevi
(Taşlı manastır ya da Tımarhane adası), poyraz istikametinden bir dönüşle -pusulanın
yarım turu diyelim- lodos istikametine dönüp denize uzanan yusyuvarlak bir dil
gibidir.
Bodur tepenin üzerinde muazzam ve tanrı
vergisi bir kaya bulunur, böylesine başka bir şeyin Anadolu’da benzeri yoktur,
derler. Kocamanlığının dışında bir de garipliği mevcuttur, çünkü içinde oda kadar
bir delik vardır ve içerdeki bir ayak, kolon gibi bütün ağırlığı taşır, sanki
üzerindekiler havada asılı durur. İnsan durup her baktığına bu demir gibi
kayanın nasıl düşmediğine şaşırıp kalıyor, milyonlarca kantar ağırlık kafanın
üstünde asılı duruyor, zamanın ve depremlerin oluşturduğu yarıkları görüp diyeceksin
ki şimdi çatlayıp yıkılacak, fakat hayır, geçen yıllara ve zamana rağmen gördüğün
gibi duruyor.
Aya Paraskevi kilisesi sanki kolonun
üstüne yapışmıştır, küçük bir kilisecik. Kayanın güney yamacında, içinde
barındırdığı bir sürü oda ve kilerlere uygun inşa edilmiş kale gibi duvarları
vardı, zira kilise bir çiftlikti ve dalyandan Şeytan sofrasına kadar sınırları
vardı, ona manastır deniyordu, içinde yaşayanlar için manastır yaşamı soydan
gelen bir alışkanlıktı. Türkler buraya Taşlı Manastır derler.
İyi günlerde şanı şöhretiyle bahtiyarca
yaşadı, çünkü bu çiftlikte yok yoktu, toprak ve deniz ne veriyorsa insan onları
orada buluyordu. Çevresinde bağlar, bahçeler, tarlalar ve aşılanmış ağaçlar ve
bunların yanında denizden ne çıkarsa; balıklar ve Anadolu’nun tanınmış deniz
ürünleri; kum midyesi, midye, pina, pavurya, sulina, ahtapot, akivades, taş
sulinası, fuska, tarak, daha canın ne çekerse vardı. Üstüne koy daha; danaları,
serapa dolaşan atları, koyunları, keçileri ve bir sürü yaban hayvanını,
tavşanları, keklikleri, yaban güvercinlerini, yaban kazlarını, yaban ördeklerini,
pelikanları, sakaları, kartalı, doğanı, şahini ve bunlar gibi daha birçok büyük
yaban hayvanını, tilkileri, yaban domuzlarını, kokarca ve daha bir sürülerini. Manastırın
tuzlası ve bir sürü ağılı vardı, ama bütün bunların üstüne deniz kokan,
ölmüşleri dirilten havası ve manzarası, birçoğumuzu cennete götürürdü. Tanınmış
bir Alman coğrafyacı, adı Kipert, bir keresinde yukarıdaki kayalığa çıktığı
zaman, gözlerinin önündeki manzaradan şaşırıp kalır ve dünyada bu kadar güzel
yer görmediğini söyler.
Aya-Paraskevi’nin namı, yarattığı mucizelerle
Anadolu içlerine kadar yayılıp onu meşhur etti, ta Kayseri’ye kadar. İnsanlar
Balıkesir’den, Soma’dan, Kınık’tan, Bergama’dan, Midilli’den, Limnos’tan,
adaklarıyla iyileşmeye geldiler, manastıra zincire bağlanmış çıktılar, iyi olup
döndüler. Ayvalıklılar ve Moskonisyalılar Romanya’nın Karadenizdeki limanı
Sulinas’a, Tuna içlerinde Brail’e kadar teknelerle gittiler ve oralara dek tanındılar.
Kayaya Ayvalıklılar Skourka (cüruf)
diyordu. Fırtınalı havalarda kayıklar oraya yanaşıyor ve denizciler çobanlarla
arkadaşlık ediyordu, gemiciler taze çökelek yerken, çobanlar da balık ve havyar
yerdi, bu kayıntıya acıktıran deniyordu, çünkü yedikçe acıkıyordun.
Kayaya tek bir yokuştan çıkılırdı. Yol
üzerinde hala yontma taştan eski duvar kalıntıları bulunuyordu, taşların çoğu
yolun kuzeye ve batıya bakan tarafındaydı. Cenevizlilerden kalmış olabilirler, gelen
gideni, olan biteni kontrol için gözetleme yeri, zira kaya tabak gibi tüm
çevreyi görüyordu, açık denizi de.
Bütün tepe garip şekillerde kayalarla
doluydu ve bir çok da mağara
vardı. Kovuklarda kerkenezler, başka yırtıcı kuşlar, kargalar, kokarcalar ve
tilkiler yuvalanmıştı, derin yarıkların içinden büyük kara kertenkeleler öğlene
doğru dışarı çıkıyor ve kafalarını sallıyordu. Büyük kayalığın tepesinde kesmeden
önce bir iki ağaç vardı, sonra ocak açmak için kestiler.
