İLİAS VENEZİS
DİNGİNLİK
r o m a n
İlk baskı: 1939
Çeviri: 2005/0tuz dokuzuncu Yunanca baskısından
çeviren: Attila Aker
Ö N S Ö Z
Anamız Ege’de muhakkak ki bu sene de meltem rüzgarları esecek. Bu onun havasıdır. Her zaman olduğu gibi, dalgalar adaların çıplak kayalarını dövecek ve mehtapsız gecelerde köpüklerini yıldızlarla taçlandıracak. Ege’mizin her adası bize kollarını açmış bir kucaktır. Bize derinliklerinde Ege’nin tanrısallaşmış arkaik denizcilerinin yattığını söylüyorlar. Bu yaz gecelerinden birinde uyanacaklar ve yüzeye çıkacaklar. Şimdi o zamandır. Sahile kadar gelecekler ve Yunanistan’dan yeni haberler varsa, çilekeş yaşlı zeytin ağaçlarından öğrenecekler, -Azize Meryem için ve İsa için. Yapraklar yanıt için hafiften sallanacak. “Hayır. Henüz yok bir şey.” “Acaba yaşayacaklar mı?” Denizin kutsanmış çilekeşleri yine soracak. Şüphesi olmayan zeytinler de onların yüreğine su serpecek. “O! Nasıl olur da ölebilirler?”
Atina, 25 Temmuz 1943 İlias Venezis
BİRİNCİ BÖLÜM
B İ R İ N C İ K I S I M
“Anadolu’dan sürülmüş bir kısım göçmen 1923 yazında Anavisos’un ıssız topraklarında yeni vatanlarını arıyor.”
BU ÖYKÜ 1923 ün temmuz ayında başlıyor. Anavisos; Saronikos körfezinde (*), tarihi Sunios Tapınağına yaklaşık on mil uzaklıkta, o zamanlar ıssız bir kıyı bölgesiydi. Hiçbir devlet yolu o bölgeye uğramamıştı. Bütün yollar, bu kuş uçmaz kervan geçmez topraklara set çeken küçük tepelerin arkasından geçer giderdi, bu yerlerden geçen bir yaya oralarda tek bir ağaç göremezdi. Sadece bodur sakız ağaçları, hasır otları, çalılar ve kum vardı. Asırlardan beri insan eli bu topraklara değmemiştir, kum yağmur ve güneş hep birlikte, insan teri olmadan, bu toprağı işlemiştir. Tepeler denize doğru alçalırken onu kuşatır ve sahile inen dar bir geçit bırakarak doğal bir koy oluşturur. Çakallar, tavşanlar ve yaban arıları bu vadiden ufuktaki Pelopones, Egina ve İdra'nın mavi gölgelerine bakıp bu uzak yerler için aralarında kim bilir neler fısıldaşıyorlardır.
(*) Saronikos Körfezi, Yunanistan’ın Attiki ile Pelopones(Mora) yarım adaları arasında, Egina, Poros, Salamina ve daha birçok küçük adayı içinde barındıran büyük bir körfezdir. Ege’ye açılırken kuzey burnunda tarihi Sounıos Tapınağı harabeleri bulunur. Güney ucunun hemen açığında İdra Adası vardır. Körfezden çıkınca karşınıza Kiklad Takımadaları çıkar. Anavisos bu körfezin kuzeyindeki Attiki Yarımadasının eteklerinde küçük bir koydur. 1923 yılına kadar ıssız bir yöre iken Foça’dan gelen mübadil göçmenlerle yerleşim alanı olmuş ve geçen yıllarda gelişmiştir. Bugün Atina’dan belediye otobüsleriyle de ulaşılabilen ve denizinin güzelliğiyle halkın yazları tercih ettiği bir yerdir. Yazlık evleriyle, yerli halkıyla, balıkçı lokantalarıyla, plajlarıyla küçük modern bir kasaba ortaya çıkmıştır. Bugün elbette romanda anlatılan yerleri göremezsiniz. Kitabın arkasına koyduğum fotoğraflar, Anavisos’un romanda anlatılan ilk yerleşim zamanlarını yansıtır. Köyün tuzlaları, ahşap iskelesi, toprak patika yolları görünmektedir. O fotoğrafları yaptığım gezide eski Foçalı göçmenlerin torununun sahibi olduğu bir balıkçı lokantasının duvarlarında buldum. Attila Aker.
Sadece bir patika yol tepelerin ardındaki yaya bir yolcuyu Anavisos sahiline getirebilirdi. Patika, bu ıssızlıkta biricik insan izi olan tuzlalarda biterdi. Toprak çok killidir, ardı ardına uzayıp giden tepeler hava akımları yapar ve bulutları çeker, tuz “evleklerde” kolayca kurur ve sonra tuzlalarda suskunluğun hazin anıtları beyaz piramitler yükselirdi.
Tepelerin gerisinde yaşayan köylüler, bağlara rahmet düşmediği zorlu yıllarda, yaşamak için ailece patika yolu tutup tuzlalarda çalışmaya giderlerdi. Kimileri yolunu bulurdu, kimileri daha aç yörelerden gelenlerden sıra bulamazdı, bir kısmı da küçük ovanın çamurlu sularının getirdiği sıtma ateşine dayanamazdı. Bu kuşak böyle geçecek, sonra diğer kuşak gelecek ve onlar da gidince yenileri gelecek, bu böylece devam edecek, kıtlık zamanlarında atalarının adımlarını izleyerek aynı patikadan yürüyüp denize varacaklar. Bu patika böyle oldu, aç insanların sağlam eseri.
1923 YILI temmuz ayıydı, Saronikos’da her zaman bu mevsimde olduğu gibi, havada en hafif esinti yoktu. Anavisos’un çıplak tepelerinden birinde yarı çıplak iki adam toprağı kazıyordu. Alınlarından ter boşanıyordu. Aşağıda deniz güneşten ışıl ışıl parlıyordu, hava ağır ve pusluydu. Tuzlanın evleklerinde tutulan su öylesine durgundu ki yerin ve zamanın durumunu tek başına pek güzel yansıtıyordu.
-Yoruldum, diyor toprağı kazan iki adamdan biri. Bu ne sıcak!...
Diğeri de kazmayı bırakıyor.
-Ben de, Vasili, bunaldım artık. Nereye varacak bu?
-Sabredeceğiz, diyor birinci adam. Şansımız varsa kurtulduk demektir!
-A, şansımız varsa! Diğerleri aşağıda ekmeğini çıkarırken biz açlıktan öleceğiz demek!
Ve aşağıdaki durağan, donuk tuzlayı işaret etti.
-Ben diyorum ki, dedi yine aynı kişi, biz de oraya inelim. Burada çok yoruldum!
Ama diğeri pes etmek istemiyordu.
-Bir aydır kazıyoruz, bırakıp çekilelim mi, hayret bir şey! Hakikaten olamazdı: “P r a s i n o s bize bu civarda dedi, heykel mutlaka bulunmalı” Sonra, bulunduğu zaman, e… o zaman…
Düşüncesini tamamlamadı, çünkü aynı konuyu defalarca konuşmuşlardı.
-Sen güveniyor musun ona, dedi adam. Karşılığını sana nasıl ödeyecek, ha? Hatırlasana, üç sene önce buldukları kızla neler olmuştu…
Evet, üç sene önce neler olduğunu o da hatırlıyordu. Diğer köylüler bulmuştu onu, kapalı göz kapaklarıyla ne harikulade bir kızdı, üç bin yıl öncesinin dünyasından bu güne kadar korunmuş bir sevecenlik. P r a s i n o s bir hiç karşılığında heykeli birisi için köylülerden almıştı. Ama o olmasaydı, bölgenin yetkili makamına yine bir hiçe teslim edeceklerdi. Tarihi eser kaçakçısının Amerika’ya seyahat eden kızı satıştan ne muazzam bir para aldığını çok sonra gazetelerden öğrendiler.
Bunları konuşurlarken, adamlardan biri uzaklara bakarken gördüğü bir toz bulutuna dikkat ediyor, bulut patikanın tepelere değdiği uzak noktasından kalkıyordu.
-Baksana! Diyor, şaşkınlık içinde. Ne olabilir ki?
-Keçi sürüsüdür! Başka ne olacak?
Fakat öbür adam buna katılmadı.
-Bu zamanda patikada sürü olmaz. İnsanlar olacak.
-Burada insan mı? Hem de bu kadar çok! Tuzlalarda bunca el varken mi? Ne yapsınlar orada?
-Ama bak! Bak!
Ellerini güneşe siper edip bakıyorlar. Büyük bulut göğe yükseliyor ve gittikçe yaklaşıyordu. Sanki, korku ve korunma güdüsüyle, tepelerin geçit verdiği yerden sızarak güvenli bir deliğe usulca girmeye çalışan canlı bir yaratık gibi, emin hayvan içgüdüsüyle, bölgenin tek dostluğa çıkış kapısına, denize doğru, ilerliyordu.
-Sanırsın ordu! Dedi köylü, şimdi daha fazla şaşırmıştı. Fakat hayır! Biraz sonra düzeltti. Kadınlar ve çocuklar görüyorum.
Korkulu gözlerle baktılar. Issız Anavisos’da bu kadar halk, kadın çoluk çocuk ne arar! Acaba bir yeri deprem mi vurdu da köyleri yıkıldı ve insanlar umutsuzca denize varmak için kendilerini patikaya attılar, ne dersin?
-Çabuk inelim, bakalım nedir!
-İnelim.
UZUN TÖREN ALAYI gittikçe yaklaşıyor. Bulut ya da toz ağır atmosfer içinde daha fazla uzuyor. Bu halkın sahip olduğu uyum yeteneğiyle, yavaş yavaş atmosfere ayak uyduruyor, ona bağlanıyor ve içinde kayboluyordu. Lakin bulutun altındaki uyum öyle kolay değildi. Bir sürü kadın, çocuk ve yaşlı güneşe yakalanmaktan, yoksunluktan ve yol yorgunluğundan inliyordu. Su gibi boşanan terleri tozla yoğrulup çamur olarak suratlarından akıyordu. Aralarında gençler azdı. Sürüdekilerin çoğu yalınayak yürüyordu. Herkesin omzunda bir yük vardı, dolu bir çuval ya da denk.
-Ah! Bizi nereye gönderiyorlar, yaşamak için! Nereye gönderiyorlar! Bir kadın yüksek sesle sızlanıyordu. Çöl burası! Çöl!
Ardından diğer kadınlar da, biri bırakıp diğeri alarak dövünmeye başladı ve kötü kaderlerine beddua ettiler.
-Bu vahşi topraklarda öleceğiz! Öleceğiz, biz de, çocuklarımız da! Öleceğiz!
Kocaları ve yaşlılar paniği önlemek için çaba gösteriyordu. Her biri yanındaki kadını veya karısını ya da anasını sakinleştirmeye uğraşıyordu. Fakat umutsuzluk ağır havanın içine akıyordu, çiçektozu gibi üretken güç.
-Hiçbir şey!...Dövünüyorlardı. Hiçbir şey artık bizi kurtaramayacak! Burada kalacağız!...
Tek bir ağaç için yalvarıyorlardı. Gölgesi altında uzanacakları bir ağaç olsaydı. Fakat küçük ovanın biteviye düzlüğü içinde yukarı dikili duran tek bir çizgi görünmüyordu. Ova, güneş ışınlarının üstlerinde titreştiği bodur sakız ağaçlarından kararmıştı.
Bu zor anda bir de susuzluk azabı geldi. Yol üzerindeki son yerleşim yeri Kaliviya’dan hareket ettikleri zaman, onlara patikanın yukarısında iki kuyu bulacaklarını söylemişlerdi. Sonra, denize yaklaştıklarında başka bir tane daha bulacaklardı. İlkini buldular, susuzluklarını biraz giderdiler ve diğerine gittiler. Beklenti korkunç susuzluğu yatıştırıyordu, zira bir beklenti vardı, kalplerini bu ışık biraz sakinleştiriyordu. Öncüler kuyuya vardıklarında haber ulaştı:
-Kuru! Kuyu kurumuş!
O zaman, güçsüz bedenler kaderleriyle vuruldular, hepsi birden yere yığıldı ve kanayan ayakların kaldırdığı toz bulutu da üstlerinde durdu. Bu sarı örtünün içinden derin bir inilti geçti ve Tanrıya yükselmeye çalıştı.
-Ne suçumuz vardı! Bağırıyorlardı. Ne suçumuz vardı!
Haykırıyorlardı. Sonra yavaş yavaş sesler zayıf bir iniltiye dönüştü.
O anda önden gitmiş şimdi geri dönen bir arkadaşlarının ayak sesleri duyuldu, heyecanla sesleniyordu:
-Kalkın! Kalkın! Deniz!
Deniz! Neredeydi deniz! Yerde yığılıp kalan kalabalık aniden dalgalanmaya başladı. Sıcak görüntü onu çalkaladı ve sonra içinde sözcükleri de olan tarif edilmez bir güçle aniden harekete geçirdi.
-Kalkın! Kalkın! Adamlar bağırıyordu. Ha gayret! Denize varıyoruz!
Üstlerine alçalmış bulut yine yelken oldu ve onlarla harekete geçti, gökyüzü gemisi. Kalabalık aşağı doğru akıyordu, küçük bir tepeyi döndü ve o anda daha yakıcı daha vahşi bir erkek sesi tozun içinden gürlemeye başladı:
-Tuz! Tuz! Bakın aşağıya!
Tuzlanın beyaz piramitleri, hareketsiz ve ifadesiz anıtlar, boşluğun sessizliğiyle ve ışıkla oyun oynuyordu. Hiçbir şey daha durağan daha ifadesiz olamazdı bu çorak arazide. Lakin bu insanlar için tuz kolonları birden ortaya çıkan bir mucize olmuştu, ötedeki uzak vatana doğru dalgaların ve dağların üzerinde yüzüyorlar, gittikleri orada aynı sütunlar parlıyordu, buradaki aynıları gibi.
Belleklerin ve kalplerin ani kıpırdanışıydı, ata toprağından bir uzak haber.
-Hepimizi kutsa! Tanrıya sesleniyorlardı. Hiç olmazsa oradakini, -tuzu gösteriyorlar.
Bu olan bitenlerin üzerine, tepeden inen iki köylünün yaklaşarak geldiği görüldü.
-Hey, sizler! Durun biraz! Sürüye seslendiler.
İnsanlar yaklaşan adamları görerek birdenbire durdu.
-Nereye gidiyorsunuz?
-Anavisos değil mi burası? Karşılık verdi bir ses. Buraya geliyoruz!
-Kimsiniz siz?
- Göçmeniz.
-Bu taraflarda ne arıyorsunuz?
-Bize bu toprağı verdiler! Kalabalıktan bir ses cevap verdi. Buraya yerleşeceğiz!
-Ne toprağı! Hangi toprak? Köylüler çok şaşırmıştı. Burada sadece sakız ağaçları biter.
Ve sonra:
-Ölürsünüz, diyor içlerindeki biri onlara. Sizle beraber çocuklarınız da! Şayet buraya yerleşmeye geldiğiniz doğruysa öleceksiniz!
Ama kalabalık, şimdi tuzun hayaliyle canlanmış, topladığı güçle aşağı doğru akıyordu.
İki köylü durdu ve hızla aşağı inen bu geçit törenine hayretle bakakaldı.
-Şimdi ne olacak? Diye sordu kalabalıkla konuşan adam, diğeri de şaşkınlığı üzerinden atmaya başlamıştı. Şimdi?...
-Kalıcı mı diyorsun?
-Görmedin mi onları, sence başka umutları var görünüyor mu? Kalacaklar!
O zaman, her şeyi kesinlikle, birden apaçık görmeye başladılar: Göçmenler şayet toprağa konarlarsa, bütün bu gizli işleri, tarihi mezar kazıları, gizliliğini kaybedecekti.
-Vay soysuzlar! Lanet okudu birisi. Eminim, kazdığımız yeri de alırlar. Ya tesadüfen niyetimizi öğrenirlerse! Kazıyı bırakıp beklemeliyiz, bizi ele vermesinler. Ve ümit edelim ki…
-Tez bildirmeliyiz b u n u ! Dedi biri. Bu akşam gideceğiz!
İ K İ N C İ K I S I M
“İki yapayalnız insan: Bir kadın, bir adam.”
MÜBADİL GÖÇMENLER deniz kıyısına vardıklarında sonunda birkaç çam ağacı buldular. Yörenin kısır doğası onları aşağı itmişti ve tepeleri güneyden kapatan küçük dağın yamaçlarından denize doğru inerek filizlenip kök salmışlardı. Bir kuyuda tatlı su da buldular. Susuzluklarını giderdiler, sonra gövdelerini çamın gölgesine attılar ve yavaş yavaş susuncaya kadar saatlerce inlediler. Çevreye akşamın dinginliği yayılıyordu. Dağlar keskin çizgilerini alıyor ve deniz sakindi. Uzaklarda açık denizde küçük bir ada su yüzüne çıkmıştı.
-Adı ne acaba? Biri soruyor.
-Adını ne yapacaksın… Diyor öteki, sıkıntıyla. Öleceğimiz bu topraklar gibi çorak bir yer olsa.
Bir kadın kalbi sıkışarak adamı onaylar gibi başını salladı. Ama o ana kadar suskun oturan bir ihtiyar, belli ki hayat tecrübesiyle, onlara çıkıştı:
-O, böyle kasvetli laflar etme oğlum! Göreceksin topraktan suyu da ürünü de çıkaracağız…
Sürüden iki kişi benzer duygularla ve temmuzun bu akşamında acılarını dindirmek için konuşarak bir yol bulmaya bakıyordu. Diğerlerinden biraz ayrılarak denize daha yakın bir ağacın altına çekilmişlerdi.
Adam altmış yaşlarında olacaktı. Çelimsiz vücuda, iri mavi gözlerle bembeyaz bir kafa oturmuştu. Kadın çok gençti, şüphesiz ki kızı olacak yaştaydı. Alacakaranlıkta ve haşin ortamda, yorgunluktan yüzü solgun ışık gibiydi. Ağacın gövdesine dayanıp gözlerini engine dikmişti, ağaç ve kadın sanki üzerlerine sıçramak için fırsat kollayan karanlık bir düşmanı pusuda bekler gibiydi.
-Adaya mı bakıyorsun, İrini? Adam sohbeti açmak için korkarak sordu.
Kadının kılı kıpırdamadı. Uzaklara bakmaya devam ediyordu.
-İdra olmalı, dedi adam. Onun arkasında da Pelopones var.
Hemen devamında:
-Bu ada İdra olamaz. Diyor ve:
Bir cevap, bir sözcük bekliyor.
-Boğazın gerisindeki zirve Egina olacak, diyerek konuşmayı tek başına devam ettiriyor. Görüyorsun, dönüp dolaşıyoruz, bu sular bizi çekiyor.
Büyük Dünya Savaşında halk yine yerlerinden kovulunca Egina’ya sığınmışlardı. Birkaç sene sonra, kısa zamanda tekrar, ama bu sefer son olarak, yine vatanlarından uzak karşı kıyıyı boylayacaklarını kim bilirdi.
-Bizi bu sular çekiyor…, dedi yine Doktor Dimitris Venis.
Kadın susmayı sürdürüyordu.
-Ama biraz konuş canım!
Ve sonra sesini alçaltarak:
-Çok mu acı çekiyorsun? Diye soruyor.
-Rica ederim Dimitri, bana acı çektirme…, diyor kadın ve sonunda gözlerini adama çeviriyor.
-Ama belki, bir şeye ihtiyacın vardır, ondan soruyorum İrini. Yoksa biraz uzanmak mı istiyorsun? Ben ilgilenirim.
-O, tabii! Sen ilgileneceksin!...Sen her şeyle ilgilenirsin!...
Kadının solgun yüzünde öfke ve bıkkınlık vardı.
-Ama haksızlık etmiyor musun? Adam onu sakinleştirmek için çaba gösteriyordu. Görüyorsun artık şehirde yaşayamayacağız…
Bu topraklara yabancı ve ünsüz bir doktor, konuşuyor, yeryüzünde kalan son insandan daha savunmasızdır. Açlıktan ölecek olsalar da onurlarıyla olacaktı…
-Ben de kaderim için tam bunu diyecektim! Buraya onurumla açlıktan ölmeye geldim…diyor kadın.
-Böyle deme! Diyerek üzüntüsünü belirtti Venis. Göreceksin burada hayatımız değişecek. Memleketimizin insanlarıyla birlikte yaşayacağız, onlara yardım edeceğiz ve onlar da bizi yalnız bırakmayacak. Adam öte yandan, biraz çekinerek ekledi, bu... burada küçük bir amaç da var…
Kadın aniden döndü ve adama sertçe baktı.
-O, daha neler, küçük amaçların var demek! Bıktım artık bunları duymaktan, evine geldiğim günden beri aynı laflar! Bıktım!
Dimitris Venis uysal tavrıyla kadını mantıklı olmaya yöneltmek için gayretini arttırıyordu. Başka türlü yapamadığı için adamın ne suçu vardı, mutsuzluklarından neden o suçlu olsundu?
-Mübadele yapıldı, sürgünüz biz. Benim ne suçum var? Kadına böyle diyordu.
Gece tepelere ve denize yavaşça inmeye başlamıştı. Ağaçların altına yayılmış insan sürüsünden çıkan sesler çoğalmaya başlamıştı. Herkes gece uykusuna hazırlanıyordu. Sağda solda ateşler yakılıyordu.
-Su bakmaya gideceğim, dedi doktor.
Torbalarından küçük bir testi aldı ve kuyuya gitti. Döndüğü zaman karısını ağacın orda göremedi. Yavaşça seslendi, acaba yakındaki bir ağacın altında mıydı?
-İrini! İrini!
-Buraya gelmedi doktor, karşıdan bir ses cevap verdi. Denize doğru gitti.
-Sonra yine aynı ses:
-Yardıma ihtiyacın var mı?
Hayır, bir şey istemiyordu. Zaten herkes kendi derdindeydi.
Etrafta yakılan ateşlere baktı.
“Biz de mi ateş yaksak? Diye düşündü Venis. Şüphesiz ki geceler rutubetli olacaktı.”
Ama karısının dönmesini bekledi.
“Daha ne olsun bu ıssız yerde…, kendi kendine böyle konuştu. Haşin ortam, ama kim suçlu?”
Yaklaşan ayak seslerini tanıdı.
-Sen misin?
-Benim.
-Gel, su getirdim. Bir şeyler yiyebiliriz, neyimiz varsa. Ateş yakalım, ister misin?
-Bir şey istemiyorum, dedi kadın bitkin sesle.
-Bir gece nasıl olsa geçer, yarın bize çadır gönderecekler. Ama gece soğuk yapabilir. Ateş için dal toplayayım diyordum.
-Uyumayacağım, dedi kadın. Gereği yok.
-Nasıl istersen…
Adamın sesi, saklamaya çalışsa da onun da ne kadar bitkin ve sıkıntılar içinde olduğunu gizleyemiyordu.
Artık yıldızlar tümüyle çıkmıştı. Ay yoktu. Gece tepelerin ve küçük dalgaların üzerine inip uzanmıştı.
İşte o zaman körfezin ağzından ötede, denizin açıklarında göründüler:
Işıklar içinde bir tören alayı, gecenin içinden ve dalgaların üzerinden ağır ağır geçiyordu.
-Bak!...dedi, ilk önce İrini Veni. Bak oraya aşağıya!
Işıklarla donanmış bir vapur geçiyordu. Daha burnu arkasında tam olarak bırakmadan bir başkası daha göründü. Sonra bir tane daha.
-Nereye gidiyorlar acaba? Dedi kadın. Sanki kendisiyle konuşur gibiydi.
-Kiklad Adalarına gidiyorlar belki. Pire’den akşamları kalkıyorlar.
Bir başka vapur daha geldi, tören alayına bir yenisi. Çok büyüktü, ışıkları daha parlaktı. Makinelerinin derinden gelen kuru gürültüsü kulağa garip geliyordu.
-Bu şüphesiz uzaklara gidecek…
-Daha uzağa olabilir.
Diğerleri de henüz uykuya dalmamıştı ve aniden denizdeki büyüyü gördüler. Ağaçların altından sesler duyuluyordu.
-Oraya aşağı bakın! Aşağı bakın!
Büyülü ışıklar acımasız ve mutlaktı. İnsanların yaşamı, önlerinden geçiyordu ve ıslak planda kayboluyordu. Burada yurtlarından koparılmış bir sürü insan da, sağlam bitkinin kör içgüdüsüyle kök salıp toprağa bağlanmalıydı, öyle olmalıydı. Orada aşağıda görülen kımıldayan ve kaybolan diğer biçim ne kadar garipti!...
Dimitris Venis yanındakinin hıçkırığını duyduğu zaman denizdeki son ışıklar da sönmüştü.
Duygulanarak, üzerine eğildi.
-Ağlama İrini, ağır ağır konuşuyordu. Tanrı bizi bırakmayacak. Başını dikkatlice tuttu ve dizlerine koydu.
-Bir şeyim yok, dedi kadın sakinleşmeye çalışarak.
Ve biraz sonra:
-Üşüyorum, dedi. Titriyordu.
Adam telaşla üzerine bir battaniye örttü. Ayaklarını ovaladı ve örtünün altına soktu. Ona iyi gelmişti.
-Hala üşüyor musun?
Cevap alamadı.
-Uyumuş olacak. Dedi.
Etrafa baktı. Artık ağaçlardan, birkaç inleme dışında ses gelmiyordu. Ayaz çıkmıştı ama Dimitris Venis ağacın onlara iyi bir barınak olduğunu, tehlikeden koruduğunu hissediyordu. Vücut ağaç altında dışarıdaki havanın yoğun nemini ve koyu karanlığını hissediyordu. Körfezin açıklarında artık hiçbir gemi yoktu. Tören bitmişti. Sadece, gökyüzünün kuzey tarafında, vurdumduymaz Büyükayı yolculuğuna devam ediyordu.
Dimitris Venis, yeryüzünün bu altmışına varmış adamı, el ayak ortadan çekilince, Saronikos’un rutubetli gecesinde oturdu ve bir bir geçen yıllarını önüne getirdi, atmosferde yüzen garip gemileri, kuşlar gibi.
Ü Ç Ü N C Ü K I S I M
“Ateş haberi.”
AYNI GECEDE. Mübadillerin yerleştiği yerin yukarısında, çevrenin en büyük dağı Profitis İlyas’da yaşlı bir adam oturmuş denize doğru bakıyordu. Bazı göçebe aileler dağı mesken tutmuştu, dağlılardı bunlar. Konakları toprak ve çalı çırpıdandı, dışarıdan kolay seçilemezdi, üzerindeki bu toprağın rengiyle kaynaşmıştı. Yıl boyunca sürülerini güder ve sadece yazları bir iki ay Parnita Dağı taraflarına giderlerdi. Ölüm vakti gelince ölülerini Anavisos dağında mezara yatıracaklardı, çocuklarının ve onların da çocuklarının vakti gelince bu böyle olacaktı. Kuşaklar boyu da böyle olmuştu. Hayvanlarının yününden kadınlarının dokudukları esvapları giyerler, hayvanlarının etinden sütünden beslenirlerdi, buğday için dağın bir yanını taştan temizleyip ekmişlerdi. Dağın dinginliği suratlarına ve karakterlerine damgasını vurmuştu; sağlam ve kalıcı vücutlar, çalkantısız alın yazısı.
1923 yılı temmuzunun bu gecesinde konakçılardan yaşlı bir adam kayaya oturmuş yıldızları seyrediyordu. Gündüzleri o tepeden bütün Saronikos körfezi, Kavo-Kolones tarihi harabeleri, San Corci ve Egina adaları, uzun ada İdra ve denizde seyreden gemiler görülürdü. Geceleri de adalar, deniz ve ufuk gerçekte görülmese de pek tabi ihtiyarın belleğine işlenmişti.Bu daha g ö r ü n ü r d ü r.
Yaşlı adam hayatı boyunca geçirdiği bunca günden sonra, geriye kalan az günlerinde, yeryüzünün patırtısıyla burada kuşatılıp kalmıştı. İlgisizce aşağılara, Anavisos sahiline bakıyordu.
Birden, bir ateş fark etti. Biraz sonra bir tane daha yandı, sonra bir tane daha ve başkaları da.
-Yanlış görüyorum, dedi kendi kendine. Böyle bir şey olamaz.
Avuçlarıyla gözlerini ovuşturdu. Ama ateşler aşağıda yanıyordu, arada bir canlanıp sonra zayıflıyordu.
-O! Olanlardan hiçbir şey anlamayarak, bir hayret çığlığı attı yaşlı adam. Nedir bu?...
Böyle bir şeyi hayatında gördüğünü hatırlamıyordu. Zaman zaman Kavo-Kolones ile Fleves arasında tratada çalışan balıkçılar karada ateş yakıp balık çorbalarını yaparlardı ama böyle ufak ateşler yukarıdan pek görülmezdi.
-Askerler mi acaba?...
Ama birden olamayacağını düşündü. Ordu ne arasın orada!
Ve aniden, o sarsılmaz adamın içine korku şimşek gibi girdi. Bu korku çok eskilerden, atalarının zamanından gelip kanlarına girmişti; o zamanlar korsanlar bir anda ortaya çıkıp tuzlaları ve hayvan ağıllarını basarlardı. Adam kendini saman sapı gibi güçsüz hissetti. Dimdik doğruldu, ellerini ağzının iki yanında huni yaparak gecenin ortasında keçi gibi melemeye başladı.
-Ee! Ee! Ee!
Dağ sesi aldı, onu yamaçlara vurdu ve aşağılara indirdi, diğer yamaca, oğlunun ve ailesinin olduğu yere taşıdı.
-Ee! Ee! Petroooo! Bütün gücüyle tekrar bağırdı ve kulak kabarttı.
Cevap gelmekte gecikmedi. Ne var, diye soruyordu.
-Gel yukarıya! Yaşlı adam ona seslendi. Gel çabuk!
-Başına bir şey mi geldi?
-Gel, gör!
Oğlunun tepeye gelmesini bekledi.
-Neyin var ihtiyar? Hem yaklaşıyor, hem sesleniyordu oğlan.
-Bak!
-O! Delikanlı da gördüğüne şaşırarak haykırdı. Ne ola ki?
-Hiçbir şey bilmiyorum. Ama öğrenmeliyiz!
-Fakat ne olabilir ki?
-Bir seferde bu kadar ateş hayra alamet değil. Aşağıda çok insan var!
O zaman genç adam onların içini rahatlatacak mantıklı bir laf aramaya çalıştı.
-Çok olmuş, az olmuş, bize ne? Giderler.
Lakin ihtiyar yılların ona sağladığı bilgeliğe sahipti.
-Az olmaları mümkün değil. Çoklar. Çok oldukları için de buraya kadar gelecekler ve kalma niyetlerini söyleyecekler. Ne diyorum, anladın mı?
O! Anlamıştı. İhtiyar, hem onlardan hem de bu topraklarda besleyip büyütecekleri sürülerinden bahsediyordu, bu topraklardan beslenecek başka insanların da olması büyük felaket olacaktı. Bir an aklına başka bir şey geldi. Aç kaldılar da, tuzlalara çalışmaya mı geldiler dersin? Ama öyle de olsa, heybelerini tuzla dolduracaklar demektir.
-Diğer konaklara haber vermeliyiz! Dedi ihtiyar. Hemen bu akşam!
Tam o anda çok uzaklardan başka bir ses duyuldu. Sustular ve kulak kabarttılar. Diğer evlerden de bağırıyorlardı.
-Ee! Ee! Anavisos’da ateşleri gördünüz mü?
-Ee! Gördük!
-Nedir?
-Aşağıdaki konaklara haber verin! Şafakta Profitis İlyas’da toplansınlar! Şafakta toplanın!
Sesler yamaçtan yamaca ateş haberini götürdü.
D Ö R D Ü N C Ü K I S I M
“İrini Veni, Anadolu masalı ve bir vahşi kuş.”
GÜN DOĞUYORDU. Dingin bir gündü, bu yörede doğan durgun günlerden, sanki doğanın parçaları; rüzgârlar, bulutlar ortadan elini ayağını çekmişti.
Göçmen kampından da ilk gürültüler çıkmaya başlamıştı. Ağaç altlarından konuşmalar, çocuk sesleri geliyordu.
Bir kadın Venis’lerin kaldığı çama ürkek adımlarla yaklaşmaktadır. İrini Veni, başı yeni uyanmış kocasının dizlerinde, henüz uyumaktadır. Venis’in sırtındaki battaniyeye rağmen üşüdüğü görülmekte. Ona doğru gelen kadını görerek, gürültü yapmaması için eliyle işaret etti.
-Yavaş!...Dedi ve karısını gösterdi. Uyuyor.
Yabancı kadın daha yaklaştı.
-Bir şey istiyor musunuz?
-Hayır, Eleni, hiçbir şey. Ama istersen, ona yardım etmek için daha sonra gel.
Kadın geldiği gibi ayaklarının ucunda sessizce uzaklaştı.
Yalınayaktı, siyah esvap giymişti, bir halk kadınıydı. Yuvarlak çehresi solgundu, henüz gençti ama yanaklarında ve alnında derin çizgiler oluşmuştu.
Döndüğü ağaçta bir kızcağız oturmuş, kollarında uyuyan bir bebeği tutuyordu.
-Erkek kardeşin nerede? Eleni kızcağıza sordu.
-Bilmiyorum ana. Sanırım sahile gitti.
-A! Sahile mi? Hiddetle bağırdı, anası. Şimdi onu mu arayacağız? Hemen bul getir onu!
Bebeği kızın ellerinden aldı yere yatırdı. Üstünü örttü. Ama kızı giderken, anası onu elinden tuttu ve:
-Bırak oynasın, Zambeta. Dedi. İyisi mi sen git su getir.
Zambeta’nın duru mavi gözleri, sarı saçları vardı. Yolun toz toprağından üstü başı kir içindeydi. Yüz ifadesi yaşına göre fazla ciddi görünüyordu ve cılız vücudu sanki ağırlığını taşıyamamaktan iki büklüm olmuştu.
-Ben de sahile gideyim mi anne? Yalvarır gibi sordu.
-A, sen de mi? Kızım! Sen bana yardım edeceksin şimdi! Canımı sıkıyorsun!
Ve testiyi kızın eline tutuşturdu.
Kızcağız gidince kadın eğildi ve yerden taşları ayıklamaya başladı. “Üşütecek”. Kendi kendine konuşuyor ve İrini Veni’yi düşünüyordu. “Zavallı kadın, dedi yine, bu hayat sana ağır gelecek.” Yalnız başına oturmuş, uzun uzadıya başkalarının büyük acılarını düşünüyordu. Kim bilir belki de kendisininkini unutmak içindir. “Adamın ne suçu var? Diyor, Dimitris Venis için. O kadar uysal ve iyi bir adam ki! Sadece, hayat onları birleştirmeyecekti. Kaderleri bu değildi. Şimdi üstüne bir de kötü günler bindi…
Aşılmaz bir duvar İrini Veni’yi sürünün diğer insanlarından ayırıyordu: Bir zamanlar çok zengindiler, soylu aileden geliyordu. Bugün içine düştüğü acıklı durumu hazırlayan sebep buydu. “O! Kara yazgılı kadın, basit halk kadını yalnız başına duygularını böyle seslendiriyordu. Kaderi acıymış!...”
Artık barınaklarının damı olmuş ağacın altını temizlerken eğilip kalkıyordu, Saronikos’dan esmeğe başlayan meltem kendi acılarını alıp götürdü, ortada diğer kadınların acıları kaldı.
İrini Veni’yi çocukluk zamanlarından hatırlıyordu, memleketlerinde bahçeli büyük bir evleri, akşam gezintilerine çıktıkları atlı arabaları –payton- vardı. Babası İngiltere konsolosuydu, bir Arap kavasları vardı, adam bir uzundu ki arşa kadar, her zaman paytonun yanında hazır beklerdi, altın düğmeli gösterişli bir üniforma giyerdi, küçük İrini dolaşmaya çıkacağı zaman daima emre hazırdı. Her şey olağanüstüydü, masal gibi, Arap ve yürüyen tahtı içinde küçük prenses her gezintiye çıktıklarında geçtikleri yerlerde çocuklar, kadınlar ve yörenin balıkçıları onları görmek için sabırsızlıkla beklerdi. Arap masalın döngüsünde en önemli unsurdu. Anneler uyumayan çocuklarını korkutmak için Arap’ı anarlardı ve aralarında da her zaman şaşkınlıkla: “Nasıl oluyor da bu kadar küçük ve zayıf İrini ondan korkmuyor.” Derlerdi. Onu elleriyle kaldırıp arabadan indirirken görürlerdi, küçük kız güvenle kendini Arap’a teslim eder ve adam parlayan iki sıra harika dişlerini gösterip gülerken, o da bıyıklarını çekerdi.
Küçük İrini, okul çağı geldiği zaman, kışları en büyük ablasının yanında şehirde kalıyordu, ablası Maria orada evliydi. Sadece yazları, beyaz elbiseler içinde geri dönerdi. Büyük Britanya’nın saygıdeğer temsilcisini karşılamaya gelen köyün kadınları ve çocuklarının gözleri önünde, Arap kızı kucaklar ve tekneden iskeleye çıkarırdı.
“Evlenme vakti gelince, acaba köyün hangi delikanlısı onu alacaktı?” Kadınlar bunu konuşuyor ve söz birliğine varıyorlardı; “yöremizde ona göz koyabilecek bir delikanlı yoktur.” İrini bir gün: “Bir prens uzaklardan gemisiyle bana gelecek, beni alacak ve onunla birlikte gideceğiz!”Demişti.
Ama o eve, kötü kader amansızca geldi. Yaşlı konsolos toprağın ürün vermediği bir yılın sonunda malını mülkünü kaybedip yıkıldı, büyük konağı, bütün mal ve mülkü borçları için satıldı, paytonun artık atları yoktu. Sadece arabasız Arap, yaya olarak efendisinin ve küçük İrini’nin peşinden gitti, şehir dışına uzun gezilere artık yürüyerek çıkıyorlardı. Evlerinin kapısındaki iki aslan armasını oradan indirdiler. Büyük Dünya Harbinin birkaç sene öncesi bir kış günü, yaşlı konsolos küçük bir gemiyle İzmir’e giderken deniz kazasında kayboldu. İşte bundan sonra, masalın dekoru olan altın düğmeli rengârenk üniformalı Arap masalın sonunu getiremedi, üniformanın rengi atmıştı artık, çökmüş, suskun ve kimsesiz olarak, toprak onu alana kadar yollarda dönüp durdu.
Doktor Dimitris Venis küçük şehirlerinde o vakitler ortaya çıktı. Nasıl olmuştu da oradaydı? Anadolu’nun içlerinden, Isparta’dan geliyordu. Herkesin Türkçe konuştuğu bir yerdir, gül yetiştiriyorlar ama denizi yok diyordu. İrini’den çok büyüktü. Onu istediğinde, iki katı yaşındaydı. O vakitler, kızın ilk isteği, hayal kırıklığı içinde reddettiğini söylediler, uzaktan gelen bu yaşta bir yabancıya mı varacaktı? Öyle ya, çocukluk yıllarının hayali “gemisi olan bir prens” değil miydi? Ama başka kurtuluşu yoktu. Sonunda da küçük İrini, altın düğmeli Araplı paytonun kızcağızı, onu takip etti.
O günden beri içine kapandı, kendini kıstırılmış, bir yere sıkıştırılmış hissetti ve her şeye, herkese yabancı oldu. İnsanlardan kaçıyordu, nadiren konuşuyordu ve evde yalnız kalmaktan memnun, suskun bir kadın oldu çıktı. Gururu incinmişti ve çevresiyle soğuk harp halindeydi, her zaman panik içindeydi. Bu tavrında öylesine ısrarlıydı ki onu insanlardan gittikçe uzaklaştırıyordu. Çevresindeki kadınlar arkasından “kibirli!” diyerek fısıldanıyorlardı. Zamanla buna alıştı ve pek tabii tek çocukları da gelmekte gecikmedi, artık kaderine boyun eğmişti. Dimitris Venis ile anlaşacakları ortak bir şeyleri yoktu. Ama adam ona baştan beri öylesine bağlı ve şefkatliydi ki o zamanlar bu ona yetti - yıllar geçtikçe-, gururunu içine gömdü. Yavaş yavaş, büyük planlar kuran, gücü ele geçirdiği zaman ona hayran olan, bu çelimsiz yabancı adamın hayallerine alıştı.
“İşte onu buldum! Al sana bu yoklukta bir haber!” Kocası kadına sevgiyle sesleniyor.
Ve huşu içinde küçük paketi açıyor; büyük Napolyon’un yaşam öyküsünü yazan bir kitap.
“Ya öyle mi!” Kadın dudak büküyor. Ona sevdiği aptalı vurgulayan şu dizeleri söylüyor: “Dünyanın kendi halinde ve bir vaktinde, sahneye çıkıp oynadın, kaybettin, Vaterlo toprağında vatanın.”
“Tümüyle bilinmeyen sayfalardır!” Adam kadının alaylı imasına önem vermeyerek onu doğruluyor.
Genç karısı yanında dinlenirken, 19.uncu yüzyılın kahramanlık günlerinde geçen bilinmeyen tutkulu sayfalar gecenin içine düşerdi. Kadın uyurdu o saatte, bir keresinde yanan ışıktan korkuyla uyanarak, onu kıpkırmızı gözlerle, coşkulu soluk suratla, dalgın dalgın okurken görünce endişelenmişti.
“Ama sen daha uyumadın mı? Demişti adama. Hastalık sabah kapıda olacak.”
“O, ne korkunç!...” Öğüdüne aldırmadan, duygulu sözlerle cevap vermişti. “Aya Eleni Kayasında tımarhanede günler…”
Bu uykusuz kış gecelerinde, aniden gelen ağır bir hastalığın kapısını vurduğu oluyordu. O zaman, güçlü hayallere kapılıp insanlara yardıma gittiğini sanarak ve de olağanüstü büyük bir güç sarf ettiğine inanarak, kendini çılgınca dışarıdaki yağmur ve fırtınanın içine atıyordu. Bir süre sonra sırılsıklam, çamur içinde, sevinçten uçarak eve dönüyordu.
“Hava korkunç!” Zafer kazanmış edayla karısına: “Fırtına delirmiş dışarıda!” Diyordu.
“Çaresi var mı?” Kadın, adamın ölüme hazır tavrından mutlu olduğuna inanarak, hastalığı için soruyordu.
“Zannetmiyorum…” diyordu karısına, aniden farklı bir ses tonuyla. “Fakat… sorarsan, bu benim görevim… Tanrının mührüyle fırtınayla mücadele ettim.
Bir kere, sadece bir kere, hayatında daha güçlü bir kahramanlık sayfası yazması için karşısına sonunda bir fırsat çıkmıştı: 1914 büyük harbinin ilk günleriydi, vatanı terk etmeden önceydi, bir filika Sakız’ın karşıya yakın bir sahilinden kalktı, geceleyin karşıya geçti ve bir adamı memleketlerinin gözden ırak bir sahiline çıkardı. Adam oradan şehre indi, cemaat yöneticilerini gördü ve verdikleri gizli bilgileri aldı. Sonra aynı yolla Yunanistan’a döndü.
Karaya ayak basamadan önce Türkler o Yunanlıyı üzerinde kâğıtlarla yakaladılar. Ertesi gün ilk uyananlar şehirde bir çınarın kocaman dallarında sallanan üç ceset gördü. Cemaat büyüklerinden üç yaşlı adamdı. Göğüslerindeki kâğıtlarda hain ve gammaz oldukları yazılıydı. Dimitris Venis sabah eve sessizce ve canı sıkkın döndü. Odasına kapandı ve saatlerce kaldı. O da cemaat önderlerindendi.
Odasından çıkınca İrini’yle göz göze geldi.
“Siyah bir elbise giy sırtına, dedi ona. Benimle geleceksin.”
Garip görünüyordu, sesi buyurgandı, bu karakterine hiç uygun değildi.
Karısını aldı ve adamların asıldıkları ağaca doğru gittiler. Çevresinde kalabalık toplanmıştı. Hafiften yağmur yağıyordu. Denizden esen rüzgâr ağaçta asılı gövdeleri döndürüyordu.
“Korkuyor musun?” Diye sordu Venis.
Kadın sapsarı olmuştu. Buna rağmen gücünü topladı ve:
“Hayır”, diye cevapladı ve adamın elini kuvvetle sıktı.
Hiçbir şey konuşmadan eve döndüler.
“İlerde cesur olman için bunu aklından çıkarmamalısın, seni bunun için getirdim”, dedi Dimitris Venis.
“Bunu hatırlayacağım.”
Yunanistan’a inanıyordu, soyunun büyük hayallerine de. Çocuklara anlatılan Küçük Anna masalları bu uzaktaki sevgili Yunanistan’ın içinde yüzüyordu: masmavi renk, oluk gibi akan kan, kutsal toprağın çağrısıyla yabancı topraklardan ölmeye gelen bir yetişkinin saçlarını dalgalandıran rüzgâr, kol kola oynayan ve birer birer uçuruma atlayan kadınlar.
“Onlar da Yunanistan için gidiyorlar!...” Asılan adamlar için mırıldanmıştı dönerlerken. Bu akşam onları da duanın içine al İrini.” Demişti.
Ertesi akşam Dimitris Venis eve daha düşünceli geldi. Türkler, karşıya geçişler için halkı sorgulamaya devam ediyorlardı. Kocalarını itirafa zorlamak için kadınları tutukluyorlardı. Venis sıkıştığını hissediyor ve çevresindeki çember daralıyordu.
“Dinle İrini!”
Genç kadını korkudan titreten sert tavırla ona bakmaya başlamıştı.
“Bilemiyorum, diye devam etti. Beni de yakalayabilirler. Hazırlıklı olmalıyız.”
Ona evle ilgili bazı konularda bilgi ve talimatlar verdi. Anahtarlarını da verdi, belgeleri gösterdi. Gece epey ilerlemişti ki, o zaman ona şöyle dedi:
“Benden sonra seni de almaya kalkabilirler.”
Gözlerinin içine ısrarla baktı, sessizce ve ona güvenerek.
“Ne olursa olsun cesur olacağını biliyorum. Sen Yunanlı bir kadınsın!”
Kadın onun ellerini tuttu ve öptü, vücudu sarsılırcasına titriyordu.
Sonra, Venisler odalarına çekildiler, ışığı kıstılar ve beklemeye başladılar.
Fakat kimse gelmedi. Ne o gece ne de diğer geceler. Kimse gelmedi. Ve kahramanlık sayfası beyaz kaldı.
Ama bu olay rolünü oynamıştı. Zamanla da arttırdı, kadınların geniş yüreklerine sevgi yatağı serdi, duruma daha çok uyum göstermelerini sağladı. Herhangi bir sonu önceden sezebileceklerdi, hayatlarının huzur içinde biten sonunu, barışçıl ve dingin bir sonu. Ama dünyadan yeni bir haber geldi ve bunca emek ve zahmetle sağlanan uyumu zorbaca sarstı.
Anadolu Hıristiyan halkın kovuluşu ve sonraki büyük yıkım sadece mallarına mülklerine olmadı. Onları daha derinden vurdu. Boşluğu gördü, onu soydu ve kimsesiz yaptı.
. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
Kadınlar korosu şimdi içinde bulundukları duruma uyarak, içinde yeni bir şey hissetti. “Kibirli”ye öfkeyle bakmayı bıraktılar, şatafatlı hayatın bir darbeyle düşüp çamura yuvarlandığını açıkça görmeye başladılar.
“O! Kara bahtlı kadın! Basit halk kadını Eleni düşüncesini seslendiriyordu. Kaderin ne acıymış!”
Ağacın yamacında dinlenen bitkin, kirden keçeleşmiş, çilekeş bedene sessizce baktı.
Gövde kıpırdadı. Yükselen güneş yakmıştı. İrini gözlerini açtı.
-A, sen misin Eleni?
-Sana yardıma geldim bayan. Şimdi su ısıtacağım, biraz papatya çayı içersin. Sana iyi gelecek. Doktor nerede? Çalı çırpıyla ateşi yakarken sordu.
İrini omuz silkti.
-Diğer ağaçlara gidecekti, belki birinin bana ihtiyacı vardır dedi.
-A, ne muhterem adam bayan!...diyor kadın, canı yürekten. Bizimle bu çöle gelip kalmak istedi! Başka kim yapardı bunu? Borcumuzu nasıl ödeyeceğiz! Çocuklarımız da, biz de…
-Tabii bunu başkası yapmazdı… İrini düşmanca mırıldandı, sözler ağzından egoistçe çıkmıştı. Birden tövbelik laf ettiğini anladı ve dudaklarını ısırdı.
-Kızınız hep Atina’da mı kalacak? Diye sordu Eleni.
-Ne kadar gerekirse o kadar kalacak, İrini böyle kaba şekilde cevapladı.
Attiki’nin bir yerinde, dingin bir sabah vakti, siyah bukleli, buğday tenli, gözleri ışık saçan bir kızın geleceği, ciddi biçimde, bir yabancı kadınla annesi tarafından yazılıyordu.
-A! Bu kız senin kızın bayan! Diyor Eleni hayret ederek. Sen de onun gibi çocuktun, o zamanlar Arap ile…
Laf taşa çarpıyor. İrini Veni ansızın dönüyor ve ona sertçe bakıyor:
-Sus artık! Sus!
Diğeri korkarak toparlanıyor.
-Bir şey demek istememiştim bayan, mütevazıca özür diledi. Sadece artık acı çekmeyesin…
Bu arada çay kaynamıştı.
-Gel bayan, iç şunu, sana iyi gelecek. Dedi Eleni, merhametle.
Kadın onlara hizmet ettiği büyüme çağlarındaki gibi, aynı saygıyla İrini’ye “bayan” diye hitap ediyordu. Fotis Glaros ile evlenene kadar konsolosun konağında büyümüştü ve o kadar temiz ve saftı ki bu kamp yerinde bile aradaki mesafeyi kaldırmayı düşünmüyordu.
İrini Veni sıcak çayını içti. Gerçekten ona iyi geldi. Küçük koyun bittiği yerin gerisinde, uzaklarda, bembeyaz bir dağ kilisesi vardı, Ayos-Nikolas. Kadının gözleri buradan bile koy hattını izleyerek onu seçebiliyordu. Çam ağaçları denize kadar inen yemyeşil bir dağ gördü. Dağ tek bir tepe değildi, birbiri ardına, üç tepeydi ve bölgeyi kuzeyden kapatıyordu. “İşte, uzak da olsalar ağaç var.” O anda, gözü bir şeye ısrarla takıldı kaldı. Israrla. Eleni de onun gözlerinin gücünden etkilenerek dönüp ne var diye baktı.
Ufku kapatan tepelerden başka bir şey yoktu. Ama birden, oradaki gökyüzünde bir nokta göründü. Bir kuş. Yüksekten uçarak geliyordu, gittikçe de yaklaşıyordu.
-Kuşa bak…, İrini yavaşça mırıldandı, ürkmüş gözlerle. Kara!...
-Şahin olacak, bayan. Kara değil.
Sonra da onun gözlerinde titreşen korkuyu fark eder gibi oldu:
-Bir kuştur. Başka bir şey değil, dedi.
