24 Ağustos 2013 Cumartesi

VATANIM AYVALIK / bölüm: Ayvalık, Moskonisya ve Arkaik Poroselini Kenti


Ayvalık, Moskonisya
ve arkaik Poroselini kenti
 
 
 
 
 

 

           İnsanlar dünyaya büyük şamatayla gelirler ve yaşamları boyunca büyük gürültü koparırlar, ama ölünce unutulmamaları için onları sayfalara yazarlar. Hayatları bir köşede saklı geçen büyük kişileri ölünce sadece taş,          mermer mezarlara yatırmazlar, üzerlerine unutulmazlık toprağı da sererler. Şehirler için de bu böyledir. Ayvalık büyük şehirdir demek istemiyorum, ne ihtişamlı kalesi vardır, ne de ona saygınlık kazandıracak şunla bunla olmuş muazzam savaşları vardır, silahlar ve insanların başkalarını öldürme huyu olduğuna göre –vay hallerine- neticede haline şükretsin.
             Dolayısıyla, namı cihanda yürümemiş bir yerde doğmuş olmam bana hiç de kötü görünmüyor, elbette dünyanın meşhur şehirlerinden biri olmamasına rağmen, zenginin parası züğürdün çenesini yorarmış misali, bu şehri çok sevdiğim belli.
             Çok az insanın Ayvalığa yolu düşmüştür. Anadolu’yu tarumar eden savaştan sonra, karşıdaki Midilli’de parlamaya başlayan ışık da elbette söndü. Ayvalık gerçekten gizli bir dünya gibidir, görünce çoğu ıssız dışarıda bir yığın adanın gardiyanlık yaptığı bir boğazın içine hapsedilmiş bir kent, dersin. Arkaik dönemde bu adalara Hekatonnesos deniyordu, Hekatonnesos Apollonnesos’a karşılıktır; çünkü Hekatos Apollon’dan başkası değildir. Belki, belki de Hekate’nin adaları veya Ay adaları da denmiştir(tanrıça Hekate), (Hekate’nin Ay ile ilişkisinden).
         Bu bölge Anadolu karasından tırpan gibi çıkan bir yarımadadır ve kuzeye doğru kıvrılır. Yarımadayla büyük kara arasına giren denizi bir ada, Moskonisya (Cunda), tıkaç gibi kapatır ve iki dar geçit bırakır, biri batıya doğru, diğeri kuzeye doğru. Birincisi daha geniş ve uzundur, ona Dalyan denir, diğeri daha dardır ve Dolap denir. Önceki yıllarda Dalyan çok sığdı, bir kayık geçerken bulacağı en derin yer bir kulaçtı, çamurlu tabanı kepçeyle 1880 de açtılar, iş iki sene sürdü. Ortadan açtıkları hendek yirmi kulaç genişlikte, üç kulaç derinlikteydi. Büyük tekneler sadece bu aralıktan, fenerlerin arasından geçebilirdi. Dalyanın açığında demirlemiş çeşit çeşit gemiler ve kayıklar görürdün ve on beş ağustostan önce geçmek için günlerce,  haftalarca akıntının içeri dönmesini ya da poyrazı beklerlerdi. Akıntı döndüğü zaman bir biri ardına geçmeye başlarlardı, insan saatlerce oturup seyrederken bıkmayacağı bir manzaraydı.

Bütün detaylarıyla Eğri Bucak’ı gösteren harita

1. Pirgos, Arkaik kent Poroselini (Maden adası) 2. Pera Moskos (Kılavuz Ada, Pınar adası ya da Mosko) 3. Kalamos (Kamış ada ya da Kara ada 4.Daskaliyo (Balık Adası ya da Kara ada 5.Kromidonisi (Dolap Adası ya da Lale Adası) 6.Yimno (Çıplak Ada) 7.Lios (Güneş Adası ya da İlyosta) 8.Ulya (Kız Adası) 9.Gümüşlü (..) 10.Aya Paraskevi (Tımarhane adası) 11.Demona Trapeza (Şeytan Sofrası) 12. Lagu avtia (Tavşan kulakları tepesi) 13.Hodrovuno (Kalın Dağ) 14. Yuruklides (Yörükler) 15. Aliki (Tuzla) 16.Sarımsak (Sarımsaklı) 17.Nisopula (Bugün nerdeyse kaybolmuş küçük bir taşlıktır.)

         Bu iki kara, başka deyişle yarımadayla Moskonisya (Cunda adası) arasındaki kapalı sular bir göl gibidir ve biri kayıkla içine girdiğinde nereden girdiğini, nereye gittiğini bilemez. Bu iç denizde sular biraz derindir ve güneye doğru birçok küçük koyla dallanıp budaklanır. Gözlerin birden açılır, orada suyun artık bittiğini sanırsın, o anda güneye doğru çok dar başka bir ağız karşına çıkıverir, burada iki insan karşıdan karşıya konuşabilir, geçince içeride başka bir koy sana kucak açar, dışarıdakinden daha küçüktür, deniz dağlarla tamamen kuşatılmıştır, burada böyle bir yer olabileceğini kimse tahmin edemez. Geçtiğin bu dar girişin bir tarafında vahşi bir kayalık ve üst üste yığılmış taşlar yüksek bir burun yapar, karşısında yüksek ve büyük kayadan başka bir burun durur, buna Tripiya Petra (Delik Taş) denir. Sonra bunları konuşacağız, şimdi sadece bu boğazdan içeriye Yuruklides ( Yörükler) dendiğini bilelim.

         Bu iki boğazdan geçince, deniz uca kadar, kuzeyden lodos istikametine doğru, kara ile Aya Paraskevi tepesi arasında epeyce gider ve gün batımına doğru kıvrılıp dışarıdaki Midilli denizinden dar bir kara şeridiyle ayrılarak sona erer.

         Bu yarımada önüne serpilmiş bir sürü adayla ve Bergama’nın limanı tarihi Atarneus ile beraber Edremit körfeziyle Dikili arasında bulunur. Kuzeye doğru meşhur İda Dağı görünür, Türkler buna Kaz Dağı diyor.