Evlerin olduğu yerin altında, kayalar
arasında, sanki rüzgâr fırlatıp atmış ve rastgele bir yere düşmüş gibi, birbiri
üzerine yığılı bir sürü ağıl bulunuyordu. Karanlık deliklere ve mağaralara güneş
yaktığı zamanlar keçiler sığınıyordu. Ağıllar, tabandaki gübresiyle, peynir
suyuyla, tahta süt kovalarıyla, ahşap çitiyle Tepegöz Kiklop’un yeri gibiydi. Sesini
duyduğunu, koyunların arasında sırtüstü yattığını ve birden kalkarak muazzam gözünü
açıp sana baktığını sanırdın, mağaralar işte böyle ürkütücüydü.
Aya-Paraskevi’de oturup kuzeye baktığın
zaman Dalyan’ı kapatan dilin üzerinde diğerlerinden daha yüksek bir dağı
görürsün, Moskonisya ile karşı karşıya, Aziz Yannis’in ya da Bayira deniyordu,
çünkü Ayos Yannis Prodromos adası (Tavuk adası)ile karşı karşıyadır. Yarımada
burada biter. Bu tepenin üzerinde kalıp doğuya doğru dönersen karşında
Ayvalık’ı görürsün. Bu dağdaki sel yatağı içinde, iki namlı eşkıyayı öldürdüler,
Dalakis ve Kefalas, kafalarını kesip konağa astılar. Yöre vahşidir, funda, çalı
ve yabani ağaçların birbirine dolandığı öyle bir cangıldır.
İç denizde, Dalyandan ve Dolaptan giren
çeşitli kayıklar iki kentin
olduğu tarafa doğru hareket halindedir, saatlerce oturup onları seyrederdim. Yaz
aylarında Aya Paraskevi tarafından içerlerde sadece balıkçı kayıkları görürdün.
Sandallar kışları sadece Sarandameros’a (Kırkyerler) uğrardı, oradan balık ve
bol deniz hayvanı çıkarırlardı. Büyük kayıkların yolu bu sulara seyrek düşerdi,
sadece Yörüklerdeki Kalın Dağ’dan değirmen taşı taşımak için giderlerdi.
Boğazın suları dört kulaçtan on beş kulaca
kadardır. En derin yer Kartal Yuvalarıyla Delikli Taş arasındadır. Bu bölgeye
derin sular denir, çünkü denizin altında volkan krateri bulunur ve volkan denizle
karaya bu girintili çıkıntılı biçimini vermiştir. Kartal Yuvalarında yığılmış
kayalar siyah cürufla karışmıştır, sanki üzerlerine katran dökülmüş gibidir,
volkanın lav püskürttüğü söylenir ve kayalar karışık özelliktedir. Buruna doğru
yüksek bir taş heykel gibi dimdik durur,
tepesinde rüzgârdan dalgalanan bir kaç yabani ağaçla çelenk takmış gibi
görünür.
Bu burundan başka iki üç burun daha
vardır, Aya Paraskevi ve daha ötedeki Kaloyeras poyraza bakar, Üç Taşlar doğuya
bakar, Tavşan Kulakları tepesinin altındaki Kırmızılar kuzeye bakar ve başka küçük
burunlar da vardır. Aya-Paraskevi’nin karşısında bir manastır bulunur, Ayos
Nikolas, çevresiyle, fıstık çamlarıyla manzarası çok hoştur, denize bitişiktir.
Aya-Paraskevi burnuyla Ayos Nikolas manastırı tarafındaki Dil denen mistik kumsal
arasındaki deniz zaman zaman kabarır, hırçınlaşır ve yüksek dalgalar yapar, öfkeli
akıntılar çok kayığa dibi boylatmıştır.
Tavuk Adası
(Prodromos)
Boğaz (Ayvalık’ın bulunduğu iç deniz)
içinde sadece iki ada vardır, biri sığabildiği kadar içinde ev bulundurur
diğeri bir gemi kadardır. İlkine Ayos Yannis Prodromos(Tavuk adası) denir ve
Dalyanın tam karşısındadır, iç tarafta, başka deyişle Moskonisya ve Kaloyera
burnu arasındadır, diğer ada Nisopula’dır(adacık, bugün sular altındadır) ve
daha içerdedir, Şeytan sofrasının Aya Paraskevi burnuyla yaptığı koy içindedir.
Prodromos (Tavuk adası) üzerinde kilerleriyle hoş bir manastır vardır ve Moskonisya’yı selamlar,
bir sigara içimlik uzaklıktadır ve her şeyiyle küçüktür, orada insan sıkılmaz,
çünkü gece gündüz önünden gelip giden kayıklar ve vapurlar hiç eksik olmaz.