Şahin ağır ağır tuzlanın, tuz piramitlerinin üstünden geçiyor, üzerlerine gelip havada büyük bir daire çiziyor ve sonra görüldüğü dağın arkasında geldiği gibi kayboluyor.
-Ah! İrini Veni derin bir nefes alarak rahatladı. Bana ne göründü? Kendiyle konuşur gibiydi. Bir kuştu…
Yerinden kalktı, gerindi. Bütün vücudu uyuşmuştu. Venis de uzaktan göründü.
-A, bravo! Dedi adam, onu kalkmış görünce. Bir şeyin yok, değil mi?
-Hayır, hiçbir şey hissetmiyorum.
-Bütün ağaçları dolaştım. Herkes çok iyi görünüyor. Bölgenin iyi olduğunu umuyorum. Sadece zeytin olmamasından korkuyorum.
-Hiç korkmayasın, karısı kabaca söyleniyor. Olsun ya da olmasın burada kalacağız. Kadının yaptığı acı alaya aldırmıyor ya da öyle görünüyor.
-Kalacağız tabi, şayet varsa kapatacağız.
-Tabii sen de kahramanlıkta başı çekeceksin!
-Bu yaptığın hiç güzel değil, diyor kocası. Buraya gelmeye mecburduk, bu kaçınılmazdı. Artık burada güçlenip kök salmalıyız.
-Ona kuşkum yok! Tersini söylemiyorum: Zaten buradan başka hiçbir yerde güçlenip kök salamazdık!
Adam ona başka hiç bir şey demedi. Eleni sıcak çay getirmişti ve:
-Ben şimdi gidiyorum ama tekrar geleceğim, dedi. Bir şey isterseniz bana seslenin.
İkisi tekrar yalnız kaldı.
-Bu akşam yine ağaç altında mı uyuyacağız? Umursamaz edayla soruyor, karısı.
Adamın sesindeki kararlılık, yabancı kadın karşılarında olduğu süreceydi, şimdi azalıyor.
-Bize kayıkla, bu akşam çadır getireceklerine söz vermişlerdi. Bizimle dalga geçemezler. Umarım bu akşam da acı çekmezsin, diyor ona.
MÜBADİLLERİN KAMPINDA küçük bir hareketlenme oldu. İnsanlar dikildiler, birbirlerine iki tepenin arasındaki küçük vadiyi gösteriyorlardı.
-Bakın! Gelenler var! Kim bu insanlar?
İlerleyen bir alay insan genci yaşlısı on beş kadar dağlıydı. Çilekeş suratlar, hepsinde bir karış sakal, sırtlarında aba, ellerinde çobandeğnekleri, soğuk, mesafeli, taş devrinden motiflerle sessizce yaklaşıyordu. Ağır yürüyüşleri ve sessizlikleri, Foçalı sürü üzerinde tarif edilmez bir korkuya sebep oldu. Herkes, hiç yapmadıkları halde, bir araya gelip kampın ortasında toplandı. Sanki güçlerini birleştirmek istiyorlardı.
-Hayrola! Dedi, başlarındaki çoban. Kısa boylu yaşlı adam diğerlerinden daha söz sahibi gibi görünüyordu, okuyucu hatırlayacaktır; dün geceki dağın tepesindeki adamdı. Hayrola! Dedi ve gözleriyle etrafı taradı. Sağındaki, solundaki, gerisindeki çobanlar da değneklerine dayanıp durdular.
-Hoş geldiniz! Birçok göçmen de bir ağızdan cevapladı.
-Kimsiniz? Dedi yine yaşlı adam.
- Mübadiliz. Memleketimiz Foça’ydı.
-E, şimdi nereden gelirsiniz?
-Bir yıl Pelopones taraflarında dolandık, çok çektik. Kalmak için şimdi bize buradan toprak verdiler.
Çobanların yere dayalı sabit duran değnekleri arasında hafifçe kımıldama oldu. Bir an yerden kopar gibi oldular ama sonra yine hareketsiz kaldılar. İhtiyardan başka kimse konuşmuyordu.
-Bize bu toprağı verdiler mi dedin? Sesi kabalaşmaya başlamıştı. Size kim verdi? Hangi toprağı?
-Devlet, bize dedi ki: “Anavisos’un toprağı sizindir.” Gelip onu almamızı söyledi!
-Size gelip onu alın mı dedi? Sürüleriniz, hayvanlarınız nerede?
-Sürümüz yok. Biz çoban değiliz. Toprağın taşını ayıklayıp üzüm ve buğday yetiştireceğiz.
-Sen ne diyorsun be adam, tohumu asmayı bu toprağa mı ekip dikeceksiniz! Delirmiş gibi bağırıyordu ihtiyar. Bak şu tarafa!
Bastonu tutan elini kaldırmış, tepeler tarafından kapatılmış küçük ovayı göstererek daire çiziyordu. İster istemez bütün gözler, kalkan elin buyruğuna boyun eğerek çizilen daireyi izliyordu.
-Kaç zamandır biz buradayız, diyordu hoşgörüsüz tavırla, babalarımızın, onların babalarının zamanından beri bu topraklarda sadece hasır otu, pırnal çalısı bitti ve sürülerimizden başka kimse yaşamadı burada! Sen şimdi bize buğday, üzüm dersin!
Eski devirlerden gelen, kader ya da ölüm gerçeğinin acımasız sarsılmazlığıyla, ihtiyar kızgın ve somurtkandı, derinden çıkan sesi, toprağını barbarlara karşı savunma içgüdüsüyle, uzun yıllar öncesinden geliyordu.
-Sana sadece sürülerimiz demiştim ama biz de bu Allahın çölünde yapabiliyoruz, çünkü atalarımızdan böyle bulduk! Sadece biz katlanabiliriz buraya, bu toprak bizi çağırıyor, başkası olamaz! O halde ne arıyorsunuz burada, bizim toprağımızda ne arıyorsunuz, fukara sürüsü?
Konuşuyor da konuşuyor, sanki boşa çabaladığını sezmiş gibi sesi hafif titriyordu.
-Susuzluktan öleceksiniz! Memba suyu burada bulunmaz. Şayet derin kazıp suyu bulsanız da tuzludur, deniz gibi. Korsanlar sizi yakıp yıkacak, rüzgâr ve kum da. Ürününüz bitecek gibi olsa da, filizlerin üzerini kum örtecek ve kurutacak. Ürünü görmeden öleceksiniz, siz de çocuklarınız da. Defolun diyorum size!
Az evvelki lafını tekrarlıyor, kabaca, vahşice:
-Buradan defolun, dedim!
Konuştu, sustu ve bir sürü Foçalının gözlerinin içine bakarak sopasına dayandı.
Göçmenlerin arasında bir sessizlik oldu. Toprağın sesi yaşlı adamın dudaklarından çıkıyor, zorlukları ve ölümün soğuk hayalini, korkunç ve kesin dille anlatıyordu, bedenlerini uyuşturup içlerine korku tohumlarını serpiyordu, açık gökyüzünde kara bulut gibi. Dikiliyor dilsizler, çıplak ağaçlar, körlemesine kımıldayan çıplak kökler, rüzgârda kolları dolanıyor, çileli ve zorbalık görmüş, varlıklarının içgüdüsüyle araştırıyorlar, toprak.
Ayakta dikiliyorlar, ta ki esen Saronikos rüzgârı üzerlerindeki ürpertiyi çekip alana kadar. O anda, tutunacak sağlam bir yer arayan gövdeler var güçleriyle, aynı vahşilikte, aynı sertlikte, başta bir ses sonra diğeri, sonra hepsi birden, kadınlar, yaşlılar ve sürünün kocaları başladılar avaz avaz bağırmaya:
-Gitmiyoruz buradan! Bir daha asla! Bize bu toprağı verdiler, kalacağız! Kalacağız! Kalacağız!
Rüzgâr sesi aldı sürükledi ve dağın yamaçlarına vurdu, onu güçlendirdi. İnce bir kum bulutu yerden kalktı, onları içine alıp sardı sarmaladı. Bulanık bulutun içinde, deniz dibinin yaratıkları gibiydiler.
-Ölsek de kalacağız burada! Artık kalacağız, öleceğimizi bilsek de!
-O zaman, onlardan taşan coşku öbür tarafı, dağlıları da kapladı.
-E, madem öyle! İhtiyar bağırıyordu, şimdi diğer çobanlar da bağırıyordu. Öyleyse kalın bakalım, göreceğiz kim daha dayanıklı bu topraklarda! Bulduğumuz yerde size vuracağız, rastladığımız yerde hayvanlarınızı öldüreceğiz, şayet köklenirse ekinlerinizi çiğneyeceğiz! Bizden ve çocuklarımızdan asla iyilik bulmayacaksınız, kökünüz kazınıncaya, sönünceye kadar!
Vadinin içinde kaybolmuşlardı ama korkunç sesleri hala gittikleri yerden duyuluyordu.
O vakit, ince toz bulutu üstlerinden kalktı, alçaldı ve yere çöktü. Suskun, ağır, buruk korku dalgasıyla ezilmiş Foçalı sürüsü de toprağa oturdu.
B E Ş İ N C İ K I S I M
“Bir adam Anavisos toprağında hayallerini arıyor.”
ERTESİ GÜN de, iki geceyi ağaç altında geçiren Foçalıların bedenleri üzerinde doğuyordu. Şafak yıldızı doğuda, sıradağların ardında şahin gibi Anavisos’un kıraç toprağında avını gözetliyordu.
Glaros uyandı ve yanında yatan karısını dürttü.
-Eleni! E!...
Kadın ürkerek uyandı.
-Bir şey mi oldu? Doğrularak soruyor.
-Hayır, bir şey yok. Gece sakin geçti.
-Korktum, acaba dağlılar mı geldi yine! Tanrıya şükür!
-Ben de şimdilik korkacak bir şey yok dedim. Ama daha sonra bizi vuracaklar. Bundan emin olasın!
Kadın artık alışmıştı, bütün diğerleri gibi o da her anın değerini biliyordu. Gelecekteki mutluluk ya da büyük acı sonraki konuydu!
-Kim bilir! Dedi.
Sakin geçen gece için tekrar Tanrıya şükretti.
-Hava aydınlandı, ben gidiyorum, dedi Fotis. Gidip etrafa bakayım. Bize düşecek toprağı seçmeliyiz ve işe başlamalıyız.
-Seçtin de bir işe yarayacak mı, bilmiyorum, dedi kadın. Her yer aynı, çorak. Dahası…
Düşündüğünü söylemeyi bitirmeden durdu. Çünkü kocasının onun fikrini almaya alışık olmadığını biliyordu. Boyun eğmeyi anası gibi o da öğrenmişti.
Sadece sordu:
-Ben de geleyim mi?
Hayır, istemiyordu. Ne yapacaktı onu? Birazdan çocukları hazırlayacaktı.
-Yalnız gideceğim.
Kısa boyu, zayıf bünyesi, küçük zeki gözleri, gergin damarlarları deriden fırlamış kollarıyla henüz daha çok gençti.
Gitti ve beş saatten fazla ortadan kayboldu. Yorgun argın döndü.
-Dediğin gibi, dedi karısına. Toprak her yerde aynı görünüyor.
-Öyleyse, körlemesine mi gideceğiz?
-Körlemesine. Yarın sana yeri göstereceğim. Yakın yer.
Bir an sustular. Şu an karmakarışık duygular içindeydiler. Sadece vicdanlarının karanlık derinliklerinde, şu andaki kararlarının henüz ışığı görememiş küçük dünyalarının son şansı olduğunu, seçtikleri toprağın çocuklarının geleceği olacağını sezinliyorlardı.
-Ama Tanrıya yakın, dedi kadına, yeri anlatmak için.
Glaros, verimsiz ovayı dört dönüp öyle geri gelmişti, payına düşen neresi olacaksa onu almaya kararlıydı, yolu yarı yıkılmış bir dağ kilisesine düştüğü zaman burası olsun dedi. Ne kapısı penceresi kalmıştı ne de ikonaları. Eski devirlerde, Attiki yöresinde bir düşkünler eviyken, Bizans zamanının keşişleri orasını kendilerine sığınak olarak seçmişlerdi, tanrıya inanan bir kısım masum sade insanlar, çevrelerine karşı direnerek acı çeken ruhlarıyla duvarların içini doldurmuştu, böylece yaşam öyküleri ruhani bir biçim aldı. Asırlar boyu yağmurların döverek, şiddetli rüzgârların eserek bir parça boya bırakmadığı duvarlarıyla ve zamanın emip yuttuğu şekliyle, bu kilise harabesi İmittos’un sığınakları gibiydi.
Glaros kiliseciği bulduğu zaman önünde haç çıkardı.
“Yardım et bana! Dedi Tanrıya. Karım ve küçük çocuklarım var.”
Onu merakla inceledi sonra dışarı çıktı ve yer için adak adadı. Etraftaki taşlara dikkat etti. Çok uzun alçak bir duvar vardı. Başta onu tahta bir çitin duvarı sandı. Ama daha iyi bakınca, toprakta derine inen sağlam bir temel olduğunu ve bir zamanlar var olan bir yapının kalıntısı olabileceğini düşündü.
“Bir zamanlar burada yaşayan canların olduğuna eminim, dedi. Neden küçük ovadaki başka bir yerden daha iyi olmasın?”
Adamın sıcaklığı zamanın derinliklerinden geliyordu, bu topraklar tarafından evcilleştirilmiş ve kutsanmıştı. Glaros etrafına baktı. Deniz buradan kilometrelerce uzakta değildi. Sel yataklarını inceledi ve sığ olduklarını gördü, bu durum korkutucu değildi ancak çok yağmur olursa onlara zarar verebilirdi.
“Burası!” Dedi, haç çıkardı.
DİĞERLERİ henüz dönmedi mi? Glaros ağaçlara bir göz atarak karısına sordu.
-Arıyorlar, herhalde.
-Ne arıyorlar? Glaros tekrar sordu, sorarken kendisi gibi toprak aradıklarını düşünmüştü. Doktor da yok mu?
-Hayır, onu giderken görmedim. Burada bir yerde olacak.
Glaros onu bulmaya gitti.
Adam içgüdüleri ne diyorsa onu yapmaya alışmıştı. Onu adım adım izleyen içinin sesine kör bir güveni vardı. Lakin alacağı kararlar değişemeyecek kesinlikteydi ve bu durumda ne gelirse tanrıdan olacaktı, birinin ortak fikrine ihtiyacı olduğunu anlıyordu, başka bir canlının duygularına. Çok nadir bulunabilecek bu canlı karısı olabilirdi. Ama karısı kendinden bir zerreydi, bir yerde başka bir ağızdan onun sesiydi, bu yüzden akıl birliği ihtiyacı için kullanılamazdı. Sürünün içindeki doktor herkesten bilgiliydi, daha sağlam destek olacaktı.
Venisler’in ağacına doğru ilerledi. Dimitris Venis karısıyla aynı şeyi konuşuyordu. Onlara acı çektiren yolun ve tehlikelerle dolu yabancı toprağın sağladığı takım ruhu şimdi zayıflamaya başlamıştı, her biri kendi toprağını seçmek için bir yere dağılmıştı.
-Bütün adamlar kayıp. Niçin biliyor musun? Dimitris Venis karısına sordu.
-Bunu biliyorum.
Ve sert ses tonuyla ilave etti:
-Bir tek sen kaldın!
Doktor son zamanlarda sıkça yaptığı gibi ona aldırmadı.
-Ben zaten bir şey yapmayacaktım, dedi. Ben ne anlarım topraktan? Fakat benim de bir fikrim var…
-Neymiş o? İrini ilgisizmiş gibi görünerek sordu.
Eliyle çevrelerindeki küçük bir yeri eliyle çember içine alarak gösterdi.
-Burada, dedi. Biz bu toprak parçasında kalacağız.
Bunun ne iyi seçim olduğunu ona anlatmaya çalışıyordu. Burada pek az ağaç var, deniz yanı başımızda, devlet yardımıyla evlerimizi yapınca burası küçük bir köy olacak, diyordu. Gelip geçen vapurları görebileceklerdi. Evcillik bu değil miydi? Oradaki dağın yamaçlarındaki toprağı kazacaklar, köylüler onlara yardım edecek, o da onların sağlık sorunlarıyla ilgilenecekti.
Kadın bunların tümünün kendisini ilgilendirmediğini gösteren ilgisiz tavırla onu dinliyordu.
-Daha sonra…, dedi Dimitris Venis, sesi ciddileşmişti.
O ses tonuyla lafa başlarken kadına dönüp baktı.
-E…sonra ne?
-Sonra, tarla açacağımız yerlerde gül yetiştireceğim, dedi. Venis’in sesi heyecandan titriyordu.
İrini nerdeyse kahkahayı basacaktı. Ama kendini tuttu ve her zamanki gibi yüzünü ekşitti.
-Kendinden başkasına yararı olan bir şeyi asla yapmadın! Dedi. Seçtiğin toprakta buğday eksen de! Seni ilk tanıdığımda olumlu, yararlı biri olarak gördüm. Ama şimdi görüyorum ki başka yöne gidiyorsun.
Çamın gölgesindeki ses, ağacın serinliğinden bir nebze almayı başaramadı. Kupkuru kaldı.
- Senin sonun başka olacak! Keskin dille tekrarladı.
Can evinden vurulan Venis, bir an sesini yükseltti:
-Seninki de öyle olacak, zannetme ki başka!
Ama hemen sonra, ona nedenini izah etmek istedi. Memleketinde herkesin gül yetiştiriciliği yaptığını söyledi. Gül suyu buğdaydan çok fazla kazanç getiriyormuş. Tüm ataları da hep gül yetiştirmişler. Sadece o görevini yerine getirmemişti. Mademki şimdi bir parça toprak sahibi olma şansı gözüktü…
Glaros, işte tam da o anda üstlerine geldi. Kocasına sitemle meşgul olan İrini dönüp onu gördü.
-Biz de tarla açacağız, Foti! Duydun mu? Dedi.
-Payınıza düşecek yeri seçtiniz mi? Merakla sordu adam. Size kim yer seçti?
-Dağın yamaçlarında tarlayı hazırlayacağız, dedi İrini Veni. Sonra da gül dikeceğiz.
Gözünü ısrarla basit adama dikti, onun yüzünde göreceği şaşkınlıktan kabaca zevk alacaktı.
-Sonra da gül dikeceğiz! Tekrarladı, başarı kazanmış, hoşgörüsüz ve alaycı bir edayla.
-Ama olamaz bu!...deme cesaretini gösterdi Glaros ve küçük gözlerinden gülme arzusu geçiyordu. Ne yapacaksınız bu kayalık arazide? Sonra, hadi diyelim ki bitti, gülleri ne yapacaksınız?
-Onlarla süsleyeceğiz! Dedi İrini Veni, konuşurken gözleri parlıyordu.
Parlayan gözleri yaralı vahşi hayvanınki gibiydi. Venis konuşmuyordu. Kendini tutmaya çalışarak denize bakıyordu.
-Ovada ekebilir hale getirilecek toprak var, dedi Glaros. Hepimize yeter. Doktor, siz de oradan bir parça almalısınız. Bizim gibi bağ yapabilirsiniz ya da buğday ekebilirsiniz.
Venis yavaşça dönüp ona baktı:
-Biz bu toprakta kalacağız, burada!
Ve sonra, çok yaşlı bir adamın neredeyse tükenmiş ve kararsız sesiyle ilave etti:
-Tanrı isterse.
MAVİ BİR KUBBENİN altında yeryüzü toprağı, onun üzerinde ağaçlar, mezarlar, çakan şimşeklerin şavkı, deniz diplerindeki batıklar ve de hepsinin ötesinde sonsuz boşluktaki sessizlik –acaba insanlığın yazgısı hangisidir? Okura bir kısım insanların kaderini anlatmaya çalışıyorum, onlara bu yeryüzü sığınağını kaplayacak misali, denizin ağartıp cilaladığı kemikleri söylemek isteyecektim sonra dengesiz yıllardan bahsetmek isterdim. İnsanı belirsizliğin acısından, hem sessizlik hem de yıldızların mutlakıyetinden kurtaracak daha değerli bir şey bilmediğimi söylüyorum.
….başlangıçta sonsuz uçurum (Kaos) vardı, sonra da Yer (Gaia) ve Aşk (Eros) oldu. Gaia yıldızlı Gök’ü (Uranus)u doğurdu, kendisine eşit ve kendisini tamamen kaplayacak biçimde. Gaia’nın Uranus’la birlikteliğinden altı erkek yani Titan’lar, altı kız yani Titanid’ler, tek gözlü Kikloplar, yüz kollu Hekatonkheir’ler doğdu.Bunlar öz babalarınca sevilmiyorlardı.Çocuklardan biri doğunca Uranus onu Gaia’nın derinliklerine gömüyor ve huzur duyuyordu; oysa Gaia inildiyordu…Bundan dolayı Gaia bir kurnazlık tasarlar: Çocuklarını ayaklanmaya teşvik eder. Korku tümünü kaplar.Bir tek Kronos annesine yardımcı olacağına söz verir.Annesinin yaptığı bağcı bıçağıyla Kronos babasının cinsel organını keser ve denize atar. Olumsuz tohumdan Afrodit doğar; bu ad köpükten doğmuş anlamındadır.
Kronos erkek ve kız kardeşlerini Gaia’nın derinliklerinden kurtarır.
Uranus’un yarasının kanından Erinyalar ve Devler doğar… (*) İsodos Theogonio
Evrenin ahengi için büyük mücadele o zaman böyle oldu. Başta Kaos oldu, sonra Yeryüzü, sonra hayatın devamı için bedenleri birinden diğerine sürükleyen güç oldu. Sonra gece geldi ve ışık ve gökyüzü ve devinimin tanrısallığı ve onun sürekli mutlakıyeti, nehirlerin ve kaynakların tanrısallığı.
Evrendeki bir yıldız o zaman şöyle dedi:
“Aşağıya bak, yeryüzüne. Sanırım kıpırdıyor”
“Kıpırdıyor”, diye yanıtladı diğer yıldız. Yeryüzünde insan hayatının başlangıcında, kaskatı donmuş sessizlik, yine geceyi ve tüm boşluğu kapladı.
Son geldiği zaman hiçbir şey farklı olmayacak.
A L T I N C I K I S I M
“Mezarlar.”
ANAVİSOS’da yaşamanın yol yordamı bulundu. Devlet göçmenlere kısa zamanda barakalarını dikmeleri ve açtıkları tarla ürün verinceye kadar içinde yaşamaları için, çadır ve alet edevat verdi.
Gün doğumundan çok önce, Foçalılar sürü sepet tarlanın yolunu tuttu. Sadece hastalar ve yaşlılar çadırları bekledi. Dağlılardan korkuyorlardı, gerçi elçilerini gönderdikleri o ilk günden beri bir şey olmamıştı. Henüz çadırda kalıyorlardı ve mahallenin barakalarının kerpiç duvarları örülüyordu.
Glaros dağ kilisesinin yanında seçtiği toprakta ailesiyle çalışıyordu. Ara sıra da payına düşen başka bir tarlaya, “Yaban Kekiği”ndeki tarlasına gidiyordu.
İş çok zordu, çorak toprak taş gibi sertti, her yeri kaya ve sakız ağaçlarıyla doluydu. Günler çalışarak geçtikçe, Glaros’un karısı seçtikleri yerin iyi çıkmadığından daha çok korkar olmuştu.
Kocasına:
-Derine insek de taştan kurtulamayacağız diyorum. Dedi.
Glaros kadının lafının nereye varacağını anlayarak kazmayı bıraktı.
-Bir zamanlar burada birilerinin yaşadığı belli, diyerek inadını sürdürdü. Ben ne yaptığımı biliyorum! Onların ayak izlerini bulacağız.
Eleni başka bir şey demedi ve yine kazmaya başladı. Kocası haklı olabilirdi. Hem de bu toprağın, vatandaşlarının aldığı diğer yerlerden daha kötü olmadığından emindi. Ayrıca, bastıkları toprakta belki bir zamanlar başka insanlar da çalışmıştı, onların bıraktıkları izleri bulmak onu avutuyordu.
Günleri böyle geçiyordu ki bir sabah, Glaros’un kazması o eskiden yaşamış insanlardan bir haber çıkardı yüzeye. Toprağın içinde bir duvar, kocaman taşlarla örülmüştü ve biraz daha derindeydi.
Karısına seslendi:
-Gel bak! Buradaki duvar değil mi?
Tabii duvardı. İkisi de merakla incelediler.
Ne olabilirdi? Kimdi bu izini buldukları ahali?
-Yöreyi tanıyan tuzlalardaki insanlar garip şeylerden bahsediyordu, dedi Glaros. Eskiden burası büyük bir şehirmiş ve denize batmış, diyorlar.
Böyle diyorlardı. Havanın esmediği, denizin durgun olduğu zamanlar koyun dibinde duvarlar, kocaman küpler ve insan elinden çıkma işler görüyorlarmış.
-İncilin söylediği tufanda kaybolmuş olacaklar, diyerek sonuca varıyor, Glaros.
Karısı da duvarın kocaman taşlarını elle yoklayarak:
-O zaman yok olmuşlardır. Nasıl insanlardı acaba? Diyor.
Glaros düşünceli görünüyordu.
-Yani, değerli şeyleri mi kaldı buralarda diyorsun? Bu taraflarda çok taştan gömütler buldukları söyleniyor.
Ama karısı sağlamcı biriydi. Hayal gücü çalıştırmak bir alıştırmadır, zaman ve çalışma ister. Glaros’un karısının, yaşıtı bütün diğer kadınlar gibi, böyle bir şeye vakti yoktu.
-Bunlar taştan para yapmayı bekleyen uyuşukların çıkardığı söylentilerdir. Dedi.
Lakin kocası ısrar etti:
-Ama tuzlalardaki adamlar, bu garip şeyleri görünce gülüp geçmiyorlar. Ovada gördüğün bütün çukurları, tarihi duvarlar arasında kısmetini arayan köylüler açmıştır, diyorlar.
Evet, tuzlalardaki adamlar böyle söylüyorlardı ve hazine hikâyeleri, Foçalıların küçük çadırlı kampında, ağızdan ağza dolaşmaya başladı. Toprağı bölüştükleri zaman gördükleri açılmış çukurlar, hepsinin eskiden dolu oldukları izlenimini veriyordu. Bunun için yavaş yavaş taştan gömütlere hikâyeler yakıştırmaya başladılar. Mamafih, bunca zamandır toprağın taşını ayıklayıp sabanla sürenlerin hiçbiri henüz bir gömü bulup çıkardığını söylememişti. Böylece, masalın gücü çevreyi yerinden oynatmaya başlamış ve sürülmüş tohum atmaya hazır bir parça toprağı ne zaman geleceğini tanrının bileceği hazineye tercih edecek Foçalıların vicdanındaki sağlam tabanı sarsmak istiyordu.
Bunun için, Glaros’un gözlerine görünen bu tarihi duvarlar, geçmişteki efsanevi halkın ilk izleri, kaybolmuş masalı canlandırmaya başladı, hayal gücünü harekete geçirdi, capcanlı, kuşaklar boyu bilinçsizce çalışmış ele avuca sığmaz Ege denizi insanlarının masalını.
-Onu kapatmalıyız, diyor karısına, bir taraftan işin ticari kısmının üzerini örtmeye başlarken. Ne olacağına bakana kadar kimseye bir şey söylemeyeceksin. Sadece ben bilen birine sormalıyım.
Beyni kazınmaya başladı.
-Ama kime?
-Ne çıkar bunlardan, bilemiyorum. Kadın dikkatle duvarlara bakıyordu, kuşkulu ve ısrarlı. Madem birine soracaksın, doktora sor.
Hayır, adam aynı düşüncede değildi.
-Doktor ne anlar bu işten? Adam Anadolu’dan. Bu işi sadece bu yörenin adamları bilebilir.
Sonra kadın da içgüdüsünün dürtüsüyle böyle düşünmeye yöneldi, Venis kayalık arazide gül bahçesi yapmaya soyunmamış mıydı? Öyleyse kocası niçin bu işlerde ona güvensin ki? Aynı şey…
-Şöyle olacak, dedi Glaros kararını almış olarak. Kalivya’lı yabancıyla konuşacağım. Prasinos ile…
Kalivya köyünde bir yabancıydı, sarı suratlı, kır saçlı, sivri burunlu, yeşil gözlü, buz gibi soğuk ve sert bir adamdı. Çok az konuşuyordu, kimse hayatı hakkında pek bir şey bilmiyordu. Foçalıların Anavisos’a vardığı ilk günlerde o da geldi ve yanlarına büyük bir çadır kurdu, tepelerin arkasındaki yakın bir köyden getirdiği balık ve yiyecekleri göçmenlere satmaya başladı. Kantinde elini bir şeye sürmüyordu çünkü yanında getirdiği bir uşak vardı, bütün işi o görüyordu. Yeşil gözlü efendi biraz oturup çadıra göz kulak oluyordu. Alış verişe gelen göçmenlerle laflıyor, başka işleri için gençler araştırıyordu. Çoğu zamanını da ovada, daha çok Foçalıların açtıkları tarlalarda dolaşarak geçiriyordu. Az konuşuyordu fakat onları her zaman tarla işinde teşvik ediyor, yüreklendiriyordu.
“Kim ola acaba bu adam? Göçmenler aralarında konuşuyordu. Bizden ne istiyor?”
“Para kazanmak isteyen biridir. Başka ne olsun!”
Başta, yeşil gözlü adam hakkında uşağından çok şey öğrenebileceklerini sandılar. Kahve gözlü, ağırdan alan bir köylüydü, çok yapmacıklı, saf görünüp kurnaz olan, Attiki bölgesinin Arnavut köylerinde hiç rastlanmayan bir tipti. Bakılırsa efendin çok zengin. Ne yapsın buradan gelecek kazancı? Ona soruyorlardı.
O zaman, Arnavut kurnaz gözlerini göğe kaldırıyor, onlara saflık perdesini çekiyor ve cevaplıyordu:
-Denizi olan yerleri seviyor. Bunun için geldik. Kalivya’da deniz yok ki.
Aslında daha çok şeyler anlatmak için can atıyordu, fakat uşağı bile efendisi hakkında fazla şey bilmiyordu. Prasinos Kalivya’ya Lavrion’dan, Anavisos’da tarihi mezar kazılarının başladığı 1911 yılında gelmişti. Kazılarda diğerleriyle çalıştı, ama onunla çalışanlar bu işi sadece bir yazlık geçimleri için beklenmedik bir şans olarak görürken, onda hayal gücü vardı ve kazdıkları toprağın içine daha dikkatli bakıyordu. Kazı yapan arkeologların yüzlerinden gözünü indirmedi. Her yeni buluntuda onların yüz ifadesine bakarak, bulunan kalıntıların kendince basit değerlendirmesini yaptı. Toprak yapısını incelemeyi öğrendi, içinde tarihi eser var mı, yok mu, önceden sezinlemeyi öğrendi. Bir gün aniden, çok eski tarihi mezarlardan birini buldular. Bir kız toprağın üçüncü katmanında yatıyordu. Kemikleri üstündeki üç bin yıllık toprakla sıkı sıkıya kenetlenmiş, yekvücut olmuştu. Lavrion’lu köylü cesedin kolunu çekti, sanki onun kalkmasına yardım etmek istiyordu. O zaman kemik avuçları içinde un ufak oldu toprağa karıştı. “Hayır!”Diye bağırdı yukardan bakan bilgin. “Dokunma ona!” O zaman dikkatlice kızın yanından kenarından toprağı kazdılar, ortaya üzerinde basit figürler olan harikulade bir küp çıktı. Gösterişli bir şey değildi. İnsan figürünün yüzü yandan çizilmişti ve burnunun üst köşesinde üstünkörü bir göz kabartısı vardı. Ama bulunan küp bütünüyle bakarsan çok hoştu. Gösterişli olmamasına rağmen bilginlerin yüzlerindeki heyecan ifadesi buluntunun çok değerli olduğunu gösteriyordu. Lavrion’lu köylü uzun uzadıya düşünmeye başladı: “Bu işi, ben de yapabilirim, zaten şu anda yapabileceğim başka şey yok.” Buradan da, onların yapabildiği gibi tarihi eserlerin değerini belirleyebileceği hükmüne vardı. Basit ve büyük eserlerin özünü kavradı. Sonra kazıları bitirdiler, arkeologlar çıkardığı çanak çömleği aldı ve gitti. Kızın mezarı açık kaldı, gelen yağmurlar kemikleri toprak ve çamur yaptı. Lavrion’dan gelen adam yalnız başına kaldı, hayal gücünü çalıştırarak Anavisos topraklarını kazmaya başladı, bir gün geldi, kimse altın ya da başka hazine bulup çıkardığını görüp bilmese de, eski mezarlardan çok zengin olduğunu söylediler ve ünü Kalivya’da yürüdü gitti. Kızlar evlenmek için etrafında dört dönmeye başladı. Her seferinde ısrarla reddetti. Tarihi mezarlarla yalıtılması onu yaşayan insanlardan gittikçe uzaklaştırıyordu. Kimseyle konuşmuyordu, gözlerinin yeşili daha yeşil olmuştu, yüzü yine sarıydı. Kalivya’dan bir iki köylü yanında işe girmişti ve patronlarının karanlık şahsiyetinden git gide etkilenerek onlar da somurtkan ve kurnaz oldular. Toprağı onun hesabına kazıyorlardı. Onlara: “Tembelleri istemem, bir şey bulursanız öderim yoksa çeker gidersiniz, bana bir daha çalışamazsınız.” Demişti.
GLAROS karısına,yeşil gözlüye soracağım, dedi. Sadece ona soracağım.
-Bana tekin biri gibi görünmüyor, dedi kadın.
-Bize kötülük yapmadı.
-Yeşil gözlü, beni korkutuyor, yere bakarak düşüncesini tekrarladı.
-Yeşil gözlerden mi korktun, benim kararıma karışma!
Kadın alçakgönüllü biçimde yanıtladı:
-Sen bilirsin.
AYNI AKŞAMÜSTÜ, gidip yabancıyı buldu. Kantinde değildi. Onu deniz kıyısındaki kayalıklarda buldu.
-Sana bir şey sormaya geldim, sadece sen bilip söyleyebilirsin bana.
Adam hiç renk vermedi.
-Ne istiyorsun? İlgilenmeyen tavırla sordu.
-Tarlamda taş gömüt duvarları buldum. Tarihi bir şey olacak diyorum, onları arıyorlar ya memleketinizde…
Yeşil gözler yuvalarında fırıldak gibi döndü ve birden adamın üzerinde durdu.
-Gidelim görmeye!
-İyi, yarın sabah, dedi Glaros.
-Hayır, şimdi dedim!
-Ama yine toprakla kapattım onu, derken dikkatle inceliyordu, Yeşil’i. Toprağı kaldırmamız gerekecek, vakit elvermez, diye ilave etti.
Ama Prasinos, ikinci düşünceye katılmadı.
-Elverir! Dedi ve onu kolundan çekti.
Glaros gitti kazma küreğini aldı ve yabancıyla beraber tarlaya çekip gittiler. “A! Acele ediyor. Bu iyiye işarettir.” Diyordu Glaros içinden, yolda giderken.
Toprağı küreklediler. Egina’nın gerisinde batan güneşin son ışınları altında gömütün taş duvarları göründü. Yeşil gözler duvarın orasını burasını dikkatle araştırıyordu. Kırık küp parçaları toprağın içinde karmakarışıktı. “Kiremit parçaları” diye düşündü Glaros. Prasinos incelemesini yapıp çukurdan çıkınca ona dikkat etti. Adam heyecanlanmıştı ama göstermemeye çalışıyordu.
-Üç aylığına tarlayı bana kiralayacaksın, dedi. Burada sen ne arıyordun?
Foça’lı o zaman sezgisiyle birden anladı.
-Bir şey aramıyorum, diye cevapladı. Kiralamayacağım.
-On binliğin olacak, diye ısrar etti diğeri, gittikçe yükselen ses tonuyla. Geri aldığında kazılmış tarlan olacak. Kabul mü?
İçine düştüğü durum Glaros’u korkutmuştu. Bütün gücünü topladı ve direndi.
-Hayır, dedi. Onu sana vermeyeceğim.
O zaman diğeri atıldı ve abasından yakaladı. Adamda görünmeyen bir güç vardı. Yeşil gözlerinde şimşekler çakıyordu.
-Bu topraktan çıkaracağın son taşı da alacağım! Vahşice bağırıyordu. Sana para vereceğim diyorum. Yine de istemezsen, o vakit hesaplaşırız!
Foçalı, üzerindeki adamın elini tuttu ve sakince aşağı bıraktı.
-Böyle yapma, dedi ona. Görelim bakalım, ne olacaksa!
GLAROS, altüst olmuştu, kampa böyle döndü. A! Yeşil adam böyle işler için mi burada kalıyormuş? Diye bağırarak karısını çağırdı ve ona; yabancının ne verdiğini ve kabul etmediğini heyecanla anlattı.
O zaman kadını garip bir duygu kapladı.
-Niye kabul etmedin? Dedi ona. Niye kabul etmiyorsun? Bu gökten düşen bir şans! Ne bekliyorsun?
-Şunu anlamıyorsun, bunu verdiğine göre toprakta gizli çok değerli bir şey beklemiyor mu sence de? Herhangi bir eski tanrı… Öyleyse niçin bir oyun oynamayayım?
-Kocacığım, biz ne anlarız bunlardan? Israr etti kadın. Bütün kış yiyeceğimiz olacak. Bütün kış!...
Şiddetle çarpan kalbinin ona söylediğini anlıyordu. Bir önseziyle dudakları titredi. Üzerlerine gelen tehlikeyi görüyordu, bin bir zahmetle sağlanan sakin Anavisos gündüz ve gecelerine süzülmeye başlayan sertliği ve tehditkâr yeşil gözü görüyordu.
-Korkuyorum, dedi yavaşça.
Adam bir an duraklar gibi oldu. Ama kapısına gelenin büyük kısmet olduğunu düşünerek, inadını sürdürdü ve son kararını verdi.
-Hayır! Tek mi çift mi oynayacağız.
Y E D İ N Cİ K I S I M
“Toprak altındaki bir tanrı için kurulan düşler.”
FOÇALILARIN barakaları günden güne yükselmeye başladı. Toprak çok kumluydu, lakin daha iyisi de yoktu. Bununla kerpiç yaptılar. Başta sudan çok zorlandılar, çünkü olan tek kuyu yaşam ihtiyaçlarını bile karşılamıyordu. Suyu hesaplı kullanıyorlardı. O zaman, iki üç Foçalı kendilerine baraka yeri olarak seçtikleri yerlerde su bulup üç kuyu daha açtı. Buldukları suyu, yer altındaki aynı su kaynağının kollarından alıyorlardı. Suyu onlara Yaşlı Matheos bulmuştu, saygıdeğer bir ihtiyardı ve geleneksel usul değnekle yer altında su arayanların son temsilcisiydi ve ailesi memleketinde bu işi yapar, su bulurdu. Bu basit insanlara göre doğaüstü, bilinmez bir güçtü ve Tanrı buyruğu gibi kendini kabul ettirmişti.
Ertesi gün, yaşlı Matheos Anavisos’a gelir gelmez güneşin nereden doğduğuna baktı. Üç çocuklu bir gelini vardı. Oğlu Anadolu’da esir kalmıştı.
-Sana dayanıyorum Tanrım, dedi gelin ve tam güneşe karşı durdu.
O zaman yaşlı adam üç kez haç çıkardı, sonra diz çöktü, yeri öperek dua etti. Kalkıp değneğini aldı ve el yordamıyla bir şey ararmış gibi, yavaş yavaş, sessiz, hipnozda gibi yürümeye başladı. Geriden gelini ve torunları takip ediyordu. Bazı yerlerde duruyor, toprağa hiç değdirmediği değneğini yukarı kaldırıyor, orada biraz kalıp gözlerini yere dikiyor, dipte karanlıklarda akan suyun gizemli yanıtını bekliyordu. Yanıtı orada bulamazsa ilerliyordu.
Sonunda bir yerde karar kılıp durdu.
Değneği tutan eli hafifçe titremeye başladı. Mübarek yüzü kasıldı, bir şey hissetmez oldu ve benzi soldu. Bütün güçlerin aynı noktayı işaret ettiği görülüyordu. Dudakları titredi.
-Burada, dedi.
Değneğiyle de yere vurdu.
Damarı yirmi metre derinde buldular. Suyolcunun gelini kazıda daha fazla çalıştı, güçlü biriydi, esmer, tasalı bir genç kadıncağız. Bir akrabaları da onlara yardım etti ama işin ağırlığı kadının tüm gücünü bitirmişti. Çok ağır bir işti. Gitgide derinleşen büyük çukurdan çıkarak hıçkırıklar içinde kendini yere attı, terden sırılsıklam olmuştu.
-Ah! Neden kalsın! Anadolu’da bıraktığı kocası için ağlıyordu. Biz ne olacağız! Ne olacağız!
İhtiyar suyolcu elleriyle yoklayarak kadının gövdesini buldu ve kafasını okşadı.
-Sus kızım, dedi. Göreceksin gelecek ve her şey düzelecek o zaman.
Genç kadın yerinden kalktı ve çocuklarına yemek hazırladı, yaşlı adam çukurun başında yalnız kalmıştı, atalarının kutsadığı değnekle harekete geçen, bunca gizemli serüvenden sonra gün yüzüne çıkan ve bugün de yarın da akacak olan dipteki suyla konuşmaya başladı.
KÜÇÜK TEPENİN yamacında, denizin yanı başında, Doktor Venis’in barakası şimdi yükselmişti. Baraka demek doğru değildi. Diğerlerinden ilk bakışta ayrılıyordu, çünkü daha yüksekti ve insanın yaşam ihtiyacından daha geniş tutulmuştu.
Bir küçük merdiven ikinci kata çıkıyordu, orası büyük pencereleri olan iki yatak odasına ayrılmıştı. Pencerelerden Egina, Ayos-Nikolas burnu, Tavşanadası ve daha gerilerdeki Pelopones ile Poros’un birbirine karışan hatları rahatça görülebiliyordu.
Bölgenin yeni iskâncıları, sabahın erken saatlerinde ve akşam vakitlerinde, doktorun çelimsiz bedenini, hışımla toprağa atılarak, taşları ve kökleri temizlerken, uzaktan görmeye artık alışmıştı. Temizlikte ağır işi doktorun gündelik tuttuğu iki Foçalı yapıyordu. Ama adamın içi rahat etmiyordu. Toprağın düşündüğü işe elverişli hazırlanmasında onlara güvenemiyordu.
İrini Veni dağı gören pencerenin ardından, onun biteviye eğilip kalkarak mücadele veren, gözlerini topraktan ayırmadan devamlı yüzündeki teri silen çelimsiz vücudunu izliyordu.
-Haklı, dedi kendi kendine. Ataları onu gözlüyor.
Sonra önündeki derme çatma masaya eğiliyor ve yazdığı mektuba devam ediyor:
“Baban toprağından çok çekiyor. Tabii ki gül yetiştiriciliği onun için bir gelenek. Öyle olunca da, bizi rahat ettirecek, sana eğitimini sağlayacak şeyin bu olduğuna inanıyor. Arada gelmelisin ve bizimle kalmalısın. Artık biten evimizde odanı hazırladık. Tabi teyzenle geleceksiniz ve aynı odada kalacaksınız. Kendimizi çok yalnız ve kimsesiz hissediyoruz yavrum.”
Gelen kocasının ayak sesleri duyuldu.
-Kıraç toprak bizi çok zorlayacak, dedi Venis. Ama üstesinden geleceğiz.
-İnanıyorum buna.
Sonra devam etti, İrini:
-Zannederim kız kardeşim artık Anna’yla beraber gelebilir. Daha sonra da güllerin gelmesini bekleyeceğiz…
Adam ona dik dik baktı.
-Ben de gelebilirler diyorum, dedi kısaca.
Kadın ona mektubu uzattı.
-Postaneye ne zaman gideceksin?
-Zannederim yarın.
Biraz sonra ablasını sordu:
-Maria’nın gözleri kötüye gidiyor diyordun, buraya öyle mi gelecek?
-Şehirde yaşamını sürdürebilmekten elinde göze ödeyecek bir şey kalıyor mu sanıyorsun? Onun yaşında birinin, kontrolü bırak, ciddi tedaviye ihtiyacı var, bunun lafı bile olmaz.
-Tabii ki öyle, o halde? Beklediği bir şey mi var?
-Hayır, beklediği bir şey yok. Beklediği yavaş yavaş ışığı kaybetmek!
Denizin ötesinde, Egina’nın arkasında güneş batıyordu. Altın rengi küçük bir bulut adanın üstünde asılıp kalmıştı. İrini Veni bir süre onu izledi ve uzunca süre ablasının kaderini düşündü. Onun yaşamı kesinlikle kendisininkinden daha iyi başlamıştı. Henüz evlerini, vatanlarını kaybettikleri büyük yıkım gelmeden önce, onu isteyen adamı sevmişti. Ama mutluluğu fazla sürmedi. Kocası çok genç yaşta öldü ve büyük savaştayken, genç oğluyla yalnız başlarına, kimsesiz, Egina’ya sığındılar. Zorlu savaş günlerini orada geçirdiler. Sonra yine memleketlerine döndüler, tekrar kaçıp geldiler. Ama kardeşi bu defa yalnız gelmişti. Oğlu Anadolu’da kalmıştı.
-Hiç olmazsa biri ona kalsaydı, diye fısıldadı İrini Veni.
-Ama neden oğlundan ümidini kesiyorsun? Dedi doktor. Anadolu’dan, her defasında yeni haberler geliyor. Ben ümitliyim.
-Senin tabiatın öyle, bunun için ümitlisin. Belki de ben artık beklemesini unuttum.
Ellerini kenetledi ve pencereden dışarı baktı.
-Anadır ve ölene kadar bekleyecek, dedi İrini. Biraz sonra devam etti; sanırım beklemeye gelince, ikinizin de birbirinizden farkınız yok. Bekleyebilirsiniz…
Dışarıda sükûnet vaktiydi, gün ışığı keskin değildi, görünen şekillerin sınırları kaybolmuştu.
Venis yavaşça:
-Sanırım sen de biraz değişmiş olmalısın, İrini. Diyor. Alışıyorsun biraz, her defasında… Neden acı çekiyorsun? Ona sesi titreyerek yine soruyor.
Ender görülen bir andı, kadının yüzünde zayıf adamın gücünü kesen o sert tavırdan eser yoktu.
-Benim acıma boş ver, Dimitri. Kim bu kadar ağır alışır…
Pencereden Eleni’nin evlerine doğru geldiğini gördüler. Doktor onu gösterdi.
-Neden bu basit insanlar kaderleriyle barışıklar da biz değil? Dedi alçak sesle.
Yabancı kadının geldiğini görerek rahatlamıştı. İkisine de yardıma gelen Hızır gibiydi. Neden sohbetlerinin sonu her defasında acı sözlerle bitiyordu.
-Hoş geldin! Doktor onu neşeyle karşıladı. Ev işleriniz nasıl gidiyor?
Kadın gülümsemeye çalışarak onları selamladı. Fakat sıkıntılı olduğu halinden belliydi ve aklını kurcalayan bir konu olduğu görülüyordu.
-Size bir şey mi oldu? Venis soruyor.
-Bir şey yok, kadın aceleyle cevapladı. Bayanı göreyim diye geldim, isterse ona yardım edeyim.
-İyi, iyi, diyor doktor, onun karısıyla konuşmak istediğini anlıyor. Ben şimdi aşağı iniyorum.
İki kadın baş başa kaldılar.
-Neyin var? İrini soruyor.
-Ah, bayan, nasıl diyeyim bilmiyorum! Diye patladı Eleni. Ve devam etti: Sanırım, bayan, kocam çocuklarının yararına hareket etmiyor. Ona anlatamıyorum. Ne yapayım?
Kocası yemin ettirmesine rağmen, doktorun karısına yeşil adamlı hikâyelerini itiraf etti. Kadın, Yeşil’in teklifine hayır dememeleri gerektiği düşüncesindeymiş. Adamın onlara verdiğiyle, başlarını sokacakları damlarını bitirebileceklermiş ve kış ihtiyaçlarını sağlayacaklarmış. Bu adamdan korkuyormuş. Sonra, neden tek mi çift mi oynayacaklarmış? Ya aradıkları tanrı bulunmazsa?...
-Bir tanrı aradıklarını nereden biliyorsun? Veni soruyor.
-Bunu kimse söylemedi, fakat Fotis hayal kuruyor. Tanrı için değilse neden bu kadar çok veriyor Yeşil?
-Burada tanrılar olduğunu kocan nerden biliyor?
-O, bütün ahali söylüyor! Yerin dibinde ve deniz tabanında gömülü diyorlar, buranın eski tanrıları için.
Venis’in karısı da Anavisos’daki gizli mezar kazılarını duymuştu ama bu kadar dile düştüğünü şimdi öğreniyordu.
-Düşün bayan, bu kadar parayla nasıl rahat yüzü göreceğimizi bir düşün! Diye ısrar ediyordu Foçalı kadın. Her şey iyi giderse ürün de alacağız, hayvanlarımız için de yer olacak. Şimdi inşaat yaparken barakanın yanına iki duvar da onlar için…
Şimdiden, gelecek ürünleri, hayvanları böyle ateşli üslupla anlatırken buğulu sesi, kadının düşlerini ifade edebilmek için en duygulu tonu bulmaya çabalıyordu. Düşleri varabileceğinin son noktasındaydı, zayıf hayal gücü Glaros’un peşinde koştuğu tanrılara kadar gidiyordu. İrini Veni dinledi ve hayallerle harekete geçen gücü düşündü, rüzgârları, bulutları ve insanların sıcak kalplerindeki tutkuyu.
-Anlıyorum, Eleni, dedi. Ama bir şey yapamazsın. Bırak onu, kendi karar versin.
Ona daha şunu söylemek istedi: “Benimkine bak, kayaların içinde gül bahçesi düşlüyor, ben de bir şey yapamıyorum.” Ama daha fazla ileri gidemiyor, İrini Veni.
Doktor döndüğü zaman, karısı ona Eleni ile konuştuklarından bahsetmedi. Sadece yeşil gözlü yabancıyı sordu.
-Şüpheli biri gibi görünüyor, hiç mi hiç hoşuma gitmiyor. Dedi doktor. Bizlerden bir şeyler koparmaya bakıyor tabiatıyla.
-Ne aradığını düşünüyorsun?
-Fakat… Köylülere borç vererek para kazanmak istiyor, sonra ona üç katını ödeyecekler, buna yakın bir şey.
-Hakkında başka bir şey duydun mu?
-Eski eserlerle ilgilendiğini söylüyorlar, öyle bir şey. Kim bilir?
S E K İ Z İ N C İ K I S I M
“Anavisos’un arkaik erkek heykeli.”
SONBAHAR geldi, onunla beraber yağmurlu günler de gelmeliydi ama ovanın üstünde ve Anavisos’un tepelerinde bulut görünmüyordu. Toprak susamıştı, bir yağsa insanların emeği çorak topraklarda karşılığını bulacaktı.
Dönüp gökyüzüne bakıyorlardı, ağızlardan çıkan bütün sesler yalvarıştı:
-Yağdır, Tanrım.