         Şehir Anadolu sahiline kurulmuştur, tam Dalyanın karşısına, başka bir deyişle yaz güneşinin batışını görür. Yunancada Kidonya, Türkçede Ayvalık denir, yani ayva memleketi, zira o zamanlar evleri kondurmadan önce yabani orman hâlâ vardı ve bu bölge silme yabani ayva ağaçlarıyla doluydu. Diğer köy, Moskonisya (Cunda), aynı adı taşıyan adaya kurulmuştur, Dalyandan biraz içerdedir, bölge bozulmadan önce güneye doğru bakınca gün boyu bir yerden bir yere gelip giden sandalları görürdün.

         Yarımadanın Anadolu ana karasından denize uzamaya başladığı bölgede kara seviyesi çok düşüktür ve iç denizle dış deniz karşılaşırlar. Elbette, kışları yağmurlar da hiç eksik olmayınca, bölge sular altında kalır ve deniz karayla birleşir.

         Dışarı tarafta büyük bir tuzla bulunur ve iç kısımda da Yörükler boğazı vardır. Üç direkli büyük gemiler, bazen de dört direkliler, gidip tuzlanın açığında demirlerler, canavar şeyler haftalarca oradan tuz taşırlar. Aya Paraskevi tepesinde oturup onları denizden seyretmiştim, fakat çok uzakta kaldıklarından gemi direklerini zor seçebilmiştim.  

         Dağlar denizle orantılıdır. Diğerlerinden yüksekçe olanına Hodrovuno (Kalın Dağ) denir, yekpare kalker kayasıdır, yüksekliği olsa olsa elli adam boyu kadardır, büyük karanın üzerindedir ve yamaçları Yörüklerin içinden denize kadar uzanır. Yarımadanın üzerinde doğudan batıya doğru sırayla üç tepe bulunur ve Ayvalık boğazın güney tarafını biçimlendirir. Bu tepeler dış denizden göze duvar gibi gözükür. İlki Profiti-İlias tepesidir, ikincisi Tavşankulakları tepesi ve diğeri de Şeytan Sofrası’dır. Bunlar birbirine yapışıktır ve böyle garip isimler taşır, garip olan başka bir şey de dış görünüşlerindedir.

         Tavşankulaklarının zirvesinde tavşan kulağı gibi iki kaya vardır, bir insan eli onları oraya dikmiş zannedersin, uzaktan küçük görünür, ama yanına gittiğinde üç adam boyu yükseklikte olduğunu görürsün ve dağa kök salmış değildir, plaka gibi dümdüz bir kayanın üzerinde dururlar. Bir zaman evvel, Büyük İskender’in amirali Nearhos İskender’in gemileriyle Hindistan’a gidiyordu ve benzer bir dağ görmüştü, o dağa eşekkulakları adını vermişti, “Onu Ota”. Şeytan sofrası gerçekten yuvarlak bir masa gibidir, dağın tepesine oturtulmuş yer sofrası gibi. Dört bir tarafı vahşi uçurum olan zirvenin üzerine harman yeri gibi serilmiştir. Bu taraflar herhangi bir çobanla, aşağı sahillerde kıyı kıyı dolaşarak balık avlayan balıkçılar dışında insanın görülmediği ıssız yerlerdir, sofranın etrafında gerçekten şeytanla cinler oturuyor sanırsın. Bu iki tepe çıplaktır, iç denizin her yerinden görünür ve açık denizden de görülür.

         Şeytan Sofrasının altından açık deniz tarafına doğru başka bir tuzla ve taş damarı vardır ve ocaktan gül rengi taş çıkarırlar, bu taş çok hoştur, yontuya gelir ve taş kalemiyle iyi çalışılır. Ayvalık’ta ve Moskonisya’da bu taştan yapılmış birçok kilise ve büyük ev vardır, sarımsak taşı denir, çünkü bu bölgenin adı Sarımsaklı’dır, yani yediğimiz sarımsaktan gelir.

         Dış denizden görülen bu sahile tümüyle Fandaut (Badavut) denir. Yarımada oradan kuzeye doğru uzanır, bu tepelerin karşısında, iç denizden görülen daha küçük başka bir tepe daha vardır, Aya-Paraskevi (Taşlı manastır ya da Tımarhane adası), poyraz istikametinden bir dönüşle -pusulanın yarım turu diyelim- lodos istikametine dönüp denize uzanan yusyuvarlak bir dil gibidir.

         Bodur tepenin üzerinde muazzam ve tanrı vergisi bir kaya bulunur, böylesine başka bir şeyin Anadolu’da benzeri yoktur, derler. Kocamanlığının dışında bir de garipliği mevcuttur, çünkü içinde oda kadar bir delik vardır ve içerdeki bir ayak, kolon gibi bütün ağırlığı taşır, sanki üzerindekiler havada asılı durur. İnsan durup her baktığına bu demir gibi kayanın nasıl düşmediğine şaşırıp kalıyor, milyonlarca kantar ağırlık kafanın üstünde asılı duruyor, zamanın ve depremlerin oluşturduğu yarıkları görüp diyeceksin ki şimdi çatlayıp yıkılacak, fakat hayır, geçen yıllara ve zamana rağmen gördüğün gibi duruyor.

         Aya Paraskevi kilisesi sanki kolonun üstüne yapışmıştır, küçük bir kilisecik. Kayanın güney yamacında, içinde barındırdığı bir sürü oda ve kilerlere uygun inşa edilmiş kale gibi duvarları vardı, zira kilise bir çiftlikti ve dalyandan Şeytan sofrasına kadar sınırları vardı, ona manastır deniyordu, içinde yaşayanlar için manastır yaşamı soydan gelen bir alışkanlıktı. Türkler buraya Taşlı Manastır derler.