Nisopula üzerine sadece küçük bir kilise yapılmıştır, yazları balıkçılar
aileleriyle gider ve otururlar, çünkü çok balık çıkar. Sakızlı azizi oraya gömmüşlerdi.
Güvercin ada
(Nisopula)
Denizden yarım saat mesafede, kara içinde,
bir Hıristiyan köyü vardır, Yeniçarohori (Yeniçeri köyü, bugün Küçükköy)deniyordu.
İnsanları daha çok çobanlardı, ama paralı insanlardı ve çok misafirperverdiler. Yörükler Yeniçerohori’nin
iskelesiydi. Bu deniz dağlarla kuşatılmış perili göl gibiydi, sadece Kartal
Yuvalarından bir girişi vardı. İnsan içinde kendini tüm dünyadan kopmuş bulur, her
yerden çok uzakta hissederdi. Rüzgârlı günlerde dağların görüntüsü sulara
yansır ve görüntüyü sanki gerçek dağlar sanırdın, her şey tersyüz olurdu. Zaman
zaman açıkta ördekten kaçan bir balığın atladığını görürdün. Ama hava nefes alıp,
bu göl birden canlanınca, köpüren dalgalar dar geçidi kapatır ve etraftaki
dağlara neşe dolardı, içerdeki sükunet içinde insanın kalbi sevinçten uçardı.
Dil
Burası dediğim gibi unutulmuş, sakin, dünya
âlemden uzak bir yerdi, kalbin avunurdu, sen de kavgayı dövüşü unutur aklına
barıştan başka bir şey gelmezdi, tam Lotofagos (mitolojide lotus yiyen)
olurdun. Kalın Dağ’ın denize indiği yerde sığ sularda birkaç kayalık vardı ve
ötesinde bir dağ kilisesi yapılmıştı, Aya-Kiryaki, kıyının taşlarından bir sığınak.
Değirmen taşları sahilde yatar, dalgalar onları çalkalar ve ağaçların altında sana
ninni dinletirdi.
Yörükler boğazı, önde
sağda Delikli Taş, solda da Kartal Yuvaları görünüyor. Volkan krateri dağlar
arasında ve deniz altında bulunuyor. Daha içeri girince solda Kalın Dağ ve
altında Kumerki-gümrük-binası görülüyor.
Daha ötede bir
sürü kayadan bir küme ve üzerine kondurulmuş çatısında direk olan taş bir ev
vardı, direğin tepesinde bir Türk bayrağı dalgalanırdı, bu ıssızlıkta, içinde
yapayalnız bir Türk oturuyordu ve buraya Kumerki yani gümrük diyorlardı.
Yakınından bir yolcunun geçmesi bir yana tek bir canlı görünmezdi.
Koy içeri doğru çekilerek kapanıyor, deniz
sığlaşıyordu, karadan biraz açıkta dizlerini bulmayan suda yürüyebiliyordun.
Dip tamamen kumdu, yengeçler sudan çıkıp güneşlenmek için taşların üzerinde
otururdu. Kristal kadar berrak suda oraya buraya serpiştirilmiş taşlar, taptaze
yosunlarla taçlandırılmıştı. Beyaz deniz kabukları pirinç taneleri gibi sahile
saçılmıştı, ince kum sanki elle serpilmiş gibiydi. Bu ıssız sahilde hasır
otları, kapari ve ılgınlar bitmişti. İnsanın aklına başka dünya gelmezdi,
ruhuna huzur dolardı.
Koyda topu topu bir iki tane kazığa
bağlı sağlam balıkçı kayığı olurdu, havaya göre kazık çevresinde döner
dururlardı. Bu yerde insan olarak hepsi üç dört güçlü kuvvetli balıkçı ve bir
iki çocuk kalırdı. Tenteleri vardı ve kayıklarda yatıp kalkarlardı. Karaya çıkıp ağlarını yamarlardı
ve bir kayıktan ötekine aralarında sohbet ederlerdi. Kap kaçakları ve kıyıda
bir ocakları vardı. Bazen bir çoban yanaşır ve balıkçılardan dünyada ne olup
bittiğini öğrenirdi.
Ayvalıklı balıkçı
delikanlılar
Eski insanlar çocuk gibi saf yürekliydi. Hepsinin kıçında bir
don bedava yaşardı. Yaşlılar aziz Nikolas gibiydi, sakalları bükümlü. İnsanlar,
sandallar, yelkenler, deniz mis gibi kokardı, bir kaya balığı yakalarlardı, sonra
bir yengeç, biraz midye, biraz sübye, yemek için rızıklarını çıkarırlardı,
fakat biri bunları alır ve köye götürürdü, arkadaşlarına evden ekmek, zeytin,
şarap ve tütün getirirdi, her defa biri giderdi. Zira köye üç dört günde bir
uğrarlardı, yakaladıkları balıkları yuvarlak bir sepetin içine koyup sandalın
çatalından suya sarkıtırlardı, böylece deniz sepetin içine gire çıka balıklar
canlı kalırdı.