Suyun geleceği günden güne belli oluyordu. Bulutlar uzakta, Sounios üzerine toplanmıştı, gök gürültüleri duyuluyordu ve yürekler çarpıyordu. Kadınlar koşup dışarıda neleri varsa içeri taşıyıp emniyete aldıktan sonra gelecek yağmuru seyretmeye çıkıyordu. Suyu öylesine çok bekliyorlardı –öyle bir olguydu ki, sanki suları harekete geçirecek meleği bekliyorlardı.
Kara bulut gittikçe yaklaşıyordu. Toprak, çamların yaprakları, deniz ısrarla bunun altını çizdi –Melek geliyordu. Kuşlar havada telaşla uçuşuyor, kaçıp sinecek bir yer arıyordu. Yağmur damlaları göğe bakan çilekeş yüzlere düşmeye başlamıştı.
O zaman garip bir şey oldu: Bulut, aksi bir rüzgârla birden vurulmuş gibi, aniden yolundan biraz saptı. Bu küçücük hareket onu küçük ovadan uzaklaştırdı. Bulut birkaç damla bıraktıktan sonra, tepelerin üzerinden geçip kuzeye doğru çekip gitti.
Gözler kaybolana kadar bulutun üzerinde öylesine kalakaldı. Baştaki hayret yavaşça çaresizliğe döndü. Bulanık atmosfere sessizlik yağdı. Aniden umutsuz çığlıklar yükseldi:
-Nasıl bir yer burası! Bulutlar da kaçtığına göre ne lanet yer..!
Bağırıyorlar, haykırıyorlardı, kadınlar var güçleriyle feryat figan dövünüyordu. O zaman içlerinden biri şunu hatırladı. Çobanlar bunu söylememiş miydi? “Bulutlar gelip geçecek ve toprağa bir damla düşmeyecek.”
Adamlar kadınlardan daha çaresiz görünüyordu çünkü doğaları böyledir: Hayal güçlerine daha çok yer verirler ve moralleri çabuk bozulur. Bunalımlara direniş halktaki kadınların ayrıcalığı, onların savunma silahı.
Şimdi bu kadınların çıldırmışçasına ciyaklamalarına karşı koymak için de yine bir kadın geldi. Barakalardaki hayata o kadar uzakken kimse bunu İrini Veni’den beklemiyordu.
-Neden çığlık çığlığa, deliler gibi bağırıyorsunuz! Hışımla onların üstüne atıldı. Şimdi bulutlar yok oldu diye, buraya bir daha hiç yağmayacağına nasıl inanıyorsunuz! Bugün yoksa yarın olacak, olmazsa ertesi gün olacak!
-Bu kesin! Şimdi doktor da onu onayladı. Onları kayıp mı ettik? Su gelecek!
Karısının ilgisi ve kadınlara çıkışması onu coşturmuştu.
-Su yarın gelecek, olmazsa öbür gün. Gelecek!
Mutlaka gelecekti, hem de kışın büyük sağanaklarıyla gelecekti. Fakat toprağın susadığı zaman, şimdi bu mevsimde olduğu gibi, bulutların onları bırakıp gittiğini daha çok göreceklerdi, gelecek yıl da, sonraki ve sonraki yıllar da çok bekleyeceklerdi.
-Yaptığın iyi oldu, dedi o akşam karısına Dimitris Venis.
Fakat İrini yine buz gibi soğuk kimliğine bürünmüştü. Gözlerini dikerek, kocasının yüzüne baktı ve:
-İnşallah hiç yağmaz, dedi.
GLAROS tarlasının her yerini kazmıştı ama aradığı tanrıyı hiçbir yerde bulamamıştı. Toprak altındaki duvarların yerini daha derin kazmıştı ama duvardan başka bir şey yoktu. Sadece temelini ortaya çıkarabildi.
Her gün artan başarısızlık Foçalının hanesini de karıştırdı.
-Ben sana demiş…, diye başlayan karısı dırdır ediyor, bastırıyordu. Beni dinlemedin adam!
Onlar aralarında tanrı avındayken bu arada vatandaşlarının hepsi toprağını kazıp hazırlamış, asma çubuklarını dikeceklerdi.
-Beni dinlemedin!...Acıyla tekrarlıyordu kadın.
O zaman Glaros ona ağır laflar sarf ediyordu, kadın sonunda konu hakkında konuşmamaya mecbur kaldı. Fakat bu suskunluk, geceleri uykuya yattıkları zaman öylesine buruk oluyordu ki! Toprak altındaki tanrının hayaleti aralarına giriyor onları sıkıştırıp eziyordu ve Glaros o zaman alışık olmadığı yalnızlığı, onu hafifletecek sözlere duyduğu ihtiyacı yüreğinde hissediyordu.
-Ben sana bulunacak diyorum. Kendinden emin olarak böyle diyordu. Kalbim böyle söylüyor.
-İyi öyleyse, bırak bekleyelim, diye cevaplıyordu acıyla öteki.
Bir gece aniden kadını uyandırdı:
-Eleni! Eleni! Uyan diyorum!
Kadın derin uykudaydı ve heyecanla yataktan sıçradı.
-Ne var? Diye bağırdı, barakanın karanlığında bir düşman var sandı.
-Bağırma, çocuklar uyanacak! Onu uykumda gördüm! Onu gördüm diyorum sana!
Sonra, kadına rüyasında gördüğü antik tanrıyı anlatmaya başladı; gövdesi esmerdi zira yontulduğu taş binlerce yıl altında yattığı toprağın rengini almıştı. Başka bir şey hatırlamıyordu, sadece toprak rengini ve kapalı göz kapaklarını hatırlıyordu. Ona böyle görünmüştü: sanki kördü.
Birkaç gün geçince rüya unutuldu. Çaresizlik ve umutsuzluk Glaros’un da içinde yer etmeye başlamıştı, o zaman şu oldu:
Su kuyusu için kazacakları yeri göstermesi için yaşlı suyolcuyu çağırdılar.
Eleni şöyle akıl yürüttü:
-Mademki suyu bulmak için o kadar derin kazacağız, yağmursuz zamanları da düşünerek, daha da kazalım kuyu derin oldun.
Kör suyolcu o zaman tarlanın en ucundaki bir yeri gösterdi onlara. Daha fazla suyu orada bulacaksınız. Dedi.
Glaros ihtiyarın dediği yeri kazmaya başladı. Karısı gittikçe büyüyen çukura girip kürek sallayarak ona çok yardım etti.
Bir öğlen sonrası ışık çaktı. Glaros dört metre kadar derindeydi, Eleni yukarda çamur yığınının üstüne oturmuş içerde kımıldayan, toprağa vuran karaltıya bakıyordu. O! İnsanların kaderleri ne kadar garip yer değiştirebiliyormuş! Bodur adama varmak için konsolosun evinden ayrıldığı zaman, Eleni bütün geleceği bildiğini sanıyordu. Ona çocuklar yapacaktı, çile çekecekti ve doğrudan doğruya hemen olamasa da, bir zaman sonra, çocuklarla olan koyu bağ dolayısıyla, babalarını tanıyacaktı, etini kemiğini ve kalbini ona teslim ettiği zaman ve yerde. Bu yabancı diyarda, açık çukurun üstündeki bu canlı yaratığın bilinmezlikler içinden bir şey öğrendiğini, aşağıda kımıldayan gövdenin ana hatlarından başka bir şeyini bildiğini kim emin olarak söyleyebilir?
Çukurun içinde tekrarlanan sert vuruşlardan biri, adamın aklını başından almıştı. Kazması bir taşa vurmuştu. Kadın aynı anda çukurdan gelen adamın feryadını duydu. “Of!” Canhıraş bağırıyordu.
Çamur yığınından yere atladı ve bütün gövdesiyle çukura eğildi.
-Ne oldu? Kadın korkarak aşağı seslendi. Yukarı gel!
-Her tarafından vuruyorum, taş! Çukurdaki ses heyecanla cevap veriyordu. Kaya olacak!
Yoksulsan, hem su kuyusu için kazıyor hem de Tanrı seni kayaya çarpıyorsa bu gerçek felaketti. Kadın bunu biliyordu ama şimdi her zamanki gibi ona cesaret vermeye bakıyor.
-Tekrar vur, kenarından kenarından! Ona sesleniyor. Kaya olmayabilir.
Ve hemen:
-İniyorum ben de. Dedi.
İndi. İkisi de sessizce yeni düşmana karşı çare bulmanın yolunu araştırdı.
Kadının verdiği öğütle, adam kayanın etrafını kazarak bir an soluklandılar.
-Vurduğum yer taştan çok yumuşak, dedi yavaşça. Ne ola ki?
Ne ola ki? Karanlığa doğru eğildiler. Kadın küreği aldı ve taşı görmek için üzerindeki toprağı temizledi. Biçimini dikkatlice izledikleri taşın çukurda bir baştan diğer başa kadar dayandığını gördüler, sonra toprak dolu bir boşluk ve yine taş. Eleni daha iyi kürekledi, kuvvetli, boşluğun içinde upuzun yatan düşmanın üstündeki toprağı kazıdı attı. İkisinin de sinirleri gerilmişti ve yürekleri güm güm atıyordu: iki taş elin, koca bir cisme yapışık olduğunu açık olarak gördüler. Sonra da, çıplak gövde çukurun loşluğunda bütünüyle ortaya çıktı.
Adam kadının elini yakaladı ve korkuyla sıktı.
-Bu işte!... Dedi yavaşça.
-Deme!...Kadının sesi titriyordu, sanki tanrının yerden kalkacağından korkmuştu.
Adam onu elinden sıkıca tuttu ve öyle birbirine bağlı, güçlerini birleştirmiş, yontunun üzerinde oturdular, gövdeleri terden sırılsıklam olmuştu.
-Şimdi?...dedi Glaros.
Korkusu ve ilk şaşkınlığı yavaş yavaş geçince içini derin bir sevinç dalgası kapladı.
-Şimdi? Dedi tekrar. Sorarken zafer kazananların tavrı içindeydi. Ne yapacağız şimdi?
-Ne yapacağız? Dedi öteki de. Onu tekrar kapatalım ve gece düşünürüz.
Evet, böyle daha iyi olacaktı. Küçük tanrıyı örtsünler ve gece düşünsünler. Glaros küreği aldı, onu toprakla örtmeye davrandı, o zaman bir şey hatırladı. Upuzun yatan heykelin üstünde diz çöktü, eğildi ve elleriyle yüzündeki toprakları temizlemeye koyuldu. Elleri titriyordu ve yüzünden akan teri tanrının bedenine damlıyordu.
Sonunda temizliği bitirdi, üzerine biraz daha eğildi. Baktı. Ve o zaman haykırmaya başladı:
-Gözlerine bak! Kör! Rüyada gördüğüm gibi! Rüyadaki gibi!
Karısı da diz çöktü. İkisi de gittikçe daha cesaretlenerek, taş bedenin her yerini elle yoklamaya başladılar, kapalı göz kapaklarını, baldırlarında duran huzurlu ellerini. Harikulade bir arkaik erkek heykeliydi, taş mezarda sevgi anıtı, bir zamanlar bu topraklara saldıran barbarlardan gizlenmişti. Toprak onu korumuş, rengini vermişti ve mermer sanki toprak gibi olmuştu: geldiği yere tekrar dönen madde.
-Ne kadar küçük!...Mırıldanıyordu Eleni. Parmaklarına bak!
Evrenin iki önemsiz varlığı orada dikilmiş, mezar ve Tanrı korkusuyla huşu içinde, sade hayatlarındaki beklentilerine payanda olacak taşı yorumlamaya çabalıyorlardı.
TAŞ HEYKELİN üzerini kalın bir toprak örtüsüyle kapattılar, güneşin batışını bekleyip barakalarına hareket ettiler. Serin sonbahar havası gerilen sinirlerini biraz rahatlatmıştı. Artık onları diğer insanlardan ayıran tanrının mesajına sahip olarak, konuşarak patikada ağır ağır ilerliyorlardı.
-Sana ne dediğimi gördün, ne dediğimi gördün…, durmadan tekrarlıyordu Glaros. Toprağı verseydik, “O” şimdi başka ellerde olacaktı.
-Haklısın, diye kabullendi kadın. Eğer beni dinleseydin, şimdi benim canımı almış olacaktın…
Biraz geçtikten sonra:
-Fakat …, diyor yine Eleni.
Adam, aniden dönüyor ve araştıran gözlerle ona bakıyor.
-Ne?
Kadının sesi titriyor biraz.
-Hiç bir şey, diye cevaplıyor. Sadece korkuyorum… Neden, bilmiyorum…
-Niçin korkuyorsun?
Fakat kadın açıklamaktan kaçınarak esas konuya dönmek istiyor, şimdi onun yeri zamanı değildi. Kocasına soruyor:
-Şimdi ne yapacaksın?
Ne yapacak? Sorunun cevabı, sevinç burgacına girerek, kafasının içinde biteviye dönüp duruyordu.
-Şimdi tanrıyı ne yapacağız? Eleni tekrar soruyor.
Acaba biliyor muydu? Şansı ele geçirdiğini anlamıştı, oyunu oynamalıydı. Atalarının bu denizlerde kaçakçılık yaparak edindiği ve yaşamlarına işlemiş denizci kurnazlığı capcanlı olarak onun da içinde yaşıyordu, kendini adadığı bu toprağın uyuttuğu bütün o içgüdüler şimdi uyanmaya başlamıştı.
-Düşüneceğiz ve bu oyunu oynayacağız, dedi. Bu arada çıt yok! Kimse bir şey duymamalıydı.
Güçlü sevinç, bal tutan parmağı durmadan yalıyordu, sanki güçle onu sular gibi. Sıska vücudu sağlıklı ve yeterli gücün duygusuyla sele kapılmış, yere daha sağlam ve çevik basıyordu, sanki bir düşman gücü vahşi hayvanı eğitir gibi eğitiyordu. Aşağı yere doğru baktı, çıplak, pis, çilekeş ayaklarını ve karısının sessiz adımlarını gördü. Sanki bu toprakta hayatlarını çizer gibi gidiyorlardı, bilinç derinliklerinden ona haber yolladığı için, geçmişte oluşan bu yeryüzünü biçimlendirebiliyorlardı. Kirli ayakları, insanlık tarihini devam ettiren adımları şimdi başka türlü bir sevecenlik, ilişkilerdeki bilinmezlik yönetmekteydi.
Adam ayağın üzerindeki çamurun içinde bir lekeyi, önemsiz bir çizikten çıkan kanı fark etti.
-Kanamış…, dedi kadına yavaşça.
Kadın şaşkınlıkla ayağına baktı, beklenmedik sevecenlik gözlerini yaşartmıştı.
-Ne dedin?
-Ayağına bak…, diye cevap verdi adam. Onu temizlemelisin.
TARİHİ ESER KAÇAKÇISIYLA karşılaştıklarında köye yaklaşmışlardı. Tepelerin doğu tarafından geliyordu, köylülerin kazdığı yerlere sıkça yaptığı gezilerin birinden dönüyordu. Son zamanlarda daha sinirli ve asık suratlı olmuştu, zira Foçalıların kazdıkları tarlalardan umduğunu bulamamıştı. Kazısı bittiğinden beri Glaros’un tarlasına gitmeyi bırakmıştı.
Onları selamladı.
-Yeni bir şey var mı?
-Hayır, yok.
-Kuyu?
-O! Efendim, sorma, dedi Glaros, hayal kırıklığına uğramış gibi tavır takınmıştı. Galiba kazıyı durduracağız.
-Taş mı çıktı?
-Kaya çıktı, dinamit lazım. Bir taraftan da yağmurlar geliyor, bahara bırakayım diyorum.
Adamın yeşil gözleri başka türlü bir sertlikle dikiliyor üzerine.
-İyi yaparsın, diyor ona. Yağmurlar geliyor.
KIZI KÜÇÜK ZAMBETA onlara barakanın avlusunda yetişti.
-Geldiler! Uzaktan bağırıyordu. Anne, geldiler!
İrini Veni’nin kız kardeşi ve kızını söylüyordu.
-Büyük bayanla kız geldi! Doktorun evinden seni aradılar!
Eleni yağ kandilini yaktı, akşam yemeği için ocağa su koydu, çabucak küçüklerini hazırladı ve Dimitris Venis’in evine koşturdu.
Maria Teyze, İrini Veni’den çok daha büyüktü. Başındaki bembeyaz saçlar günden güne feri kaybolan gözleriyle, zayıf solgun yüzünü aydınlatıyordu. Soylu görünüş hala yüzünde duruyordu, onca yıkımlardan sonra ben gidiyorum demiyordu.
Pencerenin önüne oturmuştu, lamba loş ışığını etrafındaki insanların yüzlerine ödül gibi dağıtıyordu. Küçük kardeşi İrini yanında oturuyordu, onun yanı başında da doktor ve simsiyah saçlarıyla on altı yaşın gençliği içinde parlayan Venislerin kızı Anna Veni dimdik ayakta duruyordu.
Eleni ezilip büzülerek yaşlı bey kızına yaklaştı, eğilip elini öptü.
-Hoş geldin, sevgili bayan. Seni bekliyorduk.
Büyük kardeşin yaşlı yüzünde kirpikleri oynamaya başladı, sanki belleğini toparlamaya çalışıyordu.
-Teşekkür ederim çocuğum, dedi yavaşça.
Ve sonra, hayal kırıklığı içinde, hatırlamaktan umudunu keserek:
-Kimsin, kızım? Diye sordu.
-Eleni’yim, Fotis’in Eleni.
-A, sen miydin, çocuğum? Evceğizin nasıl?
Ona teşekkür etti ve herkes iyi, dedi. Hem de çok iyi. Aslında saygı duyduğu bu insanlara kurtuluşları olarak gördüğü ve verdiği coşku içinde boğulduğu küçük tanrıdan bahsetmeyi, mutluluğunu yüzlerine haykırmayı çok isterdi. Ama kocasını hatırladı ve kendini tuttu. Küçük Anna’ya da hoş geldin dedi ve ateşi yakıp yemeği hazırlamak için aşağı indi. Barakalarına döndüğü zaman kocasına olan biteni anlattı.
-Zavallı beyzade kızı, artık iyi göremiyor. Beni tanımadı.
-Ondaki dertler herkeste var, diye kendi kendine söylendi Glaros.
Ve sonra:
-Oğlunun dönmesini hala bekliyor mu?
-Oğlunun dönmesini kim beklemez? İsa onları koruyacak, ben buna inanıyorum.
Herkesin yemeğini önüne koydu, çocuklarına, kocasına. O acıkmamıştı.
-Sevinçten olacak, dedi Glaros.
Başka ne desin, bilemedi.
-Bundan olacak.
Biraz sonra:
-Ama işler yoluna girerse artık doktorun evinde yorulmayacaksın, dedi Glaros. Ona harcadığımız vakit bize kalacak.
-Fakat onlara yardım etmekten ben yüksünmüyorum. İyi insanlar.
Kandili söndürdü, birbirlerine yaklaştılar, yalnızlığın sessizliği bedenlerini örttü.
KARANLIKTA yatan Eleni bir türlü gözlerini yumup rahatlayamıyordu. İçindeki bu acayip çalkantı, kalbindeki heyecan, boğazında düğümlenen…,nedendi bunlar? Karanlıktan çıkıp gelen küçük, gözleri kapalı zayıf biçim, baldırlardaki huzurlu parmaklar, gün yüzüne çıkan tanrının sarı yüzü…
Yanındaki kocasını hissediyordu, kafasına kadar örtünün içinde, o da uyumuyordu. Aceleci soluklardaki çalkantıyı hissediyor ve huzurlu insanın nefes alışındaki dinginliği ayırt etmesini biliyordu. Lakin belki uykuya dalabilir diye sesini çıkarmadı. Barakalarının kapısı dışındaki engin denizin sesiyle birleşen gecenin hafif çalkantısını, sonsuzluğun karanlığını ve acımasızlığının kesinliğini içinde hissediyordu.
Saatler geçti. Uyku gelmedi.
Önce Glaros yataktan fırladı.
-Bir şey mi istedin? Hemen yavaşça sordu, kadın.
-A, sen de mi uyumuyorsun? Sıcak bastı. Dışarı çıkacağım.
Nereye gidecek? Ona kaygıyla soruyor kadın ve henüz gece, diyor.
-Boş ver. Tarlaya doğru gideceğim.
Kadın tarifsiz bir tehlikeyi içinde duydu ama belli etmek istemedi. Oradaki derin mezarın çevresindeki tehlikeyi düşündü.
Adam giyindi ve çıktı. Seher vaktinin serinliği her tarafını sardı ve kanını harekete geçirdi. Sabahyıldızı tepelerin üzerinden çıkmıştı. Güne çiğ düşmeye başlamıştı.
Tarlanın yanına yaklaştığında gecenin karanlığında bir adamın ayak seslerini duydu. Kalbi şiddetle çarpmaya başladı. Adımlarını açtı. O zaman bir cismin karanlığın içinde sessizce hareket ettiğini açıkça gördü.
Prasinos, tarla tarafından dönmüş geliyordu. Glaros onu fark edip tanıdığında önseziyle bir anda kalbi sıkıştı. İçinde tarif edilmez bir korku ve nefret duygusu kabardı.
Karşı karşıya geldiklerinde durdular.
-Gün doğmadan mı? Prasinos sordu.
Fotis böyle çalıştığını söyledi: gün doğmadan. Uykusu da yoktu.
-Ya sen ne arıyorsun bu vakit burada?
Ne arıyordu? Dişleri arasından fısıldadı:
-Hiçbir şey.
Omzunu silkip denize doğru çekip gitti.
Glaros tarlaya varıyor ve açık çukurun başında duruyor. Dipteki karanlığa bakıyor, kaderinin yatıp dinlendiği yere, sonra kazıdan çıkan toprak yığınının üstüne oturuyor. Oturuyor ve göğe bakıyor, gözleri engin denizde uzakları tarıyor, gövdesi rutubetten sırılsıklam oluyor. Titreyen ve direnen sağlam bedenin güveniyle, var olman ne iyi, ayaklarının altındaki senin toprağındır. Tabii şimdi her şey değişecek. İki kirli ayak yerde yorgun ilerliyor ve adamı izliyor. Varlığını çevreleyen küçük tepeler kaybolmuştu ve artık evrenin sınırlarından başka sınır yoktu. Ve kirli çileli ayaklar devamlı ilerliyor ve aniden kanla doluyor. “Ayaklarına bak, diyor toprağına. Sızlayacak.”
Soğuktan kördüğüm olmuştu, silkiniyor. Şafak yıldızı da artık kaybolmuştu. Anavisos’un tepeleri de doğmakta olan güneşin ışınlarıyla belirmeye başlamıştı.
Uyuşukluktan kurtulmak için biraz yürüyor. Artık iyice gün ışımıştı, çukura iniyor.
Hemen gözüne bir gariplik çarpıyor. Toprak yığını çukurun bir başına toplanmıştı. Lakin dün akşam, bütün toprağı heykelin üstüne atmışlardı. Şiddetli bir korku gelip geçiyor vücudundan. Hemen kendini yere atıyor ve heykelin üstündeki toprağı avuçlarıyla sıyırmaya başlıyor. “Adam ne arıyordu burada?...Ne arıyor?” Aklına Prasinos geliyor fakat hemen aklından kovuyor, düşünmeye bile cesaret edemiyor.
Sonunda, kanayan parmakları mermere dokunuyor.
Derin bir nefes alıyor, rahatlamıştı.
-Ah, Tanrım!
Ellerini ceketinde temizliyor ve sonra yüzündeki teri siliyor ve düşünüyor:
“Bir karara varmalıyım. Bugün zaten ona gidecektim, bakalım hesabı ne! Fakat her şeyden evvel biri bugün burayı korumalı.”
D O K U Z U N C U K I S I M
“Sel.”
GÜN AĞARIRKEN havanın hasıl olacağı hiç belli değildi. Kuzeyde dolaşan birkaç bulut vardı ama güneşin dağıtacağı belliydi.
-Dinle! Dedi Glaros karısına. Tarlaya gidince doğru onun başına çök. Ben gelinceye kadar bir yere ayrılma! Öğlen vakti geleceğim. “Yaban Kekikleri”ne kadar gideceğim.
Kuyuda çalışmayacağı için burnun arkasındaki öbür tarlaya geçmeyi planlıyordu. Erken dönecek ve Prasinos’u bulmaya gidecekti. Onunla dobra dobra konuşacaktı, Glaros onu zorluyor zannetmemeliydi. Sonra gelip, işi bitirmelerine kadar çukurun başında yatacaktı.
-Beni duydun mu? Gelene kadar buradan kımıldamayacaksın! Dedi tekrar.
Durdu ve:
-Sabahın köründe, onu burada dolaşırken gördüğümden…, diye ekledi.
Kadın kim olduğunu sormadı çünkü hemen anlamıştı.
Gizli korkuları gene depreşmişti. Ona şunu demek istedi: “Ne işi vardı şimdi Yaban Kekikleri’nde. Bu günü mü seçti? Gitsin bir an evvel onu bulmaya, anlaşsınlar, sorun da bitsin” Fakat bir şey söylemedi.
-İyi. Sen dönene kadar burayı bekleyeceğim.
Çevik adımlarla uzaklaşmasını seyretti. Arkasından seslendi:
-Çocukların ekmeğini ver. Söyle beni beklemesinler.
GÖKYÜZÜ birdenbire bu kadar bulutla nasıl doldu?
Ufukta tepelerden başka bir şey görülmezken, kocaman kara bulutlar sessizce arkasında bitivermişti, birbiri üstüne, sanki yerin dibinden fırlarmış gibi. Ovada ağaç yok ki yapraklarını sallasın ve fırtınanın geldiğini önceden haber versin. Gök gürlememiş, şimşek çakmamıştı. Ölüm kadar sessiz ve karanlık bir kümeydi. Nasıl bir yer burası? A, Anadolu kıyılarında her şey nasıl başkaydı! Yağmurlar, soğuk sıcak havalar, hepsi sırasıyla zamanında gelirdi, önce biri haber gönderirdi sonra diğeri gelirdi. Hiçbir şey aniden, zorbaca olmazdı, insanlar önceden hazırlanırdı, gövdeler karşı koymaya hazır beklerdi.
Eleni yabancı yerde yalnız başına oturuyor ve yavaş yavaş gökyüzünün karanlık yüzünün onu kuşattığını seziyordu. Açık çukurun başında korunmasız ve yalnız olduğunu gittikçe daha fazla hissediyordu. “Tanrı insanları korusun”.
O anda, aniden kapaklar açıldı. Karşı durulmaz, korku veren bir güçtü. Rüzgâr esmiyordu, bu da suyun serbestçe boşalarak dimdik aşağıya inmesine korkunç bir güç katıyordu.
Yer içti, içti, içti. Sonra da, daha fazlasını alamam deyince onu denize doğru defetti. Sağda solda hendekler doldu taştı, dere oldu ve aşağı doğru akmaya başladı.
Bir saat geçti, sonra saatler. Bela durayım demiyordu. Eleni dağ kilisesinin yıkıntıları arasında kuytu bir yere sığınmıştı ve sürekli dua ediyordu.
-Tanrım, bu ne kadar su… Ama çok oldu. Bu kadar istemiyorduk…
Böylesine bulanık havada, olan bitene var gücüyle karşı dururken, dalga dalga gelen sulara devamlı bakmaktan gözleri yorulmuştu. Böyle olması ne iyi, insanların çaba gösterecekleri bir durum yok, çünkü boşuna olur, böylece kafa yormadan, yorulmadan, güven duygusuna gömülüp otursunlar… Hayatında kaç sefer sahiden yaşamıştı, bir kere olsun dinlenebilmiş miydi, etrafındaki dünya nimetlerini görmüş müydü? Bunca şey: bir çiçek, bir koca, bir yıldız, bir at. Bu dünyada ne hoş görünüyorlar. Ama o bunu biliyor mu? O ve onun gibiler sadece neyin ne kadar yararlı olduğunu bilirler ve değerleri metreyle ölçebilirler; zamanı gelince bulut yağmurunu atar, yıldızlı gecelerden korkulmaz, yeşil toprak hem yılın ürününü verir hem de ertesi yıla tohumunu, çam iyi ağaçtır çünkü reçine ve ateş için odun verir. O bu gerçeklere duygularının derinliğindeki içgüdüyle bağlıdır. Ama bu böyledir, nesneler ihtiyaç duyulan sınırlar içindeki kadarıyla görülür, daha ötesi silinmiştir.
Kaç saat geçmişti? Yağmur azalmaya başlamıştı. Değişim zavallı kadının uykuya yatmış organizması üzerinde sanki iğne yapmış gibi etki yaptı. İki üç sefer kollarını uzatıp gerindi.
-Saat kaç oldu acaba? Diye içinden geçirdi.
Sonra, barakadakiler ne oldu acaba, çocukları? Zambeta her şeyi toparlamaya yetişebildi mi? Yaban Kekikleri’ne giden kocası? Kendini bir kuytuya atabildi mi acaba? Başkaları için kaygı duyma, tanıdığı bildiği tek amacıydı, şimdi uyuşukluğunu atıp, gücünü toplamaya başlamıştı.
Yağmur artık seyrelmişti. Birkaç adım atıp uyuşukluğu gidermek için eski kilise yıkıntılarından dışarı çıkmaya karar verdi. Etraftan hafif gürültüler duyuluyordu, oradan buradan çamurlu sular dere gibi akıyordu.
Biraz daha ilerledi. O zaman, aniden bir şeye dikkat etti.
Derelerin çıkardığı gürültünün dışında, tepelerin olduğu taraftan barakalara doğru, derinden gelen boğuk başka bir ses, belirgin biçimde duyuluyordu.
“Deniz miydi acaba?”
Hayır, bu dalga sesi olamazdı. Olsaydı bu sesi diğerlerinden ayırabilirdi.
Sonra bu sinsi şey, yukardan geliyordu.
“Ne ki bu?”
O zaman, suyun uğultusu içinde açık seçik insan seslerini de fark etti.
Dikildi ve kulak kabarttı. Barakalar tarafından derinden gelen sesler sanki boğulan insan çığlıkları gibiydi.
Önce bir adım atar gibi yaptı, sonra hırsla bir adım daha attı. Sonra da başladı koşmaya. Nereden çıktığı bilinmez uğultunun sebebi, ilerledikçe ortaya çıkıyordu. “Nehir bu”, diye içinden geçirdi ve neden daha önce düşünemedim diye hayıflandı. Fakat bu nasıl oldu? Sel gibi akıp gelen şey gerçekten nehir miydi?
İnsan çığlıkları suyun uğultusu içinde şimdi daha iyi seçiliyordu.
“Acaba su köyün içine de vardı mı?”
Bir yığın çılgınca hayal gözlerinin önünde dans etmeye başladı. Çocuklarını gözüne getirdi, yalnız başlarına ve çaresiz su iblisiyle boğuşuyorlardı, kalabalığın çığlıkları içinde onların umutsuz çığlıklarını duyar gibiydi.
-Tanrım! Diye seslendi ve gittikçe daha hızlı koşmaya başladı. Tanrım koru bizi…
Sırılsıklam olmuştu, çıplak ayakları dizlerine kadar çamura batmıştı.
-Koru bizi! Devamlı dua ediyordu.
Biraz sonra su duvarına ulaştı.
Sel suları geniş bir ırmak gibiydi, tepelerden hızla, şiddeti bir dürtüyle iniyordu. Tarlalara giden kum zeminli patika geniş ve derindi, şimdi ırmak olmuş akıyordu. Öyleyse, neden hiç kuşkulanmamışlardı? Bu derin patika yol, barakaların arasından geçip, denizde bitiyordu.
-Ah, Tanrım! Dedi Eleni. Barakayı sel götürecek…
Çamurlu sel suyunda hiçbir şey seçilemiyordu. Feryatlar umutsuzca göğe tırmanıyordu.
“Derin olamaz”, diye düşündü.
Sonra da, çığlık çığlığa haç çıkardı ve kendini ırmağa attı.
Korkarak bir iki adım ilerledi. Gözlerinde dehşetten başka bir şey yoktu. “Yardım et bize, Tanrım!” Önce Tanrıya yalvarıyor sonra adımını atıyordu. Aniden bir ayağının yere basmadığını hissetti. Nehrin içinde derine batıyordu, diğer ayağını kullanarak düştüğü hendekten çıkmak istedi. Çamurlu su ağaç gövdelerini sürükleyerek hızla akıyordu. Artık iki ayağının da yere basmadığını anlamıştı. Kollarını açıp uzatıyordu, ama boşuna.
Su şimdi sürüklediği tomrukların yanındaki bu gövdeyle akıyordu.
"SU ÇOK FAZLAYDI. Bölge çok acayipti. Gökten düşen bunca suya karşı görünen şey, toprağın buna alışık olduğuydu.” Glaros Yaban Kekikleri’nde bir yabani ağacının altına oturmuştu ve azalan yağmuru seyrediyordu. Suyun öldürücü olabileceğini dünyada düşünemezdi. Çocukken boğulan birini görmüştü. Bir çobandı ve denize uzanan keskin kayalıkların üzerinde keçi güdüyordu. Bir taşın üzerinden yüzmek için denize atladı, kulaç atarken deniz onu dipteki bir kayanın altına çekti. Saatlerce bu kayalıklarda keçi otlatmıştı ama şimdi dipte hareketsiz yatıyordu. Onu arayıp buldukları zaman, cesedi çıkarmak için kimse denize girmek istemedi, çünkü hepsi oradaki akıntının hızından korktu. Kadınlar kayalara oturup ölenin arkasından ağladı. Bir Arap, çobanı kayalıklara çekmişmiş–kadınlardan biri uykusunda bir gece bunu görmüş. Arap çobanı vahşi kayalıklara çekmiş, ona soyunmasını söylemiş. “Burası”, diye emretmiş. Çoban da atlamış. Suyun durgun olduğu bir zaman, insanlar kayaların üstünden, dipte sallanan yosunların yanında yatan çobanın boğulmuş cesedini gördü. Balıklar cesaret göstererek, onun burun deliklerinden, açık ağzından girip çıkıyor, onunla arkadaşlık ediyordu. Sanki ceset suda yeni bir hayata başlamıştı – karanlıkta pusuda bekleyen solucanların olduğu toprağın öldürücülüğünden eser yoktu.
-Ah, ne kadar tatlıdır su! Diyordu Glaros tek başına, –bu derin seyahatten belleğinin yüzeyine sadece bu çıkıyordu. “Yağmurlu günlerde, solucanlar da kör gözlerini yukarı dikerek açıkağızla suyu beklerler. Orada içerde beklemeleri ne beğeni ama…”
Bir sevinç dalgasının göğsünde kabardığını anlıyordu. Kör gözlü solucanlar. Kör gözlü. Kör gözlü!...
Aniden, “kör”ün anlamı dünkü geceyle bağlanıveriyor.
-O! Yağmurda ona ne oldu…, küçük kör antik heykeli aklından geçirdi. Çukurda yüzüyor olacaktı… Lakin bu akşam Prasinos’u bulacağını düşündü tekrar. Bu işi halledebiliriz. Sonra da her şey biter.
Kovuğundan çıkmış, barakalara yönelmiş çevik adımlarla ilerliyordu. Yağmur artık hafiften atıştırıyordu.
-Eminim kilise yıkıntılarına sinmiştir, diye düşündü karısı için. Oradan bir yere kımıldamayacaktı.
Acaba ıslandı mı? Olabilir de olmayabilir de. Kafası, ayağı ıslanacak. Islak vücudun görüntüsüyle beraber ayağındaki dünkü kan lekesini hatırlıyor.
“Şimdi artık o, bulduğumuz tanrıyla baş başa yorgunluk çıkarıyordur.”
Bu yumuşaklık, sevecenlik onda beklenmedik yeni bir duyguydu. İnsan fakir ve çile çekiyorsa, nasıl üzülsün? Buna vakit yoktur, her şey sükûnet ister. Önce, kilden beden oldu, sonra, çok sonra da kalp oldu ve içine kondu –belki o gün yıldızlar da oldu.
-Şimdi artık dinlenecek…
Huzur içinde ilerliyordu. Bulutların arkasındaki güneş birazdan pek tabi gün batımına gidecekti. Yanı başındaki deniz onu efkârlandırıyordu. Memleketinin bir türküsünü ıslıkla çalmaya başlıyor.
BURNU DÖNÜNCE bir köylüsüyle karşı karşıya geldi.
-Ne dolanıyorsun böyle! Adam onu görünce dehşetle seslendi. Geride barakalar tanrının gazabına uğradı!
-Ne oldu diyorsun?
Ona olanları anlattı. Köyü sel götürmüştü. Halkın inşa ettiği barakaları eritmişti. On kadar baraka yerle bir olmuştu. Şimdi köy göl içinde yüzüyordu.
-Benimki de mi? Glaros çaresizce, öğrenmek için sordu.
Adam bilmiyordu. Öyle gibi görünüyormuş. Ama kimseye bir şey olmamış. Can kaybı yok demek istiyordu.
Glaros soluk soluğa köye vardı. Kadınların çığlıkları, denizin çalkantısına, gökyüzünün karmaşasına karışmıştı. Bu arada kulağa denizin uğultusuyla birleşmiş düzenli bir patırtı geliyordu. Bir motorlu kayık burnu dönmüş Sounios’a gidiyordu.
Glaros’un baraka dayanmıştı. Fakat su saatlerce içinden geçmişti ve şimdi suda yüzen bir gemi gibiydi. Çocuklarını sağdan soldan doktorunkiler topladı, diyorlardı.
-Fakat bu ana baba gününde siz ikiniz neredeydiniz kardeşlerim? Karın nerede? Dimitris Venis devamlı soruyordu.
Zavallı Glaros, öyle durmuş ona bakıyordu. Dudakları titriyor, bütün vücudu heyecandan sarsılıyordu.
-Karım mı nerede? Bütün gün ortada görünmedi mi?
Ona kısaca bu kadar söyleyebildi. Çünkü biliyordu ki görünemezdi, orayı bekliyordu. “Beni burada bekleyeceksin!” Demişti ona ve her ne olursa olsun açık çukuru bırakmayacağını biliyordu.
Koşarak küçük tanrının tarlasına gitti. Nehri geçecek sığ bir yer bulmak için yukarılara kadar koştu. Tek bir canlı sesi yoktu. Sanki gece indirmiş gibi ortalık sessizdi. Çukurlar suyla dolmuştu, sağda soldaki dereler garip gürültüler çıkararak akıyordu.
-Eleni!
Derin bir nefes aldı, içinde kabaran korkuyu bastırdı ve yine bağırdı:
-Eleni! Nerdesin?
Yıkıntıları aradı, kuyu çukuruna gitti, adını seslenerek etrafta dört döndü. Çağrısına bir yanıt gelmiyordu. Ne yerden ne gökten tek bir ses yoktu. Sadece suyun gürültüsü vardı.
O zaman korku bütün yüzeyini yalamaya başladı, yapışkan, iğrenç yeşilkertenkele gibi. Köye dönerken umutsuzca koşuyordu. Birden, heyecanla peşinden koştuğu cefakâr tatlı yüzün ne kadar değerli olduğunun bilincine vardı.
-Karım kayboldu! Karım kayboldu! Köylülere sesleniyordu ve doktorun yardım evinin çevresinde dönerek koşuyordu.
Herkes donup kalmıştı. Çocuklar babalarının neden koştuğunu anlamadan cayırtıyı koyuverdiler. Bu cayırtılar, sele gömülmüş köyün kargaşası içindeki bütün diğer ağıtları bastırdı.
-Fenerlerle aramaya çıkalım! Doktor, olayın dehşetinden sapsarı kesilmiş evinde toplanan insanlara, korkmayın diyordu.
-Sen nereye! Diye bağırdı İrini, insanların çığlıkları ve kargaşasından sinirleri tepesine sıçramıştı. Tanrım, sen hiç aklını başına getirmeyeceksin onun!
Doktor sertçe döndü, ona hoşgörüsüz bir bakış attı ve azgınlığını dizginledi.
-Ayıp! Dedi sonra yavaşça.
Fenerleri aldılar, çıraları yaktılar ve nehir boyuna yayıldılar.
Barakaların çocukları da köyün sıkıcı monoton yaşamında, kendilerine aniden umulmadık acayip bir tören alayı bulmuşlardı ve çığırtarak büyüklerin peşinden koşuyorlardı.
Dimitris Venis elinden tutarak koştuğu kızına:
-Anna sen istersen gelmeyebilirsin, dedi.
-Gelmezsem olmaz, dedi kız, kısaca.
Halkının acısıyla duygulanmış, onunla koşan genç bedenin sıcaklığını yanında hissediyordu. Tuttuğu eli kuvvetle sıktı.
-Fakat nasıl oldu? Nasıl oldu? İçinden konuşuyordu Venis. Hep birden nasıl körleştik de patikanın nehir yatağı olduğunu bir tanrı kulu görmedi…
Düşüncesini bitiremeden, zavallı kadını arayan tören alayının ilerisinden gelen ses, dehşetli geceyi delip geçen vahşi bir ses, suyun ve insanların gürültüsünü bastırdı.
-Gelin! Biri çaresizlik içinde sesleniyordu. Buraya gelin!...
Yanan çıralar ve fenerler aniden sese doğru koşmaya başladı.
Onları çağıran ses köyün yakınındaki bir tarlanın sınırından geliyordu, tarla sahibi tarlasını dikenli tel ile çevirmişti. Sel suları çitin yanından akıyordu. Çamurlu suyun yüzünde seyahat eden sele kapılmış gövde, orada engelle karşılaşıp, elbisesinden ve uzun saçlarından dikenli tellere dolanıp asılı kalmış, sular ayakları ve boynu çevresinden gürüldeyerek akıp geçiyordu.
ONU Venislerin evinin zemin katına yatırdılar. Anna başında bekledi ve Foçalılar vücudunu yıkadılar, saçlarını tepelerin toprak ve çamurundan temizleyip taradılar. Bakır bir tabağın içine küçük bir mum diktiler. Ölünün çocuklarını ağlamaları için biraz başında bıraktılar, sonra oradan çektiler. Arkasından ağıt yakmak için başında sadece köylüler kaldı.
İrini Veni bir an aşağı indi, zavallı cesedi gördü ve onu öylesine bir korkuttu ki hemen yardıma koşup yatak odasına çıkardılar. Çıldırmıştı.
-Onu neden başka bir yere götürmediniz? Neden başka bir yere götürmediniz? Sen nasıl dayanıyorsun bu dehşete? Onu yatıştırmak isteyen kızına bağırıyordu.
-Acıları bu kadar büyükken mi! Kızı bıkkınlık içinde ve öfkesini tutarak ona cevap verdi. Bu kadın o kadar zaman sadakatle çalıştı bize!...
-Ben de üzgünüm! Ama fazlasını yapamam!...
Anna yatakta üstünü örttü ve aşağı indi. Babasına bir göz işareti yaptı. Onu Maria teyzeyle, diğer zavallı insanlarla beraber ölünün yanında otururken bulmuştu. Ellerini önünde çapraz yapmış ve yüzünün rengi cesedin yüzüne yayılan ölümün rengiyle aynıydı.
-Zavallı babacığım… Fısıldadı, sevgi dolu sesiyle.
Glaros bir köşede oturuyor, muma ve ölünün yüzüne bakıyordu. “O şimdi kurtuldu, lakin arkasında ne bırakıyor… İyi günlerin başlaması için şimdi kötü gün mü gelmeliydi?…”
Oturup bakıyor ve aklını bir noktaya topluyordu, güçlükle aynı noktaya. Ölü kadının yüzündeki durgunluk gittikçe başka bir şeyle benzeşim gösteriyordu, onun kimliğine bürünüyordu, sarı taş oluyordu, gömülü taş… “Orada aşağıda ne oldu acaba, kuyu çukurunda?”
Korku onu çepeçevre kuşatıyor. Hayatın bağları yine her şeyden daha kuvvetli oluyor. Ölümden de.
Silkiniyor.
-Biraz kaybolacağım, çok az. Diyor karısının başında geceleyen diğerlerine.
Gece kasvetliydi. Sulara bata çıka tarlasına koşuyor. Geçmek için sel suyunda sığ yer bakıyor. Sular azalmıştı, buluyor.
Sonunda açık çukurun başındadır. Sakınarak iniyor, körlemesine elle yoklayarak araştırıyor. Kalbi şiddetle çarpıyor. Toprağa atılıp avuçlarıyla kazmaya başlıyor. Toprak suyu emmiş, çamur olmuştu.
Parmakları aradığı yeri buluyor. Kazıyor. Fakat artık her şeyin boşuna olduğunu çok geçmeden anlıyor. Küçük tanrı orada değildi.
ÖLÜSÜNÜN yanına döndüğü zaman, onu yaralı parmaklarla, baştan ayağa kadar çamur içinde gören odadakiler şaşkınlık içinde sordular:
-Bu kadar saat neredeydin?
-Prasinos’u aradım, dedi delirmiş halde. Onu gördünüz mü?
Onu nerden görsünler? Öyle iyi becermişti ki! Antik heykeli ortadan bölüp iki parçaya ayırmışlardı, çünkü onu yerden tek parça kaldıramamışlardı. Sonra da iki parçayı çuvallara koymuş ve denize taşımışlardı, alelade bir yük gibi.
-Acaba gördünüz mü onu? Kaygıyla tekrar sordu Glaros.
-Ben gördüm onu! Biri cevapladı. Allahın delisi! Bu havada motorlu tekneye bindi güneye doğru çekti gitti.
Glaros o zaman, boğulmuş bedenin önünde, umutsuzlukla öyle bir vah edip dövünmeye başladı ki ölüsü için bile böyle yapmamıştı.
-Ah, bittim artık! Bittim artık ben! Adeta uluyordu.
Çalınan bir tanrı için saçma sapan laflar ederek dövünüyordu.
-Kaçırdı adam, dediler merhametle ve onu naşın olduğu yerden dışarı çıkardılar.
AYNI GECE, dağlılar konak yerlerinde bir arkadaşlarını bekliyordu, onu sağanakta Anavisos’un aşağısında neler olup bittiğini görmesi için yollamışlardı.
-Ne olmuş? Yaşlı adam sordu, muhbirleri yeni dönüyordu.
-Dediğin gibi olmuş. Su barakalarının içinden geçmiş ve çoğunu yerle bir etmiş. Aşağıda avaz avaz bağırıyorlar.
-Göreceğiz bakalım, biz mi onlar mı baskın! Dedi ihtiyar.
Sonra hepsine dönerek:
-Çıt çıkmasın, yukarıdaki sel yataklarında ne yaptığımızı öğrenmesinler! Yoksa hayatımız kararır.
Neler yaptıklarına dair tek söz çıkmayacağına anlaştılar, selden önceki son gecelerden birinde, suyun dağıldığı hendekleri tıkadıklarını, tepedeki kökleri söktüklerini, böylece bütün suyu barakaların içinden geçen hendek gibi oyulmuş geniş patikaya soktuklarını anlamayacaklardı.
ELENİ’ye gelince; onu tarlalarında eski kilise yıkıntılarının olduğu yere, tarihi mezarın yanına gömdüler. Böylece ümitlerin yanında, hayallerin yanında olacaktı. Seçilen yer en doğru, en güvenilir yerdi. Bu vücudu gelecek kuşağa, sonra diğer kuşaklara, artık belleklerde bir şey kalmayıncaya kadar koruyacaktı. Ancak o zaman mezar sonuca varmış olacaktı.
“Toprağı bol olsun”, dedi doktor, yavaşça, zira orada papazlık yapıyordu. Bir papazın olmayışı da büyük eksiklikti, ölüm gelince hatırlanıyordu.
-Bir papaz getirmeliyiz. Biz hıristiyanız, dedi bir Foçalı.
-Ölülerimizi gömeceğimiz yeri de seçelim, dedi bir başkası.
-Yaban Kekikleri’nin gerisi kapalı bir yer. Hiçbir taraftan görünmez. Orası olsun! Dedi üçüncü şahıs.
-Hayır, küçük tepede yapalım, barakalarımıza karşı, dedi diğerleri. Ölülerimizi bizden ayırmayalım!
Sonunda mezarlığın orada olmasında anlaştılar, barakalarının karşısında, çamların olduğu tepede. Çünkü basit insanların ölümle yakınlıkları vardır ve dünyanın gerçekleriyle toprağa bağlıdırlar.
O N U N C U K I S I M
“Maria Teyze.”
BÖLGEYE daha uzaktaki Olimpos Dağının yamaçlarına Anadolu’nun içlerinden başka bir mübadil grubu daha gelip yerleşti.
Anavisos tarafına bakan yamaçlara, denizi gören cepheleri penceresiz barakalar yaptılar.
Foçalılar bu Anadolulularla bazen, köylerin patika yollarında karşılaşıyorlar, ya da onları uzaktan kayalık tepelerde toprağı kazarken görüyorlardı, kazıyorlardı, ama sürekli kazıyorlardı. Şimdi dağın yüzeyinde taraçalar, şeritler halinde uzayıp gidiyordu. Gün geçtikçe de sıralar yukarılara tırmanıyordu. Sabır isteyen, içgüdüsel ve aynı zamanda dağın dinginliğini bozan bir işti. Ortaya koydukları bu cesaret karşısında Foçalılar:
-Ama ne cesaret bu! Diyorlardı, kendi kendilerine.
Zira aynı çabayı gösterseydiler onlar da en azından onların yaptığını ovada yaparlardı. Fakat kayaları kazmakla ne bekliyorlardı?
Onlara da bunu soruyorlardı ama Anadolulular sessiz ve kalenderce kafa sallıyor:
-Tanrı büyük ve bizim için…, diyorlardı.
-Sizler de daha aşağılara inebilirsiniz, sizin oradaki çorak toprak tuzla da bile olmaz! Diyordu Foçalılar onlara.
Gerçeği itiraf etmek istemiyorlardı fakat bir keresinde içlerinden biri ağzından kaçırdı.
-Şeytan oradadır! Dedi, aşağıdaki denizi göstererek.
-Ama deniz size ne yapacak? Foçalılar onları şaşkınlıkla izliyordu. Gördünüz, biz barakalarımızı onun kenarında yaptık…
-Fakat siz başkasınız.
Bu uçsuz bucaksız su onlar için yabancı bir hayalet, bir düşmandı. Birçokları denizi sadece mübadele sırasında, yerlerinden alınıp Yunanistan’a gönderilmek için kıyılara getirilip gemilere bindirilirken görmüştü.
Babaları ve ataları sadece toprağı bilmişti, dağların ötesindeki bitmek bilmez toprakları. Toprak onları damarlarındaki kan gibi izliyordu. Dinlenme nedir bilmiyorlardı. Sığınak arayan yaşama içgüdüsüyle çalışıyor, kazıyorlardı. Taşını ayıkladıkları toprağın onlara ürün ve tohum vereceğini biliyorlardı. En sonunda da mezar verecekti.
Çok ender, bayramlarda ve hava iyiyse, gezip tozmak için denize iniyorlardı. Ailecek büyük gruplar halinde inip kumsala oturuyor, ifadesiz gözlerle engin denize bakıyorlardı. Dalgaların onları o kadar ilgilendirmediği açıktı. Onlara ilginç gelen, beyaz piramitler, tuzlalardaki tuzlar, suyu tutup kurutan ve tuz yapan büyük havuzlardı. Sudan tuz yapma onlara şeytanın işi olarak görünüyordu. Foçalıların köyüne gelmekten çok hoşlanmıyorlardı. Onların türkülerini uzaktan, oturdukları kumsaldan duyuyorlardı. O zaman kafalarını sallıyor, onları bayağı, biçare insanlar olarak görüyorlardı.