         İyi günlerde şanı şöhretiyle bahtiyarca yaşadı, çünkü bu çiftlikte yok yoktu, toprak ve deniz ne veriyorsa insan onları orada buluyordu. Çevresinde bağlar, bahçeler, tarlalar ve aşılanmış ağaçlar ve bunların yanında denizden ne çıkarsa; balıklar ve Anadolu’nun tanınmış deniz ürünleri; kum midyesi, midye, pina, pavurya, sulina, ahtapot, akivades, taş sulinası, fuska, tarak, daha canın ne çekerse vardı. Üstüne koy daha; danaları, serapa dolaşan atları, koyunları, keçileri ve bir sürü yaban hayvanını, tavşanları, keklikleri, yaban güvercinlerini, yaban kazlarını, yaban ördeklerini, pelikanları, sakaları, kartalı, doğanı, şahini ve bunlar gibi daha birçok büyük yaban hayvanını, tilkileri, yaban domuzlarını, kokarca ve daha bir sürülerini. Manastırın tuzlası ve bir sürü ağılı vardı, ama bütün bunların üstüne deniz kokan, ölmüşleri dirilten havası ve manzarası, birçoğumuzu cennete götürürdü. Tanınmış bir Alman coğrafyacı, adı Kipert, bir keresinde yukarıdaki kayalığa çıktığı zaman, gözlerinin önündeki manzaradan şaşırıp kalır ve dünyada bu kadar güzel yer görmediğini söyler.

         Aya-Paraskevi’nin namı, yarattığı mucizelerle Anadolu içlerine kadar yayılıp onu meşhur etti, ta Kayseri’ye kadar. İnsanlar Balıkesir’den, Soma’dan, Kınık’tan, Bergama’dan, Midilli’den, Limnos’tan, adaklarıyla iyileşmeye geldiler, manastıra zincire bağlanmış çıktılar, iyi olup döndüler. Ayvalıklılar ve Moskonisyalılar Romanya’nın Karadenizdeki limanı Sulinas’a, Tuna içlerinde Brail’e kadar teknelerle gittiler ve oralara dek tanındılar.

         Kayaya Ayvalıklılar Skourka (cüruf) diyordu. Fırtınalı havalarda kayıklar oraya yanaşıyor ve denizciler çobanlarla arkadaşlık ediyordu, gemiciler taze çökelek yerken, çobanlar da balık ve havyar yerdi, bu kayıntıya acıktıran deniyordu, çünkü yedikçe acıkıyordun.

         Kayaya tek bir yokuştan çıkılırdı. Yol üzerinde hala yontma taştan eski duvar kalıntıları bulunuyordu, taşların çoğu yolun kuzeye ve batıya bakan tarafındaydı. Cenevizlilerden kalmış olabilirler, gelen gideni, olan biteni kontrol için gözetleme yeri, zira kaya tabak gibi tüm çevreyi görüyordu, açık denizi de.

         Bütün tepe garip şekillerde kayalarla doluydu ve bir çok da mağara vardı. Kovuklarda kerkenezler, başka yırtıcı kuşlar, kargalar, kokarcalar ve tilkiler yuvalanmıştı, derin yarıkların içinden büyük kara kertenkeleler öğlene doğru dışarı çıkıyor ve kafalarını sallıyordu. Büyük kayalığın tepesinde kesmeden önce bir iki ağaç vardı, sonra ocak açmak için kestiler.

         Evlerin olduğu yerin altında, kayalar arasında, sanki rüzgâr fırlatıp atmış ve rastgele bir yere düşmüş gibi, birbiri üzerine yığılı bir sürü ağıl bulunuyordu. Karanlık deliklere ve mağaralara güneş yaktığı zamanlar keçiler sığınıyordu. Ağıllar, tabandaki gübresiyle, peynir suyuyla, tahta süt kovalarıyla, ahşap çitiyle Tepegöz Kiklop’un yeri gibiydi. Sesini duyduğunu, koyunların arasında sırtüstü yattığını ve birden kalkarak muazzam gözünü açıp sana baktığını sanırdın, mağaralar işte böyle ürkütücüydü.

         Aya-Paraskevi’de oturup kuzeye baktığın zaman Dalyan’ı kapatan dilin üzerinde diğerlerinden daha yüksek bir dağı görürsün, Moskonisya ile karşı karşıya, Aziz Yannis’in ya da Bayira deniyordu, çünkü Ayos Yannis Prodromos adası (Tavuk adası)ile karşı karşıyadır. Yarımada burada biter. Bu tepenin üzerinde kalıp doğuya doğru dönersen karşında Ayvalık’ı görürsün. Bu dağdaki sel yatağı içinde, iki namlı eşkıyayı öldürdüler, Dalakis ve Kefalas, kafalarını kesip konağa astılar. Yöre vahşidir, funda, çalı ve yabani ağaçların birbirine dolandığı öyle bir cangıldır.

         İç denizde, Dalyandan ve Dolaptan giren çeşitli kayıklar iki kentin olduğu tarafa doğru hareket halindedir, saatlerce oturup onları seyrederdim. Yaz aylarında Aya Paraskevi tarafından içerlerde sadece balıkçı kayıkları görürdün. Sandallar kışları sadece Sarandameros’a (Kırkyerler) uğrardı, oradan balık ve bol deniz hayvanı çıkarırlardı. Büyük kayıkların yolu bu sulara seyrek düşerdi, sadece Yörüklerdeki Kalın Dağ’dan değirmen taşı taşımak için giderlerdi.

         Boğazın suları dört kulaçtan on beş kulaca kadardır. En derin yer Kartal Yuvalarıyla Delikli Taş arasındadır. Bu bölgeye derin sular denir, çünkü denizin altında volkan krateri bulunur ve volkan denizle karaya bu girintili çıkıntılı biçimini vermiştir. Kartal Yuvalarında yığılmış kayalar siyah cürufla karışmıştır, sanki üzerlerine katran dökülmüş gibidir, volkanın lav püskürttüğü söylenir ve kayalar karışık özelliktedir. Buruna doğru yüksek bir taş heykel gibi dimdik durur,  tepesinde rüzgârdan dalgalanan bir kaç yabani ağaçla çelenk takmış gibi görünür.