Burası küçük ve sakin bir yerdi,
insanın aklını yormaz onu barışçıl yapardı. Sandallar küçüktü, hamur teknesi
gibi, burunlar parmak kadar, balıklar denizin dibindeydi. Kalın Dağ, Ararat farz
edilirdi, misal; biri kayıkla gidip değirmen taşı taşıyacak olsa, kayığı ona üç
direkli mal gibi görünürdü. Hayatlarını dolu dolu geçiriyorlardı, orada içerde
yaşlanıyorlardı, deniz kuşları gibi, hiçbir şeye ihtiyaç duymadan çok seneler
yaşıyorlardı, doksanına yüzüne varıyorlardı, kalender insanlardı. Mendil kadar
yelkeni direğe takıp, girişten dışarı Aya Paraskevi’ye doğru derin sulara
yelken bastıkları zaman kendilerini Cebelitarık’ı geçip okyanusa çıkıyor
zannediyorlardı.
Aya Paraskevi’nin bu büyük denizinde
yaşayan yüz yaşında bir ihtiyar vardı, tam pavurya dersin, Manolis amca, ona kral
diyorlardı, çünkü içince kral olduğunu söylüyordu. Sandalını gizemli yer Dil’in
yakınında kazığa bağlamıştı. Birkaç yengeç yakalar, birkaç küçük balık, kuru
dallarla ateşi yakar ızgarasını yapar yer ve kuru yosunların üzerinde üstüne
attığı bir yelken beziyle yatardı. Kış gelip fırtınalar bastırınca, gider bir dama
kapılanır ve çobanlar onu doyururdu ve o da onlara hikâyeler anlatırdı. Bu
insanlar hayatlarını böyle geçiriyorlardı.
Ayvalık ve Moskonisya’nın uğradığı
yıkım iki seferdir, biri Yirmi birde, diğeri günümüzde. Zira Anadolu’dan kovuluştan
sonra, Türkler varıp evleri ele geçirdiler, Yunanistan’dan, daha çok da Girit’den
Türkler, denizden anlamıyorlardı, boğaz şimdi ıssız çöl gibidir.
Ayvalıklıların adamlıktaki namı
günümüze kadar kaldı, güçlü yürekleriyle, onurlarına düşkünlükleriyle, hovardalık
ve kurnazlıklarıyla. Bunların çoğu denizciydi ve hayatları boyunca çok kayık
edinmişlerdi. Eskiden bombardalara (toplu gemi) alışıktılar, sonraları,
çerniklere, salapuryalara, penalara, sallara ve bunun gibilerine uyum
sağladılar. Daha çok alıştıkları yelkenli tek direkli braçeralardı, kotra ve benzerlerine
alışmamışlardı. Tek direği ilk defa Aziz Nikolas’ın bulduğunu duymuştum ve
dümeni uzun bir sopaymış, çünkü önceden
gemilerde dümen yerine bir kürek varmış.
Ayvalıklıların çoğu çiftlikler kurdular
ve meşhur yağlarını çıkardılar.
Büyük okul Ayvalık’ta uzun yıllar
kaldı. Yirmibir’den önce her yerden gelen insanlar eski yazı öğrendiler. Öğretmenler; Lesvoslu Venyamin, Teofilos
Kayris, Evstratios Petru, Grigoros Sarafis ve diğer başlıca bilgin kişilerdi.
Bu okula Akademi deniyordu. Gallos Didotos’un armağan ettiği kütüphane de Yirmibir’e
kadar kaldı. Anadolu’ya matbaa ilk girdiği zaman, matbaanın ilk baskısına <<Melissa>>
dendi ve okulun kitaplarını çoğalttılar. Ayvalık’ın tarihini başka bir bölümde
yazayım diyorum, şimdi nasıl kurulduğuna dair birkaç satır koyalım sayfalara.
Ayvalık’ın yarımadasından iki saatlik
yol kadar güneyde, tuzla ile Dikili arasında denize yakın, Kabakum denen bir yer vardır. Hıristiyanlar ilk önce buraya kulübelerini
diktiler, daha sonra da oradan kaçıp gittiler ve yarımadanın güneyine yerleştiler,
fakat iç denizde değil, dış denizde, Sarımsaklı açıklarında. Bu yere ‘Eğri Bucak’
diyorlardı, öyle görünüyor ki Türkler bu isimle, yarımadanın iç denizi kucaklar
gibi dönüp, dağların arasına kapattığını demek istiyorlardı. Ama fukaralar
orada huzur bulamadılar, çünkü korsanlar her gelişlerinde köylerini yakıp
yıktılar, bunlar Berberiler, Maltalılar ve daha birçoklarıydı. Elbette Şeytan
Sofrasının dış tarafından derin bir tünel kazmışlardı ve korsanlar kovaladıklarında
oraya kapanıyorlardı. Rahat yüzü
görmeyince, yeni memleketlerini yine bırakmaya karar verdiler. Ve boğazın içine
girerek, güvenli bir yer aramaya başladılar sonunda bugünkü Ayvalık’ın yerini
seçtiler, kulübelerinin temellerini attılar, 1580 e doğru.