-Hoppa ve deli insanlar, diyorlardı.
Çünkü kıyı insanının niteliklerini anlamak onlar için kolay değildi. Her şeyden önce onlara anlaşılmaz görünüyorlardı: Bunca Foçalı aile insanlarını Anadolu’da bırakmıştı, onları unutup da nasıl gülüp oynuyorlardı?
Yağmurlar artık sıradan oldu. Gün boyu sürekli yağmıyor, kesiyor tekrar başlıyordu.
Foçalılar bu günlerde barakalarında oturuyor ve rahatlıyorlardı, çünkü yağmurun toprağı hazırladığını biliyorlardı, vakti gelince asmalar yeşerecek ve döllenecekti.
Lakin Glaros hareketsizliğe dayanamıyordu. Küçük teknesinde sinirler damarlarla beraber sanki gemilerin çarmıh halatlarını dokuyordu. Karısını ve kör antik heykeli ondan alan kara günden sonraki ilk günlerde büyük karamsarlık içine düşmüştü. Çokları artık kafasını kaldıramaz dedi. Doktor Venis’in evindeki sohbetlerde, ondan bahsettiklerinde, küçük Anna da aynı şeyi söylüyordu. Zambeta’ya yardım için evlerine gidiyor ve onları sık görüyordu, kızcağız şimdi tamamen yalnızdı, diğer iki küçüğün bakımı da onun üstüne kalmıştı.
-O adam çok umutsuz, dedi Anna babasına. Kurtulamayacak.
Ama doktor insanları daha iyi tanıyordu, dolayısıyla kızıyla aynı fikirde değildi.
-Nasıl kurtulduğunu göreceksin, dedi ona.
Doktor Glaros’u çağırdı ve birlikte taşlık çorak yeri gül tarlası yapmaya çalıştığı tarlaya gittiler. Dimitris Venis orada çapa yaparken diğer taraftan da kendisini örnek gösteriyordu.
-Bir süre sonra çubuklar filizlenecek, dedi. Daha sonra da gülleri bekleyeceğiz.
Glaros konuşmadan ayakta dikilip, bir taşlık verimsiz toprağa, bir denize baktı, iki düşman, iki tür yan yanaydı. -Sen şimdi buna ne diyorsun? Dimitris Venis konuşmasını sürdürdü. Güller tutacak mı, yoksa…?
Glaros ne cevap vereceğini bilmeyerek susuyor. Bütün köylüler doktorun çılgınca bir iş yaptığında hemfikirdi, boşuna zahmet ediyordu. Caydırmaya kalkmışlardı fakat o ayakta dimdik durdu. Köylüler emeğin boşa gittiğine emindiler fakat bir taraftan da adamın inancını kıskanıyorlardı, çünkü hepsi aynı soydandı ve hepsinin içinde çılgınlık ve tutkulu hayal gücü vardı.
“Üzerine tuz serpilmiş yeni soydan gülleri göreceksiniz …”, diyorlardı alaylı tarzda.
Eskilerden beri bu kıraç tepede “gül bahçesi” görülmemişti. Buna yönelim bir ilkti, ama içlerindeki bir ses onlara inanın diyordu.
-Ne düşünüyorsun? Dedi Doktor Glaros’a. Güller tutacak mı, evet mi hayır mı?
İnanç ateşine boyun eğen adam:
-Olacak, diye cevapladı.
O zaman Venis çapayı bıraktı, beraber yere oturdular ve ona cesaret aşılamaya çalıştı.
-Aynı yerde takılıp kalma, dedi ona. Bize Anadolu’da olanlar tarihte az görülmüştür. Ama bak, yeni baştan başladık. Kaybolan taşı düşünme artık. Tanrı değildi.
Glaros ona tarihi mezarın hikâyesini baştan sona anlatmıştı. Venis de ona yontulmuş taştan daha değerli olanın kaybettiği karısı olduğunu söylemişti. Herkesin kaderinde gitmek var. Lakin güçlü adam, ölüm evine girdi diye kendini sele bırakmamalı.
-Ama onu yakalamalıydım! Glaros, Prasinos için söylüyordu. Hakkımı alacaktım ve bu bana güç verecekti.
Doktor o zaman Prasinos’un topluma ait bir tarihi eseri çiğnediğini ve gizlediğini söyledi ve mutlaka kanun karşısında hesap verecek dedi.
Böyle günlerden birinde, Glaros Doktora şöyle dedi:
-Denizin ötesindeki karaları görüyorum. Oralara gidip gelerek, ekmeğimi böyle çıkarayım diyorum. Şimdi toprakta yapacak bir şey kalmadı.
Venis adamın kalbinden geçeni anladı, içindeki hevesi, yaşamın uyanışını gördü.
-A, demek öyle! Ona yürekten katıldı. Bu denizler bir kayıkla istediklerini almana yeter. Gayret et!
Glaros tayfa oldu ve tuzlanın teknesiyle Egina ve Poros’a birkaç sefer yaptı. Oradan tahıl getirdiler, miço kazancıyla küçük bir yer tuttu. Diğer gidişinden kazandığını da bir kenara koydu. Ve başka seyahatleri de oldu.
Tuzlalarda küçük bir tersane vardı. Glaros gidip gelmelerden kazandıklarına, devletin verdiği ödeneklerden biriktirdiklerini de koymuş, biraz da borca girip hepsini tersanede tuttuğu yere vermişti. Bir zaman sonra küçük teknesini denize attılar, çarpıcı renklerle yeni boyadan çıkmış bir balıkçı teknesiydi, bir kordonu sarı, bir kordonu kırmızı.
-Şimdi havaların yumuşamasını bekleyeceğiz, dedi Glaros.O zaman kayık ekmeğini çıkaracak.Küçük tekneye bakarak sevinçten uçuyordu,kayığın bordasına ismi olacak harfleri yazdılar:“E l e n i”.
MARİA TEYZE yağmurlardan olacak artık yerinden kalkamıyordu. Foçalılar birbirine sıkı fıkı bağlı Maria ve küçük Anna çiftini Kekikler’e giden sahil yolunda şimdilerde sıkça göremiyordu. Ötekinden çok daha uzun boylu olan yaşlı kadın kızın kolundan tutarak mavi fon önünde ilerlerken, kaderlerine yürüyen bir çift modelini yaratıyorlardı.
İrini Veni onlarla yürümeyi hiç istemedi. “İstemiyorum”, derdi soğuk sesiyle. Ötekiler de ısrarın boşuna olacağını bilirlerdi.
Yürürken aralarındaki konuşmalar genellikle kısa olurdu zira yaşlı kadın çabuk yoruluyordu ve de aralarında su yüzüne çıkamayacak sırlar da vardı.
Yürüyüşte gidecekleri yer her zaman belliydi. İlerdeki ikinci burna kadardı.
-Geldik yine, derdi her seferinde Maria teyze, sanki bilinen şeyi tekrarlamak onun için bir gereksinimdi.
O zaman, denizde ıssız bir kayaya otururlardı. Denizde fırtına olduğu vakitler, şimdi zamanıydı, dalgalar kayanın üstüne kadar çıkardı. Dalgaların oyduğu küçük çukurcuklar vardı taşta. Fırtına dindiği zaman küçük çukurlarda biraz deniz suyu kalırdı ve sonra güneş gelir onu kuruturdu. O zaman çukurcuklarda tuz kalır ve bu taraflarda dolaşan balıkçılar tratalarıyla zaman zaman gelip çorbaları için buradan tuz alırlardı. Sahilde orada burada dumandan kapkara olmuş kuytu kovuklar vardı, balıkçılar oralarda gece nöbetlerinde ateş yakarlardı.
Egina’nın silik silueti ufukta sessizce çiziliyordu.
-Buradan ne kadar mil acaba? Kız merakla çocukluk yıllarının adasını gösteriyor.
-Ne kadar mil…Kim bilir!...
Açıktan adalara giden bir vapur geçiyor. Makinelerinin çıkardığı gürültü karadan duyuluyor.
-Dün gece geçen bütün vapurları saydım, diyor Anna. Otuzdu…
-Yine çok geç mi uyudun?
-Uykum yoktu teyze.
-Seni nasıl duymadım yavrum?...Yoksa bırakmazdım.
Sonra:
-Gelen gemileri de görebilsek…, dedi Maria teyze.
Fakat başka memleketlerden Pire’ye gelen gemiler daima sabah karanlığında geçiyordu. Anadolu’da kalan çocuğu Angelos’u getirecek gemi buranın açığından geçecekti ama o saatte uykuda olacağı için Maria teyze onu hiç göremeyecekti.
-Bizim burada olduğumuzu bilecek mi acaba?
Kız sakince ona güvence veriyor. Bütün yurttaşları Pire’de olacaktı, onlar Foçalıların Anavisos’da olduğunu bilirlerdi.
-Tabi beraber gelecekler, gittikleri gibi…, diyor biraz sonra Anna.
-Angelos için mi diyorsun?
-Evet, onu dedim. Andreas’ı da…
Yaşlı kadın kızın elini okşayarak:
-Evet, çocuğum. Beraber gelecekler.
Küçük Anna ona bir şey söylememişti. Ama öteki, kızın sesindeki hafif heyecandan gizli sırrını tahmin edebiliyordu, Tanrının tebessümünü.
-Evet, çocuğum. Gelecekler diyorum, beraber…
Deniz bekleyişle, bekleyen bedenlerin sesiyle, bağlanıyor ve yaşamın aynı öğesi oluyor, hayalleri seyahat ettirecek dalgalarıyla.
O N B İ R İ N İ N C İ K I S I M
“Kaptan Skot, Güney Kutbu, Dimitris Venis ve Saronikos.”
MARİA TEYZE arkadaşlık ettiği Andreas’ın yaşlı annesine soruyor. Sayfaların arasında küçük bir kâğıt olacaktı…
-Evet, burada. Onu buldum, diye cevap veriyor öteki.
Akşamın loş ışığında İncil’den okumaya başlıyor:
“Bakire Meryem hem iyilik doludur hem de güçlü tarafı vardır… Bir gün pınara indi, testisini suyla doldurdu ve çıktı. Yolu üstünde karşılaştığı çocuk: testinden bana biraz su ver, dedi. Bakire de ona: iç bayım, dedi. Testiyi zamanında yetiştirdi ve koluna koydu, susuzluğunu giderene kadar içirdi. Ve ona devesini de sulamasını söyledi, susuzluğu gidene kadar… Devenin de susuzluğunu giderdi.”
İki yaşlı anne iman gücünün verdiği derin sessizliğe gömülüyor, -denizin hareketi, gökyüzünün durağanlığı, insanoğlunun hikâyesi. Uzun zaman sessiz kalıyorlar.
-Geçen bir senede çocuklar büyümüşlerdir, diyor annelerden biri. Acaba getirdiğim takım elbisesi hala üzerine oluyor mu?
-Sen de mi takım elbisesini getirmiştin?
-Sen, Maria?
-Ben de Sofia.
-Daralmış olsa da zararı yok. Sağ salim gelsinler de…
Az sonra:
-Anna dün onların Egina’daki çocukluk yıllarını hatırlattı, diyor Maria teyze Andreas’ın annesine. Biliyorsun, Angelos’la Andreas orada kaç yıl beraber yaşamıştı…
-Evet, çok zaman birlikte yaşadılar…
Az sonra:
-Biz dönüşlerini ne kadar bekliyorsak, Anna da bekliyor, dedi Maria teyze. Bu aklına gelir miydi, Sofia?
-Gelirdi, dedi Andreas’ın annesi, sevgiyle.
HERKES Dimitris Venis’in çevresinde toplanmıştı. Maria teyze, İrini Veni, Anna. Andreas’ın annesi Sofia teyze de evinden kalkıp gelmişti, bu aralar evlerine düzenli olarak geliyordu. Diğer anneyle çok iyi anlaşıyorlardı. İkisi de çocuklarının esaretten dönmesini bekliyordu.
İrini Venis sohbetlerde çok ender yer alıyordu. Günden güne daha küskün, daha sinirli olmuştu.
-Neyin var? Kardeşi ona sordu. Neşesiz görünüyorsun. Bana bak, dedi, onu sakin çehreyle dikkatle gözleyerek. Üstelik ben kimsesizim ve sadece ümitlerimle ayakta durabiliyorum…
-Sadece ümitler değil, acıyla cevap verdi İrini. Mazi de var. Ben…
-Bunun için kimse suçlu değil, İrini. Tanrı böyle istedi. Fakat böyle korkunç ceza görmedim, verdiği iyi yürekli adamı aldı. Hiç olmazsa öteki yaşasa…
-Benimle ne ilgisi var bunların, dedi İrini Veni.
. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
Dimitris Venis gözlüğünün camlarını ağır ağır silip hazırlanıyor. Önündeki kitap açık bekliyor. Bütün kader arkadaşları da çevresinde bekliyordu. Onu beklerlerken hazırlığı ağırdan alması hoşuna gitmişti, bu tavrına çocukça sevindi.
-Napolyon’dan mı olacak? İrini soğukça sordu.
-Hayır, Kaptan Skot’un günlüğünden.
-İyi, o zaman yarın da Napolyon’dan olacak.
Bunlar onun araç gereçleri gibi şeyler olduğu için, Anavisos’a yola çıkarken, Büyük Napolyon’a ait bir tarih kitabı, kaptan Skot’un bibliyografisi ile doktorun el kitabını yanına almıştı.
Venis ağır ağır okumaya başladı. Okudukça gözleri parlıyordu, bembeyaz yüzüne pembelik gelmişti, okuduğu tutkulu sayfalar buzun dramatik sessizliğini anlatıyordu:
-“Bizi kuşatan gölgelerin ne kadar vakti kaldı… Hızla gelen karanlıkta yok olmak için sağımızdan solumuza geçiyorlar”, Skot not ediyor.
Sonra:
-“Böyle giderse kutba sadece 150 kilometre, artık dayanamıyoruz.”
-“Güney Kutbu’na daha 137 kilometre var, fakat kan tüküreceğiz.”
-“Sadece 94 kilometremiz kaldı, şayet sonunu getiremezsek düşünmediğimiz bir sona varmış olacağız.”
-“Hala 70 kilometre ve son ayaklarımızda.”
-“Daha 50 berbat kilometre var. Varmalıyız, neye mal olsa da.”
-“16 Ocak 1912. Sevinç anı.”
Sadece beş insan, dünyanın vücut bulduğu günden beri insan sesinin duyulmadığını bildikleri noktaya, korkunç beyaz sessizliğe doğru ilerliyordu. Ve onlar ilk geliyordu. “Coşku anı”. O büyük anda, adamlarından biri, Bowers’in canı sıkılmış görünüyor. Alabildiğine sonsuz beyazlıkta, gözü siyah bir noktaya sanki yapışmıştı. Diğerlerine bir şey söylemek istemedi. Ama onu diğerleri de gördü, bir insan eli oraya dikmişti, yolda bir tabela. Acaba buzda bir çatlak mı, yoksa bir yansıma mıydı? Hepsi gerçeği anlamış olsa da, hala aldanmış olmayı umarak, gerilmiş sinirlerle ilerlemeye devam ettiler. Norveçliler, Amudsen onları sollamıştı. Son tereddütleri de çabucak dağıldıktan sonra, acı gerçek önlerindeydi: siyah bir bayrak karşılarındaki bir direkte dalgalanıyordu, gelip geçen insanların durak yerinin izi. İnsanoğlu için devasa, akla sığmaz, binlerce yıldır ruhsuz kalmış bir yer, Güney Kutbu on beş gün içinde iki defa keşfedilmişti. Onlar da, ikinciydi. Geç varmışlardı. İkinciydiler. İnsanoğlu için ilk olmak her şey, ikinci hiçbir şeydir. “Bütün emeklerimiz, yokluklarımız, acılarımız… Ne içindi?” Skot günlüğüne yazıyor. “Hiç için… Bütün düşlerimiz artık yok oldu.” Umutları kaybolanlar, cezalı mahkûmlar gibi, kutup için son adımları atmaya başladılar. Kimse kimseyi teselli edecek durumda değildi. 18 Ocakta, Skot ve arkadaşları kutup noktasına varmıştı. Mateme bürünmüş, etraflarına hüzünle bakıyorlardı. “Burada kimse bir şey görmüyor, zamanın sonsuzluğunun biteviyeliğinden başka bir şey fark edilmiyor.” Hepsi bu. Dönüş yolunu tutuyorlar.“Dönüş için korkuyorum”, diye yazıyor günlüğüne. Ümitleri kırılmış, pusula yardımından yoksun titreşiyorlar, acaba yola bıraktıkları işaretleri ve malzemeleri dönüşte bulabilecekler mi? Yolu şaşırmaları ölümleri olacaktı. Hava gittikçe daha düşmanca oluyordu. Kış diğer yıllardan daha erken başlamıştı. Dondurucu soğuk yorgunluktan beli bükülmeye başlayan gövdelerin iflahını kesiyordu. Diğerlerinden daha güçlü olan Evans birden acayip davranışlar göstermeye başlıyor. Herkes delirdiğini anlamıştı. Ona ne yapsınlar? Issızlığın ortasına bıraksınlar mı? Rüzgâr evvelki günlerden daha şiddetli esiyordu. “Tanrı yardımcımız olsun. Tanrı biliyor ki çabalarımız rol değil.” “Oyunumuz hazin bitiyor. Ancak Tanrının inayeti bizi kurtarabilir, başka bir yardım bekleyemeyiz.” Buzların üstünde sürünüyorlardı. Hazırlanmaya başladılar. Son anları için morfini bölüşmek istediler. Oates arkadan onları güç bela takip edebiliyordu. Akşam çadırı kurulana kadar yalpalayarak ilerledi. Sabaha dek onlarla uyudu. Kasırga çıldırmıştı. Oates aniden yerinden kalktı. “Biraz dışarı çıkmak istiyorum, dedi arkadaşlarına. Biraz dışarıda kalacağım.” Diğerleri içerde titreşiyordu. Bu çıkışın ne demek olduğunu biliyorlardı. Kimse onu durduracak sözü söylemeye cesaret edemiyordu. Hepsi saygıyla karşılıyor. Lawrens’ in arkadaşı Oates cesurca ölmeye gidiyordu. Artık geriye kalan üçü ilerliyordu. Yağları tükenmişti ve termometre -40 dereceyi gösteriyordu. Kurtulma girişimleri de durmuştu. Martın 29 unda, bir mucizenin bile onları kurtarmaya yetmeyeceğini anladılar. Kaderlerine karşı bir adım bile atmamaya karar verdiler, çuvallarının içine girdiler. Azaplarının sonunda dünya en küçük bir inilti bile duymadı. Aylar sonra, bulunmaları için bir ekip gittiğinde, onların donmuş cesetlerini çuvalları içinde uyur gibi buldular. Skot’u, ölürken Whilson’u kardeşçe kucaklamış buldular. İngiltere’deki en iyi arkadaşına, donmuş parmaklarıyla yazdığı bir veda mektubu da vardı. Hayat arkadaşına şöyle yazmıştı: “Yaşamımda senden çok sevdiğim ve değer verdiğim başka birini bulamadım. Fakat arkadaşlığının bana olan değerini asla gösteremedim, sen her zaman bana çok şey verirken ben sana hiçbir şey vermedim.” Bu mektubu “hiçbir şey vermeyen” bir adam, Kaptan Skot imzaladı.
Bitti. Dimitris Venis heyecandan rengi uçmuş, titreyen parmaklarıyla, tutku dolu kitabın sayfalarını yavaşça kapattı. Özlenen iki oğlun anneleri, aşırı duygulanmaktan orada donup kalmıştı. İrini Veni gösterişle yerinden kalktı ve dışarı çıktı. Çıkarken:
-Bunları defalarca dinledim…, dedi sadece.
Babasının yanında oturan küçük Anna heyecanla yerinden kalktı ve onu alnından öptü.
DELİCE eserek beraberinde büyük dalgaları da getiren batı rüzgârları bütün Saronikos’da kendini göstermeye başlamıştı. Açıktan denizin çöplerini getiriyor, Anavisos’un küçük koyunda hızı kesilince, görülmemiş biçimde koyun ağzına yığıyordu. Deniz sadece mürekkep gibi kararmakla kalmıyor, üzerinden akıl almaz çabuklukla geçen boralarla çalkalanıyordu. O zaman, Maria teyze pencerede otururken, Anna ona dışarıda neler olup bittiğini anlatıyordu, zira gözleri uzağı göremiyordu.
-Koyun dışında dalga görüyor musun? Soruyordu Maria teyze.
-Beyaz dağları görüyorum, kımıldamadan duruyorlar.
-O zaman yarın sabah Ayos-Nikolas’da, gemi direklerini de göreceğiz demektir.
Şiddetli esen rüzgârlarda şöyle oluyordu. Pire’ye geçen ya da oradan kalkan gemiler, kötü dalgalara yakalanmamak için, flok yelkenleriyle Ayos-Nikolas’ın süt liman koyuna kayarak orada demir atıyor ve yola devam için havanın kalmasını bekliyordu. Böyle sularla sıkça karşılaşan gemiler kurtuluşu buraya sığınmakta bulmuştu.
Koya girdikleri günlerde, Anavisos sakinleri sabah kalktıklarında, uzaktan gemi direkleri ve çarmıh halatları arkasından küçük bir deniz parçasını görebiliyordu, Tanrının insanlar üzerindeki zaferinin resmi.
Maria teyze Anna’ya:
-Yarın sabah onları mutlaka görürüz, diyor.
“Onları görürüz” diyordu, bu demek oluyordu ki, “Onları sen göreceksin ve bana anlatacaksın”. Gözleri artık, bu gözlerin içindeki dünyanın ona sunduğunu görmeye alışmıştı, yavaş yavaş o gözlerin istediklerini görmeyi, dikkatini onlara vermeyi öğrenmişti.
-Gözüktüler mi? Ertesi sabah erkenden merak ve kaygıyla Anna’ya soruyordu, sanki bu bekleyişinin boşa gitmemesine ihtiyacı vardı.
-Gözüktüler, teyze.
-Çok mu?
- O, bir orman! Oraya! Oraya!
Kız elleriyle de, yarı kör kadının gözlerini o tarafa yöneltmeye gayret ediyordu.
- Oraya, oraya…
Fersiz gözler o zaman sonuna kadar açılıyor, gücünü yoğunlaştırmak isteyerek, uzaktaki hayale yapışıp kalıyor, vahşice bir gayretle, sanki hayata şimdi başlıyormuşçasına çivileniyordu.
-Seçebiliyor musun, Maria teyze?
-Evet, evet seçiyorum, çocuğum. Çok var.
Mademki beklentisi boşa gitmemişti, Maria teyze o vakit sanki mucize olmuş gibi rahatlıyor, coşkuyla dua edebiliyordu.
-Tanrı onlara yakında iyi havalar versin, yollarına gitsinler…
Fırtınadan kaçan gemilerin demirledikleri Ayos-Nikolas’ın olduğu koy bölgenin en sakin yerlerinden biridir. Dar bir kumsalla Anavisos’un kuzeyindeki tepelere bağlanır. Ayos-Nikolas sahilin sarp tarafındadır. Bu kıyı şeridinden başka ikinci bir küçük koy daha vardır ve Saronikos açıklarından kopup gelen büyük dalgalar orada kırılıp sakinleşirdi, rüzgâr da öyle olurdu, Ayos-Nikolas koyuna vardıklarında artık güçleri kalmazdı. Ayos Nikolas’ın Anavisos körfezinin giriş ağzında olması gemiler için bulunmaz bir şanstı, böylece oraya giriş çıkışları kolay olurdu, fırtınalı havalarda bölgenin en kutsal sığınağı orasıydı. Küçük kilisenin yanında derin bir kuyu da vardır. Böylece gemi tayfalarının, ender durumlar dışında, patikaya çıkıp bir saatlik yoldan sonra, tepelerin arasındaki Anavisos köylerinden su getirmelerine ihtiyaç kalmıyordu.
Baraka sakinleri halat ormanını uzaktan, monoton geçen günlerine hareket getiren bir oyun gibi görüyordu. Sabahları kalkıp bir görüp bir göremeyince, bu gemi direklerinin halatları onlara görünüp kaybolan ve elle tutulamayan sihirli şeyler gibi görünmeye başladı.
-Rüzgâr kaldı, derdi. Maria teyze, gece yarısı aniden uyanıp kendisiyle söyleşirdi.
Fakat Anna da oturuyor olurdu, çünkü uykusu gelmezdi ve yanındaki kadının mırıldandığını duyardı.
-Kaldı, teyze.
-A, sen oturuyor musun? Şaşkınlıkla sorardı.
Sonra devam ederdi:
-Gidecekler.
Neden demezdi. Ama diğer ses, nedenini bilirdi.
-Gidecekler.
O zaman kulaklarını dikerek, gözleri açık otururlar, belki elverişli bir hava olur da onları demir alan gemilerin demirlerinin gürültüsüne, “seyahatin uzun sesine” götürür diye beklerlerdi.
O N İ K İ N C İ K I S I M
“Esirlerin dönüşü.”
HALAT ORMANINI tekrar gördükleri bir sabahın erken saatinde Anna şöyle dedi:
-Oraya kadar gidip, gemilerden yeni haberler almayı çok isterdim.
Hemen ardından, isteğini kararlı biçimde gösteriyor:
-Gideceğim!
Babası derhal karşı koyuyor, çünkü o kadar yolu yürüyemezdi. Annesi de şiddetle karşı geldi.
-Gidip de ne yapacaksın, adalardan soğan taşıyan tayfalardan ne öğreneceksin?
Sadece Maria teyzenin itirazı zayıf oldu.
-Çok yol, dedi sadece. Yorulacaksın.
-Yorulmam, diye ısrar etti kız. Seni de yormayacağım, baba. Yanıma Zambeta’yı alacağım.
Glaros’un kızını aldı sahil boyunca çekip gittiler.
Güneş tepede parlıyordu. Ama rüzgâr kuvvetli esiyordu, eteklerini uçuruyor, saçlarını dalgalandırıyordu. Karşıdan esen rüzgârdan ilerleyemedikleri anlar oluyordu. O zaman bütün güçleriyle karşı koyup ayakta kalmayı başarınca sevinçten havalara zıplıyorlardı.
Anna Zambeta’yı kolundan tutup sürüklerken zafer çığlıkları atıyordu:
-Hadi Zambeta! Hadi Zambeta! Şimdi Andreas ve Angelos’dan yeni haberler almaya gidiyoruz! Ooo! Geldikleri zaman gör bak, bize neler getirecekler. Göreceksin, Andreas bize ne getirecek!
Zambeta gittikçe daha fazla zorlanıyordu, darmadağın saçlarıyla sevinçle koşarken, Andreas’ın ona getireceği bilmediği şeylerin neler olduğunu düşünüyordu.
Tuzlaları geçtiler ve körfezin arkasına döndüler. Buraya kadar bildikleri yerlerdi. Defalarca gelmişlerdi. Ama buradan ötesini bilmiyorlardı.
Üzerinde yer yer çam ağaçları bitmiş küçük bir tepe önlerinde yükseliyordu. Küçük korunun içinden tırmanarak Ayos-Nikolas’ın olduğu kıyı şeridine inen patika yolu buldular. Anna bir an ikirciklenerek durdu. Ona bu patika yola girmelerini, böylece zaman kazanacaklarını hem de sahil yolunun sarp kayalarından geçmekten kurtulacaklarını söylemişlerdi.
-Ne diyorsun, Zambeta?
-Sen ne dersen, Bayan Anna.
-Öyleyse, ben cesur olalım diyorum. Andreas da gelip bunu öğrendiği zaman sevinecektir.
Patikayı bıraktı ve küçüğü kayalık sahile sürükledi, kayalar üzerinden zıplayıp atlamaya başladılar. Damarlarındaki kanın kaynadığını hissediyorlardı, evlerinin baskıcı ortamından kurtulmuş, gençlik ateşiyle kayalara korkusuzca atılıyorlardı. Zambeta sıçrarken zorlanıp ayağı kayınca, Anna çabucak dönüp onu yakalayıp kaldırdı ve sıcak çocuk vücudunu hararetle göğsüne bastırdı.
-Bu seyahati hep birlikte tekrar yapacağız, gelince…, neşe içinde kendi kendine konuşuyordu. O da alışacak, cesaret sınavı verecek, onu kayalar üzerinde sıçramaya zorlayacağım!
Gökyüzüne ve denize ıssızlık egemendi. İlerledikçe buldukları küçük koylar da ıssızdı. Deniz kıyıdaki kayaların içlerine kadar giriyordu. Anna ve Zambeta mağaraların önünde oturup, karanlık kovukların içinde parlayan yemyeşil suyu seyrediyor ve uzaklardan gelip kovuğun duvarlarına vurarak öfkesini dindiren denizin sesini dinliyorlardı. Damlalar mağara duvarlarından yeşil suya damlıyor, sonsuzluğun sesini alışkın kulaklarında duyuyorlardı. Dalgalar ardı ardına kıyıyı döverken, aradaki uzun boşluklarda, biraz sonra düşecek damlaları bekliyorlardı.
-Şimdi!...Şimdi! Dinle!...Çocuk onun kolunu sıkarken, Anna ona böyle diyordu.
Damlalar yeşil suya düşene kadar kayaların donuk yüzeyinde biraz bekliyordu, yerin sesi buraya can çekişmeye gelen denizin sesiyle birleşene kadar susuyorlardı. Ayak değmemiş koylar buluyorlardı, çünkü bu sarp sahillerde yolunu şaşırdığını söyleyen birini daha görmemişlerdi. Mercan kırıklarıyla karışmış kum güneşte ışıl ışıl parlıyordu, binlerce yıl üzerinde çalışılmıştı: denizin asırlarca üzerinde çalışıp cilaladığı deniz kabukları, antik çömlek parçacıkları mercanların doğal rengini almıştı.
Tarifsiz bir duygu seli Anna’nın içine yayılıyordu. Sanki insan ayağı buraya ilk defa basıyordu. Kitapların çocukça yazdıkları şeylere şimdi kızıyordu, babasının ona okuduğu hikâyeler insanların yaptıklarının hep iyi taraflarını anlatıyordu, uzak yerlere keşif gezileri ve araştırmalar, uygarlık için, gösterişli eylemler için, insan türünün güç ve cesaretinin haklılığı içindi. Oturdukları şehirlerin çevresinde en yakın bir yere gidiyorlar, bir balonun içine giriyorlar, rüzgârla dolu bir balon, dümensiz, bu oyunu yere bağlayan halatı kesiyorlar, dondurucu rüzgâr onları kaldırıyor ve ıssız beyazlık içinde son yolculuklarına götürüyor.
“Bu insanlar neyi arıyordu, biliyor musun?” Dimitris Venis kendisini hayranlıkla dinleyen kızcağıza sormuştu.
“Hayır, baba”, diye cevap vermişti, bu cesur, çılgın eylemlerin altında yatan amacın ne olduğunu düşünemeyerek.
“Dinginliği” çocuğum…”, demişti, diğerlerindeki gibi onda da var olan yakıcı tutkunun gücüyle. Fakat o, ihtirasını küçük hayallerine harcıyordu, çünkü teknesi maddi değildi ki onu uç noktaya kadar götürsün. Böylece de, diğerlerinin tattığı tutkunun ateşinden ona ne kalıyorsa, götürdüğü yere kadar gidiyordu, güçsüz ve alçakgönüllü insanların gideceği son sınıra kadar.
-Zavallı babam…, mırıldanıyordu Anna, şunların birbirleriyle bağlantısını kurmaya çalışıyordu: evlerinin çatısı altındaki düşmanca hayat, annesi, babası, gülleri, Maria teyzenin geçmişte kalan yaşamı, dinginlik.
BİR koyun sarp kayalık burnunu döndüler ve aniden önlerinde geçilmez bir duvar buldular. Muazzam bir kayaydı, elli metre kadar yükseklikte, yukardan denize sarkıyordu. Birkaç deniz kuşu büyük şamatayla, kayanın kovuklarından fırlayıp, denize doğru süzüldü. Yaşadıkları dünya sanki yanlarından kaybolmuştu. Sanki güçlü bir düşmanın enerjisiyle, aniden, yalıtılmışlardı.
-Aman, neydi bu! Anna görüntüden gözleri kamaşarak, alçak sesle mırıldanıyor. Kim hayal edebilir bunu…
Sahillerin yaban yaşamından bir andı, tamamen değişik bir durumdu, Attiki yöresinin birçok çelişkilerinden biri, karakterini vurgulayan tezatlardan.
Zambeta oturmuş, devasa kayaya bakıyordu. Gaklayarak bir kuş daha geçti.
-Korkuyorum… Geri gidelim, Bayan Anna.
Anna çocuğu tuttu kendine çekti. Bir an aklından çeşitli tehlikeler geçti, o da geri dönmek istedi. Fakat o zaman amacına ulaşamadığını kendine itiraf etmiş olacaktı -ve küçük Anna Dimitris Venis’in sadece kızı değildi, ondan hayal gücü iradesini de alıp getirmişti.
Göz gezdirip etrafı inceledi. Kayanın yalnızca bir tarafı daha hafif eğimliydi ve seyrek de olsa yarıklarından çıkmış dallar vardı.
-Tut beni elimden! Dedi çocuğa Anna, kararlı tavrıyla.
Dizleri üzerinde bir eliyle kayayı tutarken diğeriyle Zambeta’yı sürüklüyordu. Böyle yavaş yavaş, ses çıkarmadan ilerlediler. Başları dönmesin diye arkalarına dönüp bakmıyorlardı. Sonunda kayanın tepesine vardılar. Sadece o
zaman dönüp aşağıya ve etraflarına baktılar. Ağızlardan hayranlık belirten sözler döküldü.
Anavisos’da uzaktan görünen güney burnunun ötesindeki yerlere bakıyorlar ve denize uzayan bir dağı ilk defa görüyorlardı. Sounios onun arkasındaydı. O görünmüyordu, fakat Egede yüzen kocaman bir tırtıl gibi görünen San Corci adasını görüyorlardı.
Gözlerini batıya çevirdiler. Direkler ormanı, Ayos-Nikolas koyu, altlarındaydı. Gemilerin güvertesinde koşuşturan tayfaları görüyor, seslerini işitiyorlardı. Şiddetli rüzgâr saçlarını denizde açık bir yelkenin cinlerle savaşı misali savuruyordu.
-Görüyor musun? Geldik, Zambeta! Geldik!
Gözlerinden zafer parıltısı geçti. Anna Veni orada, seyahatin doruk noktasını döven ve sanki onu almak ister gibi uğuldayıp dövünen rüzgârla sarılmışken aniden ne kadar sakin olduğunu fark etti, sona erdirdiği amacı içinde, gövdesinin en ufak zerresine kadar işleyen dinginliği içinde hissetti.
Gemi direklerinin doldurduğu koya hırsla atıldılar.
DÖNÜYORUZ Zambeta! Çabuk! Çabuk!
Koşarak giderken gemilerdeki denizcileri selamladılar. Bu defa tepelerdeki küçük ormanın içinden doğru Anavisos’a çıkan patikayı bulmuşlardı.
-Ne haberler götürüyoruz biliyor musun? Anlayabiliyor musun Zambeta! Diyordu, soluk soluğa koşarken Anna.
-Fakat daha beyaz kiliseciğe bile gitmedik! Bunun için gelmedik mi? Çocuk cesaretle ona çıkışıyor.
Çocukcağızın esas amacı Anavisos’a geldikleri günden beri uzaktan seçebildikleri beyaz noktayı görmekti, seyahatin öbür amacını içinde hissetmiyordu. Neden gitmemişlerdi oraya?
-Sana başka sefer geleceğim! Başka sefer! Diyordu küçük kiliseye, Anna. Şimdi şu seyahatimizi bitirelim.
Ve devamlı koşuyordu.
Ormandan çıktılar ve Anavisos’un barakalarını görebildikleri çıplak bir arazinin içine düştüler. Patikayı izleyerek önlerinde bir kuyu buldular. Böylesine çorak bir yerde bu kuyuyu bulmaları yolculuklarının söyleyecekleri yeni bir haberi olacaktı.
Hemen durdular.
-Acaba su var mı?
-Susadım, dedi çocuk nefes nefese.
-Ben de susadım.
Kuyuya eğildiler ve baktılar. Dibinin dinginliğinde karanlık durgun kütle kımıldamıyordu. Bir taş attılar. Birkaç saniye beklediler ve çalkalanan suyun gürültüsü geldi. Gölgeleri suya yansımış, dalgalanan suda oynuyordu. Anna çocuğa döndü ve yanaklarından öptü.
-İçeceğiz, dedi kısaca. Yakınlarında tomruktan kabaca yontulmuş bir yalak vardı, gemi teknesi gibi. Dağlılar buraya inip hayvanlarını suluyordu. Kıldan yapılmış ipli bir kova da insanlar için duruyordu.
Kuyunun tatlı suyunu çıkarıyorlar ve içiyorlar. Su onlara hayat gibi gelmişti ve dönüş heyecanlarını yatıştırmıştı.
-Oturalım biraz, dedi Zambeta.
-Olur kızcağızım.
Derin bir sevecenlik duygusu içinde sel oldu taştı. Anna içinin derinliklerinden yüzeyine çıkan serinliği hissetti. Sırtüstü uzandı, gözlerini yumdu. Rüzgâr bütün şiddetiyle esiyordu ve engin denizin sert ve kararlı uğultusu uzaktan geliyordu. Yakın ormanın gürültüsü bu sağlam kararlılık içinde eriyordu, her şey eriyip kayboluyordu, sadece dalgalar üzerinde ilerleyen halkın alın yazısı vardı. Tanrım, ver gelsin. Gelmesi gerekli. Bu gereklidir. Toprak burada susuz ve çorak, her yer kum bulutlarıyla kaplı, rüzgârların kaldırdığı kum insanların attığı tohumları yerden söküp götürüyor, uzaklardan kovularak gelenler bu topraklarda tuz piramitlerinden başka bir şey bitiremiyor, etrafı tepelerle çevrilmiş köyün ıssızlığı onları kahrediyor. Yaşayan bir avuç insan, bir zamanlar ölülerin mezarı olan buradan, senin insafına sığınıyor, sana yalvarıyor. Anna buradadır, küçük Anna. Gel, hiç olmazsa onun için gel, çünkü henüz çok genç. Gel, beyaz tuz piramitlerini at, kum bulutlarını kaldır, -sen gelemezsen, bir insanı gönder.
-Ağlıyor musun? Birden kızın yüzüne eğilen Zambeta soruyor.
Anna elleriyle gözlerini kurularken birkaç damla gözyaşı kızcağızın üstüne sıçrıyor.
-Kum kaçtı gözüme, diyor.
FOÇALILARIN küçük mahallesi haberle çalkalandı.
-Esirler dönüyor! Esirler dönüyor! Venis’in Anna’sı Ayos-Nikolas koyundaki gemilerden aldığı haberi köye getirmişti! Gemiler açık denizde Pire’ye doğru giden yolcu vapurlarına rastlamışlardı!
Haber küçük ovaya bir anda yayıldı, sonra tepelere, tepelerden tüm çevreye, çorak topraklarda çalışmaktan canı çıkan halk vahşi hayvanlar gibi bağırıyordu.
-Dönüyorlar!
-Dönüyorlar!
Saban çeken öküzler birdenbire durdu, hüzünlü gözleri yavaşça bir sağa bir sola baktı. Toprağı kazan demir adamın ellerinden düştü, orda kaldı. Davarlar öğlen uyuşukluğundan sıyrıldı. Her şey; insanlar, demirler, hayvanlar çekime kapılmış gibi ileri atılıp aşağı doğru akmaya başladı.
-Demek dönüyorlar!
Her barakanın Anadolu’dan beklediği biri vardı. Ortalık kargaşadan geçilmiyordu. Sevinç heyecanı Doktor Venis’in evine de damgasını vurmuştu: yarı kör kadının, Maria teyzenin yüzüne, Venis’in ellerine, kızın damarlarında akan kana. Her şeye. Sadece İrini Veni’nin yüzü taş gibiydi. Bu değişim tablosunun içinde olmayı zoraki borç olarak görüyordu.
-Bana tekrar söyle çocuğum, diyordu Anna’ya, sevinçten uçan Maria teyze. Sana nasıl dediler? Kesin bilerek mi?
Anna da yanaşan gemilerdeki denizcilerin söylediklerini ona tekrar tekrar anlatıyordu. Doğru bilgiye sahiptiler, açık denizde seyrederken esirleri getiren vapurların yakınına düşmüşlerdi. Gemi değiştirip sohbet bile etmişlerdi.
GECE indirmişti artık. Pencerelerin dışından insanların fısıltıları geliyordu, barakalarında kapalı kalamıyorlardı, dışarıda dolaşıp haberi konuşuyor ve çeşitli planlar yapıyorlardı.
-Dışarı çıkacağım, dedi Anna.
-Bu lafı duymamış olayım. Dışarısı çok soğuk, dedi annesi. Doktor lafa karıştı:
-Bırak çocuğu! Günün kahramanı o.
İnsanlar küçük guruplar halinde toplanmış sohbet ediyordu, haberi konuşuyordu, çocuklar bağrışarak orada burada koşuşturuyordu. Barakaların ocaklarının hafif dumanı bu şamatanın üzerinde yükseliyordu.
Anna nefes nefese Andreas’ın annesinin evine koştu. Bir an soluk aldı. İçerden ses gelmiyordu fakat kapı aralıktı. İtti ve içeri girdi. Küçük koridorun solunda yatak odası, sağ tarafta içinde alçak köy ocağı olan mutfak vardı. Yerde ahşap döşeme yoktu. Kireç sürülmüş toprak tertemizdi ve yalnızlık kokuyordu.
Kız bir an durdu. Gözleri yavaş yavaş karanlığa alışmıştı. O zaman odanın içini gördü. Bir karaltı kımıldamadan oturuyordu. Yüzünü doğuya çevirmiş dua eden acılı kadının zayıf, sade hatlarını tanımıştı.
Çekinerek ilerledi. Sofia teyze kendi içine gömülmüş, gürültüyü duymamıştı. Anna biraz gerisinde durdu.
Şimdi dudaklarından dökülen ilahiyi işitiyordu:
“Kalbimi sınadın, gece düşlere yattım, beni ısıttın ve bana haksızlıkta bulunmadın. Lakin insanların yaptıklarını ağzım söylemiyorsa, öğütlerinle meşakkatli yollarda korunduğum için…”
. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
Yine hafif bir gürültü oldu.
-Kim o? Andreas’ın annesinin sesi karanlığa dönüp sordu.
-Benim, genç ses cevap verdi.
-Yavrucuğum…, dedi Sofia teyze, kızı tanıyınca hislenerek. İyi ki sensin… Dur, ışığı yakayım…
-Zararı yok Sofia teyze. İyi böyle.
Ona “teyze” diyordu, onun kişiliğini gerçek teyzesi Maria’dan farklı göremiyordu. Sadece ilki daha basitti.
Anna konuşuyor:
-Şimdi artık dinleneceksin. Bütün zorluklara yalnız başına göğüs gerdin…
Yaşlı kadın kızın ellerini tutup, kendi elleri içine alıyor ve sıkıyor.
-Tatlı kızım! Eve geldiği zaman, bunu ona söyleyeceğim. Hanemize geldiğin şu anda hissettiğimi ona anlatacağım…
Geldiği bu andaki hissini ona anlatacaktı, çünkü onsuz geçen bunca zaman sonra tam şimdi onun adımlarını duyduğunu hissetmişti.
-Ne büyük mutluluk kızım, bize bugünü gösterdin! Evinize de, teyzen Maria’ya da… Ne mutlu bize ki, geldi!
-Gelmesi zamanıydı artık…, mırıldanırken sesinde hafif bir titreme vardı.
-Hangisi için diyorsun?
Biraz duraklıyor. Sonra:
-Mutluluk için diyorum, Sofia teyze.
-Kayboldukları günlerde, acaba beraber miydiler? Andreas’ın annesi soruyordu. Ötekisi, Angelos için demiştim…
-Tanrıdan başka kim bilir bunları?
Bir an bekliyor, sonra korkarak soruyor, Anna:
-Yoksa… Yoksa bir şeyden mi korkuyorsun, Sofia teyze?
-Tanrı adına, neden korkayım kızcağızım… O kadar Tanrıya yalvardım ki…
İçinde tarifsiz bir güven vardı, 22’nin büyük yıkımından sonra Anadolu’da kalanlar için dolaşan korkunç söylentiler içinde, bu ne sağlam bir inançtı.
-Neden sordun? Diyor yine kıza.
-Çünkü ben de öyle güven duyuyordum da…
-Teyzen yoksa Angelos için emin değil mi?
-Teyzem başka insan, dedi Anna.
-Ben bugün onu da hazırladım…, diyor biraz sonra Andreas’ın annesi.
“O”nu göstermek isterken hala karanlıkta olduğunu anlıyor.
-Işığı yakayım, diyor.
Gidiyor, fukara işi tenekeden lambayı yakıyor ve kızın beklediği küçücük odacığa getiriyor.
-İşte… Ona takım elbisesini hazırladım, Anna. Bak, burada. Neyi varsa yanımda getirmiştim, memleketten.
Kapının arkasına asmıştı, yeni ütülü, açık gri bir kostümdü.
Anna yerinden kalkıyor ve kapıda asılı sevginin simgesine yavaşça yaklaşıyor. Parmaklarını üzerinde gezdiriyor, onu okşuyor.
-Çok hoş bir renk, diyor.
-Hep açık renkleri sever. İyi bir kalbi vardır. İkinizin de…
Bir an duruyor.
-Andreas ile ikiniz iyi arkadaştınız, öyle değil mi Anna?
-Evet, çok iyi arkadaştık.
-Öyleyse artık bundan sonra, sen de yalnız olmayacaksın…
Anna derhal kalkıyor.
-İyi geceler Sofia teyze.
-İyi geceler, çocuğum. Tanrı seninle olsun. Teşekkür ederim.
Çok geç kalmıştı ve evlerine vardığı zaman kızgınlıktan köpüren annesi onu azarladı.
-O kadar saat ne yaptın? Nerdeydin?
-Sofia teyzenin çok yalnız olduğunu düşündüm. Biraz arkadaşlık ettim, sevinsin diye. Anna böyle bir gerekçe gösterdi.
-Çok mu gerekli diye düşündün?
-Neden böyle diyorsun, İrini! Ona dokunan bu sözleri duyan doktor içeri girer. Çocuk güzel düşünmüş ve kimsesiz bir kadına gitmek istemiş, der.
Ve kızına dönerek:
-Bırak onu, Sofia nasıldı kızım?
-Dua ediyordu. Sevinçliydi ve bekliyor.
-Sanki bütün dünya bekliyor sanırsın…, diyor sertçe İrini Veni.
-Herkes bekliyor anne, aynı sert tavırla cevaplıyor Anna.
Sonra da, teyzesini odada görmeyerek onu soruyor.
-Maria teyze nerede?
-Gittiğinden beri odasında.
Anna odalarına koşup kapıyı açtı. Ama orada durdu.
Yaptığı işe dalmış, elleriyle bir şeyi okşayıp duruyordu, yarı kör kadın.
-Ne yapıyorsun teyze?
-Gel, Anna, diyor yavaşça. Giyeceği takım elbisesini hazırlıyordum…
-Ah, güzel teyzeciğim!
Sonra, yoğun geçen bu güne artık dayanamayıp ağlamaya başlıyor.
O GÜNDEN SONRA Anavisos’un üzerinden bir gün, bir gece geçti. Sonraki gün de geçti, diğer günler ve geceler de geçti.
Geri dönenlerin geleceği tepelerden ne gelen vardı ne giden. Öküzler yeniden toprakta saban sürmeye başladı. Işık Foçalıların barakalarında erken yanıp sönüyordu, ocakların dumanı her zamanki gibi kimsesiz yükseliyordu. Andreas ve Angelos’un asılı kostümleri de giydirilecekleri bedenleri sessizce bekliyordu.
Bir öğlen sonrası ova seslerle inledi:
-Geliyorlar, patikadan! Esirler geliyor!...Esirler!
Önce kimden çıktı ses? Ne kadar adam, kadın, çocuk varsa köyde, tepeye çıkan patikaya atıldı. Haykırarak koşuyor, geçmek için birbirini çiğniyordu. Tuzlalardaki piramitler ağırbaşlılıklarını kaybetmiş, komik manzaraya gülümsüyordu.
“Ne bu?” diye sordu bir piramit.
“Zil takmış oynuyorlar”, dedi diğeri.
Anna Yaban Kekikleri’nin kayalıklarında kayboldu. Fakat doktor “oynayan” sürünün içindeydi.
Foçalılar nefes nefese diğer Anadolu mübadillerinin kurduğu yukarıdaki köye yaklaşmışlardı. Aniden durdular.
Patikada yalnız başına bir adam göründü. Çuvalla örtünmüştü, suratı sapsarıydı, yapayalnızdı, peşinden havlayan köpekler koşturuyordu, onların gerisinden de tepeler.
Huşu içindeki bir ses duyulana kadar, Foçalılar sürüsünü ölüm sessizliği kaplamıştı.
-İşte O!
“O”, köpekler ve tepelerle beraber, gittikçe yaklaşıyordu. Sonra bir fısıltı duyuldu, sonra da yayanın sesi:
-Anacığım, burada mı?...
O zaman, adamın sesini tanıyan bütün sürü bağırarak üstüne atladı.
-Andreas bu! Bayan Sofia’cığın Andreas’ı!
Soru yağmuruna başladılar:
-Şunu gördün mü? Bunu gördün mü?
İnsan dalgasının altında korkudan öleyazan delikanlı merhamet dileniyordu:
-Bir şey bilmiyorum… Bir şey bilmiyorum…
Herkes aşağı doğru, Anavisos’a koşmaya başladı. Esir başta gidiyordu, kalabalık onu izliyordu. Doktor Venis de soluk soluğa aralarında koşuyordu.
-Uzak mı daha? Heyecandan dili tutulan Andreas bir an doktora sorabiliyor. Tanrı adına! Varalım artık! Varalım!
-Varacağız, çocuğum, varacağız, diyordu Doktor. İşte barakalarımız, görünüyor. İnsanlara bir “evet” ya da “hayır” diyebilirdiniz, şayet onlarınkilerden birini gördüyseniz…
Bir “evet” ya da “hayır”, -ne kadar basit laf, ama burada her şey…
-Anna yaşıyor mu? Delikanlı bir an fırsatını bulup heyecanla soruyor.
-Evet, yaşıyor. Buradadır. Angelos’un annesi de burada. Sizi yakaladıkları zaman beraber değil miydiniz?
Delikanlı silkiniyor, sanki kâbustan uyanır gibi.
-Ne dedin? Doktora kaba bir adam gibi soruyor.
-Yeğenim Angelos’u sormuştum. Diğer vapurla mı gelecek?
Soran ses sakin, dingindi. İnsanlar böyle bir ortamda nasıl bu kadar sakin sorabiliyordu?
-Diğer vapurla mı gelecek? Israr ediyor ses.
Biraz bekliyor, sonra yine:
-Gelecek demek…
Delikanlının inlemesi vahşi bir hayvanın gırtlağından çıkar gibiydi, tutulamıyor, vücudu paralanırcasına sarsılıyor.
-Hayır be! Gelmeyecek! Gelmeyecek! Sorma artık bana! Çaresizce bağırıyordu.