         Bu burundan başka iki üç burun daha vardır, Aya Paraskevi ve daha ötedeki Kaloyeras poyraza bakar, Üç Taşlar doğuya bakar, Tavşan Kulakları tepesinin altındaki Kırmızılar kuzeye bakar ve başka küçük burunlar da vardır. Aya-Paraskevi’nin karşısında bir manastır bulunur, Ayos Nikolas, çevresiyle, fıstık çamlarıyla manzarası çok hoştur, denize bitişiktir. Aya-Paraskevi burnuyla Ayos Nikolas manastırı tarafındaki Dil denen mistik kumsal arasındaki deniz zaman zaman kabarır, hırçınlaşır ve yüksek dalgalar yapar, öfkeli akıntılar çok kayığa dibi boylatmıştır.

                Tavuk Adası (Prodromos)

                Boğaz (Ayvalık’ın bulunduğu iç deniz) içinde sadece iki ada vardır, biri sığabildiği kadar içinde ev bulundurur diğeri bir gemi kadardır. İlkine Ayos Yannis Prodromos(Tavuk adası) denir ve Dalyanın tam karşısındadır, iç tarafta, başka deyişle Moskonisya ve Kaloyera burnu arasındadır, diğer ada Nisopula’dır(adacık, bugün sular altındadır) ve daha içerdedir, Şeytan sofrasının Aya Paraskevi burnuyla yaptığı koy içindedir. Prodromos (Tavuk adası) üzerinde kilerleriyle hoş bir manastır vardır ve Moskonisya’yı selamlar, bir sigara içimlik uzaklıktadır ve her şeyiyle küçüktür, orada insan sıkılmaz, çünkü gece gündüz önünden gelip giden kayıklar ve vapurlar hiç eksik olmaz. Nisopula üzerine sadece küçük bir kilise yapılmıştır, yazları balıkçılar aileleriyle gider ve otururlar, çünkü çok balık çıkar. Sakızlı azizi oraya gömmüşlerdi.

          Güvercin ada (Nisopula)

                Denizden yarım saat mesafede, kara içinde, bir Hıristiyan köyü vardır, Yeniçarohori (Yeniçeri köyü, bugün Küçükköy)deniyordu. İnsanları daha çok çobanlardı, ama paralı insanlardı ve çok misafirperverdiler. Yörükler Yeniçerohori’nin iskelesiydi. Bu deniz dağlarla kuşatılmış perili göl gibiydi, sadece Kartal Yuvalarından bir girişi vardı. İnsan içinde kendini tüm dünyadan kopmuş bulur, her yerden çok uzakta hissederdi. Rüzgârlı günlerde dağların görüntüsü sulara yansır ve görüntüyü sanki gerçek dağlar sanırdın, her şey tersyüz olurdu. Zaman zaman açıkta ördekten kaçan bir balığın atladığını görürdün. Ama hava nefes alıp, bu göl birden canlanınca, köpüren dalgalar dar geçidi kapatır ve etraftaki dağlara neşe dolardı, içerdeki sükunet içinde insanın kalbi sevinçten uçardı.

                Dil

                Burası dediğim gibi unutulmuş, sakin, dünya âlemden uzak bir yerdi, kalbin avunurdu, sen de kavgayı dövüşü unutur aklına barıştan başka bir şey gelmezdi, tam Lotofagos (mitolojide lotus yiyen) olurdun. Kalın Dağ’ın denize indiği yerde sığ sularda birkaç kayalık vardı ve ötesinde bir dağ kilisesi yapılmıştı, Aya-Kiryaki, kıyının taşlarından bir sığınak. Değirmen taşları sahilde yatar, dalgalar onları çalkalar ve ağaçların altında sana ninni dinletirdi.

Yörükler boğazı, önde sağda Delikli Taş, solda da Kartal Yuvaları görünüyor. Volkan krateri dağlar arasında ve deniz altında bulunuyor. Daha içeri girince solda Kalın Dağ ve altında Kumerki-gümrük-binası görülüyor.

           Daha ötede bir sürü kayadan bir küme ve üzerine kondurulmuş çatısında direk olan taş bir ev vardı, direğin tepesinde bir Türk bayrağı dalgalanırdı, bu ıssızlıkta, içinde yapayalnız bir Türk oturuyordu ve buraya Kumerki yani gümrük diyorlardı. Yakınından bir yolcunun geçmesi bir yana tek bir canlı görünmezdi.

                Koy içeri doğru çekilerek kapanıyor, deniz sığlaşıyordu, karadan biraz açıkta dizlerini bulmayan suda yürüyebiliyordun. Dip tamamen kumdu, yengeçler sudan çıkıp güneşlenmek için taşların üzerinde otururdu. Kristal kadar berrak suda oraya buraya serpiştirilmiş taşlar, taptaze yosunlarla taçlandırılmıştı. Beyaz deniz kabukları pirinç taneleri gibi sahile saçılmıştı, ince kum sanki elle serpilmiş gibiydi. Bu ıssız sahilde hasır otları, kapari ve ılgınlar bitmişti. İnsanın aklına başka dünya gelmezdi, ruhuna huzur dolardı.

         Koyda topu topu bir iki tane kazığa bağlı sağlam balıkçı kayığı olurdu, havaya göre kazık çevresinde döner dururlardı. Bu yerde insan olarak hepsi üç dört güçlü kuvvetli balıkçı ve bir iki çocuk kalırdı. Tenteleri vardı ve kayıklarda yatıp kalkarlardı. Karaya çıkıp ağlarını yamarlardı ve bir kayıktan ötekine aralarında sohbet ederlerdi. Kap kaçakları ve kıyıda bir ocakları vardı. Bazen bir çoban yanaşır ve balıkçılardan dünyada ne olup bittiğini öğrenirdi.

         Ayvalıklı balıkçı delikanlılar

                Eski insanlar çocuk gibi saf yürekliydi. Hepsinin kıçında bir don bedava yaşardı. Yaşlılar aziz Nikolas gibiydi, sakalları bükümlü. İnsanlar, sandallar, yelkenler, deniz mis gibi kokardı, bir kaya balığı yakalarlardı, sonra bir yengeç, biraz midye, biraz sübye, yemek için rızıklarını çıkarırlardı, fakat biri bunları alır ve köye götürürdü, arkadaşlarına evden ekmek, zeytin, şarap ve tütün getirirdi, her defa biri giderdi. Zira köye üç dört günde bir uğrarlardı, yakaladıkları balıkları yuvarlak bir sepetin içine koyup sandalın çatalından suya sarkıtırlardı, böylece deniz sepetin içine gire çıka balıklar canlı kalırdı.

         Burası küçük ve sakin bir yerdi, insanın aklını yormaz onu barışçıl yapardı. Sandallar küçüktü, hamur teknesi gibi, burunlar parmak kadar, balıklar denizin dibindeydi. Kalın Dağ, Ararat farz edilirdi, misal; biri kayıkla gidip değirmen taşı taşıyacak olsa, kayığı ona üç direkli mal gibi görünürdü. Hayatlarını dolu dolu geçiriyorlardı, orada içerde yaşlanıyorlardı, deniz kuşları gibi, hiçbir şeye ihtiyaç duymadan çok seneler yaşıyorlardı, doksanına yüzüne varıyorlardı, kalender insanlardı. Mendil kadar yelkeni direğe takıp, girişten dışarı Aya Paraskevi’ye doğru derin sulara yelken bastıkları zaman kendilerini Cebelitarık’ı geçip okyanusa çıkıyor zannediyorlardı.

         Aya Paraskevi’nin bu büyük denizinde yaşayan yüz yaşında bir ihtiyar vardı, tam pavurya dersin, Manolis amca, ona kral diyorlardı, çünkü içince kral olduğunu söylüyordu. Sandalını gizemli yer Dil’in yakınında kazığa bağlamıştı. Birkaç yengeç yakalar, birkaç küçük balık, kuru dallarla ateşi yakar ızgarasını yapar yer ve kuru yosunların üzerinde üstüne attığı bir yelken beziyle yatardı. Kış gelip fırtınalar bastırınca, gider bir dama kapılanır ve çobanlar onu doyururdu ve o da onlara hikâyeler anlatırdı. Bu insanlar hayatlarını böyle geçiriyorlardı.

         Ayvalık ve Moskonisya’nın uğradığı yıkım iki seferdir, biri Yirmi birde, diğeri günümüzde. Zira Anadolu’dan kovuluştan sonra, Türkler varıp evleri ele geçirdiler, Yunanistan’dan, daha çok da Girit’den Türkler, denizden anlamıyorlardı, boğaz şimdi ıssız çöl gibidir.

         Ayvalıklıların adamlıktaki namı günümüze kadar kaldı, güçlü yürekleriyle, onurlarına düşkünlükleriyle, hovardalık ve kurnazlıklarıyla. Bunların çoğu denizciydi ve hayatları boyunca çok kayık edinmişlerdi. Eskiden bombardalara (toplu gemi) alışıktılar, sonraları, çerniklere, salapuryalara, penalara, sallara ve bunun gibilerine uyum sağladılar. Daha çok alıştıkları yelkenli tek direkli braçeralardı, kotra ve benzerlerine alışmamışlardı. Tek direği ilk defa Aziz Nikolas’ın bulduğunu duymuştum ve dümeni uzun bir sopaymış, çünkü önceden gemilerde dümen yerine bir kürek varmış.

         Ayvalıklıların çoğu çiftlikler kurdular ve meşhur yağlarını çıkardılar.  

         Büyük okul Ayvalık’ta uzun yıllar kaldı. Yirmibir’den önce her yerden gelen insanlar eski yazı öğrendiler.  Öğretmenler; Lesvoslu Venyamin, Teofilos Kayris, Evstratios Petru, Grigoros Sarafis ve diğer başlıca bilgin kişilerdi. Bu okula Akademi deniyordu. Gallos Didotos’un armağan ettiği kütüphane de Yirmibir’e kadar kaldı. Anadolu’ya matbaa ilk girdiği zaman, matbaanın ilk baskısına <<Melissa>> dendi ve okulun kitaplarını çoğalttılar. Ayvalık’ın tarihini başka bir bölümde yazayım diyorum, şimdi nasıl kurulduğuna dair birkaç satır koyalım sayfalara.

         Ayvalık’ın yarımadasından iki saatlik yol kadar güneyde, tuzla ile Dikili arasında denize yakın, Kabakum denen bir yer vardır. Hıristiyanlar ilk önce buraya kulübelerini diktiler, daha sonra da oradan kaçıp gittiler ve yarımadanın güneyine yerleştiler, fakat iç denizde değil, dış denizde, Sarımsaklı açıklarında. Bu yere ‘Eğri Bucak’ diyorlardı, öyle görünüyor ki Türkler bu isimle, yarımadanın iç denizi kucaklar gibi dönüp, dağların arasına kapattığını demek istiyorlardı. Ama fukaralar orada huzur bulamadılar, çünkü korsanlar her gelişlerinde köylerini yakıp yıktılar, bunlar Berberiler, Maltalılar ve daha birçoklarıydı. Elbette Şeytan Sofrasının dış tarafından derin bir tünel kazmışlardı ve korsanlar kovaladıklarında oraya kapanıyorlardı. Rahat yüzü görmeyince, yeni memleketlerini yine bırakmaya karar verdiler. Ve boğazın içine girerek, güvenli bir yer aramaya başladılar sonunda bugünkü Ayvalık’ın yerini seçtiler, kulübelerinin temellerini attılar, 1580 e doğru.

         Yöre tamamen yabani ayva ve zeytin ağaçlarıyla kaplıydı, bunların arasında köylerini meydana getirdiler, önce de dediğim gibi Ayvalık ayva olan yer demektir. Ayvalık kurulmadan önce, oradan bir saatlik mesafede, Yörüklerden içerde, bir sigara içimlik mesafe önceden yapılmış birkaç kulübe vardı. Bu kulübelerde Hıristiyan çobanlar oturuyordu ve Türkler buraya ‘Kafir Ağılı’ diyordu. Sonra kalabalıklaştı ve köy oldu ve oraya Yeniçeri Köyü (Küçükköy) dediler. Türkler bütün bu çevreye “Eğri Bucak, Kafir Ağılı, Ayvalık perekendesi” gibi adlar taktılar.