Yöre tamamen yabani ayva ve zeytin
ağaçlarıyla kaplıydı, bunların arasında köylerini meydana getirdiler, önce de
dediğim gibi Ayvalık ayva olan yer demektir. Ayvalık kurulmadan önce, oradan
bir saatlik mesafede, Yörüklerden içerde, bir sigara içimlik mesafe önceden
yapılmış birkaç kulübe vardı. Bu kulübelerde Hıristiyan çobanlar oturuyordu ve Türkler
buraya ‘Kafir Ağılı’ diyordu. Sonra kalabalıklaştı ve köy oldu ve oraya Yeniçeri
Köyü (Küçükköy) dediler. Türkler bütün bu çevreye “Eğri Bucak, Kafir Ağılı,
Ayvalık perekendesi” gibi adlar taktılar.
Ayvalık zamanla gelişti ve Yirmibir’de
yaktıkları zamana kadar güzellikleriyle Anadolu’da tanınan bir kent oldu, bu
tarihten sonra insanlar Psara, Eğina ve Yunanistanın diğer yerlerine dağıldı.
Bütün bu büyük başarının arkasında adı Yannis İkonomos olan bir papaz vardı.
Çok akıllı bir adamdı, her şeyi yaptı ve Saraydan imtiyaz aldı, çünkü Çeşme de
Ruslara yenik düşen yaralı vezirle arkadaşlık bağı kurmuştu ve onu kurtarmıştı,
vezir yaralanarak Ayvalığa geçince İkonomos yaralarını tedavi edip onu
iyileştirmişti. Bu hikâye masal gibidir ve bunu başka sefere bırakıyorum.
Moskonisyalılar namlı denizcilerdi ve Romanya’ya
birçok seyahatler yaptılar ve zenginleştiler. Moskonisya’da kayıkları, gemileri
oldu, usta gemi marangozlarıydı, yabancı tersanelerde
çalıştılar, Midilli, Sira, İstanbul ve Karadeniz’in bakir taraflarında.
***
Anadolu ile Midilli arasında, yarımadanın
önüne saçılmış adaları otuza kadar sayarlar. Strabon aşağı yukarı yirmi diyor,
çünkü çok küçüklerini ada olarak saymıyor, Timostenis kırka kadar çıkar.
Önceden de dediğim gibi bu adalara arkaik
dönemin insanları Hekatonnesos demişler, yani Apollonnesos (Apollon adaları). <<Ekatonisa
isin, ion Apollonisa, Ekatos gar Apollon>>. “Ekatos adaları Apollon
adalarıdır, çünkü Ekatos Apollon’dur”. Bugün Moskonisya deniyor, bu ad belki de,
kim bilir, ne zaman buralarda yaşadığı bilinmeyen bir Moskof korsanın isminden
geliyordur.
Önceden anlattığımız gibi adaların en
büyüğü Moskonisi’dir (Cunda), yarımada ile kara arasına girer ve Ayvalık
boğazını(iç denizi) kapatır. Böylesi bir kara deniz şekillenmesi başka bir
yerde bulunmaz. Kuzeydeki deniz Edremit körfezine bakan şu adalar vardır:
İkiz kayalar
–Balık ada, Kutu ada (Daskalio)
1) K r o m i d o
n i s i (Dolap, soğan ya da Lale adası),
Moskonisi’ye yapışıktır. Bu ada Moskonisi ile ana karanın deniz altından bağlı
olduğunu insanın gözüne çarpar. Bir tarafından Moskonisi’den Dolap dediğimiz ırmak
kadar dar geçitle ayrılır, arabaları, develeri karşıdan karşıya geçirmek isteyen
insanlar, peramatarya dedikleri bir salın üstüne çıkarlar ve geçerler.
Kromidonisi diğer tarafından kara ile beş yüz metre kadar uzunlukta bir rıhtımla
birleşmiştir, 1817 de inşa ettiler ve buna Köprü deniyor. 2) D a s k a l i o (Balık adası), Kromidonisi’nin açığında,
kaplumbağa gibi. Üzerinde duvar kalıntıları bulunuyor, karşısındaki kara
parçasında da bulunduğu gibi eski su kemerinin son demlerini yaşayan
kalıntılarıdır.