Aniden yere oturdu ve ellerini yüzüne kapattı. O zaman herkes üstüne hayalet gibi çöktü.
-Kimi diyordun? Yavaşça soruyorlardı.
O zaman doktor çocuğun nefes alabilmesi için çemberi aralamalarını rica ediyor. Yanına diz çöküyor ve alnını tutuyor, sanki ateşine bakıyordu.
Sonra delikanlının kulağına eğiliyor ve yalvararak:
-Annesi…bir şey bilmesin, hiçbir şey…, heyecandan titreyerek fısıldıyor. Bekliyor olsun…
Andreas biraz sakinleşiyor, kafasını yere eğiyor.
-Öğrenmeyecek
İKİNCİ BÖLÜM
B İ R İ N C İ K I S I M
“1922 nin masalı.”
ANAVİSOS TEPELERİNDE günler geceler yine gelip geçti, hayat yolunu tekrar buldu, tuzlanın piramitleri de dinginliğini korudu. “Bir şey oluyor mu?” Sordu bir piramit. Cevap verdi öteki: “Hiçbir şey. İnsanlar oynuyor.”
-Ne biliyorsan anlat. Suskunluğundan bıktıkları Andreas’a köylüleri öfkeyle soruyordu. O da:
-Hiçbir şey, diye cevap veriyordu. Bir şey bilmiyorum.
-Orada yalnız mıydın?
-Yalnızdım.
Herkes çocuğun aklı başında değil diyordu.
MARİA TEYZE pencerede çocuğunun arkadaşıyla yan yana oturuyordu. Günler iyileşmeye başlamıştı. Anavisos denizi ve uzaklardaki Egina’nın dağı üzerinde hava kararıyordu. Maria teyze gözlerini pencereden dışarı dikmiş, akşamın loş ışığında gittikçe kararıp birbirine karışan şekilleri birleştirmeye çalışıyordu. Yavaşça:
-Bu gün iki ay geçti… dedi.
-Ne zamandan beri? Yanında dalgın oturan Andreas sordu.
-Geldiğin zamandan beri, çocuğum. Bakıyorum da artık günleri saymayı bırakmışsın.
Yaptığı imadan utanç duydu.
Delikanlı ona:
-Senin gibi ben de bekliyorum, dedi. Sen onun annesisin ama ben de kardeşi gibiyim. O kadar birbirimize bağlanmıştık, orada…
-Sana bunu demek istememiştim, diyor öteki, onu rahatlatmak için. Sadece, günler çabuk geçiyor da… bunu diyordum.
Sesi derinden geliyordu, sabır doluydu, konuşma sürdükçe daha katı, daha kasvetli oluyordu. Andreas’ın döndüğünü gördükten sonra, artık ilk günlerdeki gibi hıçkırarak ağlamıyordu. Ancak birlikte yalnız olduklarında ona bakıp gözleri yaşarıyordu.
-Yaz günleri sizlere geçmek bilmemiştir…, diyor, birazdan yine, Maria teyze.
-A, hayır, o kadar değil. Çalıştığımız çiftlikte erken uyanıyorduk, toprak kazıyorduk, suluyorduk. Yakında bir dere vardı, kuşlar sürüyle gelip su içerdi. Ağ atıp kuş yakalamamız için bizi bırakırlardı. Angelos’un çok hoşlandığı bir oyundu. Günlerimiz böyle geçiyordu. Sadece ahırdaki geceler gözümüzde büyüyordu.
-Ahırda mı dedin? Maria teyze onun lafını kesiyor.
-İlk günleri… demek istiyorum, çiftlikteki günleri, bizi bir ahırda yatırmışlardı.
-Evvelce bunu bana anlatmamıştın, diyor yavaşça öteki.
Ona neler anlattığını hatırlamaya çalıştı. Her anlatışta, onu kandırmak için ağzını açtığında olayları birbirine karıştırıyor, sırayı şaşırıyordu.
-Orada kötüydük zannetme, diye devam etti, anlattıklarının doğru olduğuna inandırmaya çalışıyordu Andreas. Tabii ki, ahırda uyumak istemezdik, çünkü çok kalabalıktık. Ama yaz geceleri geldiği zaman, dışarıda yatmanın bir yolunu bulduk. Büyük bir çınarın altında uyuyorduk ve derede akan suyun şırıltısını işitiyorduk. Gerçekten barış günleriydi. Böylece, Angelos gökyüzüne ve yıldızlara olan merakının tadına tekrar vardı. Bana Akyıldızı, Büyükayıyı bulmayı öğretti. Biliyorsun, lisedeyken astronomiyi ve sporu çok severdi.
-Siz uyurken başınızda nöbetçi yok muydu? Maria teyze merakla sordu.
-Nöbetçi falan yoktu. Kendi başımıza idik.
-Başka gün bana daha sıkıydı demiştin, gece gündüz gölge gibi arkanızdan sizi izlediklerini…
-A, o askeri kampta oluyordu! Hararetle, şimdi söylediklerini doğruluyor. Ama çiftlikte serbesttik. Günlerimiz iyi geçti. Bizi seviyorlardı. Rüya bile görmeden deliksiz uyuyorduk.
-Angelos için ne garip… Annesi dudakları arasından mırıldanıyor. Daima inanılmaz, anlaşılmaz rüyalar görürdü. Anlattığı zaman bana masal gibi gelirdi.
Bir an duruyor sonra aniden soruyor:
-Bu kadar zamanda sana hiç rüya anlatmadı mı?
Andreas içini kemiren bir huzursuzluk hissediyor ve onu sarsıyor. Birden gerilere dönüyor, arkadaşının son gecesini hatırlıyor, çam ağaçlarıyla dolu vahşi bir dağda, Angelos rüyalarının sonuncusunu görmüştü. İkisi sonsuz bir ateşin üzerinde yürüyormuş. Sonra bastıkları yer yarılmış ve içine düşmüşlerdi. Düşmüşler, düşmüşler… - acaba ne kadar derin, basacak yer var mı? Diyorlarmış. Aniden gökyüzüne gömülmüşler, üstleri başları, elleri gökyüzüyle dolmuş, safi gökyüzü. Altından harç gibiymiş. Ona dokunuyorlarmış, okşuyorlarmış, gözleriyle, parmaklarıyla…
Angelos’un son gecesinin rüyasıydı ve sonundan az önce anlatmıştı.
Şimdi annesi karşısında oturuyor ve ona sakince soruyordu:
-Bu kadar zamanda sana hiç rüya anlatmadı mı?
Sesi titremesin diye bütün gücünü toplamaya çalışıyor.
-Hayır, bana hiç rüya anlatmadı.
Hava çok kararmıştı. Maria teyze susmuş ve gözlerini yıldızlı göğe dikmişti. Hiç kımıldamıyor, uyur gibi görünüyordu. Fakat birazdan, ses yine sorulara başlıyor yavaşça:
-Bana Akyıldızı gösterebilir misin, çocuğum? Artık bir şeyi doğru dürüst seçemiyorum.
Yıldız, şiddetli sağanaktan yıkanıp çıkmış gibi parlıyordu.
-İşte, orada.
Maria teyze bir süre delikanlının gösterdiği yere sessiz ve dalgın bakıyor.
-Işığı yakayım mı? Andreas soruyor.
Ona cevap vermiyor. Andreas kalkıyor ve fukara lambasını yakıyor. Tavanın kirişleri, odanın duvarları tüm yalnızlıklarıyla ortaya çıkıyor. Büyük gölgeler oraya buraya düşüyor.
-İyi geceler.
-İyi geceler çocuğum.
EVİN KAPISINDA dışarıdan gelen Anna’yla karşılaştı. Kızın yüzündeki ifadeyi iyi göremedi ama sesinin tonundan alınmış olduğunu anladı.
-Seni kayalıklarda bekliyordum, Yaban Kekikleri’ne giden patikada. Neden gelmedin? Dedi.
-Benim suçum yok, diye kıza cevap verdi Andreas. Maria teyze alıkoydu.
Kız hemen cevap vermemek için sinirle ellerini kenetledi. Sonra sesini yumuşatarak:
-Ama ben de senin gelmeni bekliyordum, dedi ona.
-Seni üzmek istemezdim, Anna. Onu acısıyla yalnız bırakamadım.
Ani bir sevecenlikle delikanlıyı kollarından tuttu.
Tuzlalara doğru biraz yürüyelim ister misin? Dedi ona.
A, bu akşam olmaz. Yarın çıkarız. Dedi delikanlı. Kendini çok yorgun hissediyordu.
-Tanrım! Hala “hayır” alışkanlığından kurtulmaya çalışmıyorsun! Dedi Anna ve iyi geceler derken hıçkırık boğazında düğümlendi.
ANDREAS barakaya hasta gibi döndü, gerçek bir ceset gibiydi. Her gün böyle oluyordu. Akşamları gece yaklaştığı zaman, alışılmış korkunç bir ödev yinelenmek için onu bekliyordu. Dönüşünün ilk günlerinde öyle azap vericiydi ki, bundan bir an evvel kurtulmaya bakıyordu. Sonra yavaş yavaş alıştı, boynunun borcu gibi gördü. İnsan her şeye alışır. Kendini içinde aramaya alıştı ve birden ne kadar çıplak ve yalnız olduğunu gördü, sanki yeryüzüne gelen ilk insandı, insanoğlunun hikâyesi yeni başlıyordu –tamı tamına yalnız. Hiçbir şeye inanmamaya ve düş kurmamaya alıştı, yani insanlarla arkadaşlıktan ve hayattan soyutlandı. Öldürmeye de alıştı, kendini ve diğerlerini -ve her şey içinde sustu; korku, hayal gücü ve merhamet. Demek ki her şey sadece bir varsayıştı: öleceğin güne kadar. Oturup, bir anneye artık dönmeyecek bir çocuk için, her gün masallar anlatmaya da öyle alışmıştı.
“Annesi bir şey öğrenmesin”, yaşlı Venis ona defalarca yalvarmıştı. Kalan yılları boyunca bekleyebilir, boynu bükük olmasın. Fakat onun bekleyesi yoktu, -bunu yapamazdı.”
Andreas da, o anne bir şey öğrenmesin diye, oturmuş ona bir hikâye anlatmıştı. Rengârenk ve duygulu, iyiliklerle dolu, patlayan savaş fırtınası içinde kalan iki çocuk için, sıcak gözyaşları ve Tanrıya minnet dolu bir masaldı.
“Angelos sonraki sevkiyatla gelecek, ya da diğeriyle. Ama gelecek”, arkadaşının annesine söylediği ilk söz buydu.
Sonra da aynı akşam, Maria teyze onu odasında kenara çektiğinde, esarette geçen on dört ayı baştan sona bir bir anlatmıştı.
Kendi annesi Sofia teyze de yanlarındaydı. O da bu masalı duydu ama asla başka bir şey öğrenemedi. Çizdiği gerçekler tablosunda sert çizgileri sildi, böylece geceleri uykuya yatırılan çocuklara anlatılan devli canavarlı masallar gibi oldu. Sakin gecede bir çocuk “melek”, –Yunancada, Angelos adı erkek melek anlamınadır- yanına oturduğu küçüğün gözlerinin içine yüzündeki ışığı tutuyordu. Her şey uysaldır, devler ve canavarlar bu içi ısıtan ışık içinde yavaş yavaş silinirler, birbirine dolanıp belirsiz bir şekil alırlar, gülümseyen yavrunun gözleri ağır ağır kapanır. Yavrucak uyumuştur. Tanrı onunla olsun!
Andreas’ın Maria teyzeye anlattığı masal şunları söylüyordu:
“Gittikleri yolda, diyordu, Anadolu içlerine doğru büyük yürüyüşte, hep orman içindeki çağlayanların arasından, loş vadilerin içinden geçerek yürüyorlarmış. Memleketlerinde zeytinlikler dışında orman yokmuş, gördükleri yerlerin garip cazibesiyle tuhaf bir korkuya kapılmışlar. Çevrelerinde, inanılmaz renklerde bilmedikleri kuşlar uçuşuyor, akşamları güneş alçaldığı zaman her tarafı saran gölgeler büyüyor ve insanın bakışları içinde kayboluyormuş. Orman içinde ya da karanlık vadilerde, geceyi ettikleri yerde konaklıyorlarmış. Gökyüzünde ilk yıldız göründüğü zaman, orman ava çıkmak için inlerinden fırlayan canavarların vahşi çığlıklarıyla inliyormuş. Esirler hiç korkmamış, çünkü onlardan korunmak için büyük ateşler yakmışlar. Alevler göğe tırmanıyormuş, asırlık ağaçların dalları, sanki onları alıp huzura kavuşturmak için, kutsal ateşin üzerine eğiliyormuş, çünkü çok yaşamış, çok görmüşler ve çok beklemişler. Canavarlar o zaman yaklaşamıyormuş, sadece seslerini duyuyorlarmış. Gece ilerledikçe, sesler yavaş yavaş zayıflıyormuş. Derinden gelen hafif bir iniltiye kadar zayıflıyormuş, sesler hafif ve insanımsı oluyor, sonra da uçuşan yapraklara, acıdan kıvranan gövdelere, esen rüzgâra bağlanıyor ve böylece insanı uyutuyormuş.”
“Bunlar geceleri oluyormuş. Gündüz yürüyüşlerinde onları, suları tertemiz akarsuların olduğu yerlerde durduruyorlar ve tertemiz sularından içiriyorlarmış.”
“Ağıllarda ve barakalardayken köylüler buğday ekmeği ve süt ikram etmek için yarışıyormuş, sonra ayrılırken, kapılardan çıkıp Tanrı sizinle olsun diyerek, onları uğurluyorlarmış. Bu köylüler savaşın bittiğini henüz bilmiyorlarmış, hiçbir şey bilmiyorlarmış. Sadece insanların gelip onlardan ekmek istediğini biliyorlarmış ve ekmeği büyük sevabın sadeliği içinde veriyorlarmış.”
“Bir akşamüstü, sık çam ağaçlarıyla kaplı bir dağın tepesindeki köye tırmanırken, orada yüksek bir yerden son defa denizi görmüşler.”
“Güneş alçalıyormuş ve içlerinden biri geri dönüp bakmış ve onu görmüş. Tepelerin arasındaki boşluktan seçilebilen upuzun mavi bir döşek gibiymiş.”
“-Çocuklar, diye bağırmış bir arkadaşları. Deniz!”
“O zaman herkes birazdan hızla gözlerinden ilelebet kaybolacak o görüntüye dönmüş. Ona bakmışlar. Rüzgâr varmış, aşağıdaki deniz çalkantılı olmalıymış, dalgalar birbiri üzerine inip çıkıyor olmalıymış. Öyle olacağını düşünüyorlarmış. Fakat oraya çivilenmiş gözlere en ufak bir kıpırdama gelmiyormuş. Hiçbir kıpırtı. Engin deniz de, üzerinde yol yol beyaz çizgilerle - ki dalgalar olacaktı- öyle donmuş gibi hareketsiz görünüyormuş, çünkü o da bıkıp usanmış.”
“Günlerce süren yürüyüşten sonra, köye varınca ayaklarının acısı bir anda dinmiş. Orman köyündeki kadınlar hemen ikram için koşuşturmaya başlamışlar. Onları büyük bir barakaya yerleştirmişler, ev işi tarhana çorbası getirmişler, esirler yemiş içmiş, çıra da getirmişler ve onları yakmışlar çünkü gece soğukmuş. Andreas ile Angelos daima yan yana, kucak kucağa sakin ve mesut uyku çekmişler.”
-Ama öyle mi, bu insanlar savaştan habersiz miydi? Maria teyze çok duygulanmıştı.
-A, haberleri yoktu, o kadar yüksekte hiç bir şey bilmiyorlardı! Andreas ona böyle dedi. Hiçbir şey bilmiyorlardı, sanki diğer insanlar onları ıssız dağda unutmuştu. Sanki Tanrı da aynı şekilde onları unutmuştu. Saf ve iyi kalmışlardı. Davarları ve terleriyle ıslattıkları iyi toprağın verdiği ürünlerle yaşıyorlardı. Böylece de, barış içinde oturup mutsuzluktan kurtuluyorlardı, sanki peygamberin lekesiz ve temiz kalplerini sınadığı yaratıklardı.
İki anne, Andreas’ınki ve Angelos’unki masalın büyüsünden sıyrıldıkça, oturup ağlıyordu. Akan gözyaşları iyi insanlara gönül borcundandı, çünkü onlar bu dünyada iyi kalanlardı.
“Yürüyüş bitince trenlerde iş tuttuk. Ürün yüklü vagonları boşaltıyorduk. Kolay bir işti. Sonra bizi bir köye götürdüler. Kıştı, ilk kar düşmüştü. O köyde bir gün, kaldığımız izbeye Kemal Bey geldi, doktordu. Bizi oradan çekti aldı ve sıcak tutan giysiler verdi. Bize memlekette ne iş yaptığımızı sordu ve ona henüz liseye gittiğimizi söyledik. O da genç bir çocuktu, -hangi okulu bitirdiyse, -üçümüz kardeş gibi olduk.”
“Sonra yine gidip bir çiftlikte çalıştık. Sakin bir yerdi, sanki oraya savaş uğramamıştı. İbadetimizi yapabildik, şayet istersek. Türkülerimizi söyleyebildik, kimse bize karışmadı. Efendiler vahşi domuz avına gelince bizi alıp ormana götürdüler. Orada, sakin bir yerde barış bizi buldu. Beni Yunanistan’a ilk sevkiyat içine koydular. Angelos sonrakiyle ya da daha sonrakilerle gelecek.”
“Angelos’la vedalaşırken, son sözü anneme git ve ona selamlarımı götür oldu, diyordu. Angelos’la bir arkadaşlarının mezarına gittiklerini, çocuk yazın son günlerinde huzur içinde ölmüştü, diyordu. Arkadaşlarının bir şeyi yokmuş, sadece onların sebebini anlamadığı tarifsiz bir karamsarlığa düşmüş. Onu yakında susuz bir dere yatağının kenarına gömmüşler, bir kavak ağacının altına. Zakkumların dalları üzerine eğiliyor, ona gölge yapıyormuş. Andreas oraya Angelos’la gitmiş ve ölmüş arkadaşlarıyla mezarında son defa vedalaşmışlar. Orada Angelos ona: Anneme selamlarımı götür ve ona iyi olduğumu, gecikmeyeceğimi, söyle, demiş.”
. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
Masal böyle bitiyor. Andreas annelerin inanmayacağından korkuyordu. Gazeteler korkunç hikâyelerle doluydu. Onları yaşamamış insanlar hayal güçlerinden yaratmaya çalıştıkları Anadolu’daki azizlerin acıklı yaşam öykülerine benzer hikâyeleri, ağızdan ağza yayıyordu.
Andreas bu sebepten Maria teyzenin ona inanmayacağından korkuyordu. Ama sıcak ve samimi bir ses tonuyla anlatmıştı. Böylece kimsesiz kadını umutsuzluğa düşürecek bir şey olmamıştı. Belki onun temiz vicdanındandır.
-Biz de buradayken ne kadar farklı düşünmüştük bu şeyleri, çünkü halk diyordu ki… dedi arkadaşının yalnız annesi.
-Halk hayal kuruyor, diye cevapladı, Andreas. Kötü bir şey olsaydı size yazardık. O zaman bilirdiniz.
-Evet, dedi öteki. Sessizlik korkunçtu.
ANDREAS annesinin yaptığı yumuşak yatağa uzanıp gözlerini kapatıyor.Onun gürültü çıkarmamak için ayaklarının ucunda yürüdüğünü karanlıkta duyuyor. Sonra hafif bir fısıltı duyuyor. Bir an gözlerini açıyor. Koridordaki kandilin ışığında, ikona önünde istavroz çıkarıp dua ettiğini görüyor. Bu uzun zaman sürüyor. Şimdi de kulağına bir ilahi geliyor:
“Umutlarımın hepsi sende, Tanrının anası, çatın altında koru beni.”
Susuyor. Bitirdiği anlaşılıyordu. Şimdi adımlarını daha yakında duyuyor, yaklaşıyordu. Onu uyumuş zannediyor. Üzerine eğilmişti, sıcak nefesini yüzünde duyuyor. Aniden parmaklarını hafifçe alnına dokunduruyor. O zaman bu sevgi dolu dokunuşla, istemeden gözlerini açıyor.
-Uyumadın mı, çocuğum? Şaşırarak, tatlı sesiyle soruyor.
-Hayır, anne. Daha uyumadım.
Bir an sessizlik oluyor. Sonra parmaklarını götürüp yüzünü okşuyor. Onu korumak ister gibi, şefkatle, istem dışı bir hareket yapıyor. Onun bir korkuya esir olduğunu anlıyor. Geçirdiği zorlu günlerden sonra, kötü kaderinin yanı başında oturup uygun zamanı beklediğinden korkuyor.
Fakat annesi saf bir insandır. Oğlunun insanlar hakkında çok şeyler öğrendiğini bilmiyor, hala onu küçüklüğündeki gibi görüyor. Tanrı beni çağırana kadar keşke böyle kalsa, diyor içinden.
-Sanki biraz değiştin gibisin, çocuğum, diyor sadece.
Hayır! Bir şey değişmedi, diyerek karşı çıkıyor oğlu.
-Sadece, bir yıl büyüdüm. Budur, anne.
Onun üzerine eğiliyor. Sesi daha alçak perdedendir. Oğlunun ne demek istediğini zor bela anlıyor ve ona soruyor:
-O günleri bize anlatırken söylediklerin gerçek mi, Angelos için de mi?...Endişeyle, çok acı çektiğini tahmin ederek soruyor.
-Fakat neden gerçek olmasın? Sen de bilirsin, çocukluktan beri yalan söyleyemem.
Ama anne, diğer kuşkusunu söylemeye çekiniyor. Yavaşça, korkarak yüzünü onun üzerinden kaldırıyor.
-Rahatla, diyor. Bir şey demek istememiştim.
Andreas barakanın penceresinden titreşen yıldızları görebiliyor. Henüz düşmanlar onu annesinin ellerinden almadan, bir bodrum katında beraber geçirdikleri başka bir geceyi hatırlıyor. O gece de, bodrum penceresinden yıldızların göründüğünü hatırlıyor. Karanlıkta bir farenin yerde hızla kayıp geçtiğini hatırlıyor, bir vakitler farelerden çok korkardı. Kafasını annesinin dizlerine koymuştu, sıcak nefesi yüzünü bir canlı varlık gibi yalıyordu, şimdi olduğu gibi. O halde ne değişmişti ki! Sadece, artık çocuk gibi ona yaslanamıyordu, -bu artık bitmişti.
-Geç oldu, anne, diyor, dinlen biraz.
Anne onun battaniyesini örttü ve yavaşça uzaklaştı.
GECENİN SESSİZLİĞİ içinde yalnız başına kalınca birer birer gelmeye başladı: küçük Angelos, Orestis, küçük Ermeni Zak, kaybettiği bütün arkadaşları. Soluk çileli yüzler karşısında kımıldamadan duruyordu, kocaman çocuksu gözlerini üzerine dikmiş bakıyorlar ve sanki onları neden terk ettiğini sorgulayacak münasip bir söz arıyorlardı. Angelos’un başındaki saçlar karmakarışıktı ve kan ince bir kırmızı şerit gibi şakağından iniyor, yanağında okunaksız harfler çizip yere damlıyordu. Kafasını battaniyesine gömdü, son anına kadar arkadaşının parmaklarını tutan ellerini kenetledi. Şimdi o burada oturmuş, ölmüş çocuğun annesine masallar anlatmıştı ve ağ serip kuş yakaladıklarını söylemişti, o da: anneme selam götür, geleceğim, demişti. “Küçüğüm Angelos, burada yine beraber olsaydık ne hoş olacaktı! Gerçek kuşlara gideceğimiz günlerimiz de olacaktı, birbirimize yıldızları, Akyıldızı, Büyükayıyı gösterecek gecelerimiz de olacaktı. Sonra küçüğümüz sarı Zak’ı piyanonun başına oturtacak ve o bize bir parça çalacaktı, suları çalkalandıran, rüzgârlara ve bulutlara hareket veren ve insanların kalplerini uyuşturan o derinlerdeki anlaşılmaz gücü anlatacaktı. Çalgısıyla söyleyeceği başka bir şeyi kalmayınca, çünkü bütün gücünü verse bile yine söylenmemiş bir şeyler kalacaktı, o zaman da bitmemiş ne kaldıysa, bitirmeye insan sesi yetişecekti. Küçük Zak da bize uzak memleketi Ermenistan’dan ezgiler okuyacaktı. Çocuksu sıcak sesi, güneşin yere uzanamadığı sık ormanları, daima karla kaplı puslu dağları, gürül gürül akan suları, hiç kimsenin görmediği uzak denizleri anlatacaktı. Sonra ses bir soluk alacak. Sonra da acı çeken insanları anlatacak, devamlı kanı akıtılan kavmini anlatacaktı, -rüzgârların kavmini oradan buraya savurduğunu, damarlarındaki kanın boşalıp oluk gibi aktığını, dereleri kıpkızıl boyadığını anlatacaktı. Sıcak genç ses bize bunları diyecekti. Biz de o zaman içimizde bir şeylerin uyandığını hissedecektik; insanlık için büyük girişimleri, yaşam için iyi işleri, içimizdeki kutsal gücü. Buna zamanımız vardı çocuklar, -senin de Angelos, senin de Zak, ve sizlerle benim de. Fakat şimdi bilmiyorum, sizi örten toprağın huzuru var mı, yoksa ıssız yerlerin çakalları sizi yedi mi? Ben de oturuyorum ve annelerinize masal anlatıyorum, benimki gelip beni okşadığında, o zaman ürperiyorum ve korkuyorum, ölümün yaklaştığını sanarak.
. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
Annesi ürkerek üzerine eğildi. Delikanlının gövdesi hala hıçkırıklarla sarsılıyordu. Yastık gözyaşından sırılsıklam ve gece de derindi.
-Neyin var yavrum?... Diyor Sofia teyze, titreyerek. Tanrı adına neyin var? Dön bana…
Böyle diyor, onun da gözlerinden yaşlar dökülüyor.
Yorgun düşmüş, güçsüz delikanlı eğiliyor annesine yaslanıyor.
-Evet, anne, biraz daha böyle kalayım. Biraz daha.
İ K İ N C İ K I S I M
“Bir Anadolu kadını denizle barışmaya çalışıyor.”
BÜTÜN GECE yağan yağmurdan sonra güneş kendini göstermişti. Anna:
-Zambeta’ya gideceğim, dedi annesine.
-Nasıl olduysa evde biraz kaldın! Hep dışarıdasın, tabi hiç bir şey söylemeden. Annesi ona kızıyordu.
-İçerde yapabileceğimi yapıyorum, anne. Başka yapamam.
-Bu şekilde konuşma, Anna. Bakıyorum da, son zamanda çok değiştin.
-Ah, anne, Tanrı aşkına! Bana baskı yapma!
Anna bu sıralarda annesinin sert bakışlarında gittikçe düşmanlığa varan bir şey hissetmekteydi. Ama buna inanası gelmiyordu. Hem çok gençti hem de çıkar yolu olmayan o küçük hayatı içinde bunu derinlere kadar görmesi kolay değildi. Sadece şu su götürmezdi: Her geçen gün Anna’yı annesinden uzaklaştırıp babasına daha çok bağlıyordu. İrini’nin etrafındaki çember de git gide daralıyordu.
-Hoşça kal! Dedi Anna ve başka bir şey demeden çıktı.
Doğru Zambeta’ya gitmedi. Yana saptı ve Andreas’ın barakasına gitti. Onu küçük bostanda, annesiyle beraber çapa yaparken buldu.
-Günaydın, Anna.
-Zambeta’ya gidiyordum, geçerken ne yaptığınızı göreyim, dedim. Akşamki yağmur neydi öyle, Tanrım!
Erkek arkadaşının yüzüne baktı. Solgunluğundan kötü bir gece geçirdiğini tahmin etti. Öteki de gözlerini kızdan kaçırmaya çalışıyordu.
-Evet, kötü gece geçirdim, dedi. Sinirden uyuyamadım.
-Zambeta’ya gidelim, gelir misin? Köyümüze gelin gelen yeni annesi için çok üzülüyorum. O kadar yalnız ki…
-Haydi, sen de git, yavrum. Sofia teyze oğlunu teşvik etti. Yabancı kadıncağız artık memleketlimiz oldu. Gidin onu görün.
Çapayı bıraktı ve ellerini yıkadı.
-Gidelim, Anna.
Anna yolda konuşuyordu:
-Hepimiz selin aldığı zavallı Eleni’yi çok severdik. Kocasını da. Herkesten evvel babam. Babam kocasının kendini kurtarmasında “Onun değerli özünün” rol oynadığına inanıyor: düş gücü.
-Baban da düş kurmak gibi şeylerde, onunla aynı.
-O, evet. Evimizi aydınlatan ne kadar parlak ışık varsa, babamın düşleridir. Zannederim bana da inanmayı o öğretti. Onun gül bahçesine inanıyorum. Bunun için…
Bir an durdu.
-Bunun için… ne? Andreas sordu.
-Bunun için korkuyorum…
Delikanlının yüzündeki ifadesizliğe rağmen, onun aklından geçeni tahmin etti:
-Sen, sen… buna inanıyor musun, Andrea?
O zaman delikanlının yüzü hafifçe seğirdi:
-Bana sorma, Anna.
Sonra:
-Ben artık sizler gibi olamam, dedi bitkin sesiyle.
Glaros’un barakaya gelince durdular. Dört dönüm kadar sürülmüş bir araziydi, üzerindeki insan emeği kendini apaçık gösteriyordu. Tarladan çıkan taşlarla, binayı çepeçevre kuşatan tarla duvarları yapılmıştı. Bir köşeden toplanmış eski, değerli yapı taşlarıyla inşa edilmiş kocaman bir kitle arazinin bir yerinde yükseliyordu. Glaros bu taş yapının olduğu yeri daha evvel su için derin kazmış, kuyu açmıştı, şimdi de onun üstünde taştan bir kitle yükselmişti, bir yel değirmeninin kollarını da üzerine kondurmuştu. Değirmenin kolları yabani meşe dallarından yapılmıştı, alevde yakılıp kurutulmuş ve yeni kaput bezinden yelkenler takılmıştı. Değirmenin kanatları uzaktan oyuncak gibi görünüyordu. Fakat gerçekten pratik bir çözümdü, “saf coşku”yu temsil eden hoş oyuncağı değirmenin üzerine giydirmişti.
-Ay! Aşağı bakın çocuklar, Foçalılar oynuyor! Dağın kayalarından biri, değirmenin daha döndüğü ilk gün yukarıdan bağırıyordu.
-İçiyorlar ve yine oynuyorlar! Dedi, diğeri.
-Başka türlü insan bunlar. Onlara bir şey yapamayacağız, diye sonuca varıyor üçüncüsü ve ister istemez beyaz kanatlı oyuncaktan kıvanç duyuyor.
Fakat bir gün kayalar yukardan yuvarlanıp, değirmenin yanına düşüyorlar:
-A, oyuncak değilmiş, diyorlar.
-Oyuncaktır, oğulcağızlarım. Onlara cevap veriyor Glaros. Ama… Birazcık da sucağızı çekiyor.
Kayalar, “oyuncağın” yerin dibinden çektiği suyla damla damla dolan büyük havuza bakarak iyice şaşırıyor.
Kışın, Tanrının suyu bol, diye izah ediyor Glaros. Soylu kayalarım, suya ihtiyacımız olduğu zaman, sizin yeriniz tepelerin bulutları kovduğunu söylüyordunuz. Öyleyse, oyuncakçık açsın kanatlarını o zaman ve Tanrıcılık oynayıversin…
-Bunlar başka insan, diye yine sonuca vardı ulu dağın soylularının en bilgici, kaderlerine boyun eğmeye karar vererek.
FOTİS’in düşündüğü güzel değil mi? Anna Andreas’a soruyordu.
-Mecburiyetten.
-Ama sen de her şeye sadece o gözle bakma! Dedi kız, biraz alınarak. Annem gibi…
Kıza şunu demek istiyordu: “Böyle öğrendim”. Ama o anda Zambeta’nın sesini duydular. Evdekilere haber veriyordu:
-“Bayan” Anna! Küçük Bayan geliyor!
Barakanın kapısında yaşlı bir adam oturuyordu. Sigarasını tüttürerek önündeki işe dalmıştı. Onun arkasında Glaros’un yeni karısı elinden tuttuğu çocukla göründü. Arkadan da Glaros’un iki küçük çocuğu geliyordu.
-Zahmet ettiniz, buyursunlar, dedi Vaso iki gence, başını önüne eğerek. Nerdeyse, ardından “efendiler” de diyecekti.
Şivesinden Türkçe konuşulan yerden geldiğini biri hemen anlardı.
-Doktorun kızıdır, diye babasına Türkçe izah ediyor, delikanlı da Anadolu’dan geldi, diyor.
-Hoş buyurdunuz! Dedi ihtiyar, sigarasını fosurdatarak.
-E, söyle bakalım, bize geldiğin için memnun musun? Anna yeni geline sordu.
-Allah büyüktür, iyilik ondandır. İşten şikâyet etmeye cesaret edemedi.
-Ama sen neden sahilde hiç görünmüyorsun? Diğer kadınlar pazar günleri geliyorlar. Korkmuş karaca gibisin.
-Evin çok işi var. Burada her şey…
Dört çocuğu gösterdi: biri beraberinde getirdiği onun çocuğu, üçü de Glaros’un Eleni’yle yaptıkları çocuklardı.
Kış günlerine girildiği zaman Glaros, kuyu çukuru üzerindeki yel değirmeninin beyaz kanatlarının nasıl yalnız döndüğünü, hayatın tek başına ne kadar zor olduğunu ve daha da kötüleşeceğini anlamıştı. Şimdi bakacağı üç tarlası vardı: biri Eleni’nin yattığı-küçük tanrının tarlası-, öbürleri de – Yaban Kekikleri’ndeki ve burada barakanın olduğu yerdi. “Kadın evin öküzüdür” diye düşündü. Geceleri vücudunda karıncalanma hissediyordu ve uykudayken eli ister istemez yanına uzanıyor, suların aldığı karısının sıcak vücudunu arıyordu. O zamandan beri eli kadın vücuduna değmemişti, çünkü köylerinde olmazdı, öyle şeylerle Egina’ya yaptığı seyahatlerde ilgilenmişti. Bu sebepten bir gün uyandı ve:
“Eve bir kadın ayarlamalıyım.” Dedi.
Buradaki barakaların bekâr kadınlarını teker teker aklından geçirdi. Ama bunları yokladıktan sonra pek memnun kalmadı. “Bu evin ihtiyacı görmüş geçirmiş olgun bir kadındır.” Dedi.
O zaman da aklına tepede köy kuran Anadolu Rumları geldi.
Glaros tepedeki halkın kısa zamanda yaptığı mucizevî işleri görmüş ve defalarca üzerinde durup düşünmüştü. Eskiden sadece otlak olan dağın tümü şimdi işlenmişti. Glaros her gün, evvelce sadece taşlık bir yer olan, şimdiyse taraçalar yapılarak tepelere tırmanan işlenmiş toprağa bakıyordu. Ona sağlam insanların tırnaklarıyla kazarak kazandıkları bir zafer olarak görünüyordu.
Hedef daima yukarı doğru, zirveyeydi, asla denize doğru inmiyorlardı.“Denizden şeytan görmüş gibi korkuyorlardı”, Glaros sonunda bir sonuca vardı ve selin aldığı diğerinin yerine yeni kadın istemeye aralarına gitti.
Vaso barakasına böyle geldi. Genç kadın gelirken Çanakkale’de ölen ilk kocasından olma küçük oğlunu ve yaşlı babasını da yanında getirmişti. Başlarda, Glaros’la olan düğününden sonraki ilk günlerde, inini kaybetmiş gerçek bir vahşi hayvan gibi korku içindeydi. Deniz evlerinin kapısının birkaç adım aşağısında uğuldayıp duruyor, dalgalar çağlayanlar gibi büyük kumsala akıyordu, -sanki vahşi bir el kalbini ve bedenini yakalamış, onu bırakmıyordu. Glaros gece yarısı uyanıp, onu gözleri açık oturur gördüğü zamanlar:
-Neyin var? Diye sertçe soruyordu. Kadıncağız da:
-Bir şey yok, diyordu.
Çünkü onun yerindeki kadınlar kaderlerinden şikâyetçi olmamalıydı. Glaros daha vahşi sesle ısrar ediyordu:
-Neyin var? Konuş!
Sonunda, kadıncağız cevap vermeye mecbur oluyordu:
-O!..., diyordu, deniz tarafını göstererek.
Glaros bir şey anlamayarak diğer tarafına dönüp uyuyordu.
Fakat Vaso, o gece de, diğer geceler de hiç uyumadı. Bu gecelerde, memleketinin yüksek karlı tepelerinden, Pers sınırından, ona bir bir haberler geliyordu. Barınakları o dağlardan birindeydi. O günlerde daha küçüktü, bir akşam vakti dışarıda ayak sesleri duydu. Kimdi? Issız yerlerine sadece çobanların yolu düşerdi. Ama bu seyrek olurdu.
“Kim o?” Küçük Vaso kapıya seslendi.
“Bir yabancı, dedi ses. Hıristiyan’ım, dağda yolumu kaybettim. Açım.
Vaso alaca karanlıkta yabancıyı seçebilmek için dikkatle baktı sonra gözlerini yere indirdi.
“Bekle.”
Gitti keçiyi sağdı ve elinde büyük bir kupa içinde süt getirdi, tekrar gitti ve aynı ellerle yoğurduğu buğday ekmeği de getirdi.
“Yalnız mısın?” Yabancı ekmeğini süte batırıp yerken sordu.
O vakitte yalnızdı. Babası vadide sürülerini otlatıyordu. Başka kimseleri yoktu.
Vaso yavaş yavaş cesaretlenmiş, kestane rengi kocaman gözlerini açıp yabancıya dikmişti. O zaman yabancıya sordu:
“Nerden geliyorsun?”
Yabancı ona uzaklardan geldiğini söyledi. Ama onun anlamasını sağlayamamıştı, çünkü:
-Deniz tarafından, demişti.
Vaso o şeyin üzerinde durmadı. Yeryüzünün üzerinde altından gökyüzü gibi bir şey tasavvur etmişti.
“Hayır, öyle değil, dedi yabancı gülerek. Sudur. Gözünü var olduğu yere çevirip bakarsan, akan ve çalkalanan suyu görürsün.”
O zaman Vaso suyun garip dünyasını bir süre düşünmeye çalıştı. Dağın o taraflarına hiç gitmemişti, hiçbir zaman. Uzaklarda, yaylanın ufkunda, Anadolu’nun içlerine doğru geçip giderek gözden kaybolan trenleri görebiliyordu. Gelen trenlerin uzaktan uğultusunu duyuyordu, sonra yine sessizlik ve yine rüzgârın ağaç yapraklarında çaldığı ıslığın sesi. Daha küçükten beri, babası onu hayvan otlatmaya gönderiyordu. Gün boyu kayboluyor ve hava kararırken damlarına dönüyordu. Bir keresinde, babasıyla beraber günler ve geceler sürecek sürü otlatmaya gitmişti. O zaman çocukluk çağındaydı, memleketinin suskun tanrısını tanıdı: Büyük Dağı. Vaso uzaklara olan o uzun seyahati karın ilk erimeye başladığı zamanlarda yapmıştı. Bu mevsimde karlar erimeye başladığı zaman, Büyük Dağ’ın tepesinde bir göl oluşuyordu. Çevrede derin vadiler ve asırlık ağaçlar vardı. Bütün kış vuran yıldırımların ve korkunç esen rüzgârların baskısına karşı koymaktan yorgun düşüp eğilmişlerdi. Büyük çağlayanlar tepelerden öfkeyle iniyordu. Yüksekten düşen suların uğultusu uzaklardan duyuluyordu ve ara sıra da kulaklarına daha vahşi gürültüler de geliyordu: suların devirdiği kurumuş ağaç gövdelerinin çıkardığı yukardan gelen müthiş gürültüler. Bir gün Vaso ve babası sürüleriyle kendilerini büyük bir mağaranın önünde buldular. Yüksek sesle bağırdıklarında, korkunç ciyaklamalarla etrafa korku salan yırtıcı karakuşlarla, geniş kanatlı yarasaların dışarı fırlayarak tepelerinde daireler çizmeye başladıklarını sonra da akan suları izleyerek yamaçlara doğru atılıp hızla kaybolduklarını dehşet içinde gördüler. Başka defa, ormanda eşkıyalarla karşılaştılar. Orman gibi sakalı olan bir delikanlıydı ve yanında üç arkadaşı vardı. Göğüslerinde çapraz biçimde kuşandıkları fişeklikleri ve güneşte parlayan silahları vardı. Bütün gece beraberdiler, ateş yaktılar ve bir oğlak çevirdiler. Dört eşkıya da idam mahkûmuydu.
İçlerinden üçü keyfe gelip, Çakıcı’ya delikanlı türküleri yakmaya başlamıştı. Sadece esmer delikanlıdan tek nağme çıkmıyordu. Sırtını dayamış, yukarıya, gece içinde parlayan yıldızlara bakıyordu. Ancak şarabı çok içtikten sonra, anlamı anlaşılamayan bir türküye başladı, -bir insan sesi değildi, çevrede cırıldayan böcekler sustu, ağaçlardaki yapraklar titredi.
Vaso artık bir daha asla o yukarılara, Büyük Dağ’a gitmedi. Göreceğini görmüştü. Artık barınağında kalacak ve ufukta gördüğü upuzun tırtıl gibi trenleri seyredecekti. Dağın tepelerinde karlar erimeye başladığı zaman olan gölü, rüzgârın şiddetinden eğilen ulu ağaçları, mağaraların karanlığını, yarasaları, yırtıcı kuşları ve eşkıyalı geceleri aklından çıkaramıyordu. Artık yeter dedi. Kulübesinde kalacak ve gece rüyalar görecekti, -her gece. Vakti gelince, bu taraflarda dolaşan çobanlardan biri gelecek ve onu karısı olarak seçecekti. O zaman, Vaso efendi değiştirecekti. Bir başka kulübeye gidecek, bir süre için hayatı değişecek ama sonra her şey yine aynı olacaktı, tıpatıp, dosdoğru aynı. Gecelerine hala rüyalar gelebilecekti, insanların yaşamına huzur veren esrarlı cazibe. O zaman o rüyaları da, yolunu kaybetmiş yabancının ona söylediği altından göğü olan uzak memleketi de görecekti, uğuldayıp çalkalanarak akan büyük suyu da görecekti. Uzaktaki, büyük suyun memleketinden de hiç korkmayacaktı, çünkü rüya olacaktı. Rüyalar da insanların hayatına sükûnet getirir.
. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
-E, şimdi artık bize alıştı, diyor Anna, Glaros’a dönerek.
-Alıştı, Bayan Anna’cığım. Fakat bizden ne kadar başka insanlar!
Ne kadar başka insanlardır! Vaso artık denize alışmıştı, ama hala ahtapotu ağzına sürmüyordu.
-Duydun mu, denizden çıkanı yemiyor! Glaros’un aklı almıyordu. Nasıl halk bunlar?
Bir gün Glaros denizden iki pina çıkarıyor. “Nedir bunlar?” Vaso korkarak soruyor. “Vadide çıkıyor, Yaban Kekikleri’nin arkasındaki vadide, diyerek kurnazca cevap veriyor. Salyangoz gibi bir şey…” “Bununla ne olacak?” tekrar soruyor Vaso. “Yiyeceğiz”, diyor ona. “Fakat deniz kokuyor.” Vaso bu acayip şeyi ağzına almayı kabul ediyor, zira ne de olsa toprak mahsulüydü.
-Nasıl bir halkın soyudur bunlar! Diyor yine Glaros.
Vaso bir uçta, işlediği suçu anlayan ve cezasını bekleyen hayvanın korkulu haliyle, oturuyordu.
-Daha size söylemedim! Diyor yine Glaros, Andreas ve Anna’ya. İlkbahardan çıkar çıkmaz Egina’ya yapacağım bir seyahatte onu yanıma alacağım. İşte o zaman ödü kopacak.
Bu planını ilk defa açıklıyordu, çünkü akıllı adam planları hakkında karısıyla konuşmak gibi bir salaklığa kalkışmazdı.
Vaso’nun suratı bir anda renk değiştirdi. Korkudan dilini yutacak oldu. Ancak şunu sorabildi.
-Ne zamana hesaplıyorsun, efendi, bunun olmasını?
-Dedim ya! İlkbahar çıkar çıkmaz!
Kadının hemen boyun eğmesi hoşuna gidiyor ve ona “efendi” demesi de gururunu okşuyordu. Diğeri Eleni, ilk karısı da aynı soydandı, kulluk eden insan soyundan. Ama ötekinin ne istediğini gösteren bir tavrı vardı, şayet karşıdaki daha baskınsa o zaman boyun eğerdi. Buradayken vefakâr, sadık, itaatli hayvan gibiydi. Başka türlü değil.
-Ben de geleyim mi bu seyahate? Diyor yavaşça Andreas. Orada geçen bunca zamandan sonra ağzından çıkan ilk sözleri bunlar oldu.
Anna erkek arkadaşının gösterdiği bu ilk heves karşısında hayretle durumu kavrıyor.
-Şükür Tanrıya! Sevinçle bağırıyor, diğerlerinin daha ne cevap vereceğini düşünmeden. Biz de gelelim mi, Foti.
-Benim için sevinçten de öte bir şey olur! Büyük şenlik! Ama korkmayacaksınız!
Neden korkacaklardı?
“Egina’ya seyahat… Onunla Egina’ya seyahat…” Anna düşündükçe sevinçten gözleri parlıyor.
Bugüne kadar nasıl düşünmemişti? Çocukluk yıllarının adası karşılarında dururken ve her gün onlara bakarken, onu kâbuslarından çekip almak için bu yolu denemeyi nasıl olurda düşünmezdi?
Sevinçten parlayan gözlerle, Vaso’yu kucakladı ve ona:
-İlkbahar çıkar çıkmaz! Dedi.
-Evet, ilkbahar çıkar çıkmaz.
Ü Ç Ü N C Ü K I S I M
“Geçmiş.”
BÜYÜK SAVAŞ YILLARINDA, Anadolu’dan kaçan üç aile Egina Adasına sığınarak aynı evde kalırlar: Venisler, Angelos ile Maria teyze, Andreas ile Sofia teyze ve yaşlı babası. O zamanlar, Andreas’ın en küçük kız kardeşi Artemi de onlarla beraberdi.
-Artemi’yi hatırlıyor musun, Anna? Andreas Anavisos’un kumsalında kızın yanında oturmuş soruyordu.
Onu hatırlamıyordu. Ama hatırlamak istiyor, Andreas’a bakarak bir ipucu bekliyor.
-Ne vahşiydi! Dedi Andreas. Hep karnı acıkırdı o vakitler, Egina’da…
-Ama hepimiz açtık, hatırlıyorum, o günler herkes…
Dimitris Venis o yıllarda yabancı bir çevrede yaşam savaşı veriyordu, bu mücadelede, kitap okumak ve araştırma yapmanın dışında ona yardım edecek başka bir güç yoktu, çünkü yapısı böyleydi ve güç bela, yoksulluk içinde yaşamını sürdürüyordu. Minos çağını ve kanseri inceliyordu. Her yıl araştırmalarının sonuna yaklaştığını söylüyor ve bitirdiğim zaman insanlığı bu korkunç hastalıktan kurtaracağım diyordu. Neticede, konu hakkında pek az şey yazabildi. Sonra da Korsikalı geldi ve kanserin üzerini örttü.
“Büyük adamlar ortadan çekilirse belki bize yararlı biri olursun”, diyordu İrini Veni sıkıntıyla.
Maria teyze o zamanlar, küçük Angelos’u okula gönderebilmek için bütün gün çorap örüyordu. Sabah karanlığında, daha kimse uyanmadan, evde dikiş makinesinin çarkının sesi duyulurdu. Belki diğerlerinden daha mutsuzdu, çünkü hiçbir desteği, güvencesi yoktu ve sık sık diğerlerinin önünde ağlardı. Artemi ona:
“Gel, Maria teyze, bırak artık ağlamayı.” Derdi.
Maria teyze de çok sevdiği küçük kızın hatırını kırmayı asla istemezdi. Ambargo zamanında, ekmek yetmeyip acıkınca onu avuturdu.
“Gel şimdi sakinleş artık, Artemi, derdi, ekmek sıraları geldiğinde.
Artemi de doğrusu, vahşiler gibi, bütün gün kayaların üzerinden inmez, koşuşturup durur, eve gelince yorgunluktan kendini yatağa atar ve kolayca uykuya dalıp sakinleşmiş olurdu. Diğer çocuklardan fazla rüya görmesi bundan olacaktı: Anna’dan, Andreas’tan ve Angelos’tan. “Bu gece ne gördüm, biliyor musunuz!”, derdi onlara. Sonra da gördüğünü anlatırdı. Bütün rüyaları sıradan alışılmış şeylerdi: Bir tepe ya da orman, büyük ve garip ağaçlar, rengârenk kuşlar ve bunların olduğu yerde ışıl ışıl bir ev varmış ve Artemi gece o evdeymiş. Bol güneş ışığı büyük pencerelerinden içeri dolarak odayı ışıl ışıl yapıyormuş. Ortada yalancıktan bir masa varmış. Üzerinde neler varmış, neler! –nasıl anlatsın, Artemi! Tabi güneş vuruyormuş ve onları anlatılmaz çekici yapıyormuş ama dokunmaya korkmuş, sanki kutsal şeyler gibiymiş. Artemi rüyasında altından düğmeleri olan mavi bir bluz giyiyormuş ve öylece ağzının suyu akarak bakakalmış onlara!
“Peki, sonra?” Diyor çocuklar, merakla.
“Hiç, diyor küçük Artemi. Bu kadardı.”
“Peki, uykunda hiç mi bir şey yemedin?” Diyerek onunla eğleniyorlardı.
“Benim yerimde siz olsaydınız bakalım cesaret edebilecek miydiniz?” Diye onlara cevap yetiştiriyordu.
Evet, onlara bunun ne biçim bir korku olduğunu bilemeyeceklerini söylemek istiyordu.
Başka günlerde de, Artemi evlerinin avlusunu bitişikteki Egina’nın bir zengininin bahçesinden ayıran duvarın tahta parmaklıklarına dayanıp saatlerce oturmayı adet edinmişti. Yanda gelirleri olan zengin bir bey kalıyordu, tüccar falan değildi, İngiltere’de okumuş bir ziraat mühendisiydi ve hiçbir iş yapmıyordu, sadece kitap okuyor ve kasımpatılarını yetiştiriyordu. Artemi çarpıcı renklere bayılırdı. Orada durup, büyük evden gelen musikiyi dinleyerek, duvarın üstünden çiçeklere bakardı. Evin kızı her gün iki saat piyano çalıyordu. Artemi duvarın ötesinden gelen bu başka halkın müziği içinde unutulmuştu. Piyano çalan kız esmer ve çirkindi, fakat çok iyi bir insandı. Adı Elizabet’di. Çok defa, parmaklıklarda düşler âleminde yakaladığı Artemi’yi tutup içeri alır ve biraz oturtup ona şekerlemeler verirdi. Artemi o zaman sevinçten uçuyordu.