         Ayvalık zamanla gelişti ve Yirmibir’de yaktıkları zamana kadar güzellikleriyle Anadolu’da tanınan bir kent oldu, bu tarihten sonra insanlar Psara, Eğina ve Yunanistanın diğer yerlerine dağıldı. Bütün bu büyük başarının arkasında adı Yannis İkonomos olan bir papaz vardı. Çok akıllı bir adamdı, her şeyi yaptı ve Saraydan imtiyaz aldı, çünkü Çeşme de Ruslara yenik düşen yaralı vezirle arkadaşlık bağı kurmuştu ve onu kurtarmıştı, vezir yaralanarak Ayvalığa geçince İkonomos yaralarını tedavi edip onu iyileştirmişti. Bu hikâye masal gibidir ve bunu başka sefere bırakıyorum.

         Moskonisyalılar namlı denizcilerdi ve Romanya’ya birçok seyahatler yaptılar ve zenginleştiler. Moskonisya’da kayıkları, gemileri oldu, usta gemi marangozlarıydı, yabancı tersanelerde çalıştılar, Midilli, Sira, İstanbul ve Karadeniz’in bakir taraflarında.
***

                Anadolu ile Midilli arasında, yarımadanın önüne saçılmış adaları otuza kadar sayarlar. Strabon aşağı yukarı yirmi diyor, çünkü çok küçüklerini ada olarak saymıyor, Timostenis kırka kadar çıkar.

         Önceden de dediğim gibi bu adalara arkaik dönemin insanları Hekatonnesos demişler, yani Apollonnesos (Apollon adaları). <<Ekatonisa isin, ion Apollonisa, Ekatos gar Apollon>>. “Ekatos adaları Apollon adalarıdır, çünkü Ekatos Apollon’dur”. Bugün Moskonisya deniyor, bu ad belki de, kim bilir, ne zaman buralarda yaşadığı bilinmeyen bir Moskof korsanın isminden geliyordur.

         Önceden anlattığımız gibi adaların en büyüğü Moskonisi’dir (Cunda), yarımada ile kara arasına girer ve Ayvalık boğazını(iç denizi) kapatır. Böylesi bir kara deniz şekillenmesi başka bir yerde bulunmaz. Kuzeydeki deniz Edremit körfezine bakan şu adalar vardır:


İkiz kayalar –Balık ada, Kutu ada (Daskalio)

 
1) K r o m i d o n i s i  (Dolap, soğan ya da Lale adası), Moskonisi’ye yapışıktır. Bu ada Moskonisi ile ana karanın deniz altından bağlı olduğunu insanın gözüne çarpar. Bir tarafından Moskonisi’den Dolap dediğimiz ırmak kadar dar geçitle ayrılır, arabaları, develeri karşıdan karşıya geçirmek isteyen insanlar, peramatarya dedikleri bir salın üstüne çıkarlar ve geçerler. Kromidonisi diğer tarafından kara ile beş yüz metre kadar uzunlukta bir rıhtımla birleşmiştir, 1817 de inşa ettiler ve buna Köprü deniyor. 2) D a s k a l i o  (Balık adası), Kromidonisi’nin açığında, kaplumbağa gibi. Üzerinde duvar kalıntıları bulunuyor, karşısındaki kara parçasında da bulunduğu gibi eski su kemerinin son demlerini yaşayan kalıntılarıdır.

3) K o k i n o n i s i  4) S e f e r i  (Hasır adası), tümü toprak, Moskonisi köyünün kuzey tarafındaki denizde.  5) K o d o n a s,  ya da K o n d u, taşlık. 6) K o p a n o s (Kalemli), Hasır adanın doğusunda, ayaklanmadan önce Psaralılardan satın alınmış, savaş durmadan önce. 7) K a l a m o s, çok küçük, adalılar günahına girdiklerinin kemiklerini atıyorlardı. 8) P e t r u s i  9) S k l a v o n i s i,  P e t r u s i gibi taşlık. 10) G ü m ü ş l ü  ya da A s i m o n i s i, karaya çok yakın, yakınındaki karada zeytin ağaçları filizlenip yayılmış, üzerinde arkaik dönemden bir kentin var olduğu görülüyor, çünkü insan eliyle yapılmış şeyler bulundu, mermer yontular, seramikler, testiler. Benim düşünceme göre, bütün bu yörede Pitaniler yaşamıştı, çünkü adayı kaplayan iki liman görülüyor. Strabon buradaki adaya Eleusa dediklerini yazıyor, yani bu zeytin ağaçları bitmiş demektir, bunun için ben o adanın Gümüşlü olduğundan eminim. Bu adanın çevresini iki saatte dönersin. Meletios yazıyor: “Pitani (Çandarlı), Edremit’le Kaykos çayı arasındadır, harabeler ve eski kale kalıntılarıdır, eskiden iki limanı vardı” Yakınından Evinos çayı akıyor, Türkçede Karadirek suyu ya da Fleneli çayı deniyor. Az ötesinde bir su kemeri bulunuyordu ve tuğla duvarların denizde yüzdüğünü söylüyorlardı. Böyle bir şey inanılmaz görünüyor, ama bunu bilginler yazdıktan sonra inanmak gerekir, belki de sünger taşından yapılma çok yüksek içi oyuk tuğla gibi bir şeydi, Antemios’un Aya Sofya’nın kubbesini yaptığı gibi. 11) A y o s  Y o r g i s, m o z a i k l i manastır. Kilise tabanına mozaik döşenmişti, değişik şekiller tasvir ediliyordu, 1868 de bir Fransız gemisi onu çaldı. 12) A y o s   N i k o l a s, küçümencik, büyük adanın(Cunda) koyu içine sokulmuş. 13) U l y a (Kız adası), Arkaik İoulıa.

         Batıya doğru da şu adalar bulunuyor:

1) Y i m n o, (aynı anlamda Çıplak ada deniyor), tarım ürünleri ambarı, toprağında buğday ekiliyordu ve üzerinde otuz kadar kulübe vardı. Ceneviz kalıntıları bulunuyor ve tepesinde küçük bir kale vardı. Sarımsak karşısındadır. Çıplak Moskonisya’dan daha güneyde bulunmaktadır. 2)P e r a  M o s h o s  (Kılavuz, Pınar adası veya Mosko da deniyor), büyük adanın (Cunda) hemen bitişiğindedir. Kayalıkların arasında bir su kaynağı bulunuyor, kayaların üzerine kazılmış, Fransız denizcilerden kalma bazı isimler vardır. 3) A n g i s t r i, kayalık. 4) L i a (Poyraz, İncirli ya da Yellice deniyor), çer çöplük ve çok çorak 5) K a l a m o s (Kara ada, Kamış, ya da Kalamos deniyor)  6) K a l a m a k i  7) P l a t i  8) Y a l o n i s i  9) P e l a g o n i s i. Bu üçüne Pulakya deniyordu. 10) L i o s ( Güneş adası ya da İlyosta deniyor), toprağı az kayalık bir ada, Dalyandan üç mil açıkta, Midilli suları oradan başlıyor. Resiflerle çevrilmiştir, üzerinde bir fener vardır. Deniz çarşafken bir kere üstüne gittiğimi ve otuz kulaç dibi gördüğümü hatırlıyorum, mercanlar berrak suda bir kulaçta gibi görünüyordu ve yosun ormanı sanki havada yüzüyordu ve balıklar kuşlar gibi uçuyor dersin! Ada derin yardan kapkara bir sütun gibi yükseliyordu. Bir yığın resif sandalın karinasından bir kulaç altta kafasını kaldırmış sana bakıyordu, insan gördüğünde ürperir. 11) N i s o p u l a (Küçük İlyosta), Lios’un filikası. 12) P i r g o s (Maden adası), Arkaik kent Poroselini, büyük adanın kuzeybatı tarafında bir zamanlar sular çekilmiş ve bu adayı dar bir kanal büyük adadan ayırmış, buraya perasma (geçit) deniyor, biri atla bir adadan diğerine geçebilir. Pirgos arkaik dönemde Poroselini kentiydi. 13) A d ı a b a t o z, çok küçük bir adacık, iyi bir resif, Pirgos’a yakın. Ve daha başka küçük taşlıklar.

         Arkaik dönemde, Ayvalık boğazı ıssız, insanoğlunun yaşamadığı bir yerdi,  bugünkü Ayvalığın yerinde ne eski bir temel, ne çanak çömlek ne de insan yapımı başka bir şey bulundu. Öyle görülüyor ki bu bölgede yerleşilmemişti, zaten göl gibi kapalı bir koydu. Bazı bilginler Heraklia denen bir arkaik kentin varlığından bahsediyorlar. Kentin kurulduğunu dedikleri yerde, Dalyanın yakınlarında, temeller, çanak çömlek gibi şeyler daha bulunmadan önce, ben bunu arkaik devrin kentlerini gösteren bir İngiliz haritasında görmüştüm.

         Arkaik devirdeki insanlar, öyle görünüyor ki yarımadaya Pirra akra (akra kızılcık demek) demişler, zira bugün de tavşankulaklarının altında uzanan kızılımsı topraklı sahile Kokino (Kırmızı)deniyor, yani kırmızı topraklar. Tarihçi Strabon, Edremit körfezine büyük Çeşme yarımadası ve Lekton (Baba burnu) tarafından kucaklanan deniz dediklerini söyler. Daha sonra da Edremit körfezinin, Lekton burnu ile Pirra akra burnu arasındaki yeri kapladığını anlatır.

Ayvalıklı kaptan                                                     Ayvalıklı genç

         Kuzeye doğru meşhur Kaz Dağı bulunuyor, eski İda, Strabon ona kırkayak diyor, çünkü bu dağın bir kırkayağı andıran çok tepeli yamaçları vardır. Edremit körfezinin oluştuğu köşeden yemyeşil bir ova uzanır, içi gürül gürül akan şelalelerle doludur, bu ova eskilerin Pedion Tivis diye yazdıkları ovadır ve ötesinde Truva savaşından önce kurulmuş çok zengin şehirler bulunur; Tivi, Lirnisos, Kila, Hrisa. Ahilleas, Midilli ve Tenetos’u (Gökçe ada) yerle bir ettikten sonra bu şehirleri kuşattı ve yağmaladı. Strabon daha hayattayken, Ahilleas’ın Hrisa yakınında yaptığı bazı tahkimatların hâlâ kaldığını yazıyor. Yunanlılar birçok yağma kaptılar, bunlar arasında Hetona krallığının meşhur atı vardı, Ahilleas’ın aldığı ve sonra adamlarına şarkı söylerken çadırında çaldığı gümüşten bir lîr ile Patroklos’u gömdükleri zaman zaferlerinin ödülü olarak mezarına koyduğu o zamanlar için paha biçilmez bir şey olan demirden bir bilye de vardı. Ama daha değerli kazançları köle aldıkları güzel kadınlar oldu ve aralarında paylaştılar, iki çok güzel prenses için, Hrisida ve Brisida,  Aşil ile Agamemnon çarpıştı, bir görüşle, bu delikanlılar aslında kana susamış katı yürekli eşkıyalardı, ama koca Timiros şarkılarıyla onları hoş gösterdi.  Ermis’in çok eski zamanlardan beri Lirnisso’da sakladığını söyledikleri lîrini de yağmaladılar.

         En eski şehirlerden biri de Paleskipsis idi, yükseğe kurulmuştu, İda dağının tepesine. Burada filozof Aristo’nun Kütüphanesi saklıydı, onu dünyanın en birinci kütüphanesi yaptı ve öyle de kaldı, hem de sıraya giren Mısır firavunlarına ders verdi. Aristo kütüphaneyi Teofrasto’nun öğrencisine bıraktı ve o da yine Nileas’a verdi, Nielas Skipsiliydi ve kütüphaneyi aldı köyüne götürdü, bütün okumamış cahil insanlara dağıttı, bunları duyan Bergama kralları bu kütüphaneyi yeniden meşhur kılmak için kitapları aradılar, kitapları alanlar ellerinden gitmesinden korkarak yeri kazıp onları gömdü. Çok sene sonra, küflenmiş kitapları bulup topraktan çıkardılar ve Teo’dan biri olan Apellikondas’a çok paraya sattılar, o da kitapları alıp Atina’ya götürdü, zira Strabon’un yazdığı gibi: <<kitap seven elbette filozof olur>>, toprakta kalarak çürümüş ne kadar sayfa varsa tamamlatmak için tekrar yazdırdı, fakat iyi tamamlayamadılar. Apellikondas öldüğü zaman Atina’yı yağmalayan Sillas (Roma konsülü Sulla) onları da yağmaladı ve Roma’ya götürdü. Sonra başka bir konsül ve bazı kitapçılar kitapları yazıcılara verdiler ve çoğalttılar, sonra da dünyaya yaydılar. Bu hikâyeyi Strabon yazıyor.

         Diğer bir arkaik dönem şehri de Astira idi, ama kimse nerede olduğunu bilmiyordu, tarihçi Meletos’un bütün yazdığı şu: <<Astira diye bir kent asla olmadı, burası Edremit’in uzağında ve Moskonisya adalarının ve Kidonya şehrinin karşısındaki Astiron’un yakınında derin bir göldü>>.

         Ayvalığın bütün çevresinde arkaik dönemden sadece bir kente ait bazı işaretler bulundu. Bu kente Poroselini dediler ve yukarda anlattığımız gibi Pirgos denen adanın(Maden Adası) üzerinde kurulmuştu. Birçok bilgin eski kitaplarda onu Pordoselini diye yazdılar, Aristo, Skilakas ve Stefanos. Tarihçi Strabon Pordoselini adı utanç verici bir anlam taşıdığından dolayı bundan kaçınarak birçoklarının Poroselini dediğini yazıyor. << İsmine kara çalmamak için Poroselini demeye karar verdiler>>. Aylianos, Plinios, Protomeos ve diğerleri Poroselini diye yazdılar. Onun sözlerinden çıktığına göre Strabon’un yıllarında henüz yıkılmadığı anlaşılıyor: <<Pordoselini de üstelik onun yanındadır, o da eş isme sahip şehirdi>>. Fakat gezgin Pavsanias, o devre yetişiyor ve bir hikaye duyduğunu yazıyor ve çok garipti, diyor. Sonra da şöyle anlatıyor: Poroselini de bir çocuk at gibi evcil bir yunusa bindi ve istediği yere gitti, sanki yunusa gem vurmuş derdin, bazı balıkçılar onu yaraladığı için çocuk üstündeyken öldürmelerine engel oluyordu, yunus hayatını çocuğa borçlu olduğunu anladı ve nereye giderse çocukla gitti.

                Demek ki bölgede bir zamanlar kurulmuş bir kent, Poroselini kenti vardı, bazı eski temeller, seramikler, küpler ve az da para buldular. Bir mermerde yazıyordu: <<Avamo ve Manismo Getasios’un kız evlatlarıdır>> Metal paraların birinin üzerinde Asklipıos, birinde Atina, başkalarında Tihi, İgia, bir yılan,   bir üç ayaklı, bir küçük çengel tasvirleri vardı.

         Bugünkü Moskonisya’da, yani büyük adada da bana göre arkaik dönemlerde bir kent kurulmuştu, Dolap’a yakın, çünkü biraz ötesinde kalıntılar bulundu, sütunlar, mezarlar, testiler ve kale temelleri. Ada ve şehre beraberce Nasos (ada) diyorlardı, bugün de yerliler ve Ayvalıklıların ada dediği gibi. Strabon Moskonisya için şu sözleri yazıyor: <<Pordoselini de bunların yakınındadır, çok eş isimli şehir vardı ve bu kentlerden önce daha büyük başkaları da vardı ve o eş isimli şehir yıkıldı, Apollonun kutsal yeriydi.>>

         Nasos’dan meşhur adamlar çıkmıştı, Alkivios, Kitarados ve başka bir heykeltıraş Alkivios. Mücadelelerini şimdi Seferi (Hasır ada) denen adacıkta yaptılar, kumdan bir dil, sanırsın suda yüzüyor.

         Bu yere Misia diyorlardı, sonra da Eyolida dediler. Oturan ilk kavim Pelasgoslardı (Lelegler) ve onlara bu ismi vermişlerdi, çünkü vahşi insanlardı ve lehçeleri leyleklere benziyordu, kavimlerine takılan ad eski dilde leylek demekti. Fakat bunlardan önce Finikeliler de bu taraflarda birçok kentler kurmuşlardı.

         Dolap adasından Cunda’ya insan ve hayvan geçiren bir şat


                Adanın üstünde bir su damarı olduğunu söylediklerini duydum ve bir yerde kaynayan suyun içinde çınar yapraklarının yüzdüğünü görmüşlerdi, bundan şu anlamı çıkardılar; su karşıdaki Kaz dağından geliyordu, denizin tabanının altından geçip geliyordu, çünkü o dağda çınar çoktu.

         Bu taraflarda ovalara inen vahşi hayvanlara gelince, çok defalar denize kadar iniyorlardı, Ayvalık dışında bir leopar öldürdüklerini hatırlıyorum, zeytinlikler içinde vurdular ve postunu konağa astılar, epeyce at yemişti, onu bir adam öldürdü.

         Bir Ayvalıklı hacı olmak için yaya olarak Yeruşalem’e gitmişti. Eline sadece bir baston aldı ve çekip gitti, yolu üzerinde köylerde ne iş bulduysa çalıştı, Aziz mezarlarına böyle vardı. Ayvalık’a dönünce bastonunu ikonaların yanına astı ve geçtiği memleketleri bir bir kahvede anlattı, Bodruma kadar, en çok Antalya’ya kadar Ayvalık’ı biliyorlardı ama daha ötede, bana İzmirli, İstanbullu demeye başlıyorlardı, demişti.  

 

 

 

 

 

 

 

1 yorum:

  1. Merhaba, Dikili'de kız mesleğin karşısında, 1939 depreminde yıkılmış kilise ile ilgili bir malumatınız var mı acaba?

    YanıtlaSil