3) K o k i n o n
i s i 4) S e f e r i (Hasır
adası), tümü toprak, Moskonisi köyünün kuzey tarafındaki denizde. 5) K o d o n a s, ya da K o n d u, taşlık. 6) K o p a n o s
(Kalemli), Hasır adanın doğusunda, ayaklanmadan önce Psaralılardan satın
alınmış, savaş durmadan önce. 7) K a l a m o s, çok küçük, adalılar günahına girdiklerinin
kemiklerini atıyorlardı. 8) P e t r u s i 9) S k l a v o n i s i, P e t r u s i gibi taşlık. 10) G ü m ü ş l ü ya da A s i m o n i s i, karaya çok yakın, yakınındaki
karada zeytin ağaçları filizlenip yayılmış, üzerinde arkaik dönemden bir kentin
var olduğu görülüyor, çünkü insan eliyle yapılmış şeyler bulundu, mermer
yontular, seramikler, testiler. Benim düşünceme göre, bütün bu yörede Pitaniler
yaşamıştı, çünkü adayı kaplayan iki liman görülüyor. Strabon buradaki adaya
Eleusa dediklerini yazıyor, yani bu zeytin ağaçları bitmiş demektir, bunun için
ben o adanın Gümüşlü olduğundan eminim. Bu adanın çevresini iki saatte dönersin.
Meletios yazıyor: “Pitani (Çandarlı), Edremit’le Kaykos çayı arasındadır, harabeler
ve eski kale kalıntılarıdır, eskiden iki limanı vardı” Yakınından Evinos çayı
akıyor, Türkçede Karadirek suyu ya da Fleneli çayı deniyor. Az ötesinde bir su
kemeri bulunuyordu ve tuğla duvarların denizde yüzdüğünü söylüyorlardı. Böyle
bir şey inanılmaz görünüyor, ama bunu bilginler yazdıktan sonra inanmak gerekir,
belki de sünger taşından yapılma çok yüksek içi oyuk tuğla gibi bir şeydi,
Antemios’un Aya Sofya’nın kubbesini yaptığı gibi. 11) A y o s Y o r g i s, m o z a i k l i manastır. Kilise
tabanına mozaik döşenmişti, değişik şekiller tasvir ediliyordu, 1868 de bir
Fransız gemisi onu çaldı. 12) A y o s N i k o l a s, küçümencik, büyük adanın(Cunda)
koyu içine sokulmuş. 13) U l y a (Kız adası), Arkaik İoulıa.
Batıya doğru da şu adalar bulunuyor:
1) Y i m n o,
(aynı anlamda Çıplak ada deniyor), tarım ürünleri ambarı, toprağında buğday ekiliyordu
ve üzerinde otuz kadar kulübe vardı. Ceneviz kalıntıları bulunuyor ve tepesinde
küçük bir kale vardı. Sarımsak karşısındadır. Çıplak Moskonisya’dan daha
güneyde bulunmaktadır. 2)P e r a M o s h
o s (Kılavuz, Pınar adası veya Mosko da
deniyor), büyük adanın (Cunda) hemen bitişiğindedir. Kayalıkların arasında bir su
kaynağı bulunuyor, kayaların üzerine kazılmış, Fransız denizcilerden kalma bazı
isimler vardır. 3) A n g i s t r i, kayalık. 4) L i a (Poyraz, İncirli ya da
Yellice deniyor), çer çöplük ve çok çorak 5) K a l a m o s (Kara ada, Kamış, ya
da Kalamos deniyor) 6) K a l a m a k i 7) P l a t i 8) Y a l o n i s i 9) P e l a g o n i s i. Bu üçüne Pulakya
deniyordu. 10) L i o s ( Güneş adası ya da İlyosta deniyor), toprağı az kayalık
bir ada, Dalyandan üç mil açıkta, Midilli suları oradan başlıyor. Resiflerle
çevrilmiştir, üzerinde bir fener vardır. Deniz çarşafken bir kere üstüne
gittiğimi ve otuz kulaç dibi gördüğümü hatırlıyorum, mercanlar berrak suda bir
kulaçta gibi görünüyordu ve yosun ormanı sanki havada yüzüyordu ve balıklar
kuşlar gibi uçuyor dersin! Ada derin yardan kapkara bir sütun gibi yükseliyordu.
Bir yığın resif sandalın karinasından bir kulaç altta kafasını kaldırmış sana
bakıyordu, insan gördüğünde ürperir. 11) N i s o p u l a (Küçük İlyosta),
Lios’un filikası. 12) P i r g o s (Maden adası), Arkaik kent Poroselini, büyük adanın
kuzeybatı tarafında bir zamanlar sular çekilmiş ve bu adayı dar bir kanal büyük
adadan ayırmış, buraya perasma (geçit) deniyor, biri atla bir adadan diğerine
geçebilir. Pirgos arkaik dönemde Poroselini kentiydi. 13) A d ı a b a t o z,
çok küçük bir adacık, iyi bir resif, Pirgos’a
yakın. Ve daha başka küçük taşlıklar.
Arkaik dönemde, Ayvalık boğazı ıssız,
insanoğlunun yaşamadığı bir yerdi,
bugünkü Ayvalığın yerinde ne eski bir temel, ne çanak çömlek ne de insan
yapımı başka bir şey bulundu. Öyle görülüyor ki bu bölgede yerleşilmemişti,
zaten göl gibi kapalı bir koydu. Bazı bilginler Heraklia denen bir arkaik
kentin varlığından bahsediyorlar. Kentin kurulduğunu dedikleri yerde, Dalyanın
yakınlarında, temeller, çanak çömlek gibi şeyler daha bulunmadan önce, ben bunu
arkaik devrin kentlerini gösteren bir İngiliz haritasında görmüştüm.
Arkaik devirdeki insanlar, öyle
görünüyor ki yarımadaya Pirra akra (akra kızılcık demek) demişler, zira bugün
de tavşankulaklarının altında uzanan kızılımsı topraklı sahile Kokino (Kırmızı)deniyor,
yani kırmızı topraklar. Tarihçi Strabon, Edremit körfezine büyük Çeşme
yarımadası ve Lekton (Baba burnu) tarafından kucaklanan deniz dediklerini
söyler. Daha sonra da Edremit körfezinin, Lekton burnu ile Pirra akra burnu
arasındaki yeri kapladığını anlatır.
Ayvalıklı kaptan Ayvalıklı genç
Kuzeye doğru meşhur Kaz Dağı bulunuyor,
eski İda, Strabon ona kırkayak diyor, çünkü bu dağın bir kırkayağı andıran çok tepeli yamaçları vardır.
Edremit körfezinin oluştuğu köşeden yemyeşil bir ova uzanır, içi gürül gürül
akan şelalelerle doludur, bu ova eskilerin Pedion Tivis diye yazdıkları ovadır ve
ötesinde Truva savaşından önce kurulmuş çok zengin şehirler bulunur; Tivi,
Lirnisos, Kila, Hrisa. Ahilleas, Midilli ve Tenetos’u (Gökçe ada) yerle bir ettikten
sonra bu şehirleri kuşattı ve yağmaladı. Strabon
daha hayattayken, Ahilleas’ın Hrisa yakınında yaptığı bazı tahkimatların hâlâ kaldığını
yazıyor. Yunanlılar birçok yağma kaptılar, bunlar arasında Hetona krallığının
meşhur atı vardı, Ahilleas’ın aldığı ve sonra adamlarına şarkı söylerken
çadırında çaldığı gümüşten bir lîr ile Patroklos’u gömdükleri zaman
zaferlerinin ödülü olarak mezarına koyduğu o zamanlar için paha biçilmez bir
şey olan demirden bir bilye de vardı. Ama daha değerli kazançları köle
aldıkları güzel kadınlar oldu ve aralarında paylaştılar, iki çok güzel prenses
için, Hrisida ve Brisida, Aşil ile
Agamemnon çarpıştı, bir görüşle, bu delikanlılar aslında kana susamış katı
yürekli eşkıyalardı, ama koca Timiros şarkılarıyla onları hoş gösterdi. Ermis’in çok eski zamanlardan beri Lirnisso’da
sakladığını söyledikleri lîrini de yağmaladılar.
En eski şehirlerden biri de Paleskipsis
idi, yükseğe kurulmuştu, İda dağının tepesine. Burada filozof Aristo’nun Kütüphanesi
saklıydı, onu dünyanın en birinci kütüphanesi yaptı ve öyle de kaldı, hem de
sıraya giren Mısır firavunlarına ders verdi. Aristo kütüphaneyi Teofrasto’nun
öğrencisine bıraktı ve o da yine Nileas’a verdi, Nielas Skipsiliydi ve kütüphaneyi
aldı köyüne götürdü, bütün okumamış cahil insanlara dağıttı, bunları duyan Bergama
kralları bu kütüphaneyi yeniden meşhur kılmak için kitapları aradılar,
kitapları alanlar ellerinden gitmesinden korkarak yeri kazıp onları gömdü. Çok
sene sonra, küflenmiş kitapları bulup topraktan çıkardılar ve Teo’dan biri olan
Apellikondas’a çok paraya sattılar, o da kitapları alıp Atina’ya götürdü, zira
Strabon’un yazdığı gibi: <<kitap seven elbette filozof olur>>, toprakta
kalarak çürümüş ne kadar sayfa varsa tamamlatmak için tekrar yazdırdı, fakat
iyi tamamlayamadılar. Apellikondas öldüğü zaman Atina’yı yağmalayan Sillas
(Roma konsülü Sulla) onları da yağmaladı ve Roma’ya götürdü. Sonra başka bir
konsül ve bazı kitapçılar kitapları yazıcılara verdiler ve çoğalttılar, sonra
da dünyaya yaydılar. Bu hikâyeyi
Strabon yazıyor.
Diğer bir arkaik dönem şehri de Astira
idi, ama kimse nerede olduğunu bilmiyordu, tarihçi Meletos’un bütün yazdığı şu:
<<Astira diye bir kent asla olmadı, burası Edremit’in uzağında ve
Moskonisya adalarının ve Kidonya şehrinin karşısındaki Astiron’un yakınında
derin bir göldü>>.
Ayvalığın bütün çevresinde arkaik
dönemden sadece bir kente ait bazı işaretler bulundu. Bu kente Poroselini
dediler ve yukarda anlattığımız gibi Pirgos denen adanın(Maden Adası) üzerinde
kurulmuştu. Birçok bilgin eski kitaplarda onu Pordoselini diye yazdılar,
Aristo, Skilakas ve Stefanos. Tarihçi Strabon Pordoselini adı utanç verici bir
anlam taşıdığından dolayı bundan kaçınarak birçoklarının Poroselini dediğini
yazıyor. << İsmine kara çalmamak için Poroselini demeye karar
verdiler>>. Aylianos, Plinios, Protomeos ve diğerleri Poroselini diye
yazdılar. Onun sözlerinden çıktığına göre Strabon’un yıllarında henüz
yıkılmadığı anlaşılıyor: <<Pordoselini de üstelik onun yanındadır, o da
eş isme sahip şehirdi>>. Fakat gezgin Pavsanias, o devre yetişiyor ve bir
hikaye duyduğunu yazıyor ve çok garipti, diyor. Sonra da şöyle anlatıyor:
Poroselini de bir çocuk at gibi evcil bir yunusa bindi ve istediği yere gitti, sanki
yunusa gem vurmuş derdin, bazı balıkçılar onu yaraladığı için çocuk üstündeyken
öldürmelerine engel oluyordu, yunus hayatını çocuğa borçlu olduğunu anladı ve
nereye giderse çocukla gitti.
Demek ki bölgede bir zamanlar kurulmuş bir
kent, Poroselini kenti vardı, bazı eski temeller, seramikler, küpler ve az da
para buldular. Bir mermerde yazıyordu: <<Avamo ve Manismo Getasios’un kız
evlatlarıdır>> Metal paraların birinin üzerinde Asklipıos, birinde Atina,
başkalarında Tihi, İgia, bir yılan, bir
üç ayaklı, bir küçük çengel tasvirleri vardı.
Bugünkü Moskonisya’da, yani büyük adada
da bana göre arkaik dönemlerde bir kent kurulmuştu, Dolap’a yakın, çünkü biraz
ötesinde kalıntılar bulundu, sütunlar, mezarlar, testiler ve kale temelleri.
Ada ve şehre beraberce Nasos (ada) diyorlardı, bugün de yerliler ve
Ayvalıklıların ada dediği gibi. Strabon Moskonisya için şu sözleri yazıyor:
<<Pordoselini de bunların yakınındadır, çok eş isimli şehir vardı ve bu
kentlerden önce daha büyük başkaları da vardı ve o eş isimli şehir yıkıldı, Apollonun
kutsal yeriydi.>>
Nasos’dan meşhur adamlar çıkmıştı,
Alkivios, Kitarados ve başka bir heykeltıraş Alkivios. Mücadelelerini şimdi
Seferi (Hasır ada) denen adacıkta yaptılar, kumdan bir dil, sanırsın suda
yüzüyor.
Bu yere Misia diyorlardı, sonra da
Eyolida dediler. Oturan ilk kavim Pelasgoslardı (Lelegler) ve onlara bu ismi
vermişlerdi, çünkü vahşi insanlardı ve lehçeleri leyleklere benziyordu,
kavimlerine takılan ad eski dilde leylek demekti. Fakat bunlardan önce
Finikeliler de bu taraflarda birçok kentler kurmuşlardı.
Dolap adasından Cunda’ya
insan ve hayvan geçiren bir şat
Adanın üstünde bir su damarı olduğunu söylediklerini
duydum ve bir yerde kaynayan suyun içinde çınar yapraklarının yüzdüğünü
görmüşlerdi, bundan şu anlamı çıkardılar; su karşıdaki Kaz dağından geliyordu,
denizin tabanının altından geçip geliyordu, çünkü o dağda çınar çoktu.
Bu taraflarda ovalara inen vahşi
hayvanlara gelince, çok defalar denize kadar iniyorlardı, Ayvalık dışında bir
leopar öldürdüklerini hatırlıyorum, zeytinlikler içinde vurdular ve postunu
konağa astılar, epeyce at yemişti, onu bir adam öldürdü.
Bir Ayvalıklı hacı olmak için yaya
olarak Yeruşalem’e gitmişti.
Eline sadece bir baston aldı ve çekip gitti, yolu üzerinde köylerde ne iş bulduysa
çalıştı, Aziz mezarlarına böyle vardı. Ayvalık’a dönünce bastonunu ikonaların
yanına astı ve geçtiği memleketleri bir bir kahvede anlattı, Bodruma kadar, en
çok Antalya’ya kadar Ayvalık’ı biliyorlardı ama daha ötede, bana İzmirli,
İstanbullu demeye başlıyorlardı, demişti.
Merhaba, Dikili'de kız mesleğin karşısında, 1939 depreminde yıkılmış kilise ile ilgili bir malumatınız var mı acaba?
YanıtlaSil