“Aç avucunu anne, bak elinde ne olacak!...” Dönünce Sofia teyzeye böyle derdi.
Küçüğün elinin hafif dokunuşundan Sofia teyzenin şaşkınlığı daha da artıyordu, -insan eli nasıl böyle kuş kadar hafif olabilirdi. Annesinin başkalarına iş gören ellerinin bir duyum hassasiyeti, kıstası vardı, çünkü sabah karanlığından beri bir makinenin çarkını çeviriyordu.
1918 de Artemi’yle Andreas’ın büyükannesini gömdüler, harbin sonunda Egina’da ölmüştü. Bu büyükanne, Tanrının toprağa yollamak istediği yaratıkların en saf ve temiz yürekli olanlarından biriydi. O zaman halen hayatta olan büyükbabaları kemiklerini daha sonra mezardan çıkardı –Yunan Ortodokslarında, ölümden bir süre sonra ölünün kemiklerinin mezardan çıkarılarak özel binalarda sandıklara konarak muhafaza edilmesi bir gelenektir -, onları evinde Taksiarhis’in ikonasının yanındaki büyük rafa yerleştirdi.
O zaman Sofia teyzenin korkudan ödü kopmuştu.
“Baba, yapma! Dedi ona. Kadavra kemiklerinin evde bulunması iyi değildir.”
Babası daima haklıydı, Tanrıdan korkardı ve dediği dedikti, hiçbir şey onu kararlarından caydıramazdı.
Orada kalacak, dedi, çünkü toprakta bırakırsa kaybolacağından korkuyordu. Onları Anadolu’ya götürmek için saklamalıyız diyerek, kendini haklı göstermeye çalışıyordu. Savaş bugün yarın bitecek”, diyordu.
Üstelediği zaman kızı Sofia teyzeye:
“Anandan korkmaktan sıkılmıyor musun? Diyordu, kızarak. Şimdi “Azize”o.
Böylece, Artemi’nin büyükbabası kemiklerle baş başa saatlerce yalnız kalıyordu. Adamı kemiklerle beraber küçük bir odaya yerleştirerek kolayını bulmuşlardı. Karanlıkta defalarca ikonaların ve kemiklerin karşısında ayakta dikilip dua ediyor ve ölüyle konuşuyordu:
“E, artık yaklaşıyoruz! Onu cesaretlendiriyordu. Az kaldı, huzura kavuşacaksın, Despina.”
Gün içinde, savaştan iyi haberler duyarsa, yani müttefiklerimizin zaferlerini, hemen odasına koşuyordu:
“Görüyorsun bak, yakında memleketimize döneceğiz!”
Bazen de onu avutuyordu, kendisinin çok gecikeceğini zannetmemeliydi.
“E, ne sandın? Diyordu ona. Ben de çabucak geleceğim. Önce seni bir karşıya götüreyim huzura kavuşasın, sonra diyordu.
Ölümle bir anlaşmaydı, karanlıkla basit bir ilişki. Çocuklar asla gece o odaya girmezdi, öyle çok korkarlardı. Artemi daha çok korkardı. Büyükbabası onu görmek için çağırdığında –sıkça çağırırdı, çünkü çok seviyordu-, kapının dışından cevaplardı:
“Beni çağırma, dede, korkuyorum…”
Korkuyordu. Ne var ki, büyükbaba da diğerlerinden önce gitti. 1918 yazında, savaşın bitiminden az önce mezarında dinlenmeye çekilmişti.
. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
Hava tertemizdi. Egina mavilikler içine demir atmıştı.
-Şehrin olduğu yeri bulabiliyor musun? Diyor, Andreas, gözlerini adaya dikerek.
-Sağda, diyor Anna. Burnun arkasında.
Bir bulut adanın üstünde hareketsiz duruyordu.
-Bulutun sağında, dedi Anna. Orası! Niye sordun?
-Hiç.
Ve sonra:
-Ne kadar garip, diye mırıldandı. Aklıma geldi, Artemi’yle o vakitlerde…
Anna sıkıntıyla delikanlının gözlerinin içine baktı.
-Ne demek istiyorsun?
Öteki de gözlerinin içiyle ona derinden baktı.
-Angelos için.
Anadolu’dayken, tüyler ürpertici o uzun yürüyüşte bir akşam ormanın tam kalbindeki bir köyde gecelemişlerdi. Her taraf çam kokuyordu. Onları bir tavlaya tıkmışlardı. Angelos’un gözleri karanlıkta parlıyordu. “Uzun düşüncelere mi daldın?” Ona sormuştu, Andreas. “Ben mi? Hayır. Sadece hatırladım, bak…“Neyi?” “Köstebeğin mezarını, diyecektim…” Bir gün Egina’nın tarlalarında bir köstebeği durup dururken namertçe öldürmüştüm, diyordu. Artemi o vakit ortalığı yıkmıştı. Bebek gibi ağlamıştı ve köstebeği bir armut ağacının altına gömmüşlerdi.
Anna’nın kalbi şiddetle çarpmaya başladı. Bunun altında kapanmamış bir yara olduğunu hissetmişti. Duygulanarak deşmeye devam etti:
-Çok çektiniz mi?
-Evet, Anna. Çok çektik.
Gözleri yaşararak onu kendine çekti:
-Gel, çocuk, söyle bana. Konuş benimle, hafiflersin. Konuş benimle…
Andreas birden silkindi, sanki savunmaya geçen bir hayvan gibiydi.
-Söyleyecek bir şeyim yok…
-Hayır! Hayır! Durma, diye ısrar etti ve yalvarırken gözleri dolmuştu. Bana her şeyi anlat, anlat bana. Bu seni iyileştirecektir.
Sonra da:
-Yaşıyor mu?
Delikanlının ellerini okşadı yavaşça, direnişini yumuşatmak istiyordu, duygulu bir sesle, yapayalnız bir arkadaşın derin acısını azaltmaya çalışıyordu.
-Yaşıyor mu? Ona yine soruyor, daha ısrarlı.
Andreas artık sonunda direnmeyi bırakıyor, kurtulmak ihtiyacı onu gerçeği söylemeye itiyor.
-Hayır, diyor ve gözlerinden yaş boşanıyor.
O AKŞAM Anna onu Maria teyzenin odasına bırakmadı. Zemin katta kaldılar ve konuştular. Ana babası dışarıdaydı ve ikisi baş başaydı.
-Göreceksin Andrea, benimle konuşman sana iyi gelecek, diyordu Anna, yüzünü lambanın ışığından kaçırarak, yaştan ıslanmış gözlerini gizliyordu. Bir ara Maria teyzenin, odasında kendi kendine konuştuğunu duydular. Ne mırıldandığı anlaşılmıyordu. Kendi sesiyle, zavallı oğlunun belleğinde kalan sesi birbirine karışıyordu. Diğer sesi verebilmek için bir ara veriyor, kendi sesini susturuyordu. Dışarıdaki gökyüzü de, yukarıdaki yıldızlar da, deniz de, evrenin büyük uyumu içindeki her şey bu sesi yakalamaya çalışıyordu.
D Ö R D Ü N C Ü K I S I M
“Dinginlik.”
HAVALAR gittikçe iyileşiyordu. Bulutlar kendini biraz gösterip sonra kayboluyordu. İlkbahar gelmişti. Vaso’nun babası Kosmas amca Glaros’un barakasının önünde denize sırtını dönmüş, gözlerini Anavisos tepelerine dikmiş oturuyordu. Böylece denizin patırtısını da fazlaca duymuyordu, rüzgâr da hafif esiyordu ve Kosmas amca daha huzurluydu. Düğünden sonra, sel görmüş bu barakalara kızıyla geldiği zamanlar, denizden çok korkuyordu.
-Bunun sonu nereye kadar uzanıp gider? Denizi göstererek, Foçalı bir gazi gemi kaptanı olan Salya-Balya’ya soruyor.
-U! Dünyanın sonuna kadar. Gururla cevap veriyor kaptan.
-E, hiç durmaz mı bu vuu - vuu?
-Tabi, hiç durmaz.
Bu akıl almaz devinim onu etkilemişti. Hareketsiz, sakin geçmiş olan hayatını alt üst etmişti. Acaba bundan böyle onunla anlaşabilecek miydi?
-Tanrım, diyordu, yalnız gecelerinde. Burada zannedersin her şey sallanıyor. Su gibi…
Havalar iyileşince, Kosmas amca yakın tepeye çıkmaya başladı. Oradan bir çuvala kumsuz temiz toprak dolduruyor, sırtına atıp barakalarına getiriyordu. Barakanın kapısının önüne bir çınar ağacı dikeceğim, diyordu.
-Çınar mı dedin? Damadı Glaros sordu. Denize bu kadar yakın hiç tutar mı çınar?
-Tuzlu suyun zararı olur mu?
-Tabi, tuzlu suyun zararı olur. Bir taraftan rüzgâr, diğer taraftan deniz!
E, mademki böyleydi, Kosmas amca da o zaman kavak dikerdi, oturduğu yerde bir ağaç gölgesi olsun da ne olursa olsun. Ancak bir ağacın gölgesiyle senli benli dost olabilirsin, başkalarınınkiyle olmaz.
Toprakları Doktor Venis’in gül tarlasının yukarısındaki tepeden taşıyordu, bir keresinde ikisi karşılaşıp konuşurlar. Doktor Venis Kosmas amcanın neden toprak istediğini öğrenince, masum gülücüklerle sorar.
-Köyünü buraya, deniz kıyısına getirmek istiyorsun, öyle mi? Önce doktorun ne dediğini tam anlayamayan Kosmas amca, farkına varınca:
-Herkes ne yapabiliyorsa, diye cevap verir.
-Doğru, herkes ne yapabilirse.
Karşısındaki doktora içinde hayranlıkla karışık bir korku duyuyordu, tanrı korkusu gibi bir şey. Bunun için, onunla karşılaşınca dili tutuluyordu. Tam aksine, diğer yaşlı, ihtiyar kaptan Salya-Balya ile daha rahat ve samimiydi. Onları birbirine bağlayan, geçirdikleri alışılmış benzer yıllar ve yakın gelecekteki benzer sondu. Adamların geçmişi ve sonu birbirine uyuyordu.
-E, hemşerim! Bugün de geçti! Diyordu, Foçalı. Glaros’un barakası dışındaki hasırın üstünde, çınar için taşınan toprağa karşı oturuyorlardı.
-Geçti…, diyordu Kosmas amca da.
-Yeni bir şey duydun mu?
-Yok. Sen?
-Yok.
Her gün bekliyorlardı. Barış olmuştu fakat büyükler kâğıt imzalayacaktı, memleketlerine dönecekleri belirleyeceklerdi, çünkü halkların değişimi mevzubahisti. Bunun için bekliyorlardı.
-Burada böyle beklemek adama koyuyor, diyordu Kosmas amca. Değiş tokuş yapılacak hayvanlar gibi! Ben burada ölüp gitmeyiz derim!
Fakat diğeri, yaşlı Foçalı başka bir sürgünü daha yaşamıştı, Büyük Savaştaki sürgünü, Anadolu Hıristiyanlarının kovulmasını. Tadını biliyordu. Daha tecrübeliydi.
-Burada öleceğiz, koca Kosma. Ne dediğimi duy. Toprağımıza tekrar basamayacağız! Sesimi duy.
Duyuyor. Ne demek istiyordu! Avuçlarıyla getirdiği toprağa bakıyor, küçük yığın orada, karşısında. Büyük bir ağaç olacak. Çınar ya da meşe olmazsa, kavak olacak. Gövdesi barakanın duvarlarının üstüne kadar çıkacak, dallarının gölgesi çatıyı kaplayacak. Rüzgâr esecek, yaprakları oynaştıracak. Oynaşacak ve açacaklar. Yapraklar aça döküle, gövdeler birbirine dolanarak, biri diğerine yer açarak, toprağın suyuyla, gövde ve yapraklardan, asırlık ağaçlardan bir orman olacak. Orman tuzlu denizi kaplayacak ve ilerleyecek, dalgalardan öteye, Anadolu’ya.
-Niyetin hep çınar mı? Diyor, gemi kaptanı.
Biraz duruyor ve sonra tekrar konuşuyor, ağır ağır, cevap beklemeden:
-Tutmayacak, koca Kosma.
-Tutmayacak…, öteki de üzülerek ona katılıyor. Biz de tutmayacağız.
-Artık hiçbir yerde tutamayız. Fakat onlar tutacak. Çocuklarımız, diyorum.
Barakanın önünde, kumsalda oyun oynayan bir sürü çocuk vardı. Aralarında Vaso’nun oğlu da oynuyordu, yetimi Anadolu’dan getirmişti. Çocuklar küçük ağaç gemicikleriyle oynuyorlardı. Onlara sicim bağlayıp çekiyorlar, tokuşturarak batırmaya çalışıyorlardı. Birden oradan bir cayırtı koptu. Pers sınırından gelen Vaso’nun çocuğu korkudan şaşkına dönmüştü. Küçük denizciler bir olup onun filikacığını batırmıştı ve o da cayırtıyı koyuvermişti.
-Öğrenecek, ilgilenme, diyor, kaptan, Kosmas amcaya. Yarın onu batıramayacaklar. Sen ağaç filika nedir biliyor muydun? Bak torunun kendininkini yaptı bile!
Vaso’nun oğlan onlara doğru ağlayarak geliyordu. Gemisinden tuzlu sular damlıyordu, tıpkı gözlerinden akan yaşlar gibi. Koca Kosmas onu kucağına alıyor ve okşuyor.
-Öğreneceksin, diyor ona. Ağlama.
Çocuk dedesinde hiç tanımadığı babasını görmeye çalışarak, ona bakıyordu. Vaso memleketindeki ilk evliliğinin ilk yılında, hükümetin adamları Tuz Gölü tarafından gelip ne kadar eli silah tutan varsa toplayıp güneşin battığı tarafa doğru götürmüşlerdi. Vaso’nun kocasını da aldılar.
Bir zaman sonra, savaş yerlerinden dönen yaralılardan haberler geldi, Arabistan’dan, Çanakkale’den gelenlerden. Sonra haberler kesildi. Çıt yok. Savaşın ikinci senesi geldi. Vaso’nun küçük artık doğmuştu. Bir sabah hükümetin süvarileri tekrar göründü, köyden yeni delikanlılar topladılar, geçen yıldan beri büyümüşlerdi.
Yine batıdan haberler geldi, sonra tekrar sessizlik. Gene süvariler geldi, geldi gitti. Ağızlarında kederli bir türkü vardı:
Çanakkale Boğazı dardır geçilmez
Suları kandır içilmez.
Bundan sonra da süvarilerin türküde söyledikleri boğaza götürdükleri çocuk babalarının hiçbirinden artık ses çıkmadı.
ANDREAS küçük ormana gidiyor ve annesine çam kozalağı topluyor. Ona bir kere bile şikâyette bulunmayan annesine:
-Hiç olmazsa seni ateş yakma zahmetinden kurtarayım, demişti.
Bir ağacın altına yatıyor. Ortalık kesif reçine kokuyor. Belki de yeryüzü dinginliği bu olacaktı.
-Ben geldim, diyor, dar patikada görünen Anna. Geldiğini gördüm ve geldim.
Delikanlı ona sevgi dolu gözlerle bakıyor. Kızın delikanlının aklından bir an bile çıkmadığı belliydi.
-Son günlerde yine bana iyi görünmüyorsun, diyor Anna. Neyin var?
Ona ataletin damarlarındaki kanı yavaş yavaş kirlettiğini ve geldiği şu andan itibaren hayatının ritminin nasıl değiştiğini söyleyemiyor. Ona sinsice, kalleş bir sükûnet getirerek her tarafını uyuşturan üzerinde asılı kalmış kara bulutu nasıl söylesin? En azından bir fikri kavileştirip onu başı ve sonuyla bir beden yapabilirdi! Ama her şey yorulur, hiçbir şeyin devamlılığı yoktur, sinirler de, kaslar da, kan da ölümlüdür. Yavaş yavaş daha kalıcı unsurlar, geçmişin anıları, en güçlü güven, yavaş yavaş zayıflar, daha karanlık ve şekilsiz bir şey yeniden oluşur. Bu da yeni bir güçtür. Kaybolsa mıydı? Gece çok defa kâbuslardan kimsesizdir. Anna da olmasa ne olacaktı? Kesin ne kaldıysa o Anna’dır, –bu bomboş korkunç köy içinde sadece o.
Anna daha çok küçüktür. Karanlıkta ona savaş açan düşmanın kokusunu alıyor, ama onu da vurabileceğini bilmiyordu.
-Neyin var? Kız yine soruyor.
-Bir şeyim yok, Anna.
Kalktılar ve kozalak topladılar.
-Gel babamın oradan geçelim, dedi Anna, ormandan inerken.
Gül tarlası yolları üzerindeydi. Kökler toprağa dikilmişti. Dimitris Venis tutacağına inanıyordu. Ama bu, tek başına yerin Tanrısının elindeydi. Tek başına mı? A, bir kökün ihtiyacı için bu kadar güç israfı!
Venis içten gelen sevinçle çocuklara sesleniyor.
-Gelin bakın!
Bir gübre böceği, küçük bir gübre yumrusunu sabırla oyuğuna sokmaya çalışıyor. Yoruluyor, duruyor, bir engelle karşılaşıyor, yumru küçük bir taşa takılıyor, gübre böceği sabırla taşıyor kara yumruyu, zaman oluyor birinden zaman oluyor diğerinden kurtarıyor, düşman geri çekilip yol açıyor ve ağır yürüyüş yine başlıyor.
-Bir amacı var, diyor Venis, gülümseyerek.
Sonra da daha ciddi:
-Hepsi bu, işin özü bu, diyor Andreas’a. Bütün bilgelik bu.
Oturdular ve denizde batan güneşi seyrettiler.
Saronikos’un dışında, Ege’nin de dışında, gümüşten bir balık dolaşıp aranırken dipte aniden hareketsiz bir ışık görüyor. Garip ıslak ışık, dipte kımıldamadan duran deniz canavarının gözlerinden fışkırıyor ve derin karanlık suyu boyuyor. Küçük gümüş balık, bu rastlantının cazibesine kapılıyor ve bunca zaman onu beklediği garip ıslak ışığa doğru atılıyor. Diplerin karanlığında yatıp ışığının cazibesine kapılanları yutan deniz canavarının açık ağzından içeri giriyor. Gümüş balık bunun bir son olduğunu biliyor. Lakin yakalandığı son ondan evvelki bütün gümüş balıklarını bulmuştu.
-Bu arada çocuğum, sana bir şey sorabilir miyim? Diyor Venis, Andreas’a. Sana geleceğin hakkında sorayım…
Anna gül tarlasından aşağı, kumsala inerek biraz uzaklaştı. İkisi şimdi yalnızdı.
-Evet, doktor.
Doktor iyi insanın gözlerindeki sevgiyi sezmişti, delikanlının adımlarının küçük Anna’nın adımlarıyla beraber ilerlediğini hisleriyle anlıyordu.
-Şimdi gelecekte ne yapmayı amaçlıyorsun? Diye soruyor Venis. Bir şeye karar verdin mi?
-Hayır, hiçbir şeye, Bay Veni. Burada ne yapayım, bilmiyorum.
Sesi aniden, ona verilen şoktan canlanarak:
-Siz de yardım ediniz, diye rica ediyor. Geçirdiğim her geceden sonra sinirlerimin uyuştuğunu hissediyorum…
-Evet, çocuğum, anlıyorum, diyor yavaşça Venis. Şimdi seninle doktor gibi değil, yaşlı bir adam gibi konuşacağım. Buraya geldiğimizden beri ben ne yapıyorum, görüyor musun?
-Evet, Bay Veni, görüyorum. Çaba gösteriyorsunuz…
Kararsızdı, net bir cevap vermek istemediği görülüyor.
-Söyle, açık söyle! Onu cesaretlendiriyor doktor.
-Sanırım…sanırım ki…hayalinizi yakaladınız…, diyor, genç adam gözlerini indirerek. Bu güller…
Fakat doktorun gözleri bütün saflığıyla yüzüne çevrilmişti.
-Hayır, bu değil, sadece bu değil çocuğum, diyor sakince. Sadece fidanlar, güller için değil…
Biraz sonra da:
-Dinginlik için, diyor yavaşça.
Amaç oradadır. Sonuç. Bunun için bedenin çile çekiyor.
-Fakat inanıyorum, mırıldanıyor yine biraz sonra. Şayet bu düş ise…
Dinginlik! Sükûnet içinde de, çalkantı içinde de, bulut varsa suyun da olacağıyla rahatlamakta, suyunu atmak için fırtına arayarak vuruşan bulutlarda, savaşan mücadele eden insanların tutkularında, olacakları düşünüp planlamadıkları için bir şey yapamayan insanların öngörüsüzlüğünde, aşk için didişen bedenlerde, gece kayan yıldızlarda, dönen dünyada, rüyalarda ve yapılan işlerde, kaybolan dengenin peşinden koşmalarda, sürekli sentez.
-Hem bedenime çile çektiriyorum hem inanıyorum…, dedi yine, Dimitris Venis.
-O! Ben bedenimi zorlamadıysam, kimse…
-Sen onu zorlamadın, sadece seni ona zorladılar… bir fark var.
Güneş Egina dağlarının gerisinde batıyordu.
-Önün de açık yollar var, çocuğum, dedi Venis. Son ucu yakalamayı istemelisin. Ben burada kaldım artık, hayatım bitiyor. Lakin ümidimi yitirmiyorum. Mücadeleyi bırakmayı…, toparlan, yaşamına bir şeyler kat biraz.
-Bu kapalı köy kötü, dedi genç adam. Hiç olmazsa şehirde olsaydım…
-Orada daha kolay kaybolursun, dedi Venis. Memleket buradadır! Parmağıyla alnına dokundu.
-Evet, oradadır.
-Onurunuz kırıldı çocuklar, biraz sonra konuşmaya devam etti Venis. Biz ona sahip değildik. Belki bunu şimdi birlikte tamir etmede sizinle anlaşabiliriz, bir uçtan siz, diğer uçtan biz…
Anna bir avuç çakılla sahilden döndü.
-Ne konuşuyordunuz? Çok ciddi durduklarına bakarak sordu.
-Halkın geleceğinin mutluluğu için, dedi Venis.
-Yüzünüzden anlaşılıyor, dedi genç kız, gülümseyerek.
Sonra kararan havaya bakarak:
-Gitmeliyiz baba. Hava soğudu… A, işte annem! Dedi, onu barakaların sonundaki iskelenin başında görmüştü.
İrini Veni kayalıklara giden sahil yolunda yalnız başına yürüyordu. Akşamın kızıllığı bedenini sarmıştı, rüya gibiydi. İnsansız ve ıpıssız: o ve kızıl ışıklar.
“Aynı amaca yürüyor, diye düşündü Dimitris Venis. Ama yollarımız çakışmayacak…
Ona seslenmeye kimse cesaret edemiyor. O da bakmak için gül tarlasına doğru başını çevirmiyor. Saronikos’a bakarak ilerliyor, sonra kayalıkların gerisinde kayboluyor.
-Dönelim, dedi Venis.
-Bu mevsim üşütmek için bire bir, dedi Anna.
ANNE, sana bir haber vereyim! Diyor Anna, akşam vakti masanın etrafında oturuyorlardı ve kızın gözlerinde garip bir parıltı vardı.
-Haber mi? Dedi İrini Veni. Gerçekten, haber mi?
-Gerçekten! Haber, anne!
Bir an bekliyor. İstemeden vahşice bir duyguyla, onu heyecanla beklettiğine seviniyor.
-Babamın gülleri tutacak gibi görünüyor! Sonunda haberi ağzından çıkarırken, gözleri ışık saçıyordu. Evet, anne, bu açıkça görüldü!
İrini bir an sesini çıkarmadan duruyor, sonra gözlerini yerden kaldırıyor ve yavaşça diğerlerine çeviriyor. Dimitris Venis masumca gülümseyerek ona bakıyordu, kızının söylediğinden onun da kuşkusu yoktu, yüzü mavi gözlerinin ışığıyla aydınlanmış, öylesine emindi. İrini Veni sanki bıçaklar üzerine çevrilmiş, fırlatılmaya hazır gibi hissetti kendini. Ablası Maria teyze kafasını eğmiş, hafifçe bir tarafa yaslanmış; belleğini, elinde kalanları, kanında dolaşan geçmişin ve beklediği geleceğin seslerini kurcalayarak kendi içine gömülmüştü. “Onun bütün varlığıyla hayattan beklediği vardı.” Kızın da, küçük Anna’nın da… A, Anna orada yalnız bekliyor. Henüz daha bir şey öğrenmedi.
İrini Veni beklemeyi bilmeyen, hiçbir şeye inanmayan biri olarak, damarlarından akan aynı kanla sulanmış bu kırlıkta, bu insanlara ne kadar yabancı kaldığını açıkça görüyordu;
Vahşice ve acıyla silkinip doğruluyor.
-Sana söylüyorum, anladın mı, güller tutmayacak! Nefretle bakarak, kocasına hiddetle bağırıyordu. Sana tutmayacak diyorum!
Merhamet tanımayan, diğerlerinin hezimetini selamlayan korkunç güce yenilmiş adam:
-Tutacaklar! Diye baskın sesiyle cevap verdi. Göreceksin, İrini, nasıl tuttuğunu!
-Sana bu olmayacak dedim! İrini Veni şimdi çılgın gibi bağırıyordu. Tutmadığını göreceksin! Göreceksin!
Dayanamayıp, koşarak kendini gecenin ortasına attı.
. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
Biraz zaman geçtikten sonra:
-Annene gidiyor, Anna, dedi Maria teyze daha sonra. Annen herkesten daha fazla yalnız.
-Babam da yalnız, diyor Anna, inatla. Umutlarıyla neden biraz mutlu olmasın?...
-Annene gidiyor çocuğum, Maria teyze masum ve sakin sesle tekrarladı. Baban yalnız biri değil.
B E Ş İ N C İ K I S I M
“Egina’ya seyahat.”
GLAROS kafasını gökyüzüne kaldırarak bulutlara baktı. Sonra:
-Şafakta yola çıkıyoruz, dedi.
Zambeta’yı Anna’ya gönderdi ve isterlerse gelsinler, dedi. Bir kere bu seyahat Egina için ve yarın olacak. “Memlekette küp, testi yok. Bir kayık yükü kolay satılacak mal”. Seyahatinin amacını böyle saptadı.
-Dört saatte Egina’ya varırız. Diğer dört saat de orada kalırız, eder sekiz. Dönüş de ne kadar tutarsa.
Anna sevinçten uçarak koştu, haberi Andreas’a ulaştırdı.
-Vaso da bizimle gelecek mi? Diye sormuştu Glaros’a.
-Tabii o da gelecek. Ödü patlaması lazım, dedik ya!
-Kayık dördümüzü alacak mı?
-Ohoo! Ne günlere yaptık onu. Başka biri daha gelecek.
Anna duyunca fenalık geçirdi.
-Kim?
-Adam Onikiadalar’dan geldi. Haritos.
Evet, Anna onu görmüştü. Burada, barakaların insanları süzgeçten geçirilir, her birinin hikâyesi yüzlerine yazılmıştır. Her yeni yüz, diğerleri tarafından açılıp okunması gereken bir sayfadır.
Haritos, bir gün Onikiadalar’a tuz yükleyip götürecek bir kayıkla çıkagelip burada karaya ayak basmıştı. Kayık yükünü almış ve gitmişti ama o tuzlalarda şansını denemek istedi. Kaldı ve ısrarla iş aradı, bulamadı. Günlerce tarlalar ve barakalar arasında aylak dolaştı durdu. Sonra bir gün, Glaros’un yel değirmeni önünde durdu. Onu çok etkilemişti.
-Verecek işin varsa sana çalışayım, ekmek dışında bir şey istemem. Kayıktan da topraktan da anlarım. Dedi.
-İyi, dedi Glaros, iş vermesi için onu aramaları gururunu okşamıştı, bey yerine konmuştu. Havalar açınca hem toprakta hem de kayıkta işimiz olur. Seni çağıracağım.
Ve ona yiyecek verdi.
-Köyümüzde neden kaldın? Ona sadece bunu sordu, hayatı hakkında başka bir şeyi merak etmedi.
-Orada yaşamam mümkün değildi, dedi ve güneydeki adaları gösterdi. Peşime düştüler.
Glaros’a adalarda bir sürü balıkçıyla çalıştığını anlattı, Anadolu kıyılarında kaçak avlanarak geçiniyorlardı, dedi. Kayıklarını, ağlarını tehlikeye atıyorlardı, çünkü o sınır sularında balık avlama yasağı çok sıkıydı. Bir keresinde Türkler kovalayıp onları yakaladı ve o zaman bir sürü balıkçının kökünü kazıdılar. Kayıklarını aldılar, onları hapse tıktılar ve ağlarını parçalayıp attılar. Daha sonra da adalarına yolladılar.
O vakit Haritos Girit denizine çekip gidecek olan bir kayığa bindi ve kayık onu Sitia’ya çıkardı. Orada bir kardeşinin Pire’de olduğunu öğrendi, zavallı Büyük Dünya Harbi yıllarından beri orada yaşıyordu. Haritos büyük limana demir alan bir tekneye binmenin yolunu buldu, birkaç ay limanda aç susuz kardeşini arayarak çile çekti. Umudu kırılmış olarak, önce Anavisos tuzlalarından tuz yükleyip sonra Oniki Adalara dönecek bir kayığa girdi. Burada bulduğu yeri sakin görüp, devam etmeye korktu ve kaldı. Glaros’a böyle anlatmıştı.
GLAROS Haritos’u uyandırmaya gittiğinde, Büyükayı iyice alçalmıştı.
-Kalk!
Ve ona iki boş çuval verdi.
Tuzlalara doğru çekip gittiler. Glaros niyetinden kimseye bahsetmemişti, çünkü dudak bükmelerinden hoşlanmıyor, halktan laf işitmek istemiyordu. Haritos sesini çıkarmadan peşinden geliyordu.
Şimdi karşıdan beyaz tuz sütunlarını seçebiliyorlardı.
-Yavaş!...Dedi Glaros. Kokumuzu almasınlar. Çuvalları gizli dolduracağız.
“Her tuz çalmaya niyet ettiğinde kendine: tuzu bol, kuru deniz, neticede biz de yaşamalıyız, bu kadar can…”, diyordu ve Egina’ya içi değerli mal dolu küpler yerine beş para etmez tuz çuvallarıyla gitme niyetine içinden gülüyordu.
Balıkçı teknesi körfezden çıktığı zaman şafak yıldızı Anavisos tepelerinin üzerinde doğmuştu. Romanya ormanlarından kesilip Tuna’dan getirilmiş bir kaç ağaç parçası üzerinde şimdi tuz ve kimsesizliklerinden kimsenin şüphe etmeyeceği kadar kimsesiz beş insan üzerinde yolculuk yapıyordu.
-“Nereden geliyorsun?”, Vaso çocukluk yıllarının bir akşam vaktinde yolunu kaybederek Pers sınırındaki baba ocağına gelen yabancıya nereden geliyorsun demişti.
“Deniz tarafından”, diye cevap vermişti, yabancı.
“Altından gökyüzü gibi bir şey mi?”
“Hayır, tuzlu sudur!”
-“Dolu küplere yerimiz yok”, diyerek seyahat niyetini belirtmişti, kocası Glaros.
Kayıktaki Vaso’nun karaltısına gözü kayınca, aklı şimdi bu seyahatin amacı etrafında dolanmaya başladı.
-Arpacı kumrusu gibi oturmuş ne düşünüyorsun? Sabah karanlığında büzülmüş, eti kemiğiyle sus pus olmuş, tir tir titreyen ne olduğu belirsiz karaltıya bakarak soruyordu.
-Hiç, dedi Vaso. Zambeta akşam keçileri sağsa diyordum, olur ki gecikiriz.
Sabah ayazı iliklere işleyip, kanı hızlandırıyordu. İliklere, kaslara, sinirlere taptaze bir dirilik getiriyordu.
“Çalışmaya başlamalıyız. Andreas uyku mahmurluğundan sıyrılarak, bir şeyin ucundan tutmalıyız, diye içinden geçirdi. Bu beni kendime getirecektir”, diye düşündü.
Babasının kitaplarında yazdığı kâşiflerin gözü önünde, ıssızlık Anna’nın kalbine akıp yayılıyordu. Bu ağaç parçalarının şimdi onları götüreceği ada, henüz çocukluk çağlarındayken savaş yıllarını geçirdikleri yerdi. Küçük zeytinlikte, bir ağacın altında Andreas onu öpmüş ve sormuştu: “Büyüdüğüm zaman benimle okyanuslara gelecek misin?” “Kaptan olursan gelirim”, diye ona cevap vermişti, çünkü korkuları sevmiyordu ve güçlü insanları istiyordu. “O zaman ben de kaptan olacağım!” Demişti öteki de. Anna da, Anadolu’dan dönecek, onu kollarına alacak bir güçlü kaptan bekliyordu.
Sadece diğer yolcu, beşinci, Onikiadalar’dan gelen, bilinmeyen beyaz sayfaydı. O sayfaya kimse yazmamıştı, kimse sayfayı açmamıştı. Yekeyi Glaros tutuyordu. Onikiadalı adam şimdiye dek kayıkta bir iş yapmamıştı. Olur da fazla yer kaplar diye, ayaklarını birbirine dolayıp bağdaş kurmuş ön tarafta oturuyordu.
Şafak yıldızı kayboldu. Tepeler şimdi uzaklaşmış, hayal meyal seçiliyordu. Sabahın ilk ışıklarıyla, Anna’nın gözü Onikiadalı adamın üzerine takıldı. Çok gençti, kısa boylu, zayıftı, fakat güçlü kolları vardı. Meşin gibi derisinin altındaki kemiklerin sağlam olduğu kesindi, dar alnına inen sık vahşi saçları vardı, sert ve siyah.
Anna Andreas’a yavaşça:
-Neden onunla iki laf etmiyorsun? Dedi.
Fakat Andreas duymazlıktan geliyor. Anna da sessizlikten sıkılarak, baş tarafa dönüyor Haritos’a sesleniyor:
-Gel buraya yanımıza.
Adam şaşırarak yüzünü sesin geldiği tarafa çeviriyor.
-Bana mı dedin?
-Evet, gel buraya.
İtiraza cesaret edemiyor. Kuşkuyla yerinden kalkıyor ve yanlarına gidip oturuyor.
-Köyümüzden memnun musun? Diyor Anna.
-Ben mi? Çok.
-A, o iyidir ve çalışkan işçidir! Glaros dümenden konuşmaya katılıyor. Onunla çalışmaktan benim bir şikâyetim yok.
-Baban var mı? Anna soruyor.
Hayır, yok. Bir gün ava gitti dönmedi.
-Nerede oldu? Adalarda mı?
-Adalarda değil. Anadolu’da. Adam sadece orada kaybolur. Ayılar vardır, korkunç dağlar da.
-Yani sen Onikiada’lardan değil misin?
Hayır, Anadolu’da doğmuştu. Hıristiyanlar kovulurken adalara sığınmışlardı. Sonra, savaş bitince ailesi geri döndü. 1922 büyük yıkımında tekrar adalara gittiler. Dört kardeştiler. İkisini savaşta öldürmüşlerdi, üçüncüsü kayboldu ve Haritos onu çok aradı ama bulamadı. Anaları adalarda yaşıyordu.
-Nereyi daha çok hatırlıyorsun? Anna tekrar soruyor.
Fakat sohbet onu rahatsız eden bir soruşturma olmaya başlamıştı, çünkü içe dönük bir adamdı ve daima öyle kalmıştı ve başkalarının geçmişiyle ilgilenmeye alışmamıştı.
-Bilmiyorum, dedi ve yüzünü denize çevirdi.
Artık karadan uzaklaşmışlardı ve Saronikos körfezi güçlü dalgalar yapıyordu. Biri geldi ve kayığın bordasına şiddetle vurdu ama Glaros önceden tekneyi orsalamıştı, ardından şiddetle diğer dalga da geldi, teknenin içi köpük ve su doldu.
-Ah! Vaso korkudan çığlığı bastı. Meryem Anacığım!
-Ah! Anna da bağırdı, korunmak için bir hamle yaptı ve Andreas’ın kucağına düştü.
Küçük bir panik oldu. Glaros serinkanlılığını bırakarak narayı bastı:
-Ne ciyaklıyorsun, zağar gibi! Vaso’ya vahşice bağırıyordu. Kapat çeneni!
Kadıncağız dehşet içinde gözlerini aşağı indirdi ve sustu.
-Korkma…, dedi yavaşça Andreas, üzerine yaslanmış Anna’ya vücuduyla siper olmuş ve başını okşuyordu.
Şimdi Saronikos’da dalgalar kaybolmuştu, deniz uysallaşmış ve kız uykudan uyanan adamın göğsünde uslu uslu yatıyordu.
-Korkma, dedi kıza ve onu okşadı.
Ağaç dürüst ve mertti, beş gövdeyi kaderlerine taşıyordu.
HİÇBİR ŞEY değişmemiş! Hiçbir şey değişmemiş! Hatırlıyor musun Andrea? Egina’nın küçük limanına girerken Anna defalarca tekrarlıyordu.
Yüzü sevinçten parlıyordu.
-Bildiğimiz her yere gidecek miyiz?
-Gideceğiz Anna, dedi ona. Delikanlı kızın sevincinden büyülenmişti.
-Küçük zeytinliğe de mi? Dedi Anna ve onun gözlerinin içine baktı, anımsadığını anlamaya çalışıyordu.
Şayet anımsıyorsa!
-Evet, evet zeytinliğe de!
İskeleye yanaşınca diğerlerinden ayrıldılar. Büyük Dünya Savaşı sırasında, çocuklukta dört yıllarını geçirdikleri eski evlerine doğru gittiler.
Hiçbir şey değişmemişti. Sadece küçük yol daha dar görünüyordu. Yıllar geçince yollar daha dar görünür olmuştu. Büyük avlulu alçak evde, o zaman diktikleri ağaçlar şimdi büyümüştü.
Avludan içeri girdiler ve birden önlerine çıkan manzara karşısında duygulanarak kalakaldılar.
-Bak oraya, duvara bak!... Dedi Andreas, yavaşça.
Karşıdaki ev bir barakacıktı. Angelos duvarına kireçle büyük harflerle adını yazmıştı: A n g e l o s. O şimdi nerede?...Lakin kireç harfler yerine duruyordu.
Evdeki kadın onları görüp kapıdan çıktı.
-Bir şey mi istiyorsunuz? İkisinin de ağzı açık bakakaldığını görerek sormuştu:
-Hayır, neneciğim, diyor Andreas. Duvardaki yazıya bakıyorum.
Kadın sorgulayıcı gözlerini üzerine çeviriyor.
-Yoksa bunları yazanı biliyor musunuz?
-Hayır, bilmiyorum.
Anlık bir düşünceyle, sevgiyle gelen hisle hareket ederek:
-Yoksa onun hakkında bir şey mi duydun neneciğim?
-Nerden duyayım, yavrum! Savaş vardı. Halk bir kayboluyor, bir doluşuyordu.
Onlara Adana’dan geldiğini söylüyor. Buraya yirmi ikide gelmişler.
-Evin içine bir göz atabilir miyiz? Rica ediyor Andreas.
-Memnuniyetle, yavrum! Diyor, şaşkınlığı artmıştı.
Odalar, onların kaldığı zamandan daha fakir daha ıssızdı. Duvarların sıvaları hepten dökülmüştü ve içindeki ahşap iskelet kadavra gibi ortaya çıkmıştı. Burada, pencerenin yanında, Maria teyze makinenin karşısında oturmuş, günler boyu çorap örmüştü. Andreas ve Angelos o vakitler Statis amcanın fırınında iş bulmuştu. İş çok ağır değildi. Fakat bir çocuğa her iş ağır gelmez mi! Su taşıyıp fıçıyı dolduruyorlardı. Tekneleri yıkıyorlardı. Odun getiriyorlardı. Zaman zaman hamur da yoğuruyorlardı. Başta onlara 4-5 saat iş için 100 dirhem ekmek veriyorlardı. Bu ekmeğin eve büyük katkısı oluyordu, malum o zamanlar Yunanistan’ın ambargo yıllarıydı ve insanlar o ekmeği kuponla ölçülü alıyordu.
Andreas ve Angelos eve geç döndüklerinde, Artemi, Anna, hepsi derin uykuda oluyordu. Sadece anneler uyanık onları beklerdi. Maria teyze pek tabi geç saatte makinede çalışamazdı, çünkü makine büyük gürültü çıkarıyordu, incilini açıp alçak sesle okurdu. Okudukları zaman iki kadın da huzura ererdi, çocukları eve döndüklerinde, onları bazen açık kitabın üzerinde uyuya kalmış bulurdu. Onları uyandırmazlar sadece lambayı kısarlardı ve sessizce battaniyelerinin altına girerlerdi. Anneler uyandıklarında çocukların geldiğini görür ve rahatlardı. Ama çoğu defa, çocuklar gece yarısı döndükleri zaman, onları uyumamış, kendilerini bekler bulurdu. Dış kapıyı yavaşça açtıklarında Maria teyzenin dua mırıldandığını işitirlerdi. Çocukların geldiğini anlar anlamaz yerlerinden kalkar onlara doğru gelirlerdi. “A, geldiniz mi?” Derdi Maria teyze derin bir huzur içinde. Araştırıcı gözlerle Angelos’a bakardı. “Çok yoruldun mu?” Diye sorardı ona. Angelos, gecenin alın terini, kâğıda sarılmış ekmek parçasını ellerine bırakırdı. “İş beni yormuyor anne, derdi, fakat siz niçin uyanık bekliyorsunuz?...” İkisi de bu soruyu duymayı hiç istemezdi. Bekleyeceklerdi. Bir gün Angelos annesine ısrarla sormuştu, uyanık kalmalarının onlara bir yardımı olmadığını söylemişti. O zaman annesi ne cevap vereceğini bilememişti. Sadece ona, dışarıdayken uyursa onun tehlikede olacağından korktuğunu söylemişti. Onu karanlık düşmandan korumak için uymuyordu.
. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
-Eskiden orada yukarda bir raf vardı, diyor Adana’lı kadına Andreas.
-Nasıl bildin? Kadın şaşırarak soruyor.
-Bizim ikonalarımız vardı orada.
-A, demek ki siz de burada kaldınız!
-Evet, biz de kaldık.
-Demek onun içinmiş…
Oradaki rafta anneannesinin bedeninden geriye kalan kemiklerin konduğu küçük bir sandık vardı. Üzerinde Artemi’nin korkulu gözleri dolaşırdı.
Andreas Adanalı kadınla konuşmaya devam ediyor.
-Tabi yandaki evden gelen müziği de duymuş olacaksınız.
-Bilginin kızını mı diyorsun?
-Evet, Elizabet’i.
-A! Geçen sene gitti. Çok uzağa gittiğini söylüyorlar. Şimdilerde bilginin evi çok sessiz kaldı.
Büyük Dünya Savaşı zamanıydı, 1916 yılı, bir Avustralya’lı havacı subayı evlerinde ağırlamışlardı. O savaş yıllarında böyle misafir almalar adetti. 1916 nın ilkbaharında, bilginin menekşe ve sardunyaları erken açmıştı, toprak mis gibi kokuyordu. “Bana bir bahar melodisi çal Elizabet”, diye rica eder yabancı. Saronikos gecesi içinde odada baş başa idiler. Savaş uzaktaydı! “Size bir bahar melodisi çalacağım.” Demişti Elizabet. Sonra Avustralya’lı batı cephesine gider. Seneler geçmiş, barış olmuştu. Bir gün Avustralya’lı uzak memleketinden aniden çıkagelir.
“Geldim, Elizabet, seni alıp götüreyim, gelir misin?”
Çünkü Yunanistan baharındaki o melodi, onunla beraber dolaşmıştı.
“Gelirim”, diye cevap verir Elizabet.
Ve onun peşinden okyanus ötesine gider.
ŞİMDİ? Diye soruyor Anna, eski evlerinden çıktıklarında. Şimdi zeytinliğe gideceğiz.
İkisi de eski evlerine yaptıkları ziyaretten çok etkilenmişti, ama daha çok Andreas duygulanmış görünüyordu. Anna onu kasvetli ortamdan çıkarmak istiyordu. Onun içine kapandığını görünce, bir gün ona: “Benim geçmişim yok. Hayat benim için şimdi başlıyor.” Demişti. O da: “Ben artık bunu yapamam”, diye cevap vermişti üzgün bakışlarla.
-Küçük zeytinliğe gitmeyecek miyiz? Anna tekrar soruyor, geleceğin tohumlarını sadece geçmişin atacağına inanıyordu.
-Gideceğiz, Anna. Ama önce Statis amcayı görmek istiyorum.
-Ölmüş olabilir, diyor genç kız ve zeytinliğe gitmekte ısrar ediyor.
-Hayır, onu görmek istiyorum. Ona çok şey borçluyum.
Ona borcu vardı, gerçekten, çok.
Fırın küçük şehrin başındaydı. Çevresindeki evler seyrekti, çoğu fukara evleriydi. Andreas ve Angelos, o zamanlar çalıştıkları fırının büyük penceresinden aşağıdaki denizi ve küçük limanı görüyordu. Kapısında bir zeytin ağacı vardı.
Fırında Statis amca, bekâr kızı -Virginia- ve iki çocuk, Andreas ile Angelos çalışıyordu. Çocuklar çeşmeden su getirmeye gittiklerinde çok defa geç dönüyorlardı. Bu özellikle, yoldan ayılarıyla geçen Çingeneleri gördükleri zaman oluyordu. O zaman aylaklık ediyor, burunlarından ağır zincirlere bağlı, şakırtılar içinde önlerinde oynatılan kocaman ayıları seyrediyorlardı. Diğer bir sefer de gece vakti, fırının tezgâhında uyuya kalmışlardı. O zaman, it gibi çalışmaktan canı çıkan Statis amca narayı basmıştı: “Ulan aylaklar! Ulan tembel köpekler! Ekmeğimi böyle çıkarırım mı zannettiniz siz? Canınıza okuyacağım sizin!
Vahşi hayvanlar gibi böğürmüştü, küfürleri ortalığı yıkmıştı. Çocuklar, Virginiya da dâhil, oldukları yerde büzüşüp kalmıştı. Fakat bunlara alıştıkları için, çok korkmazlardı. Hiçbir zaman vurmadığını bilirlerdi. Bir süre sakinleşmesini beklemişlerdi.
“Ben sizin yaşınızdayken, Vergas’la çalışıyordum, more! Sakinleşmeye yüz tutarken böyle demişti.
Ne zaman gençlik anılarını anlatmak için ağzını açsa, ardından kötü hikâyelerin geleceğini öğrenmişlerdi. Peşi peşine anlatacağı fırtınalı hayat hikâyelerinin başlamasını beklerlerdi. Yeniden canlandırılan yaşanmış renkli sahneler, halkının yüzündeki salt basitlikten aldığı dramatik çehresiyle oynanırdı. Statis amcanın rahmet okuduğu Vergas Ayvalıklıydı, Ege adalarıyla Anadolu kıyılarında kaçakçılıkla uğraşan yaman bir adamdı. Yoldaşlarından biri onu ele verdi, şerefsiz onu kolculara ihbar etti. Kolcular onu kuşattı ve Midilli Adasının doğusundaki ıssız bir adanın dış sularında bozguna uğrattı. Arkadaşları cesedini sürüklendiği Ayvalık kıyılarında buldu ve gömdü, sonra gidip oğlunu alıp getirdiler kendilerine kaptan yaptılar. Hain de teknede onların arasındaydı, suçu üstüne almazdan geliyordu. Diğerleri aralarında anlaştılar, haini kuşkulandıracak bir şey demediler. Bir gün, kuvvetli karayel esiyordu, kaçakçılar ıssız bir adaya çıktılar. Orada yemeklerini yemeğe başladılar, üzüntüden kahrolan delikanlıcık, Vergas’ın oğlu, yerinden kalktı: “Sen babamın ekmeğini yiyecek adam değilsin, dedi haine. Onu deviren sendin.”
Ona uzatılan bıçağı çekti, fakat adam delikanlının bocalamasından yararlanarak, kendini korumaya fırsat buldu, delikanlıcık iki defa adamın omzuna saplayabildi. Çünkü eli titremişti. Çevredeki diğerleri sessizce, kıpırdamadan sahneyi izliyordu, çocuğu görevini yalnız başına yapması için bırakmışlardı. Adam önce davranarak, çocuğu yere yatırıp daha güçlü bir bıçak darbesini indirmek üzereydi ki o zaman daha çok genç olan Statis amca yerinden kalkmış, haini yere sırtüstü serip diziyle göğsüne basmıştı. Eliyle de, o anda diz üstü çökmüş Vergas’ın oğlunun bıçak tutan elini yakalamıştı. Eli doğruca hainin kalbine götürmüş ve kuvvetle saplaması için ona yardım etmişti. Sonra da:
“Doğru vurmasını öğreneceksin”, demişti ona.
Statis amca geceleri fırında böyle hikâyeler anlatıyordu.
Çocuklar; Andreas, Angelos ve Virginia da, kanla ve ölümle oyun oynayan bu eski toprağın hayal oyununa kendilerini kaptırıyorlardı.
“Ne anlıyorsunuz peki siz bu dünyadan, diye mırıldanıyor Statis amca. Size bunları neden anlatıyorum?”
“Neden? Oğlanlar ona cevap veriyor. Çünkü bize büyüyünce hangi adama benzemek istediğimizi soruyorsun.”
“Öyleyse, kime?”
Oğlanların cevabından önce davranarak:
“Bunu biliyorum”, diyor gülümseyerek, çünkü gerçekten kendisi gibi mert ve cesur adam olmak istediklerini biliyordu.
Ayrıca, adam onları çok seviyordu. Savaş alanında olan oğullarından ara sıra birkaç mektup almıştı. Başlarda, çok yakında dönerler, diyorlardı. Ama savaş bir türlü son bulmuyordu ve zaman uzadıkça uzuyordu. Statis amcanın saçları her gün daha beyazlaşıyordu, iş onu yoruyordu.
“Acaba ne zaman gelip beni dinlendirecekler?” Diyordu.
Fırından dışarı neredeyse hiç adım atmıyordu. Hava iyi olursa, öğlenleri fırından şöyle çıkıp kapı önündeki zeytinin altına oturuyordu. Uçsuz bucaksız dünyada tek gittiği yer burasıydı. Çocuklar buna “seyahat” diyordu. Bazen “seyahat” uzun sürüyordu, Statis amca zeytinin altında zamanı unutuyordu. Sigarasını sarıp tüttürüyor engin denize bakarak dalıp gidiyordu. Fakat orada daha çok, havadan geçen kuşlara dikkatle bakardı. Adam öyle sert, kanla yoğrulmuş bir hayat geçirmişti ki, bundan olacak, kuşlara anlaşılmaz bir şefkati vardı. Onları cins cins ayırt etmeyi hiç bilmezdi ve hiçbir zaman isimlerini söylemezdi. Sadece nereden gelip gittiklerine bakardı.
“Bir sürü geçti! Fırına girdiği zaman onlara, sanki büyük bir haber getiriyormuş gibi, böyle derdi. Beş taneydi. Güneye doğru uçup gittiler.”
“Ne kuşuydu, Statis amca, Andreas ile Angelos, cevap veremeyeceğini bile bile sorarlardı. Neydi?”
“Bilseniz ne yazar? Derdi onlara. Geçip gittiğini görüyorsunuz, bu yeter, derdi.”
“Yetmez, Statis amca. İnsanlar geçen kuşun cinsini bilmeli ki vurup vurmayacaklarını bilsinler.”
“Keşke bilseler! Diye alay ederek bağırdı Statis amca. Niçin more? Yeryüzünün hayvanları bizi semirtmek için yok mu olsun? Bıraksınlar onları diyorum, bu saf yaratıklar güle oynaya uçarak geçip gitsinler.
Çocuklar o zaman okuldaki biyoloji derslerini hatırlıyor; hayvanların türlerini, dallarını, yaşadığı yerleri. Sonunda basitçe, hayvan ya da kuş olsun, insanın neyine yaradığına bakıyorlar. Her şeyi okuyunca, dünyaya yaklaşımlarının özeti şu öğreti oluyor: her birinin insana yararı nedir. Sonra anlayacaklar, çünkü hayal gücü olan çocuklar katı ve bencildir.
“Sen ne kuşundan bahsediyorsun Statis amca! Hepsi insanlar için yaratıldı, böyle diyor kitaplar. Kitaplar yalan mı yazıyor? Böyle söylemişti Angelos.”
Koca fırıncı konuyu kapatınca sustular. Basit bir halk insanıydı ve okumamıştı, ama kitaplara saygısı büyüktü. Fakat yine de onları ayrı bir kenara koyardı. Sonraki bir gün, uzun uzun düşündükten sonra onlara demişti ki:
“Gelin buraya, beni dinleyin bakalım: Dünyada kuşlardan başka hangi yaratık uçar?”
“Başka hangisi olsun, Statis amca? Kuşlar uçar.”
“Siz daha düşünün biraz. Kuşlar uçar, bir de melekler! Bunun için kuşlar kutsal yaratıklardır. Kuşlar ve melekler…”
“Ama sineklerde, yarasalar da uçar, Statis amca, çocuklar kahkahayla cevap verirdi. Eşek arıları da…
Statis amca o vakit kızar ve ayağını yere şiddetle vurur.
“Benim size dediğim şu maskaralar! Kuşlar ve melekler…”
Zorlu bir hayat yaşadı, yıllarca kaçakçılara çalıştı, küçük bir delikanlıyken borcunu ödemiş ve sona varmıştı, şimdi de, savaş meydanından artık dönmeyecek olan ilk oğlu için kuşlardan haber bekliyordu.
Siyah gömleğini sandıktan çıkardı. Tepenin kadınları da fırının avlusunda ölene ağıt yakarak dövündüler. Yere oturdular, delikanlının kız kardeşi Virginia’nın çevresinde çember oldular, ona doğrulttukları içten bakışlarla saçlarını başlarını yoldular, tırnaklarını geçirerek esmer suratlarını kazıdılar. Ve koronun sesi zirvelere tırmandı.
Sadece Statis amca “dinsel törende” yer almadı. Ne konuştu, ne dövündü, ne de ağladı. Kuşları izledi. Zeytinin gölgesinde oturup yere baktı. Deniz aşağıda gidip geliyordu, kuşlar yukarda gelip geçiyordu, ama o hiçbir şeye bakmıyordu. Sadece toprağa. İnsanları toprağa bağlayan derin bağın sırrının tadına varmanın zamanıydı.
. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
-Yaşıyor mu, soralım. Diyor, tepeye çıkarlarken Anna. Ölmüş olabilir, boşuna çıkmayalım.
-Göreceğiz, diyor, delikanlının kararı kesindi. Gel Anna.
Uzaktan, fırın olan alçak evi gördüler. Bir yaşlı adam avlu kapısının eşiğinde oturuyordu.
-O… Odur… diye mırıldandı Andreas eve yaklaşırken. Gördün mü?
Biraz sonra önüne gelmişlerdi.
-İyi günler, Statis amca.
İhtiyarın gözleri yere bakıyordu. Kıpırdamıyordu. Çocuklar ne aradığını anlıyor, maziyi, geçmişin sesini duymaya çalışıyordu.
-Hoş geldin, diyor yavaşça.
Sonra da:
-Kimsin? Diyor.
Andreas yere diz çöküyor, içten gelen bir duyguyla elini öpüyor.
-Benim, Stati amca! Beni tanımadın mı?
Yaşlı adam yere diz çöken delikanlının üzerine gözlerini kaldırıyor, o zaman gözlerindeki ışığın kaybolduğu görülüyor.
-Benim, Andreas, Stati amca! Harp yıllarında Angelos’la burada çalışmıştık. Hatırlamadın mı?
Bir an. Bir küçük an. Sonra ihtiyar ellerini boşlukta gezdirerek delikanlıyı bulup omzuna koyuyor, çok duygulanmıştı. Anna bir yanda durmuş sessizce izliyordu.
-Sesini tanımadım oğlum, diyor ona, dudakları titreyerek. Şimdi artık insanları sadece sesinden ayırabiliyorum. Çok büyüdüğün görülüyor.
-Çok sene oldu, Stati amca… Çok büyüdüm tabii.
-Ne oldu, yıkımda? Soruyor tekrar. Nereden geliyorsun?
-Anadolu’dan geliyorum. Türkler beni orada alıkoydu.
-A, seni de mi tuttular.
Biraz sonra devam etti:
-Benimkini de, diğer çocuğum… Onu hatırlarsın, Pavlos’u…
-Şimdi hatırladım onu Stati amca. Döndü mü?
Sesini alçaltıyor.
-Hayır. O da dönmedi. Kayboldu.
A, demek ki o da, ikincisi de.
-Virginia yaşıyor mu?
O yaşıyordu, bir atölyede çalışıyordu. Sabah gidiyor, akşam geç dönüyordu. Fırın artık çalışmıyordu.
-İkimiz sona kaldık, diyor yavaşça Statis amca. Kızım ve ben…
Biraz zaman geçiyor.
-Nerede kalıyorsun şimdi, çocuğum?
-Orada kalıyorum, denizin karşı kıyısında. Anavisos’da. Seni görmeye geldim.
-İyi çocuk… Ben şunu diyecektim… Öbürünü, arkadaşını, ne oldu?
Bir cevap yok.
-Angelos’u diyorum, ısrar ediyor Statis amca. Ne oldu?
Delikanlı ona bıçak gibi sesle, aniden cevap veriyor:
-Kayboldu.
-A, kayboldu… Bütün dünya tersine döndü… Ben de etrafımda yabancı sesler duyuyorum. Adana’dan, Pontos’dan, dünyanın bir ucundan…
-Evet, dünyanın bir ucundan.
-Senin eski memleketten hiç bir şey kalmadı…
Bitiyor olan hayatının içine nasıl sığsaydı, bu kadar çok çalkantı? Bir zamanlar burada yukardan kuşlar geçerdi ve adam oturup onları izlerdi. Acaba hala geçiyorlar mı? Gözleri artık görmüyor ve kuşların sesleri de ona kadar ulaşmıyor. Muhakkak ki, geçiş yollarını değiştirmişlerdir, engin denize.
Öğlen yaklaşıyor. Güneş Egina üzerinde sarkaç gibi salınıyor, bir Afeas Tapınağına, bir yaşlı adamın omzu üzerine.
-Şimdi barakaya gitmeliyim, diyor Statis amca. Gel sen de.
Fakat bir an duruyor ve kulak kabartıyor. Anna yerinde kıpırdamıştı.
-Seninle olan öteki kim? Soruyor ve kapalı gözlerini kızın üzerine dikiyor.
-O… nişanlım. Hatırladın mı, Doktor Venis’in kızı.
-Yavrum! Gel yanıma… diyor, ellerini boşluğa uzatarak kızı buluyor. Niçin bana önce söylemedin?
Anna’nın elini bulup onu okşuyor, sonra yoklayarak Andreas’ın elini de buluyor.
-A, nişanlın demek… Mırıldanıyor. Ne kadar da büyümüş!
Ve sonra:
-Mutlu olun çocuklar, diyor.
Kız o sözcükten şaşırmıştı, nişanlı, ilk defa şimdi duyuyordu, niçin böyle dediğini bilmiyor ve duygulanarak susuyor.
Eve gitmesi için kalkmasına yardım etmek istiyorlar fakat o kabul etmiyor.
-Lüzum yok, çocuğum. Görüyorsun artık adımlarım ölçülü… Öğrendim de.
Yavaş yavaş adımlıyor, fakat durarak, barakaya doğru. İçerisi çok fakirdi. Küçük bir masa, lamba ve kibrit, duvarda iki oğlunun fotoğrafları görünüyordu. Statis amca duvarı yoklayarak yere oturuyor.
-Şimdi kızımı bekleyeceğim. Bugün gecikmeyecek, erken gelecek. Onu görmek için bekleyecek misiniz?
Hayır, geç oldu, gitmeliyiz.
-Günü ettim, diyor yavaşça, koca fırıncı. Öğleden sonra havalar serinliyor ve dışarı çıkmıyorum. Üşüyorum…
Hoşça kal diyorlar ve adamın kovuğundan dışarı çıkıyorlar.
Dışarısı ne kadar aydınlıkmış! Egina nasıl da ışıl ışılmış!
A L T I N C I K I S I M
“Aşk.”
-Daha yavaş, Andrea! Yoruldum.
-Gel! Gel! Diyordu delikanlı, gözleri kıvılcım saçıyordu çevreye. Esas orada yorulacaksın.
O zaman, panik içinde bir şey hatırladı ve gözlerini daha fazla açtı.
-Hala akıyor mu acaba? Mırıldanıyor.
-Ne diyorsun?
-Suyu diyorum. Bizim dereyi.
Zeytinliğin içinden akan küçük bir dereydi, pazarları giderdi ve ağ sererek sakalara tuzak kurardı. Çoğu defa Anna da onunla gelirdi. Ağı beraber serer, yapraklarla gizlerlerdi, ağın altında akan suyun birazını açıkta bırakırlardı. Andreas sonra gidip büyük bir zeytinin arkasına gizlenirdi, ağın ipini elinde tutarak, uzun süre orada oturup, bir kuşun suya gelip ağa yakalanmasını beklerdi. Anna o sürede yerinde duramazdı. Yakındaki ağaçlara tırmanır, ciyak ciyak bağırır, defalarca düşüp kalkardı, -her ne yapmaması varsa yapardı. Andreas da cayırtıyı koyuverir, kuşları kaçırttığı için ona çok kızardı. “Ben onları mı kovalıyorum? Derdi Andreas’a. Dinle bak!... bir fluryacık.” O zaman sesiyle flurya kuşu taklidi yapardı ve ellerini kanat gibi açarak çırpardı. Yorulunca da dinlenmek için oğlanın yanına giderdi. Sırt üstü uzanır, nefes nefese gökyüzünü seyrederdi. Gitgide solukları yavaşlar, gözlerini yumardı. Böyle saatlerce konuşmadan kalabilirlerdi. Andreas’ın aklı daima ağdaydı, fakat devamlı oraya bakmaktan gözleri dalar ve her tarafı uyuşurdu, sanki uyku haline girerdi. O zaman sesler; zeytin ağaçlarının sallanan yapraklarının, kırılan bir dalın, ıslık çalan bir kuşun sesi açığa çıkardı. Toprak yemyeşil olurdu ve çim kokardı. Yerde bir böcek varsa, sürünmesinin hafif sesi duyulurdu. Saatlerce böyle zamanın içinde gömülüp kalırlar, sakalar serili ağın üzerine, suya iner, içer ve giderlerdi. Hiç biri rahatsız edilmezdi. Böyle bir yaz günü, derenin yanında, eğilmiş ve onu dudaklarından hırsla öpmüştü.
-Keşke su hala akıyor olsa… Andreas koşarken devamlı bunu diyordu.
Soluk soluğa vardılar ve kalpleri korkudan çarparak, yüzlerini sığ dere kenarına çevirdiler.
-Şükür tanrıya!
Dere akıyordu, sığ, temiz ve gençlik ateşiyle yanan gözlerinin altında.
-Bir şey değişmemiş…
-Evet, ağaçlar da Anna!
Çevrelerinde, yıllarca çektikleri çileden ezilmiş ağaç gövdelerini gördüler.
Çevrenin sessizliği yoğundu. Derenin karşı kıyısında bir ispinoz ötüyordu. Kızı yaşlı bir ağaç gövdesine doğru çekti ve oturdular. Önce kız uzandı ve derinden bir iç çekti. Gözlerini yumdu. Andreas bir şey söylemek için ona döndü. Ama durdu. Gözleri kızın ince bluzunu geren göğüslerine kaydı, heyecandan titreyerek ürkek bir çaba gösterdi. Yaptıkları koşuyla, buğday renkli yüze gül pembeliği yayılmıştı. Hafifçe titreyen aralık dudaklarından buhar çıkıyordu, kutsal çağrı gel gidelim diye bağırıyordu. Bu bir yolculuk çağrısıydı; denizlerin ötesine, acıların ötesine, geçmişin ötesine, belleğin hâkimiyetinin ötesine. Uzanırken entarisi dizlerinden yukarı sıyrılmıştı ve güneş harika vücudun küçük bir yerini garipçe aydınlatıyordu, -bir madde; bağımsız ve koşulsuz, saf ve yeni, dünya hayatına şimdi başlamak istiyordu.
Hafifçe kızın üzerine eğildi, korkuyla ve heyecanla:
-Bilesin, seni ne kadar çok seviyorum, Anna…
Kızın kapalı göz kapakları kımıldamadı. Sadece dudakları biraz titriyordu.
O zaman aniden, beceriksiz elleri hazır ve bekleyen vücuda atıldı.
Hırsla öptü, çilekeş elleriyle onu sıktı. Bunca ay susan vücudunun bütün güçleri hep birden zorbaca saldırdı, yoğun ve karanlık güçler silkinip egemenliğini sürmeye başladı. Önceleri, parmaklarda, avuçlarında, kaslarda hapsolan güç şimdi sığınak ve çıkış yolu buldu. Kız ilkel gücün altında, içgüdüsel direnişle çırpınıyor, çabalıyordu. Bluzundan iki düğme koptu, göğüsleri parlayan güneş altında yay gibi gerildi. Ellerini bu açık kapıdan içeri soktu ve gözlerini yumdu. Kızın karşı koyuşu da durdu.
Onu vahşice yakalamıştı, acı vererek, vahşi hayvanın avı gibi. İniltilerini ağacın yaprakları aldı ve üzerlerindeki güneşte eritti, ışık oldular.
GLAROS tuzlarını satıp, içine Egina mallarını doldurduğu küpleri eline alınca keyfi yerine gelmişti.
-Anavisos’da güzel satışlar! Haydi hayırlı işler!
Limana indi, Vaso iskelede teknenin yanına oturmuş bekliyordu.
Kocasını görünce kalktı. Glaros iyi giden işlerini bir insanla paylaşmak arzusuyla yanıyordu ama karısı gördüğü kadarıyla o insan değildi.
-Ne yaptın? Diye sordu sadece.
Kadın denizi gösterdi ve başını eğerek cevap verdi:
-Hiç. Seni bekledim.
Glaros’un daha sormak istedikleri vardı, onu getirdiğinden, yeni yerler gördüğünden hoşlandıysa, seyahatin amacı tamam demekti. Ama Fotis Glaros karısına bunu bile soramıyordu. Hoşuna gitse gitmese ne çıkar! Gözlerini yukarı kaldırdı, gördüğü sadece güneşti.
-Birazdan demir alabiliriz, dedi. Burada geceleyelim lafı istemiyorum.
O anda Haritos göründü, son malları getiriyordu, küpleri ambara yerleştirdi.
-Çocukları bir yerde gördün mü? Birazdan kaçmalıyız.
Hayır, hiçbir yerde görmemişti.
Glaros kurnazca gülümsedi, gözlerinde zekice ima vardı.
-Derenin orda mı çakıldılar, he? Demek rüzgâr oraya kadar attı, he! Diyordu Haritos’a. Yakın, tepeciğin arkası, diyerek, eliyle doğu tarafını gösterdi.
-Koş söyle, kaçacağız.
Haritos, gençliği bulmak için kaptanın gösterdiği yere hızla seğirtti. Köyün son evini de geride bıraktı ve çıplak araziye daldı. Toprak kesif kokuyor ve sıcak taşların altındaki akrepler uykudan uyanıyordu, çünkü toprağın kokusundan akrepler baharın geldiğini anlıyordu. Gökyüzünü kaplayan bulutlar artık yoktu, yukarda sadece parlayan mavilik vardı, yeryüzünün çatısı ve yıldızlar. Gece ay göründüğü vakit akrepler gömüldükleri kış uykusundan uyanacaklar ve birer birer kovuklarından çıkıp havayı koklayacaklar, dişileri de uyanıp çıkmışsa onları görecekler. Şayet çıkmamışlarsa, sabırla bekleyecekler. Dişi çıkıp sıcak bir taşın üzerine oturduğu zaman erkekler önünden birer birer geçecek, o da en güçlüsünü seçecek. Bu olunca, erkeğin kendisini kovuğuna taşımasına izin verecek. Fakat erkek bir daha göremeyeceğini bilerek, önce dönüp geceye ve yıldızlara bakacak. O zaman, kendi rızasıyla, sevinçten uçarak kaderine gidecek. Bütün gece zorbaca sevişmeden bitkin düşecek. Artık takati kalmayınca yere çökecek, o zaman dişi, kaybettiği gücü kazanmak için, yavaş yavaş damadı yemeye başlayacak. Sonra güneş yarını aydınlatırken, dişi mutlu mesut gevşeyip yorgunluğunu atacak. Yeryüzünün çatısındaki yıldızlar çıkıp, serinliği uyardığı zaman, onu bekleyen başka bir damadı seçmek için tekrar kovuğundan çıkacak… “Sen yüzmesini bilmez misin?” Bir gün Haritos’a sormuştu yarı çıplak bir şeytan, Onikiadalar’da bölgenin bir bey kızı. Anna’dan daha büyük değildi fakat vücudu daha gelişmiş, olgun ve hazırdı. Haritos ona, “Hayır”, diye cevap vermişti, çünkü namuslu denizciler, yılları çocukluktan beri dümen tutmakla geçmişse, çocuklar gibi denizde oynamazlardı. “Çıkar beni açığa kayığınla. Ben yüzeceğim.” Haritos günaha çağrıyı duymamak için kafasını eğmişti. Şakakları zonk zonk atıyordu, bütün vücudu titriyordu. Onu açığa götürdü. Kız denize atladı ve uzaklaştı. Haritos içindeki şeytanla çarpışmaya başladı, damarlarındaki kan fokurdamaya başlamıştı, o vakit kızın umutsuzca bağırdığını duydu. Kesilmişti ve yardım istiyordu. Soyundu ve düşünmeden kendini denize attı, kayıkla gidip kurtarabilecek olmasına rağmen. Tam dibe batmadan önce vardı ve onu yakaladı, kendini onun ellerine bırakan genç gövdeyi suda sürükledi. Bir eliyle yüzüyor, diğer eliyle kasılıp kalmış vücudu koltuk altından sıkıca tutuyordu. Kız tanıdığı ilk kadın vücuduydu.
“Adın ne?” Genç kız kurtulunca ona sormuştu.
Ona adını söyledi.
“Gel eve babamı gör, zahmetin için.”
Fakat Haritos gitmedi, çünkü bu zahmetin karşılığının ne olduğunu bilmiyordu.
“Yöremize geldiğine memnun musun?” Anna da sabah Anavisos’dan çıkarken ona sormuştu. Fakat Haritos kayıkta kızın ellerini görmüştü, yanında oturan Andreas’ın avuçları içindeydi. Biliyordu ki eller sadece ona dokunan düşman eli değilse, bir vücutta böylesine sakin olurdu.
-Bu ıssız yerden dönmek için neden bu kadar çok geciktiler? Çocukları bulmaya giderken kendine soruyordu, Haritos.
Muhakkak Andreas kızı okşuyordur. Bir ağacın altında çıplak olabilirdi…
Issız arazide, birdenbire istemediği bir durumla karşılaşmaktan korkarak, devamlı sağını solunu kollayarak ilerliyordu. Glaros’un dediği küçük dereyi bulunca bir an durdu, yukarı mı aşağı mı gitsin karar veremedi. Şansa bıraktı ve aşağı doğru ilerlemeye devam etti. Karşı kıyıdan gelen ispinozun sesini duydu. Güneş ağaçları ve yüzünü yakıyordu.
Aniden bir inilti duydu ve bir ağacın arkasına çekildi. Olduğu yerden uzak değildi, sadece birkaç metre, Anna kurbanlık koyun gibi çırpınıyordu. Haritos yarı çıplak bakire gövdeyi yere garipçe bağlayan ışığı gördü. Vücudundan ter boşalmaya başlamıştı, gözleri büyümüş, büyümüştü, her tarafı titrerken tırnakları kuru ağacın kabuklarını yoluyordu, parmakları soyulana kadar.
Sonuna kadar gördü.
İNLEMELER BİTİP, durulmalarını bekledi. Kız üstünü başını düzelterek çıplaklığını örttü, oğlan kalktı. O zaman Haritos ağacın arkasından çıktı ve onlara doğru yürüdü.
-Kaptan sizi bekliyor, dedi, kafasını eğerek. Gidiyoruz.
Hemen döndü ve yürüdü, ama Andreas ona seslendi.
-Geliyoruz. Bekle beraber dönelim.
Dönüşte Anna küçük fırının, o savaş evinin önünden geçmemek için yoldan sapmalarını rica etti.
-Ama oradan çok daha yakın, dedi Andreas.
-Hayır, istemiyorum.
Yoldan saptılar ve onları batıya götüren patikaya girdiler. Haritos gözleri yerde az önde ilerliyordu. Yorgun Anna Andreas’ın koluna girmiş arkadan geliyordu. Aldığı yeni haberle, sulanan gözleri istemeden yolda açılıp kapanan önündeki çıplak ayaklara takılıyor. Arkadan izlediği çıplak ayaklara.
EGİNA DÖNÜŞÜ, gelişleri kadar ilginç değildi. Vaso yine ağına dolanmıştı, insanların yabancı yerde vücuduna sardıkları ağa.
-Memnun kaldın mı? Anna kadına laf olsun diye sordu. Gittiğimiz yer hoşuna gitti mi?
-Çorak yer ve küçük, bu kadar suya göre… dedi sadece, su yani deniz için küçük.
Biraz sonra siyah bir ekmek parçasını mendilinden çıkardı ve sürekli çiğnemeye başladı.
Haritos baş tarafta bir uca çekilmiş denizi seyrediyordu. Anna çenelerinin atmasını, Andreas’ın omzuna yaslanarak zapt edebilmişti.
-Şimdi…? Dedi, ona bir anda. Ne olacak şimdi?
-Karım olacaksın, diye cevap verdi o da. Hayatım boyunca seni seveceğim.
Gözlerinde ve vücudunda dinginliği hissediyordu, hayvanın ele geçirdiği avı için duyduğu keskin tatmin hissini duyuyordu.
-Aklınız yükte, he mi! Bir an bağırdı Glaros.
Yükten korkmanın lafı olmazdı. Ama o anda, alışkanlığı dışında, işi hakkında laf açmak ihtiyacını hissediyordu. Mutlu ve çok neşeliydi.
-Sen de alık alık ne bakıyorsun denize! Haritos’a bağırdı. Buraya gel!
Kaptanına itaat ederek kalktı ve yanına gitti.
-Bu işe ne diyorsun? Glaros ona soruyor, demek ki çalıntı tuz Egina’da mal dolu küp oluyormuş.
-Sen bilirsin kaptan, diye cevap verdi, Haritos’un canı uzun boylu sohbet çekmiyordu.
-Ben bilirim tabii! Ama sen ne diyorsun?
-Ben de iyi iş diyorum.
-Dürüst olursan ve sözümden çıkmazsan altın değerinde daha çok işler yaparız, göreceksin.
Kafasını kaldırdı, bakışlarını adalar ve kara parçalarında dolaştırarak çevresindeki denize baktı; aşağıdaki Idra’ya, Kolones burnuna, Poros’a, Egina’ya, Salamina’ya, Pelopones’e. Sonra elini kaldırdı ve vücudunun üstünde büyük bir daire çizdi.
-Görüyorsun, bir filikayla ne kadar çok karayı birbirine bağlayabiliyorsun! Dedi hayranlık içinde. İstersek her bir şey altın olabilir. Sana dediğimi iyi anla!
Uzattığı eliyle karaları sırayla işaretleyerek başka bir çember daha çizdi, gözlerinin içinde aynı hayal yoğunlaşmıştı; şimdi burada Anavisos toprağında, kendisinin toprağında, binlerce yıldır mezarlarında istirahat eden, ama bir zamanlar gözleri büyük amaçlarla parlamış diğerlerinin aynı hayalleri kendi gözlerinde yoğunlaşmıştı.
-Dinamitten anlar mısın? Haritos’a dönüp tekrar sordu.
-Bilirim.
Korkar mısın?
-Hiç korkmam.
-İyi, dedi Glaros ve konuşmayı bitirdi.
Romanya ormanlarından gelen ağaçlar, ıssızlığı, küpleri ve düşleri taşıyarak suyu yarıyordu.
Y E D İ N C İ K I S I M
“Yol silindiri.”
EGİNA YOLCULARI Anavisos’a döndüğünde hava iyice kararmıştı. Glaros halkın iskelede toplanarak onu karşılayacağını düşünüyordu, çünkü buraların tek teknesiydi ve baharın ilk deniz seferini yapmıştı, baraka sakinleri için önemli bir olay olmalıydı.
Fakat iskelede onları bekleyen kimse yoktu.
-Garip, diye mırıldandı Glaros yelkeni indirirken, onuruna dokunmuştu. Hayrola, ne var orada?
Orada var olana, ilk Vaso dikkat etmişti.
-Bak oraya! Kocasına heyecanla seslendi. Nedir bu?
Bulutsuz açık gecede, barakaların önündeki büyük sahilde, karanlık kocaman bir cisim bütün haşmetiyle meydanın ortasında apaçık görülüyordu. Bu koyu karanlık cisimden sesler çıkıyordu. Seslerin içinden de kıvılcımlı kara dumanlar göğe yükseliyordu.
-A! Glaros hayretten şaşıra kalmıştı. Nedir bu?
Kötüye yormadı, çünkü barakalar için korkacak bir durum yoktu, zira durduğu yerin çevresi açıktı.
Ama neydi?
Anavisos tepelerinden sınırları aşarak gelen, ağır, karanlık ve dumanlı bir şeytandı ve barakaların kaderine çeşitlilik katmıştı.
“Nedir bu?” Tuzlalarda istiflenmiş bir beyaz tuz piramidi de, tepelerden aşağı indiği görülen, gövdesi sarsılırken duman salıp ateş çıkaran kara yığına hayret etti.
“Yine oynayacaklardır”, dedi daha bilgiç başka bir piramit, halkın aklını okuyordu.
Zincir ve tekerleriyle, demirden yapılmış büyük bir makineydi. Barakaların çıplak meydanına, gürültüsüyle dehşet salarak yavaşça gelip oturmuştu. Muşamba kasketli genç bir adam, dumandan kapkara suratla ve ateş saçan gözlerle, çocuk ve kadınların kuşattığı makineden yere atladı.
-Sizin muhtarınız kim? Diye sordu.
Saatin bu vaktinde korkudan benzi atmış suratlarla dışarı fırlayan Foçalılar Doktor Venis’ten başkasını bilmiyorlardı.
-Gidelim, çağıralım! Dediler makiniste, korkulu gözlerle.
Doktoru bulmaya koştular.
Ona haberi ulaştırdıklarında gül tarlasında çapa yapıyordu.
-Dumandan kapkara bir adamla acayip bir makine geldi! Dediler ona. Gel!
Venis onlara içten gelen sıcak bir bakış attı, gördü ki korku ve telaşları büyüktü.
-Neden telaşlısınız? Neden korkuyorsunuz?
Tabii ya, neden korkacaklardı.
Çapasını bıraktı ve onlarla baraka meydanına gitti.
-A! Bu yol silindiri, dedi yaklaşırken, makineyi hemen tanımıştı.
Demir yığınının ve küçümser tavırlı yabancının etrafında tur atarken, makineye duyduğu hayranlıktan öyle değişik bir ses tonuyla söylemişti ki!
-Yoksa bir tank mı bekliyordunuz? Tabii yol silindiridir! Sen muhtar mısın? Adam doktora çabucak sordu.
-Muhtarımız yok, diye cevapladı. Mamafih benimle konuşabilirsiniz köyün işlerini. Ne istiyorsunuz?
-Sizi kentlere bağlayan yol yapılacak. Bunun için geldik.
-Hoş geldiniz, bu güzel haberle! Lakin…
Düşündüğünü söylemekten çekinerek bir an durdu. Fakat adam lafın peşini bırakmadı.
-Lakin ne?
-İşe silindirle mi başlayacaksınız? Doktor imalı bir tavırla sordu. Zannederim, önce yolu kazıp açmakla başlıyorlar, kayaları temizliyorlar ve sonra…
-Dünyada ilk ters iş bu değil! Diye sözünü kesti, adam alınmıştı. Nereden başlayacaklarını size soracak değiller.
-Ama tabi, bize sormayacaklar.
-Acıktım, dedi makinist, yorgunum da. Burada bir han var mı?
-Hayır, han yok. Burası yabancılara alışık bir yer değil. İnsanların geçtiği yer de değil.
-O zaman senin evinde yiyip yatacağım! Yabancı nezaketsiz tavırla konuşuyordu. Çek git öyleyse, benim için hazırlık yapsınlar.
-Olur, delikanlım, dedi Venis, uysal davranırken delikanlıyı inceliyordu. Merak etme, evimde yiyip dinleneceksin. Fakat böyle konuşma…
Adam onu duymadı ya da duymazlıktan geldi, dönüp makinede bir vidayı sökmeye başladı. Sonra onu bıraktı ve ağır adımlarla Venis’i takip etti.
Seyahatten dönen Anna, Andreas’la beraber evlerine vardı, bu yeni genç bedeni diğerlerinin sessiz bakışları arasında dolaşırken buldular.
İrini Veni, bugün olan biten her şeyden deliye dönmüştü, adeta zıvanadan çıkmıştı. Makinist eve girerken İrini’yi görmüş doktora sormuştu:
-Kızın mı?
O da sanki suçmuş gibi gözlerini yere eğerek:
-Kızım Egina’da. Gece gelecek. Dedi.
-Buradaki kim?
-Karım, diye cevap verdi, zoraki.
-A! Karın mı? Makinist çok şaşırmıştı ve doktoru tepeden tırnağa alaycı bakışlarla süzdü.
İrini küçük gösteriyi sesini çıkarmadan izledi. Sonra acele yukarı çıktı ve odasına kapandı. Doktor da yabancıya hazırlık yapması için yandaki komşuyu çağırmak zorunda kaldı.
-Kızın genç delikanlıyla gece yarısı denizden dönüyor! Sen pasaklı pis herifi evime taşıyorsun, o kadar da ahlaksız herifin biri, senin de gördüğün gibi! Ben de oturup her şeyi kabul ediyorum! Kocasına bağırıyordu. Bütün bunlar nereye varacak?
-Nereye mi varacak! Sakin ol İrini. Çocuk biraz oyalansın diye gitti, bak bir yabancı eve dinlenmeye geldi. Niçin böyle yapıyorsun?
-Öyleyse ne istiyorsan yap! Ne istiyorsan yap! Ama şunu aklından çıkarma, sırça köşkün sonunda kırılacak!
Şu yakışık almaz sözlerle de ona sefilliklerini anlatmaya devam etti:
-Nereye vardığımızı görmüyor musun? Bizimle gelip yaşayan diğer köylülerden en kötü durumda olan biziz! Sadakalarıyla geçiniyoruz, ateşli hastalık sorunları nedeniyle bize çalışıyorlar ve bize bu nedenle ihtiyaç duyuyorlar. Sadakalarıyla yaşıyoruz ve onların hastalanmalarını bekliyoruz!
-Kim bağırıyor yukarda? Makinist ona yumurta hazırlayan Foçalı kadına soruyor.
-Bayandır. Doktorun karısı.
-Niçin böyle bağırıyor?
-Bilmiyorum. Hep böyle kavga ederler.
-İnsan yalnız kaldığında tek ihtiyacı bir ev kadınıdır. Değil mi? Dedi yabancı.
-Kadını gördün! Diyor Foçalı kadın, hayranlıkla. Fakat hem çok genç hem de bizlerden öyle başka ki, başından geçen bunca şeyden sonra…
Makinist sonra, evde daha kimlerin oturduğunu sordu. Kadın ona anlattı:
-Kızları, Anna, dedi. Herkes burada onu Anadolu’dan gelen delikanlıyla nişanlı olarak görüyor, delikanlının onu terk etmeyeceğini bilsek de kötü bir şeyle karşılaşmaz inşallah.
-Başka?
-Ne başka?
-Tamam öyleyse.
Ve evin beyi gibi, yatmak için zemin katta yer hazırlamasını istedi.
AYNI GECE, Maria teyze kızdan seyahatini anlatmasını istiyordu.
-Güzeldi teyze, diye cevap verdi kısaca.
Ona yorgun olduğunu ve uyumak istediğini söyledi, kendisiyle baş başa kalmak için.
“Şimdi?” Diye sormuştu Andreas’a. “Seni hayatım boyunca seveceğim”, diye cevaplamıştı. Gözlerini yumdu ve tekrarladı: “Seni hayatım boyunca seveceğim.”
. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
Çok yol gitti ve yoruldu. Latros Dağındaki mağaraya vardığında hava kararmıştı. Kendini yere attı ve derin bir uykuya daldı. O zaman tanrıların tanrısı geldi ve ona dedi: “Hayatta ne istersin? Dile benden.” “Endimion sonsuza kadar yaşamayı diledi, orada bitmeyen bir uykuya dalıp kalmayı istedi. Öyle kaldı, sonsuz uykuda. Ay her gece geliyor, ışığını üzerine yolluyor onu okşuyordu. Ormanın yaprakları içerde fısıldaşıyordu.
O VAKİTLER, Anavisos’un küçük ovasında, taşla, yolla gelen alışılmadık bir çalkantı yaşandı. Ne kadar işsiz varsa, yolu yapan şirket hesabına taş kırmaya geldi. Kazancı duyan geldi, Akdeniz taraflarından, tepelerin ardından, bu insanlar bütün gün taşta çalışıp ekmeğini çıkarmaya geliyordu. Öyle görünmemesine rağmen ağır işti. Çekiçle sürekli aynı yere, parçalara böleceğin taşın bir noktasına vuracaksın, hedefi şaşırıp asla sağa, sola, parmaklarına vurmayacaksın. Gözle taş arasındaki küçük delikteki hava boşluğuna doluşup sıkışan ışık kıvılcıma dönüşüyor, etraf kıvılcım, uçuşan yıldızlar ve kanla doluyordu. Hava kararmaya başlayınca yorgunluk ve acı da beraber başlıyordu.
Vaso sabah erkenden kalkıp hazırlandı, duasını etti, çocukların yemeğini koydu ve kocasına şöyle dedi:
-Senin olmadığında ben de taşa gideyim. Biz büyük aileyiz.
Glaros’un aklına bu hiç gelmemişti. Onu da işe teşne görünce, fikri kötü bulmadı.
-İyi. Gidebilirsin.
Gittiğini görünce de, seçtiği bu “tutum” ile ne kadar iyi bir iş yaptığını düşündü.
-Bunlar kadındır! Güçlü ve hamarat hayvanlardır.
Bir ara başka kadınlar için de iş bulmayı araştırdı, ama onlarınki sahil kadınıydı, başka tür, daha disiplinsiz, daha zeki. Ama bu şeyin ona ilginç tarafı yoktu, Glaros da vaktini böyle önemsiz şeylere harcamaya alışmamıştı. “E l e n i” ile Poros’a yeni bir sefer yapmayı planladı. “Önce dinamit bulmalıydı.” Şimdilerde bu iş temiz kazançtı: Dinamit dolu tekneyle gece boyu balık avla ve şafakla Kolones burnunu tut, orada balık tüccarı seni beklesin.
VENİS ona bedenini zorla, demişti. Basit insanların bilgiç ağzıyla konuşuyordu.
-Yarından sonra ben de yola gideceğim Anna, dedi Andreas.
Anna hemen anladı.
-Tamam, Andrea. Sana arkadaşlık yapmak için ben de geleceğim.
Hayır, ona arkadaşlık yapmasını istemiyordu. Sonra, hiç de öyle zannedildiği gibi ağır iş değildi. Amacı, yapabileceği daha iyi başka bir iş bulana kadar, yolda çalışıp para kazanmaktı. O zaman evlenme fırsatını yakalayacaklardı.
Andreas, onu acemi sanıp üzülmesin diye Anna’ya:
-Bu işi Anadolu’da yapmıştım, biliyorum, dedi.
S E K İ Z İ N C İ K I S I M
“İrini Veni, ahlaksız herif ve düşler.”
İRİNİ VENİ kayalıklardan gece geç vakit döndü. Hiç bir şeye inanmıyordu ve hayattan beklediği bir şey yoktu. Lakin karanlıkta ne olduğunu anlamadan, inançsızlığı ve kalbinin ıssızlığı, yaşamın ihtiyacı olan dengenin varlığı için içinde belirsiz bir duygu doğuruyordu. “İlkbahar bir şeylere gebe olabilir”, diyordu içindeki gizemli ses. Olsun ama ne? Kim bilir… Fakat işte; kışın ıssızlığı geçecekti, yağmurlar duracak, kalbinin ve vücudunun yalnızlık acısıyla dolu böyle dört duvar arasında gece gündüz oturmaya mecbur kalmayacaktı. Başka bir şey de olabilirdi: Buradan giderlerdi, onları başka bir yere alırlardı veya savaş çıkar ve eski yerlerine geri dönerlerdi, ya da çamurlu sulardan ateşli hastalıklar gelirdi.
Bahar gelmiş, fakat yağmurların kesilmesinden başka bir şey değişmiyordu. Baraka sakinleri kaderlerini kabullenmişti. Sessizce kabullenmişlerdi. Yoksa onun da sonu burada mı olacaktı? İnsanların diktikleri asma çubukları tuttu ve yeşil yapraklar açtı. Göçmenler barakalarını tamamladıkları gibi şimdi hayvan damlarını da diktiler, yavaş yavaş birken iki oldu, ikiyken üç oldu, küçük sürüleri de oldu ve şimdi yeni bitmiş taze çayırlarda otluyordu ve insanlar durmadan kıraç toprakları sürüyordu. Glaros’un kondurduğu kanatlarıyla oyun oynayan yel değirmeninin yanında başka bir tane daha oldu, diğerleri de yapılıyor, insanlar kıtlık zamanları için hazırlık içindeler. Kadınlar yine gebe kalmaya başladı ve birkaç ay sonra bu toprakların çocuklarını doğuracaklar. İrini artık kesin olarak biliyordu ki göçmenler bir daha geriye, memleketlerine dönmeyecekler, asla.
Ateşli hastalıklar da gelmedi. “Onları bekleyerek geçiniyoruz, çünkü insanlar gelecek ateşli hastalık korkusuyla bize çalışıyorlar, bundan dolayı bize ihtiyaç duyuyorlar.” İrini doktora böyle demişti. Hastalık gelmedi, çünkü Doktor Dimitris Venis küçük bir seferberlik yürüttü, barakalarda ne kadar adam varsa topladı ve bataklıkları kuruttular, arıklar açıp çamurlu suları denize boşalttılar.
Alınan büyük önlemlere artık herkes alışmıştı. Her şey zamanla oluyor ve kalıcıydı. “Sizi saran yalnızlığı hissetmiyor musunuz?” Delikanlı omzunda altınlarla ve güzel yüzüyle küçük İrini’ye o uzun gecede böyle demişti. Küçük İngiliz savaş gemisi her sene olduğu gibi o sene de limanlarına gelmişti. Konsolos da bir gece, gemi kaptanının verdiği resmikabul törenine davetliydi. Yaz zamanıydı, İrini beyaz elbisesi içinde babasıyla davete gitmişti. “Hayır. Niçin yalnızlık çekeyim? Delikanlıya böyle cevap vermişti. Nereye istersem seyahat edebilirim. Yaşadığımız yer çok güzel. Bir atım da var.” “Beni affedin, diye mazeret sunmuştu sarışın delikanlıya. Vatanınız hakkında bir şey demek istememiştim.” Bütün gece kaptan köprüsünde konuşmuşlardı. “Gelecek sene de gelecek misiniz?” Diye sormuştu beyaz elbiseli genç kız. “Belki.” “O zaman beni de yanınıza alacak mısınız, beni sizinle denizlere götürecek misiniz?” Diye gülümseyerek delikanlıya sormuştu. “Kim bilir…” Diye cevap vermişti o da.
. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
İrini Veni eve soluk soluğa dönmüştü, çünkü dışarıda gece koyulaşmıştı ve çok korkmuştu. Zemin katta ışık gördü. “Dönmüş”, dedi yol silindirinin makinisti için. Adam ilk defa ona laf attığı zaman içinde tekrar aynı sıkıntıyı hissetti, keskin ve düşmanca bir duygu onu ele geçiriyordu: “Hanımım, sen can yakıcı bir şeysin…” Şimdiye kadar etrafında dönen köylülerden hiç biri asla saygısızca onu görmeye cesaret etmemişti, asla kadın gibi görmeye de cesaret etmemişti. Panik halinde doğru yukarı çıktı ve doktoru bulup ona başka tek söz söylemeden, bu barbarı derhal evimden kovacaksın, dedi.
“Bunu yaparsam doğru olmaz, diye cevap verdi, Venis. Havaların düzelmesini bekleyelim. O zaman açık havada uyuyabilir.”
“Bak, bu yaptığına sonra pişman olmayasın.”
“Buna gerek duymak zorunda kalacağıma inanmıyorum”, diye cevap verdi.
Soysuz da, o zamandan beri avını kovalamaktan geri durmamıştı.
Bir gece kadının yüzüne karşı şöyle dedi:
“Diğerleri yukarıda uyurken, sen buraya in! Bu sana iyi gelecek!”
O günden beri adamla göz göze gelmekten kaçındı, bayağı tavrından öylesine korkuyordu. Gittikçe cevap vermeyi de kesti. İçinde oluşmuş müthiş bir kargaşa vardı, sıkıntılar gün be gün leyleklerin göç törenleri gibi içinde toplanıyordu.
“Ne zaman gidecek?” Sonraki günlerde doktora yine sordu.
“Vakti gelince gidecek”, diye cevapladı, keşke gitse tavrıyla.
Yürüyüşten dönen İrini evin küçük zemin katına girdi ve ona çabucak kısa bir göz attı. Soysuz yıkanmış kurulanıyordu. Kafasını çevirerek hızla geçmek istedi ama adam onu durdurdu.
-Uzağa mı gittin?
-Bırak beni! Dedi, derhal.
-Öğrenmek için soruyorum, çalıyla otla uğraşanlar kayalarda ne yapıyorlar, dedi Soysuz.
Ve sonra:
-Senin kayalarla ne alış verişin var, vaktini harcıyorsun? Yaptığı yürüyüşlerle alay ediyordu.
Kadın hiddetten dudaklarını ısırıyordu. O geminin parıltılı ışıkları altında kaptan köprüsündeki beyaz elbiseli kız kendisi miydi? “Tekrar geldiğinizde beni de yanınızda denizlere götürecek misiniz?” “Olabilir.” Dünyanın çatısındaki yıldızlar gecenin içinde bir bir sönmüştü, çünkü aralarında konuşmuşlardı: “Aşağıdaki küçük İrini delikanlıyla denizlerden bahsediyor…” “Ona ne cevap verdi?” Bir yıldız sormuştu. Diğeri: “Ona, olabilir dedi.” “O zaman biz buradan gidelim. Aşağıda rüyalarla dolu bir seyahat hazırlıyorlar. Artık bize ihtiyaçları yok.” İki yıldız böyle konuştu ve gittiler, arkalarından hepsi onları izledi ve donmuş boşlukta birlikte kaydılar.
-Bırak beni geçeyim! İrini önünü kesen Soysuz’a bağırıyordu. Hayvan adam!
-Bu akşam gelecek misin? Adam yüzsüzce ısrarını sürdürdü. Bu sahip olacağın son şanstır. Aç olduğunu biliyorum. Ben yarın buradan gideceğim!
Yarın mı gidiyor? Evet, burada işler ters gitmişti. Önce yol işinde her şey iyi başlamıştı, ama sonra aynı şirketin Halkida’da yaptığı başka bir yol inşaatında silindire ihtiyaç duyulmuştu.
-Pişman olacaksın, dedi yine makine sürücüsü. Yarın gidiyorum! Gidiyorum! Gelecek misin?
Kadın vahşice atıldı, onu bütün gücüyle itti ve kendini yukarı kata çıkan basamaklara attı.
Bütün aile lambanın zayıf ışığı etrafında toplanmıştı ve suratlar Dimitris Venis’den taşan mutlulukla parlıyordu. Acaba ne konuşuyorlardı?
Oradakiler Venis ile Anna, Maria teyze ve Andreas’dı.
-Uzaktan mı geliyorsun? Venis ona sordu. Saat geç oldu.
İrini nefes nefese oturdu, tık nefesti, cevap veremedi.
-Uzaktan mı geliyorsun? Tekrar sordu Venis.
-Oradan geliyorum! Eliyle kayalıkları gösterdi.
-Seni geçerken gördük. Anna ile gül tarlasındaydık. Sen de bizi gördün mü?
Hayır, onları görmemişti.
Biraz sonra:
-O halde, sana müjdeyi verebilirim…, doktor gülümseyerek yavaşça, uysal tavırla anlatmaya hazırlanıyordu.
Kadın birden döndü ve ona baktı.
-Ne oldu?
Doktor derin bir soluk aldı ve kelimeleri tek tek vurgulayarak:
-Çubuklar tuttu. Güller de olacak.
Bütün gözler İrini Veni’ye çevrildi.
-İnandığım gibi, dedi Venis. Çorak ve tuzlu toprakta…
“İnandığım gibi”, diye tekrar etti, sesi tatmin olmuş hayvanın içinden fırlamak isteyen sesin derin tonunu gizlemeye çalışıyordu. “E, ne diyorsun?...”
Şimdi karısını tam karşıdan görüyordu, her taraftan köşesine kıstırılmış vahşi hayvan gibi oturuyordu.
-E, ne diyorsun?
-A! Demek tuttular…, mırıldandı hafif sesle.
-Evet, tuttular! Venis tekrarladı, düşmanca bir keyifle, acımasızca.
Kızı ve kardeşi kocasının çevresinde güç birliği etmiş oturuyordu, büyüyerek açılan gözlerden bir sıra, büyüyorlar, odayı dolduruyor, sanki ona herhangi bir sorumluluk arıyorlar.
-Her şey inandığım gibi sona erecek, dedi yine acımasız düşman ses. Andreas’a da sordu, konuşsun istiyordu.
Zira kendisine yöneltilen bir soru olmamıştı:
-Sen barışı buldun, çocuğum. Öyle değil mi?
-Öyle…, yavaşça cevapladı, büyülenmiş gibiydi delikanlı.
-Angelos da bir gün dönecek. Maria teyze de, odayı dolduran inanç ve hayal ortamında kendinden geçerek mırıldanıyordu.
Üç sıra göz, Andreas’ın, Anna’nın, doktorun gözleri kalkıp aralarında bakıştı.
-Evet, bir gün dönecek, doktorun kararlı sesi tekrarladı. Hepimiz burada o mutlu anı bekleyeceğiz, sonuna kadar. Değil mi Anna?
-Öyle baba.
-Öyle mi Andrea?
-Öyle.
-Öyle mi Maria?
-Öyle, Dimitri.
GECE KATRAN GİBİ çöktü ve Anavisos toprağında ıssızlık koyulaştı. Karanlığa gömülen tepeler büyüdü, etrafa korku salarak yükseldi, güneyden kuzeye yıldızları ve güneşin doğduğu yeri gizledi. Yer bir hapishane oldu. İnsan eli asırlarca toprağı hırsla kazıyor. Toprak yavaş yavaş biçim alıyor, bir mezar oluyor, daha gerçek bir biçim. “Hepimiz mutlu olacağız b u r a d a, s o n a k a d a r. . .”, diyordu Dimitris Venis’in sesi. Sona kadar. Sesinde düşmanca bir ifade vardı, bütün kâhinlerin sesinde olduğu gibi.
İrini Veni birlikteki yaşamlarında bu ses tonunu ilk defa keşfediyordu. Bunu da son kehanetiyle keşfetmiş oldu. Sesleniş onaydı: gel, en sonunda, buraya. Geçen yıllarda günlerime hükmettin. Asla kendinden başkasını düşünmedin. Bedenim günlerini bedenine bağlı geçirdi ama yabancı ve yalnız kaldı. Aklım ve kalbim de böyle geçirdi, aklın ve kalbine yabancı ve yalnız. Vakit geldiği zaman sana yukarda soracaklar: “Aşağıda, yeryüzünde kiminle karşılaştın?” Sen de onlara cevap vereceksin: “Hiç kimseyle. Sadece kendimle.” Sana daha soracaklar: “İnanıyor musun, en azından rüyalara ve hayallere, alçak gönüllü insanların gösterişsiz işlerine?” Sen de cevaplayacaksın: “Hayır.” “Peki, aşağıdaki borçlarını ödedin mi?” Sen de onlara haklı olarak ödediğini söyleyeceksin, çünkü burada, yeryüzünde insanların kaderidir ödemek. Gel öyleyse, şimdi bu toprakta, tepelerle kapatılmış bu yerde, gel ellerin kanasın biraz: burada bir mezar hazırlanıyor ve onu sen yalnız açacaksın.
İRİNİ VENİ gece yarısı yataktan sıçradı. Evde herkes uyuyordu. Gözleri alabildiğine büyümüş ve nerdeyse yuvalarından fırlayacaktı. Şiddetli bir kasılma bütün vücuduna yayılıyordu.
-A, buna hayır, hayır… hayır…
Dimitris Venis yanında mışıl mışıl uyuyordu. Hafif soluğunu duydu. Uykusunda güldüğünden emindi. İçinde aniden, huzur içinde dinlenen bu vücuda karşı, derin ve dayanılmaz bir nefret kabardı. Yavaşça kalktı ve sırtına bir örtü attı, merdivenleri indi.
Soysuz uyuyordu. Karanlıkta, gözünün alışık olduğu odada onun karaltısını kolayca seçti. Bir an durdu, sonra karar vererek olduğu yere doğru yürüdü ve onu bütün gücüyle silkeledi.
-Kalk!
-A, sen misin? Gel öyleyse! Makinist aç gözlerini ovuşturarak, onu kendine çekmek için ellerini uzattı.
İrini Veni:
-Kalk yataktan! Diye emretti.
Giyinmesini bekledi, dış kapıyı açtı ve kendini geceye bıraktı.
-Neden koşuyorsun? Soysuz bir anlam veremeyerek soruyordu. Fakat öteki, arkasına bakmadan koşuyor, koşuyordu. Gece koyu karanlıktı ve terden sırılsıklam olmuştu. Tuzak gibi hendeklerin, kocaman toprak keseklerinin üzerinden sıçrıyor, kendinden geçmiş, deli gibi koşuyordu. Bir an ayağı takıldı ve düştü. Hemen kalktı, ses çıkarmadan ürkütücü yolda koşmaya devam etti.
Gül tarlasına varmışlardı. İrini bir an durdu ve kararsız kaldı, toprakta nefes alıp vererek dinlenen, kendilerini yaşamlarının ilerideki güçlüklerine hazırlayan köklerin arasında biraz soluk aldı. Sonra eğilerek, eline gelen ilk kökü aniden hırsla çekip topraktan ayırdı. Atıldı ve diğer kökü de söktü. Sonra da hırstan deliye dönerek bir biri üstüne sökmeye başladı.
-Sök! Hayal kırıklığı ve umutsuzca arkasındaki soysuza bağırdı. Sök!
Ellerinden kan akıyordu ama hiçbir şey hissetmiyordu.
-Sök! Diye, inliyordu. Sök!
Adam, baştan çok şaşırtıcı, sonra garip bulduğu durum karşısında keyif almaya başladı.
-Başka bir şey! Dedi ve gülleri kökünden sökmeye o da başladı.
İşleri saatlerce sürdü. Beli bükülünceye kadar, kan revan içinde kalıncaya kadar, sonunda İrini veni kendini burun üstü yere attı. Hızlı hızlı nefes alıyordu, derinden. Soysuz da yere düşen gövdenin üzerinden bağırıyordu:
-Yarın sabah şenlik var, yarın ihtiyarı gör sen, buraya gelince!
Aniden kadının bedenini kavradı ve gökyüzüyle yüz yüze getirdi. Onu soymaya hazırlandı. Ama kadında kalan son güç onu durdurdu.
-Şimdi olmaz, bırak beni…, diye yalvarıyordu. Yarın ne istersen yap.
Sesinde derinden gelen, yürek parçalayıcı bir yalvarış vardı ve nefsi uyanmış hayvanın kalbine kadar işleyip onu yumuşattı.
-Yarın gidiyorum, dedi ona, avını bırakmak istemeyerek. Şimdi dur!
-Ben de seninle geleceğim, dedi kadın yavaşça ona.
Onunla mı gidecek?
-Ne diyorsun? Nereye gideceksin?
Nereye olursa gidecek. Ona ne isterse yapabilir ve istediği yerde bırakabilir. Aradığı o değildi. Bu geceki işten sonra artık burada kalamazdı.
-O! Bu zamanı bulabilecek miyiz? Ben kâh orda kâh buradayım, yolları düzlüyorum. Seni ne yapacağım?
-Geleceğim! Sesi yine sert tonunu bulmuştu. Dağın arkasına çıktığımız anda bana ne istersen yapabilirsin. Bırakabilirsin de…
Soysuz o zaman bu işin aldığı şekli gördü. Hiç de kötü değildi. Halkida yollarında onu yanına alsa mıydı? Tabii, genç kızcağız değildi ki sıkıntı olsun. Ama ondan bıkarsa, o zaman pabuçlarını eline verirdi.
-Şimdi gideceğiz! Dedi İrini Veni.
-Ama şimdi gece yarısı.
-Onun için şimdi gideceğiz.
Kalktılar.
-Ben makineye gidiyorum, dedi adama. Seni orada bekleyeceğim.
-İyi, yanına bir şey almayacak mısın?
Hayır, artık eve dönmesi bahis konusu değildi.
Serin toprak kokusu sökülen gül kökleriyle çevreye yayılmıştı. Solucanın biri sökülen kökle beraber topraktan çıkmış, dünyanın görüntüsünden şaşkına dönmüştü, dışarda beklemediği bir yolculuk yapıyordu, toprakta yeni bir sığınak bulmaya bakıyordu ve arıyordu.
. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
Maria teyze, aniden gecenin sessizliğini dolduran büyük gürültüyle uyandı.
-Ne oluyor? Küçük Anna da yataktan sıçradı.
Sonra hemen hatırladı:
-A! Silindir gidiyor, dedi. Dün babamdan duymuştum. Bir şey yok.
Kuru gürültü gecenin sessizliği tarafından emildiği zaman da yattı uyudu.
D O K U Z U N C U K I S I M
“Anna.”
GÜNEŞ Anavisos tepelerinde kendini yeni göstermeye başlamıştı. Anna uyandı. Gözlerini ovuşturdu:
-Ah! Ne rüyaydı…
Bırak rüya olsun. Öyle güzeldi ki! Yeryüzünde her şey beyaz, kırmızı ve gök mavisi parlıyordu. Yazdı. Yer her taraftan açık görünüyordu, bir sınır yoktu, uçsuz bucaksız. Sadece bir tarafın ufkunda beyaz duvarlar yükseliyordu. O beyaz nesneler, ne dağ ne de kayaydı. Başka bir şeydi, sanki yoğun beyaz köpükler kurumuş ve katı bir yığın olmuştu. Anna isterse o upuzun açıklığı geçip beyaz duvara kadar varabilirdi. Çünkü küçük Anna Veni yaşamın çok taze güçlerini içinde hissediyordu. Yanlarına vardığı zaman kafa yordu ama bu beyaz duvarların neyin nesi olduğunu anlayamadı. Fakat ona iyi şeyler gibi görünüyordu ve sordu:
“Buranın gerisinde ne var?
Ona cevap verdiler:
“Sen Anna Veni misin?”
“Evet, benim.”
“O zaman eğil göreceksin.”
Beyaz duvarlar yana çekilip yol açtı ve Anna onların arkasında bilmediği bir memleketi gördü.
Oradaki dünya artık mavi değildi, kırmızı da değildi, beyaz da. Altın rengiydi. Acayip altın rengi kuşlar cıvıldayarak, ışıltılar yansıtarak memleketin içinde yüzüyordu. Çok derinden duyulmamış bir müzik sesi geliyordu.
“Müzik nereden geliyor?” Anna beyaz nesnelere sordu.
“O! Çok uzaklardan geliyor!”
“Şarkı söyledikleri yerde insanlar mı var?”
“İnsanlar var ama çok az.”
“Neden çok az?”
Beyaz duvarlar o zaman Anna’ya cevap verdi; her bin yılda bir sadece bir insanın geçmesi için geri çekiliyorlardı ve kuşları altından yere bir insan girebiliyordu.
“Son geçenden sonraki bininci yıl yakın mı?” Anna sordu.
“Bin yıl bugün bitiyor.”
“Güzel beyaz arkadaşlarım, öyleyse bırakın beni, ben de geçeyim!”
“Zaten biz de seni bekliyorduk!”
Anna o zaman eğildi ve gizlice onlara sordu:
“Yanıma Andreas’ı da alabilir miyim? Beni seven delikanlıdır.”
Fakat beyaz duvarlar üzülerek cevapladılar:
“Hayır. Anna. Bu olmaz. Yalnız geçebilirsin.”
O zaman Anna onlara, altın kuşların memleketine giren geçiti kapamalarını ve geçmesi alnına yazlı olan başkasını yine bin yıl beklemelerini söyledi, çünkü yalnız gidemezdi.
Güzel beyaz nesneler de geçiti kapattılar ve ona şaşırarak şöyle dediler:
“Bu evvelce hiç olmadı. Şimdiye kadar gök mavisi yerden gelip de burasını görüp yüz çeviren bir insan çıkmadı. Onu bu kadar çok mu seviyorsun, Anna?”
“Onu o kadar çok seviyorum.”
YATAKTAN KALKTI ve babasını bulmak için yatak odalarına koştu.
- Anneni gördün mü acaba? Babası sordu.
-Hayır baba. Sabah yürüyüşüne çıkmıştır. Gün o kadar güzel ki!
-Evet, çok güzel gün.
-Giderken makinenin gürültüsünden gece sen de uyandın mı?
Hayır, uyanmamıştı. Derin uykudaydı.
-Sonunda gitti o.., Venis rahatlamıştı. Annen sevinecek.
Anna da kafasını sallayarak tasdik etti.
-Ben şimdi oraya doğru gideceğim baba, dedi ve yol inşaatını gösterdi. Belki biraz uzağa da gidebilirim.
Çok güzel gündü, tuz sütunlarının ötesindeki küçük tepe ormanı iyi olacaktı.
-Sana yemeklik ot da getireceğim baba. O tarafta çok var.
İçinde garip bir sevinç hissediyordu, kuvvetli bir iyimserlik dalgası ve sevecenlik. Eğildi, babasını alnından öptü.
-Çok mu sevinçlisin Anna?
-Çok sevinçliyim baba.
İçeri gitti ve Maria teyzeyi de öptü.
Dışarı çıkarken onları öpme gibi bir alışkanlığı yoktu. Bu yüzden yaşlı kadının garibine gitti.
-Ama nereye gidiyorsun? Gülümseyerek ona sordu. Sanki uzun seyahate çıkıyor gibisin.
-Diyelim ki seyahattir, teyze! Sevinçten adeta uçuyordu. Bir altın toprağa ot için yapılan bir seyahat!
Yolda çalışan işçiler artık onu tanımıştı. Her gün gidiyordu, Andreas’ın elleriyle çıkardığı mıcır kümelerinin üzerine oturuyor ve hem onu yüreklendiriyor hem de şakalar yapıyordu.
-Gör bak! Şimdi taşlardan ne çıkacak! Ellerine biraz taş kırığı alıyor sıkıyordu.
-Ne çıkacak, Anna?
-Bir koca! Diye ona cevap verdi ve gözlerinin içine çok ciddi baktı. Bunu baba diyor. Ben de babaya körlemesine inanırım.
Andreas o zaman işi biraz bıraktı ve laflamaya başladılar. Yol çavuşu onları gözlüyordu ve adam önceden Anna’ya bağırmıştı. Fakat kız sert iklimlerine bahar havasını yanında öyle bir getirmişti ki, adam da üstelememiş, onu gülümseyerek selamlamıştı.
-Orada, demişti, kızı görünce Andreas’ın çalıştığı yeri göstererek.
Onu uzaktan eliyle selamladı ve yolun iki yanında saf olmuş taş kıran adamların arasından geçerek, erkek arkadaşına koştu. Çilekeş suratların hepsi kafalarını ilkbahara çevirdi ve ona gülümsedi.
-Günaydın, kızım!
-Günaydın kızım!
Vaso bu sert işte onlarla çalışan tek kadındı. Anna, Andreas’dan sonra her zaman onun yanına da gidip biraz laflardı. Anna yol inşaatından ayrıldığı zaman taşa vuran çekiçlerin ritmi hızlanıyordu ve çavuş bundan çok memnun oluyordu.
BU KADAR ERKEN! Neden? Andreas, kız yanındaki taşa oturunca sordu.
-Babam için ot toplamaya gideceğim, dedi pürneşe. Bugün onu sevindirmek istiyorum.
-Fakat neler oluyor sana? Kızın yüzünün ışıl ışıl parladığını görerek sormuştu.
A! Ona ne olmuştu! Küçük Anna geceleyin altın kuşlu memleketin kapısından geri dönmüştü. Her bin senede sadece bir insan içeri girebiliyordu. Bin sene onu beklemişlerdi, -fakat o reddetmişti. Kapıyı bekleyen beyaz duvarlar bunun şimdiye kadar hiç olmadığını söylemişti.
Rüyayı Andreas’a anlattı. Özverisini.
-Bunu senin için yaptım, dedi delikanlıya tatlı tatlı gülümseyerek.
Andreas neşeyle güldü ve alaycı edayla:
-Ama rüyaydı! Özveriydi ama rüyada…
O zaman kızın yüzündeki gülümseme kayboldu. Aniden ciddileşti ve ona dik dik baktı.
-Aynını yaparım, dedi ona. Ben rüyalara gerçek hayat gibi inanırım.
Andreas birdenbire düşüncesini bir noktaya topladı, neşesi bir anda kayboldu.
-Rüyada her taraf som altın mıydı dedin?
-Evet, her yer altın. Neden sordun?
Andreas şimdi yine geriye doğru seyahate çıkıyor, Anadolu günlerine, Angelos’la beraber oldukları son geceye, altından harcı hatırlıyor.
Bir önseziyle tarifsiz biçimde kalbi sıkışmaya başladı.
-Gitme oraya, dağa gitme. Rica etti.
Ama Anna anlayamıyordu.
-Ne diyorsun? Diye bağırdı, neşesini tekrar bulmaya çalışarak: Neden gitmeyeceğim? Babama söz verdim, ona ot toplayacağım. Gideceğim! Dedi.
Delikanlı ona ne diyeceğini bilmiyordu.
Kız yerinden kalktı ve hoşça kal dedi.
-Hoşça kal Andrea!
-Hoşça kal Anna!
Sonra Vaso’nun yanına geçti ve gülümseyerek sırtını okşadı.
-Merhaba, Vaso!
Yoldaki bütün adamları selamladı.
-Hoşça kalın! Hoşça kalın!
Gittikten sonra bile tanrının ilkbaharı hala aralarındaydı, oysa saatler geçmişti, güler yüzlü hareketli nokta beyaz tuz piramitlerinin gerisinde kaybolmuştu.
HARİTOS ağır ağır ilerliyordu. Dört saattir yürüyordu. Sahilin öbür başından, Vuliagmenis ve Varkizas’ların yerinden dönüyordu. Oraya, dinamit bulabilmek için dünden gitmişti -Glaros’la öyle düşünmüşlerdi. Dinamiti bulurlarsa kayık o zaman altın para basacaktı!
Haritos Barkizas’ın yerinde de Vuliagmenis’inkinde de dinamit bulamadı. Onu güvenilir görmediklerinden vermedikleri anlaşılıyordu. Gece orada bir iki saat uyuyabildi ve şafak yıldızı doğunca, Anavisos’a dönmek için yola çıktı. Gece ayaz yapmıştı, yolda giderken aklını büyük işlere çalıştırıyordu: Acaba Haritos’un kendine ait bir kayığı, kayıkta bir tayfası, kendisi de kaptan olamaz mıydı? Diyelim ki seyahatin birinde, hava onu ıssız bir karaya atar, denizdeki birçok adalardan birine. O zaman kaptan, yani Haritos, tayfayla beraber, rüzgârsız bir yer bulup ateş yakmak için kayalıklara çıkarlar, balık çorbalarını yapıp içerler. Orada vahşi kayaların arasında, garip bir geçit bulurlar, patika yol gibidir. Haritos arkasında tayfası patikaya girer. “Sanki bir zamanlar buradan bir insan ayağı geçmişti.” Fakat tabi ki insan geçmiş olacaktı. Patikanın sonunda, kayalıkların ortasında, kocaman duvar gibi korkunç bir kaya yolu kapatıp önlerini keser. Haritos kayayı inceler, büyüklüğünden hayrete düşmüştür, kayanın tepesinde dörtgen şeklinde yarıklar görür, sanki bir boşluğu kapatsın diye bir plaka koymuşlardı. “Garip!” Diye düşünür. Üzerine basıp çıkmak için bir taş yuvarlar, yarığa çıkar ve tayfayı küçük bir demir manivela getirmesi için kayığa gönderir. Çok uğraşır. Ama sonunda boşluğu kapatan taşı kaldırıp kenara koymayı başarır, kayanın kalbinde kemerli bir yol görünür. Haritos tayfayı dışarıda beklemeye bırakır içeri girer. İçerisi derin ve karanlıktır. Fakat çok gitmesi gerekmez: ayakları bir şeye takılır. Eğilir ve ne olduğunu anlamak için elle yoklar, kalbi şiddetle çarpmaya başlamıştır. Orada ayaklarının allındaki küçük bir ağaç sandıktır. Kapağına vurur, manivelayla kanırtır. Ellerini açılan sandığa sokar ve o zaman parmakları arasından dökülen uyuyan altının şıkırtısını duyar. Elini ne kadar daldırsa dibini bulamaz. Korsan definesi böylesine çoktu. İlk düşündüğü tayfanın yok olmasıydı –- kayanın sırrını yalnız o bilecekti. Bir an, karanlıkta, ıslak kayanın üzerinde, altın şıkırtıları içinde aklından şu fikir şimşek gibi geçti: “Onu öldürsem mi?” Düşüncesiyle bile sırtından soğuk ter boşandı. Hayır! Bin defa hayır! Böyle bir şey aklından nasıl geçer, nasıl adam öldürür ve üstelik daha bir çocuk! Haritos bunu asla yapamazdı.
. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
Güneş Attiki sahilleri üzerinde doğuyordu, gecenin ayazını sürdü attı, korsan hazinesini de kayayı da Haritos’un aklından kovdu, şimdi daha gösterişsiz şeyler düşünmeye başladı: Kaptanı Glaros onu ayda bir defa bıraksaydı, o gün tekneyle yakaladığı balıklar onun olsaydı ne iyi olacaktı! Tanrı isterse neden olmasın? Önündeki günlerin biri bu şanslı gün olabilirdi, Haritos balıkların geçiş yolu üzerine düşebilirdi. O zaman ne zengin olurdu! Ne mutlu olurdu bu dünyadaki varlığı! Evet, bu olabilirdi. Bu dünyada her şey olabilir. Herşey.
. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
Haritos artık küçük çam ormanına, Anavisos ovasını Varis yaylasından ayıran üç tepelere varmıştı. İnsanın geçtiği bir yer değildi. Tümden ıssızdı, ölüm sessizliği hüküm sürüyordu. Kuru ağaç yaprakları bakir toprak üzerinde kalın bir yatak yapmıştı, yalınayak yürüyen adamın ayak izleri kayboluyordu.
Haritos içinde sevinç duyuyordu. Islık çalarak ilerliyordu. Küçük bir yükseltiyi dönünce aniden kendini kapalı bir alanın ortasında buldu. Çamlarla çepeçevre çevrilmişti, sadece batıya Saronikos denizine, Fleva’ya doğru ışıl ışıl, sessiz sakin bir açılışı vardı. O dinginlik tarafından birkaç metre ötede, yere eğilmiş gövdesiyle, yere bakan başıyla, bir beden, iki genç çıplak ayak vardı, bir genç kızdı.
-Hey! Haritos durarak yüzünü mutluluk manzarasına doğru çevirip seslendi. Sesi dinginliğin içinde bir anda her yeri doldurdu. Eğilmiş gövde yerden doğruldu, iki çıplak ayak şimdi yere daha sağlam basıyordu. Anna korkarak arkasına döndü:
-A, sen misin?
Ve hemen, onun önemsiz varlığını tanıyınca, rahatladı.
-Korktum…, dudakları arasından fısıldadı.
Sonra, bütün gücüyle seslendi:
-Nereden geliyorsun?
-Anavisos’un Varis’inden dönüyorum. Sen?
-Ben ot topluyorum.
-A, otlar…
O da mı toplasa?
-Haydi, hoşça kal! Diyor Anna ve ilgi göstermeyerek tekrar yere eğiliyor.
Cevap yok. Bir dakika, iki dakika geçiyor.
Kızın gövdesi tekrar doğruluyor. Geriye dönüp bakıyor, neden ona hoşça kal dememişti.
-Gitmedin mi?
-Hayır, ben de ot toplayacağım.
-İyi.
Anna tekrar yere eğiliyor. Bulunduğu yer yokuşlu. Bacaklarının çıplaklığı şimdi eğilmişken dizlerinden çok daha yukarı çıkmış, dipdiri sıkı vücut orada parlıyordu. Kanın kaynamasına ne kadar kaldı? Haritos bir ot çıkarmak için eğiliyor, çekimden kurtulmak için çaba gösteriyor, ama çıplak ışık orada, daha yukarda, - dizlerden. Gözleri oraya çivileniyor, korkuyla ve sinsice. Onları yere indiriyor fakat yine baktıkları yere dönüyorlar. Kanın kaynamasına ne kadar kaldı? Isı yükseliyor yavaşça, çok sıcak, ormanı yakıcı, onu boyuyor, kanı kirletiyor, aklı kirletiyor. Çevre dingin, ölüm sessizliği, her yer çıplak bir vücut olmuştur.
Artık gözleri alev alev yanıyordu. Yavaşca kıza doğru ilerliyor.
Kız adımların kuru çam yapraklarında çıkardığı hafif gürültüyü duyuyor.
Kalkıyor. Dönüyor ve ona dikkatle bakıyor.
-Ne var?
Gözler dolaşıyor, kazıyor, tahmin edebilmenin yolunu arıyor.
-Ne var? Anna tekrar soruyor, tahmin etmekte aciz kalıyor.
Fakat diğeri, düşman vücut, cevap vermiyor. Bütün gözenekleri, bütün kanı, kemikleriyle tüm vücudu, hepsi birden bellek olmuş, uzaktaki Egina’nın küçük deresinde, ağacın altında gördüğü büyük resim dışında başka bir şey hatırlamıyordu; inleyen çıplak kız ve üstünde inleyen diğeri, arkadaşı.
-Ne var? Anna üçüncü defa sordu ve aniden karşısındaki vahşi hayvanın gözlerinin içinde olanı anladı ve çığlığı bastı.
Adam üstüne atıldı ve onu yakaladı.
-Gel!
Kız kurtulmak için umutsuzca çabaladı ve acı çığlıklarla koşmaya başladı:
-İmdat!... İmdat!...
Ama Haritos, şimdi daha vahşileşmişti, ona yetişti ve tekrar yakaladı, kuvvetli avuçlarıyla tutup yere attı. Genç vücutla temas kanını daha hızlandırmıştı, kanı bir kere daha karıştırdı.
-Dur! Üzerine diz çökmüş böğürüyordu. Başkasına durduğun gibi dur!
Fakat kızın ağzından çıkan sesler gittikçe şiddetini arttırıyordu. Ve mücadele adamdan yana oluyor, kızı kıskıvrak tutuyordu. Anna bütün gücünü toplayarak, bir an, yerden dizleri üstüne kalkabildi ve eline geçirdiği bir taşı adamın suratına indirdi. Adam kendinden geçer gibi oldu fakat hemen sonra kızın elini tutup büktü ve aynı taşla vurdu, kafasına hırsla vuruyordu, vurdu, vurdu, vurdu. Kızdan sıçrayan kan suratına sıçramıştı, adam devamlı vuruyordu, kızın çığlıkları sönüp, can çekişen bir sızlanma olana kadar vurdu.
Şimdi artık hürdü, kızın direnişi yenilmişti, Haritos genç kızı soydu ve ona tecavüz etti, can çekişen sızlanmalar böğürtülerle örtüldü, tepelerin dinginliği içinde yavaşça söndü.
HARİTOS kalktı. Anna’ya baktı. Kıpırdamıyordu. Sadece, ayakları altındaki vücudu, belden aşağısı çıplak, güneşte parlıyordu. Güneş akan kanı da parlatıyordu.
Vahşi hayvan tatmin olarak derinden inledi.
-Ah!
Bir kere daha kanlı yüze bakar gibi oldu. Ama o zaman, onu göremediğini gördü, ona bilinmez yeni bir şey gibi göründü: korku geldi.
Korkuyla oradan uzaklaştı, önce yavaşça, sonra adımlarını açtı ve av hayvanı gibi koşmaya başladı. Önünü görmüyordu. Bir an çalıya bastı, kaydı ve düştü. Kalktı, yüzünü tuttu ve o zaman parmaklarına kızın kanı bulaştı. Bir ot, sadece toplayabildiği bir kök, olan biten içinde avucunun içine yapışmış, kanla yoğrulmuştu, garip kırmızı bir yılana benziyordu. Onu avuçlarından sıyırdı ve tiksintiyle silkeleyip attı. O zaman anladı, ilk defa o zaman, suratı kızdan sıçrayan kanla doluydu, daha hızlı koşmaya başladı, ardına bakmadan.
Ne kadar zaman geçti?
Yorulmuştu. Şimdi önünde o kuyu vardı. Bir zamanlar, Anna aynı kuyu önünde Zambeta ile durmuştu ve onu bir insana götürmesi için tanrıya yalvarmıştı. Haritos susamıştı, susuzluktan yanıyordu. Etrafa baktı, acaba bir kova bulabilir miydi? Bulamadı. Çobanların bu zamanlar geldiği görülmezdi ve kovalarını almışlardı.
Kuyuya eğildi. Dipteki durgun suda dimdik sert saçlarıyla kafasını göründü, karmakarışık, korkunçtu.
-Su, diye düşündü. Su… Su…
Kuyunun içine daha dikkatli baktı. Ustaca yapılmamıştı, taşlar kenarlarda yer yer dışarı fırlamıştı, onları basamak yapıp inebilirdi.
Kuyuya girdi ve inmeye başladı. Başta korkmuştu sonra cesareti arttı. Dipten yüzüne suyun serinliği çarpıyordu, onu kendine getirdi. Biraz daha. Ha gayret.
Sonunda vardı. Sudaki görüntüsünü elleriyle karıştırarak bozdu, yüzünü yıkadı. İçti. Sonra yine yukarı yeryüzüne çıktı.
Şimdi kendini daha iyi hissediyordu, sadece yorgun olduğunu anlıyordu. Yorgun. Bir ağacın altına oturdu, hafiften rüzgâr esiyordu. Hatırladığı hiçbir şey yok, iz yok, içinde her şey karmakarışık, birbirine dolanmış, tepesinde güneş, bir derin yorgunluk, derin bir yorgunluk…
Yattı ve uyudu.
DİMİTRİS VENİS gül tarlasındaki yıkımı biraz geç öğrendi. Küçük bir çocuk oradan geçerken gördü ve koşup anlattı.
-Gülleri kökünden sökmüşler! Gülleri kökünden sökmüşler! Hepsi toprakta yatıyor!
Ne oldu, diyor? Çıldırmış gibi düşlerinin tarlasına vardı. Yemyeşil tomurcuklu fidanlar yerde yatıyordu, kırılmış ve yalnız başlarına. Serin kara toprak köklerle beraber dışarı çıkmış ve kurumaya başlamıştı. Ölüm kesindi.
Venis’in elleri titredi, ağzından çıkan heceler bağlanıp anlam kazanmak için boşuna uğraşıyordu.
-Kim yaptı bunu? Hangi vahşi hayvan olabilir, bunu yapan…
Ölü fidanlardan birine eğildi –küçük hayallerinden birine- eliyle yokladı, sanki onunla konuşuyordu, sanki her birinin sadece onun bildiği ona özgün bir hikâyesi vardı ve şimdi ölmüşlerdi ve ölü insanlara yapıldığı gibi onunla yaşamını konuşuyordu.
-Senin için neler çektim…, ne ümitlerim vardı senin için…, diyordu fidanlara.
Sonra, hatırladığı ilk yüz Anna’nınki oldu.
-Neredesin kızım, gel bak… Sen de bunu gör…
Anna! Anna! Ne zaman döneceksin, küçük Anna, başka bir şey için değil, sadece “bunu” görmen için gel. Ne zaman döneceksin?
ÖĞLEN GELDİ ve kimse görünmedi. Ne İrini Veni ne de Anna! Akşam da geldi. Yıkım Foçalıların barakalarından şimşek hızıyla geçtiğinde güneş Egina’nın dağında alçalmaya başlamıştı.
-İrini Veni kayboldu! Küçük Anna kayboldu! Fidanları söktüler gül tarlasında!
Kötü haber barakaların üstünden geçti, yolda çalışan insanlara ulaşıp, dinginliği tekrar bulmaya çalışan delikanlıya vardı, Andreas’a. Bulut gibi gelip onları ezdi. Çekiçler durdu, taşlar onların vuruşunu bekliyordu. Oradan geçen ve oturan sabah sevincinin ruhu hala taşların üstünde; küçük hayal, rengârenk bir fistancık, aydınlık bir çehre, Anna. Onları selamlayıp geçtiği zaman vakit sabah değil miydi?
Sonra aniden, bulut kalktı, çekiçler yere vurdu, yoldaki insanlar yerinden fırladı. Çavuş onları boşuna durdurmaya çalıştı.
-Neden oturuyoruz, öyleyse! Neden oturuyoruz! Kızın nereye gittiğini biliyoruz! Gidelim, bulalım!
Barakalardaki tüm insanlar, yoldaki tüm çalışanlar, Dimitris Venis, Andreas yerlerinden fırladılar, tuz sütunlarının ötesindeki yere doğru koşmaya başladılar. Haritos da onları arkadan takip ediyordu. Sadece, Fotis Glaros onlarla gitmedi. Bir saban almak için dün Mesogia’a gitmiş, aradığını iyi fiyata bulamamış ve bu sabah Anavisos’a dönmek için yola çıkmıştı, yolda yalnız yürürken uzaktan silindirin sesini duydu, o da aynı yoldan yukarı çıkıyordu.
-Çok yaşa sen! Çok çalıştın bize! Bu toprakların ters şeylerine gülerek dalga geçiyordu.
Güneşin altında ilerliyorlardı, bir taraftan makine diğer taraftan O. Makineyi görünce bir şey Glaros’un garibine gitti. Makinenin dümeninde iki surat seçiliyordu. Biri tabi şofördü. Ama öteki? Merakı gittikçe büyüyordu.
“Diğeri kadına benzemiyor mu?”
Sonunda karşı karşıya geldiler. Glaros yolun kenarına çekildi makineye yol açtı. Durmuştu. Gördüğü karşısında şaşkınlıktan ve dehşetten gözleri yuvalarından fırlayacaktı: İrini Veni solgun yüzünü şoförün omzuna dayamış uyuyordu, ağır demir makinenin üzerinde, şeytani gürültü içinde yola çıkmıştı, zorlu yokuşu çıkan makine onu tepelerin sınırlarından öteye taşıyordu.
Glaros öğleden sonra barakalara döndü, haber yayılmıştı:
-Kayboldu İrini Veni! Kayboldu Anna! Gülleri söktüler!
Üç olay Glaros’un kafasında aniden birleşip tek olay olmuştu, kader insanları birbirine dolamıştı, sevinçlerini ve felaketlerini. Bilmeden bir yorum, yorum için bir başlangıç bulmaya çalıştı. Bir şey. Gözünde canlanan sadece, onun yalnızlığıydı, temel neden buydu, başlangıç, –yapamıyordu, kaçan oydu, İrini Veni. Yalnızlığı dayanılmazdı, sert vuruş da iyi yürekli insandan geldi, Dimitris Venis.
Olaylardan altüst olmuştu, komşudan bir at bulmaya gitti. Ortalıkta kimse yoktu, Vaso bile yoktu. Komşuyu bulamadı. Sormadan atı aldı, onu eyerledi ve makinenin çıktığı yola atıldı, inançsızın peşinden.
Söylentileri duyan her şeyi gören tuz sütunları da birbirlerine sordular:
“Ne oluyor?”
“Hiç. Oynuyorlar.”
KÜÇÜK ANNA’yı güneş batarken kanı ve çıplaklığı içinde buldular. Onu ilk Venis gördü, izlediği yolun isteği onu doğru oraya götürmüştü. Üzerine yığıldı, artık sıçramayan kanı ellerine yüzüne doldu.
-Kim sana zarar verebildi, kızcağızım?... Kim, küçük meleğim!...Ben de sökülen gülleri göreceğin için kaygılanıyordum…
Büyük acıdan dilleri tutulan çevresindeki herkes, barakalardaki fukaraların tümü, ölümle sarmaş dolaş olmuş vücuda bakıyordu ve hem kızcağızın kaderine hem de gökten gelen ilahi takdire bir yorum bulmaya çalışıyorlardı, yok olmuşlardı ve kimse kim yapabildi diye sormuyordu.
Onların arasında, yalnız başına, ilk sırada, iyi insan ve kızının kompozisyonu üstünde, ölümün rengine sahip, acıdan şekil değiştirmiş yüzle, buruk ve suskun duruyordu Anna’nın erkek arkadaşı, Andreas. Dayanılmaz görüntüye sessizce bakıyordu. Kımıldamamaksızın, tek damla gözyaşı dökmeksizin, hiçbir şey, -bu belirtiler sadece, insanın ölçüp biçerek hesapladığı felaketler içindir.
-Gidelim, baba…, diye fısıldadı, sonunda.
Artık bir canlı cenaze olan Dimitris Venis’i tuttu ve kalkmasına yardım etti. Sonra kızın cansız bedenini yerden kaldırmak için eğildi. Başka üç kişi daha ona yardım etmek için yanına gitti. Andreas eğiliyor. Elini kafasının ve sırtının altına koyuyor. Yavaşça. Ona dokunuyor. Yavaşça. Sonra birden, sanki tuttukları yaban hayvanı gibi, onu tutuyorlar ve beklenmedik şekilde haşince koyuveriyorlar, o zaman delikanlı üstüne kapanıyor, sevgili başını ellerine alarak, başlıyor onu öpmeye, yüreği parçalanarak.
DÖRT KİŞİ Anna’yı kaldırıyor.
İkisi ayaklarından tutuyor, Andreas da diğeriyle sırtından. Başka iki kişi de babasını sürüklüyor. Arkadan da vahşi, sessiz kalabalık, Foçalılar takip ediyor.
Cenaze alayı ilerliyor. Akşam bastırmıştı. Ne sıcak renkler var bu akşam! Andreas, elleriyle Anna’yı sırtından tutmuş yavaş adımlarla ilerliyor. Cansız vücudun kafası sarkıyor. Elini altına koyarak destek yapıyor. Herkes dışarıdan gözlüyor, -bazı gözler kızın başına çevrilmişti, ona dokunma duygusuyla izliyorlardı, yoksa acı çekiyor da ondan mı kafasını sağa sola sallıyordu. İlerliyorlar. Daha yavaş. Tuz piramitleri. Fakat uykusunda, Anna beyaz duvarları geçmek istememişti dün, ona öyle demişti. Aşkı için. Yoksa bugün mü geçecekti? Neden?
Delikanlının dizleri bükülüyor. Akşamın renklerine, tuza, ağaçlara kızın saçları dolanıyor, dolanıyor.
-Düşecek! Delikanlının dizlerinin büküldüğünü gören kalabalıktan biri bağırıyor. Düşecek! Sen tutsana! Haritos’a bağırıyor biri, Andreas’ın yanında yürüyordu, sessiz ve beli bükük.
Andreas’ın beli iyice bükülüp yere eğilecekken, Haritos korkarak yaklaşıyor –yetişip titrek elleriyle kızı sırtından tutuyor.
GETİRDİKLERİNDE, annesi yerine Maria teyze Anna’yı kabul etti. Vaso ve Maria teyze tatlı yüzünü yıkadı, siyah saçlarını da, ona başka bir elbise giydirdiler, daha açık renk.
-Annesi nerede, peki! Sesler yükseliyor ağıtlar arasından. Nerede annesi…
İçgüdüsel olarak, gerçeklerin bilinçaltı sezgisiyle, kimse ölümden kuşkulanmadı, İrini Veni için kimse korkmadı. Sadece kocası onu arıyordu.
-Nerdesin İrini?... Nerdesin, böyle bir zamanda… Ne bulacaksın, kara talih mi, dolaşarak…
Gelmesi gecikmedi. Glaros’un atının nal sesleri, ışıkları yanan Dimitris Venis’in evinin dışında durdu. Glaros onu kucakladı ve attan indirdi. Kalabalık geçmesi için yol açtı. Neden kaçtığını hiç bilmeden ona düşmanca bakıyorlardı, kinle, Anna’ya ne olduysa onun üzerinde açıklayacak bir söz araştırır gibi. İrini Veni ilerledi, ilerledi, titreyerek basamakları indi, uzanmış genç vücuda doğru ilerledi, henüz bir şey bilmeden, -gittiği yerde sonuna gördü.
O zaman bütün dünya; sular, makinenin demirleri, çocukluk yıllarındaki altın düğmeli Arap, köklerinden sökülmüş gülleriyle gece, hepsi şeytanca dönen, ıslık çalan bir çember oldu.
BÖLGE YETKİLİLERİ geldi, soruşturma üzerine soruşturma yaptılar. Bütün şüpheler dönüp dolaşıp, dağlarda gezinen dağlıların üzerinde toplanıyordu. Onlardan bir sürüsünü tutukladılar ama kesin bir delil bulamadılar.
Kimdi öyleyse suçlu?
Glaros gecelerce uyumadı oturdu, aklını kurcaladı, kuşkularını birleştirdi, birbiriyle bağdaştırdı, sonunda bu düşündüklerini kabul edilemez bularak aklından kovdu. A! Böyle bir şeyi, Foçalıların barakalarında, ne Tanrı ne de insan kaldırabilirdi! Kim yaptıysa bulunmalıydı!
Glaros şüphelerini kafasında defalarca ilişkilendirdi.
Acaba yoksa?...
-Fakat hayır, olamaz! Kendi kendine mırıldanıyordu. O kadar uysal delikanlı ki…
Lakin kötülüğün olduğu gün sadece o geçmişti o taraftan. Haritos. Glaros bunu biliyordu ve yalnız olduğunu da biliyordu, çünkü dinamit işiydi, Haritos gitmişti, iş gizliydi ve gizli kalmalıydı.
-Gel buraya! Bir gün onu yanına çağırıyor, tekneyi katranlıyordu. Otur!
Haritos kumsalda yanına oturuyor, kafasını eğiyor. Glaros soruyor:
-O gün saat kaçta döndün Barkiza’dan?
-Sabah döndüm.
-Bir patikaya girdin mi?
-Hayır, patika yok.
-Yani, oradan geçmedin mi?
Glaros gözleri yere eğilmiş diğer suratı dikkatle inceliyordu.
-Nereden? Diyor Haritos korkarak.
-Oradan diyorum, kızı öldürdükleri yerden.
Korkarak, fakat çabucak toparlanarak, Haritos cevap veriyor:
-Hayır, geçmedim.
Sonra kalkıyor, daha fazla konuşmaktan kaçınarak tekneye gidiyor.
Glaros gece uyumuyor, ertesi gün öğleden sonra Haritos’a diyor:
-Gel benimle.
İkisi konuşmadan ilerliyor, tuz sütunlarını geçiyorlar, küçük ormana doğru gidiyorlar.
-Nereye gidiyoruz? Haritos soruyor, gittikçe huzursuzluğu artıyordu.
-İşe!
Fakat Haritos nereye gittiklerini görüyor. Sanki tehlikeyi seziyor. Fakat ses çıkarmıyor. Konuşmamalıydı.
Sonunda sakin sessiz yere, küçük Anna’nın kanını buldukları yere varıyorlar.
-Biraz otur burada, diyor Glaros. Suya gidiyorum, birazdan geleceğim.
Akşam bastırmıştı. Hava gittikçe kararıyordu. Ağaç dalları sallanıyor, hareketleri karanlıkta garip şekiller çiziyordu, ormanın gölgeleri gittikçe koyulaşıyordu, hafif gürültüler berraklaşıyordu, daha yalın. Ve ıssızlık… Çevrenin ıssızlığı!
O y e r i n yanında, orman yarasalarının sesleri ve gölgeleri içinde, Haritos yalnız başına kalmıştı. Oraya bakmaya cesaret edemiyor, ışık olduğu sürece. Fakat yavaş yavaş ortalık kararmaya başlayınca, içindeki ses daha buyurgan oluyor:
“Bak şimdi! Bak o r a y a !
Hayır, hayır! Bakma! Ama ses adamın isteğinden daha baskındı.
“Bak şimdi! Bak oraya! O r a y a !”
Sonunda yeniliyor, yavaşça yüzünü korkarak çeviriyor; kötülüğün olduğu yere, bakmak için.
O zaman, aniden, Glaros gizlendiği çalının arkasından fırlıyor. Yerinden fırladığı zaman, rüzgârından birkaç dal ürpertici bir gürültü çıkarıyor. Haritos’u gövdesinden yakalıyor, onu sarsıyor, gövde sanki kanat olmuştu, suratına haykırıyor:
-Söyle be! Korkmaz mısın be Tanrıdan? Sendin! Sen!...
Ahlaksız adam şaşkınlıktan, haykırışlardan, gecenin sessizliğinden, o yerden, gördüğü kâbuslardan titremeye başlıyor ve kendini Glaros’un ayaklarına atıyor.
-Bunu istemedim kaptan, bunu istemedim…, uluyordu, çocuk gibi ağlayarak.
-Köpek! Nasıl yapabildin!... Böğürüyordu Glaros da.
ORADAN AYRILARAK barakalara vardılar.
-Ne esvabın varsa mahpushaneye getireceğim, dedi Glaros ve dönüşte ettiği tek söz bu oldu.
-Bırak beni, gideyim kaptan…, yalvarıyordu. Gideyim buradan, kimse öğrenmesin. Bırak beni!...
Ama Glaros basit insandı, doğrucuydu ve Tanrıya inanıyordu.
-Her şey burada, aşağıda ödenir, dedi sadece. Ödeyeceksin!
O N U N U N C U K I S I M
“Son anlar.”
YAZ GELDİ. Sonbahar da geldi.
Zaman nasıl geçti?
Andreas düşlerin tarlasında toprakta oturan yaşlı Venis’in yanında ayakta duruyordu. Şu birkaç ayda iyi adamın üzerinden kaç sene geçmişti? Orada oturuyordu, titreyen elinde küçük bir çapa tutuyordu.
-Sana bir kere daha veda etmek için geldim baba. Birazdan gidiyorum.
A, gidiyor mu? Tabi evet. Dün de vedalaşmıştı. Artık kesin gidecekti başka bir yere, hayat mücadelesi için. Evet, tabi kararlıydı.
-Sağlıcakla kalasın, çocuğum…, duygulanarak fısıldıyor yaşlı Venis. Tanrı yardımcın olsun.
Delikanlı eğildi ve ellerinden öptü. Bir an durdu.
-Neden?...
Bir şey sormak istemiş ama durmuştu.
-Neden, artık onu bırakmıyorsun? Diyebildi sonunda.
-Onu?...
-Evet, toprağı, diyor Andreas, güller için tekrar kazmaya başladığı toprak için konuşmak istiyor, felaketin üzerinden epey zaman geçmişken.
-A, onu…, diyor ihtiyarcık. Onu… Tabi…
Bir an.
-Artık başka bir şey yok çocuğum, diyor yine, daha yavaş.
Biraz sonra:
-Artık inanacak başka bir şey de yok…, kafasını sallayarak mırıldanıyor.
AYNI ANDA, kayalıklara çıkan sahildeki patikada iki kadın kara esvapları içinde ağır ağır ilerliyordu. Yol, Maria teyzeyle Anna’nın daha evvel kendilerini barakalardan dışarı atıp biraz nefes aldıkları aynı yoldu.
-Yoruldum…, dedi önce İrini Veni.
-Gel burada oturalım, dedi öteki, ablası.
Dalgalar ayaklarına kadar gelip sönüyordu, biraz gürültü ve köpük yaparak.
Saatler geçiyor. Karalara bürünmüş kadınların ikisi de düşünceye dalmıştı.
-Şimdi artık…, diyor bir zaman sonra, büyük kardeş. Şimdi artık eşitlendik. Elinde beni kınayacak bir şeyin olmayacak İrini…
-Neden bunu söyledin? Diyor Veni.
-Geçmiş için…, diye cevap veriyor büyük kardeş. Benzedi, görüyorsun şimdi artık, o kadar çok…
S O N S Ö Z
ANAVİSOS, Saronikos körfezinin kuytu yerinde bir bölgedir. Eskiden, arkaik dönemde o çevrede yaşayan halklar buraya ölülerini gömerlerdi. Üzerinden asırlar geçti, toprak katmanları mezar taşlarını ve ölülerini örttü, insanların belleğinde toprak altında kalan kent hakkında hiçbir şey kalmadı. Şimdi aynı yerde Anadolu’dan gelen göçmen Foçalıların barakaları yükselmektedir. Toprağı kazdılar, asma çubuklarını diktiler ve yazları küçük ova yemyeşil oldu, eskiden orada sadece yaban kekiği çalıları ve bodur sakız ağaçları biterdi.
Avgi, Glaros’un ilk karısı Eleni’nin öldüğünde ona bıraktığı en küçük kızı ve barakaların en küçük sakinlerindendi. Anavisos’a geldiğinde yaşam hakkında hiçbir şey bilmiyordu. Anavisos’un küçük ovasını sınırlayıp kapatan tepelerin ardındaki dünyadan hiç haberi yoktu. Çok defa oturup bunu düşünüyordu:
-Tepelerin arkasında ne var acaba?
Fakat ardındaki halkı ve büyük şehirleri bilmezken, dağların arkasını derin ve ıssız büyük bir çukur olarak tahayyül ediyordu, yolunu şaşırıp içine düşersen, kimse seni ölene kadar oradan çıkarıp kurtaramaz ve kara kuşlar vücudunu yer sanıyordu.
Bunun için, Anavisos tepelerinin gerisinde ne varsa, gizli bir korku duyuyordu.
Onlara verdikleri toprağı kazmak için, babası Glaros’u oraya giderken gördüğü her seferinde, gizli korkusu depreşir ve ona söylemek isterdi:
-Gitme baba, dağların arkasına…
Ama o zaman, babası ona neden korktuğunu soracak ve o da cevap veremeyecekti. Bunun için susarak barakalarının kapısında oturuyor ve hızlı adımlarla giderken onu izliyordu.
Bir gün ona sordu:
-Ne var, dedi, oranın arkasında?
-Toprak, diye cevap verdi babası. Toprak ve insanlar.
Dolu insan, dedi ona, gökyüzüne kadar çıkan büyük evler. Sen de büyüdüğün zaman gidip onları göreceksin.
Ama küçük Avgi’nin büyük evlere, insanlara merakı yoktu, çünkü deniz burada yanı başındadır. Safi deniz değildir. Bu deniz, uzaklarda adalarla şekilleniyor ve ada boğazlarından sonsuza akarak ufuk çizgisiyle kavuşuyordu. Küçük Avgi bu geçitler içinde rüyalarını gezdiriyor ve seviniyordu. Kıyıda oturuyor çakıllarla oynuyor, onların üzerinde sönen dalgalara dokunuyordu. O zaman adaların boğazlarına, denizin öbür kıyısına haberler gönderdiğinden emindi. Zira denizin sonu yoktu, dalgalar üzerinde bu seyahat asla bitmeyecekti.
Kış ve yağmurlar gelince Glaros tarlalara gitmiyor ve bütün gün onlarla oturuyordu. Pers sınırlarından gelen yeni karısı Vaso, deniz insanlarına ve denize alıştı. Glaros diğer çocuklarına ve Avgi’e bir uzak memleket için garip şeyler anlatırken o da pencerenin önünde ilgisizce otururdu. Anlattığı topraklar kutsanmıştı ve ne kadar tohum atarsan on defa veriyormuş, insanlar yorulmadan, ölene kadar rahatça yaşayıp gidiyormuş.
-Neden oraya gitmiyoruz? Soruyordu Avgi.
Ama babası ne cevap vereceğini bilmiyordu. Ona sadece:
-Hele şimdi burada köklenelim, çalıştıralım bu toprağı ve bize geldiğimiz yerin toprağı gibi, ektiğimizin on katını versin hele bir kere.
Fakat Avgi cevaptan hoşnut olmuyordu, aklındaki soru yerinde duruyordu, madem başka memlekette bu kadar kutsanmış toprak vardı, o halde neden bu kadar çile çekiyorlardı, neden bu çorak toprağı kazıyorlardı.
Yağmurlar geçince bahar geliyor, Avgi zaman zaman babasıyla tarlalara gidiyordu. Kara bağ kütükleri önlerinde uzanıyordu, bitmeyen sıralarla, çıplak, yapraksız ve o zaman küçük kızın üzüntüden kalbi sıkışıyordu. Onları görmüştü, yazın yeşil yapraklarla süslüydüler ve böyle çıplak olurlarsa onlara büyük kötülük gelecek, diyordu.
-Artık yeşil olmayacaklar mı, diye düşünüyordu.
O zaman, balıkçıların çektikleri ağları temizlerken denize fırlatıp attıkları kirli küçük balıkları hatırlıyor. Avgi küçük balıkların nasıl dibe yavaş yavaş daldıklarını hatırlıyor, gittikçe güçlenerek, diğer canlı balıklar gibi, bunları iskelenin ucunda görüyordu. O zaman şöyle olacak diye düşünüyordu:
-Kuru bağ kütükleri atılan balıklar gibi olacak.
Çünkü yaprakları yok, hiç kımıldamıyor bunlar da. Ölüm hareketsizliği var.
GLAROS küçük tanrının tarlasına gittiği zaman, Eleni’nin yattığı yere, Avgi daima onu izliyordu. Mezara beraber gidiyorlardı, toprak suratından bir kesek yukarda değildi.
-İstavroz çıkar, diyordu babası. Anan burada aşağıdadır.
Avgi korkarak istavroz çıkarır ve toprak altındaki anasının yüzünü görmeyi öyle çok isterdi ki.
Yüzünü şöyle böyle hatırlıyordu, hayal gibi. Ama onu okşayan ellerini daha canlı hatırlıyordu. A, bunu çok iyi hatırlıyor! Annesini su aldığı için, Avgi o okşayışı bir daha tadamıyor. Tabi babası ve yeni annesi Vaso vardı. Ama ö t e k i başkaydı…
Avgi bunun için, toprakta gömülü elleri bulmak için, toprağı eşeleyip duruyordu. Ama bir gün babasına arzusunu söylemeye cesaret ettiği zaman, babası bunun olmayacağını söyledi, çünkü insanın elleri ve vücudu toprak oluyor dedi ona.
Avgi de böylece, babası az ötede ıslık çalarak toprağı kazarken, saatlerce yalnız mezarın üstünde oturuyor, küçük avuçlarına toprak alıp ısıtıncaya kadar elleriyle sıkıyordu. Sonra onu yine dikkatlice aldığı yere koyuyordu.
S O N
R O M A N I N B A Ş L I K L A R I
BİRİNCİ BÖLÜM
BİRİNCİ KISIM
“Anadolu’dan sürülmüş bir kısım sığınmacı 1923 yazında ıssız Anavisos toprağında yeni vatanlarını arıyor.”
İKİNCİ KISIM
“İki yapayalnız insan: Bir kadın, bir adam.”
ÜÇÜNCÜ KISIM
“Ateş haberi.”
DÖRDÜNCÜ KISIM
“İrini Veni, Anadolu masalı ve bir vahşi kuş.”
BEŞİNCİ KISIM
“Bir adam Anavisos toprağında hayallerini arıyor.”
ALTINCI KISIM
“Mezarlar.”
YEDİNCİ KISIM
“Toprak altındaki bir tanrı için düşler.”
SEKİZİNCİ KISIM
“Anavisos’un arkaik erkek heykeli.”
DOKUZUNCU KISIM
“Sel.”
ONUNCU KISIM
“Maria Teyze.”
ONBİRİNCİ KISIM
“Kaptan Skot, Güney Kutbu, Dimitris Venis ve Saronikos.”
ONİKİNCİ KISIM
“Esirlerin dönüşü.”
İKİNCİ BÖLÜM
BİRİNCİ KISIM
“1922 nin masalı.”
İKİNCİ KISIM
“Bir Anadolu kadını denizle barışmaya çalışıyor.”
ÜÇÜNCÜ KISIM
“Geçmiş.”
DÖRDÜNCÜ KISIM
“Dinginlik.”
BEŞİNCİ KISIM
“Egina’ya seyahat.”
ALTINCI KISIM
“Aşk.”
YEDİNCİ KISIM
“Yol silindiri.”
SEKİZİNCİ KISIM
“İrini Veni, kara bela ve düşler.”
DOKUZUNCU KISIM
“Anna.”
ONUNCU KISIM
“Son anlar.”
SON SÖZ
ROMANIN KONUSUNUN GEÇTİĞİ ANAVİSOS'UN O ZAMANDAN GÖRÜNÜMLERİNİ YANSITAN FOTOĞRAFLAR
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder