28 Ağustos 2013 Çarşamba

EOLİA TOPRAĞI - İlias Venezis

EOLİA  TOPRAĞI
İLİAS  VENEZİS
ROMAN
 
 
 
İlk baskısı: 1943
Eylül 2006 baskısından çeviren: Atila Aker
 
 
 
kitap hakkında
Kitap okurken, sayfalar çevrildikçe, kalplerimize akıp dolarken ne kadar seviniriz! Yaşamları içimizde devam ederek orada kalır, sanki gizemli rüyalar gibi. Eolia Toprağı, rüzgârlı toprakların, Ege’nin romanıdır. İlk sayfadan itibaren sizi duygulandıracak ve esir alacaktır.


BİRİNCİ BÖLÜM
t o p l u m

 



BİRİNCİ KISIM
Kimindeniler
 
 
EGE’nin dalgaları yarılıp yer açtığı zaman Lesvos’un (Midilli Adası) dağları sırılsıklam meydana çıkmaya başladı, ışıl ışıl ve dingin, dalgalar şaşkınlık içinde yeni arkadaşları adaya baktılar. Girit denizi taraflarından gelmeye alışıktılar, Anadolu sahillerine varınca sönerlerdi ve bütün gördükleri bildikleri sarp dağlar, keskin kocaman kayalıklar ve sarı taşlı topraklardı. Burada doğan yeni ada bambaşkaydı. O! Ne kadar da değişikti! Dalgalar aralarında konuşmaya başladı:
 “Gidelim, komşu toprağa haber götürelim, rüzgâr tanrısı Eolos’un toprağına. Ona yeni adayı anlatalım, dinginliğiyle ışık saçan adayı, sessiz sakin kıvrımlı kıyılarını ve Ege’nin ona hayran kaldığını söyleyelim!”
 Dalgalar ilerledi ve engin denizden aldığı haberi Eolia kıyılarına getirdi. Başka dalgalar da geldi, hepsi, bütün dalgalar. Herkes adanın dantel gibi işlenmiş kıyılarının güzelliğini, sükûnet ve ahengin oyununu anlata anlata bitiremiyordu.
 Anadolu’nun sarp dağları daha ilk günden bunları duydu ama ilgisiz kaldı. Sonraki günlerde de hep işittiler ama yine heyecan duymadılar. Onlara yeni adaya duyduğu hayranlığı anlatmaya çalışan denizin uğultusu her geçen gün biraz daha artınca, sessiz kalmayı bıraktılar ve merakla dalgaların üstüne eğilerek Ege’nin yeni adasına baktılar. Olağanüstü ahengi kıskandılar ve dediler:
 “Biz de Tanrı Eolos’un toprağında dingin bir yer yapalım, bu ada gibi olsun!”
 Sarp dağlar o zaman geri çekilerek yer açtı ve bıraktıkları yer bir Dinginlik Ülkesi oldu.
 Anadolu’nun bu dağlarına Kimindeniler derler.

 
ATALARIM Kimindenilerin yamaçlarındaki sert topraklarda çalıştı. Ben doğduğum zaman ailemiz bölgenin büyük bir yerini ekip biçiyordu. Kışın şehirde kalıyorduk fakat kar Kimindenilerden kalkıp, toprak yeşerir yeşermez annemiz bizi alıp yaz aylarında kalmak için dedemin ve nenemin yaşadığı çiftlik evine götürüyordu. Bütün kardeşler birlikte gidiyorduk; Antipi, Agapi, Artemi, Lena ve ben.
 Denizden uzaktı, başta bu benim için büyük üzüntü kaynağı oldu, çünkü ben onun yanında doğmuştum. Sessizce oturup dalgaları, deniz kabuklarını, denizanalarını, çürümüş yosun kokusunu ve seyreden yelkenleri hatırlayıp özlüyordum. Bu iç dünyamı dile getirmeyi bilmiyordum, zira çok küçüktüm. Fakat bir gün annem oğlunu sanki toprağı öper gibi yüzüstü yerde yatarken buldu. Oğlan kımıldamıyordu, anne korkarak yaklaştı ve onu yerden kaldırdığı zaman gördü ki yüzü gözyaşlarına boğulmuştu. Şaşırarak ne olduğunu sordu, oğlan cevap veremiyor, ağzından tek laf çıkmıyordu. Ama bir anne dünyanın en duygulu yaratığıdır, benimki de, hemen anladı, o günden sonra beni aldı ve sık sık Kimindenilerin yüksek tepelerine, denizi göreceğim yerlere çıkardı. Ben uzaktan suyun büyüsüne kapılmış bakarken o beni denizle yalnız başıma bırakmak için tek laf konuşmuyordu. Böyle saatler geçiyordu, gözlerim bakmaktan yorulup yere eğiliyor, ben de arkasından yere yığılıp kalıyordum. O zaman ağaçlar, dallarında huzur içinde oturan yapraklarını yelken yapıp uzun direkleriyle denizlerde dolaşan gemiler oluyor, rüzgâr toprağı karıştırıp savurarak yüksek dalgalara götürüyor, küçük cırcır böcekleri ve kuşlar kırmızı balıklar olup yüzüyorlardı ve ben de onlarla seyahat ediyordum.
 Uyandığım zaman başımda bekleyen annemin gözlerini üzerimde görüyordum.
 -Güzel miydi oğlum? Tatlı tatlı gülerek soruyordu.
 -Ah, anne, denizle olmak her zaman güzel!

 
YAZ GÜNLERİNDEN birinde annemle “Kimindenilerde deniz gezisinden” dönerken küçük bir akarsuyun kenarında durduk. Dere yatağı tertemiz kumdu, akıyordu fakat suyu çok azdı.
 -Yazda olduğumuz halde, dedim, nasıl oluyor da Kimindenilerden su iniyor?
 -Gel! Dedi annem. Çocukluk yıllarının tümünü Kimindenilerde geçirmişti ve yöreyi iyi biliyordu. Gel göstereyim!
 Çayın yatağında vadiyi izleyerek yürüdük ve suyun çıktığı kaynağı bulduk. Çınar ağaçları ve yosunluklar olmamasına rağmen çok serin bir yerdi, çok sulak bir toprak olmalıydı.
 -Suyun tadına bak, dedi annem. Gör bak ne kadar soğuk!
 Avuçlarımla aldım ve dudaklarıma götürdüm. Fakat dilim değer değmez tükürdüm.
 -Ama bu deniz suyu! Dedim şaşkınlıkla.
 Annem neşeyle gülmeye başladı. Beni kucağına aldı ve dedi ki:
 -Gördün mü? Bak deniz her yerde!
 Biraz gittikten sonra ciddileşti ve bana Kimindenilerin çevresindeki toprağın bir zamanlar çorak topraklar olduğunu anlattı, çünkü altında çok derinlerde deniz yaşıyordu, deniz toprağın içine giriyordu, dedi. Deniz suyunun gönderilmesi ve bölgenin bağlık bahçelik bir yer olması alçak gönüllü atalarımızın kuşaklar boyu süren kararlı çabalarıyla oldu.


DEDEMİN, yani annemin babasının yıllarında, toprak artık hazırdı ve çiftlik olmuştu. İlk barakanın yapılışını, nenemin çınarı elleriyle avluya ne zaman diktiğini, ne zaman üzüm bağlarını yaptıklarını annem bana anlattı. Çiftliğe ağaç oyması büyük bir kapıdan giriyordun. Ortada bir avlu, onun çevresinde, kalmak için yan yana odalardan oluşan bir bina vardı. Alt katta depolar ve ahırlar, üstünde dedemlerin odası, yanında misafirhane ve çiftlikte bütün yıl çalışan hizmetkâr kadınların ve çiftçilerin odaları vardı. Dedemin dairesine avludan ahşap bir merdivenle çıkılıyordu ve ahşap bir balkon binayı çepeçevre dönüyordu. Bütün pencereler avluya bakıyordu, sadece dedemin odasında büyük avlu kapısından dışarısını gören demir parmaklıklı camlı bir kapı vardı. Çiftlik böylece manastıra ya da bir kaleye benziyordu, eşkıya korkusuyla sağlam sarmusak taşından yapılmıştı. Fakat manastırların boğucu, münzevi havasından uzaktı, kalelerin vahşiliği de yoktu. Mavi renge boyamışlardı.
 Binada çok önem verilen şeylerin saklandığı öyle bir oda vardı ki, içinde eşkıya baskınında, ihtiyaç halinde, tüm çalışanların kuşanıp kullandığı silahlar vardı: tabancalar, tüfekler ve kılıçlar. Bu odaya “Sarı” diyorduk zira çarpıcı bir sarı renkle boyanmıştı. Biz çocukların odası silahlara bitişikti, onların bize komşu oluşu bizleri çok düşündürüyordu. Sarı oda daima kilitliydi ve dedemden başka kimse orayı yalnız başına açamazdı, hayal gücümüz o odaya büyük boyut kazandırıyordu ve sanki masal yaratıklarının sığınağıymış gibi görüyorduk.
 Geceleri, dışarıya sessizlik çöktüğünde, çakal ulumaları kesildiğinde, sadece ağaç yapraklarının hışırtısı duyulduğunda, en ufak başka bir gürültü bile, bize yandaki yasak odadan geliyor görünüyordu. O zaman hemen birimiz yanındaki kardeşini uyandırırdı.
 -Duydun mu?  Derdi küçük Artemi beni dürterken.
 Korkuyla sıçrar ve sorardım:
 -Ne var?
 -Dinle! Yanda bir şeyler oluyor! Sarı’da…
 O zaman kulaklarımı dört açıp bütün dikkatimi çevreye veriyordum. Toprak dinleniyor ve tohumları döllüyordu, bu gizemli işin çok çok hafif gürültüsü sadece bir çocuğun kulağına gelebilir. Karanlık gecede ağaç kökleri su bulup içmek için kıvranıyordu, gövdelerin kabukları da özsuyunu sürgünlere ve yapraklara sürmek için kıpırdıyordu. Kör solucanlar yalnızlıkları içinde küçük savaşımlarını yapardı, bir ara bir karaca geçip kaybolurdu, bir diğeri canını kurtarmak için ormana kaçamadan bir vahşi hayvana yakalanır ve yürek paralayan sesi ıssız geceyi delerdi, ölümün sesi. Sonra her şey susar ve “Büyük Sessizlik” gelirdi.
 -Dinle!...Diyor yine Artemi, sessizlik olunca.
 -Çakal geçmiştir, diyorum ona.
 -Ama hayır! Çakal değil! İşte! Şimdi, şimdi! İçerden! Dinle bak!
 Bütün dikkatimle kulak kabartıyor ve gözlerimi açıyorum. Heyecandan kalbim çatlayacak gibi oluyor, çünkü o ne duyuyorsa ben de duymak arzusuyla çırpınıyorum.
 -Ah! Diyorum sonunda umutsuzca. Bir şey duymuyorum! Sadece yapraklar…
 -Zavallım! Yapraklar ha! Ne yaprağı! Sesini karanlıkta duyuyorum ve gözlerinde parlayan küçümsemeyi biliyorum. Zavallım, sen daha çok küçüksün!
 Ben altı yaşındaydım, o artık sekiz yaşını bitirmişti. Bu beni o kadar rahatsız etmiyordu. Fakat beceriksizliğimden bazen içimden ağlamak geliyordu, zira Artemi kızdı ve bir kız oğlandan daha fazla nasıl bilebilirdi. Lakin bu hep böyle oluyordu  -dünyada haksızlık çoktu.
 -Sen istediğini söyle! Sonunda ona kızıyorum. Yaprakların hışırtısını duyuyorsun sonra Sarı’dan zannediyorsun! Hıh!
 -Ah benim kara talihim! Ben kafama eseni mi söylüyorum? Şikâyet ediyordu Artemi. Sen de hatırlamıyor musun, son günlerde Sarı’da kılıçların yürüdüğünü, piştovlarla konuştuğunu ne çabuk unuttun ha? Hem ben istersem derim! Duydun mu?
 Artemi haklıydı. Son günlerde rüzgâr çok esti, geç saatlerde, gece yarıları, bütün çiftlik şiddetinden sarsıldı. Kimindeni tepelerinden rüzgârla boğuşan ağaçların feryatları geliyordu. Çakallar bile o günlerde inlerinden çıkamadı, karacalar da çıkmadı, sesleri hiç duyulmadı. O zamanlar, yandaki Sarı’dan bize sır gibi gelen sesler duyuyorduk ve Artemi ile ben kılıçların konuştuğuna karar vermiştik. Öyleyse şimdi neden inanmıyordum?
 -Sen hep uyuyorsun, bundan! Artemi zayıflığımı anlatmak isteyerek bu sonuca varıyor. Hâlbuki ben de uyanıktım ama kulağım alışık olduğunu duyuyordu.
 -İyi, iyi! Diyorum ona. Sen her şeyi bilirsin! Otur böyle, karanlıkta uyuma…
 Küçük yatağımda döndüm ve çarşafı kafama çektim. Ama aynı anda açık, apaçık bir gürültü, gecenin içinde bir tıkırtı, Sarı tarafından kulağıma geliyor.
 -Sonunda duydun mu?.. Karanlıkta Artemi korkudan titreyerek fısıldıyor. Duydun mu?
 -Ah, duydum! Ben de heyecanla mırıldanıyorum. Ne bu?
 -Kılıçlar uyanıyor…, diyor Artemi.
 Ama o sırada Antipi de uyanıyor. En büyük kız kardeşimizdir, on iki yaşında ve ikinci annemizdendi. Ona her zaman bizim gizemimiz diyorduk.
 -Neyiniz var sizin orada? Yavaşça soruyor.
 -Dinle Antipi! Diyor Artemi, sesi sanki yardım bekliyor gibiydi. Kılıçlar uyandı Sarı’da!...
 Antipi dinliyor ve sonra sakince cevap veriyor:
 -Farelerdir, yapmayın böyle. Uyuyun!
 Onun bir şey olmamış gibi diğer tarafına dönüp uyuduğunu duyuyoruz. Ben de kafama kadar örtünüyorum ama gözlerim kapanmıyor. Ormanın, toprağın, karacaların gürültüleri birleşip tek ses oluyor, ortaya garip bir musiki çıkıyor ve rüyaların masallarını anlatıyor, kırmızı süs balıklarına binip, beyaz elbiseli, gümüş saçlı ve kapısında ejder bekleyen ‘Rodopapuda’ya’(*)giden çocukların seyahatini anlatıyor. Sarı odadaki kılıçlar ve piştovlar artık vahşi yaratıklar değil, sadece uyandılar, çünkü kıskandılar, onlar da kırmızı balıklara binmek istiyor, yalnızlıklarına gömülmek istemiyorlar. Yavaşça hapishanelerinin kapısını açıyor, ellerini uzatıyor ve kırmızı balıklar olmasa da iyi bir küçük yunusun onları almak için beklediğini biliyorlar. Süs balıkları rüzgârda yüzerek seyahate başlamışken, arkalarından kılıçların sesi duyuluyor, yunusun üzerinde yalvarıyorlar:
 “Bizi bekleyin! Bekleyin, biz de ‘Rodopapuda’ya’ gidelim!”(*) Rodopapuda: Venezis’in masal kahramanlarından biri.
 “Gelin!” diyor onlara sevgiyle, kırmızı süs balıklarının üzerindeki oğlanlardan küçük bir oğlan. “Gelin, bekliyoruz sizi”.
      Ertesi sabah Antipi bana soruyor:
 -Dün gece kimi bekliyordun?
 -Birini mi bekliyordum?
 -Öyle, gelmesi için uykunda birine sesleniyordun.
 Hiçbir şey hatırlamıyordum ve ona rüyaydı diyorum. 


     
İKİNCİ KISIM
Bir su taşkını ve korkunç eşkıya Laz Efe

DEDEM iri yarı, yılın her haftası sağlık dolu ve cömert yürekli bir adamdı.  Kimindenilerdeki hayatının tümünü, çiftliği yaşatmak için geçirdi, bu zor bir hayattı. Buna rağmen, yüzündeki derin çizgilerden başka, bu zorlu yaşamın izlerini onda göremezsiniz. Gök mavisi gözleri çocuk saflığını yansıtır, dudakları gülümsüyorsa, yüzünde yaz havası esiyordur. Çiftliğin yönetimi için sadık bir kâhya tutmuştu, bu yüzden bütün gün pahalı çuha yelekler, ceketler, daha sık dokumadan dikilmiş Ayvalıklıların geleneksel poturlarını giyerek çitlikte rahatça dolaşabiliyordu. Giyimine duyarlılığı sözle anlatılamazdı, çiftlikte yaşadığımız yaz günlerinde bir gün bile onu bakımsız gördüğümü hatırlamıyorum. Hiç okuma yazması yoktu, bunun için hesap işlerinde güvendiği iş arkadaşı nenem ona yardım ederdi. Bütün büyükanneler sevecen, şefkatli yaratıklar olarak görünür, fakat benimki dünyanın bütün büyükannelerinden daha tatlı ve uysaldır. Bütün acıları dedemle beraber çekti ve hayatın zorlu yollarını onunla yürüdü, yıllar boyunca bütün çocuklar, torunlar, ağaçlar, asmalar büyürken dedem onu hep yanında gördü. Bunlar işinin büyük bölümüydü. Hâlâ da yaşlı haliyle, gençlik yıllarında görev bildiği temel esasları aynı gençlik yıllarında olduğu gibi içinde taşıyordu.
 -Bütün her şeyimizi dedenize borçluyuz, bize böyle diyor ve eliyle çevresinde gördüğü ağaçları, toprağı, bizleri içine alan bir daire çizerek gösteriyordu.
 Büyükbaba içeri girdiği zaman mutlaka önce nenem ayağa kalkardı, fakat bu sadece bizlere ona saygıyı öğretmek için değildi, bunu içinde ona bir borç olarak hissediyordu.
 Büyükanne kalktığı zaman bütün çocuklar ayağa kalkıyorduk, kardeşlerim ve ben, koşup büyükbabanın elini öpüyorduk ya da dizlerine sarılıyorduk. O da gülerek, sanki dalgaları güçlükle yarıp ilerliyormuş gibi yaparak, aramızdan geçer ve dimdik bekleyen büyükanneye doğru ilerlerdi.
 -Otur, Despina, der ve sırtını okşardı, yüzünde hayatını boşa geçirmemiş insanın mutluluğu okunurdu.
 Yaz günleri ikindi vakti daima, çiftliğin kapısı dışındaki meşeye gidip altında otururlardı. Orada bir sıra vardı, tam iki kişilik. Ona oturuyorlardı. Az konuşurlardı, uzun aralar vererek birbirlerine ortak anılarını anlatırlardı, çoğu zaman ikisinin de gözleri yere bakardı. Duygularına yaslanıp otururlar, huzur içinde bulutlara, ağaçlara, Kimindenilere dokunurlardı, fakat bu dokunuşta aç gözlülük, gençlik heyecan ve hırsı olmazdı. Geçmişin anıları yavaş yavaş ilerleyip gelirdi.
 Büyükbaba diyordu:
 -İlk çocuğumuzun doğduğu zamanı hatırlıyor musun? Irmağın taştığı yıldı.
 -Nasıl hatırlamam Yanako. Ne gündü ama!
 Bir süre sessiz kalıyorlar. O günlerde, hafif esen rüzgâr aniden karayele döner gibi olmuştu, gökte gezinen beyaz bulutlar devasa kara dağlar gibi olup Kimindenilerin yamaçlarındaki toprağın üzerini kaplamıştı, geceydi ve kasırga çıldırmış gibiydi. Yağmur aralıksız yağıyordu. Küçük yatak odasında, yanan ocağın yanında, bir kadıncağız dünyaya bir çocuk getirmek için boğuk sesle inliyordu. Sırtı yere gelmez güçlü kocası kapının dışında gergin adımlarla volta atarken çiftlikte çalışanlardan iki üç kadın kadıncağızın başında bekliyordu, gece ilerlerken sancıları gittikçe artıyor ve fırtına da daha vahşileşiyordu.
 Korkudan gözleri yuvalarından fırlamış, sudan sırılsıklam bir çiftlik çalışanı o zaman koşup gelmişti.
 “Irmak taşıyor!” Bağırıyordu. “Bizi boğacak!”
 Kadıncağızın genç kocası toprağı korumaları için bütün yamaklarına sesleniyor -su bu kadar çoktu- kendisi de koşmaya davranıyor fakat son anda duraksıyor. Tehlike içeriye, oğluna gelmeye hazırlanırken karısını yalnız nasıl bırakıp gitsin. Oğluna!
 “Siz gidiyorsunuz!” diyor sonunda yamaklara, suyla boğuşmaya adamlarını gönderiyor. “Ben kalacağım!”
 Fakat adamın iş arkadaşı genç kadıncağız ne olduğunu anlıyor. Acısına dayanıp dişini sıkıyor, sakin kalmak için korkunç çaba gösteriyor ve içerdeki kocasına sesleniyor.
 “Yanako”, diyor, “ben gecikeceğim. Daha vakti gelmedi. Ne oluyor dışarıda?”
 “Hiç bir şey”, diyor öteki, “biraz yağmur atıyor”.
 “Git, Yanako”, diyor ona, sakince ve ikna ederek. “Şayet yapacak bir şeyin varsa git. Ben gecikeceğim”.
 Diğeri hala kararsızdır.
 “Tanrı adına!” Kadıncağız ona yalvarıyor. “Toprağı! Toprağımızı koru!”
 Adam ikna oluyor, gidiyor, bütün gece adamlarıyla suya karşı çetin savaş veriyorlar, hendekler açıp suyu içine yöneltiyorlar. Tan vakti dönerken, karısının yattığı odanın kapısına varmıştı ki içerdeki garip sessizliği fark ediyor. Beklemeden kapıyı açıyor. Yanında duran kadınların ağzından hafif bir çığlık çıkıyor sonra bütün gözler yere iniyor, her nedense korkmuşlardı. Kadıncağız yatakta kımıldamadan yatıyordu, kocasına şaşkın gözlerle bakıyor, sonra acıyla damgalanmış yüzünü indiriyor. Sarıp sarmalanmış yavrucak yanında sakince yatıyordu.
 “Affet beni”, diye fısıldıyor mahcup tavırla. “Kız oldu”.      
 Kocası o zaman anlıyor. Yanına koşuyor, genç karısına eğiliyor ve yüzünü okşuyor, heyecandan titriyor.
 “Onu görebilir miyim?” Sanki izin ister gibiydi.
 Genç anne dünyaya gelen yavrucağın örtüsünü kaldırıyor. Adam şekilsiz kara kuru şeye eğiliyor, biraz öyle kalıyor ve sonra yerinden sıçrıyor.
 “Haydi, gidin söyleyin, beyaz danayı kessinler!” Odadaki kadınlara gürlüyor. “Verin onu bütün çiftçilere ve gelip geçen yolculara, yesinler, içsinler! Onlara kızım olduğunu söyleyin!”
 Genç anne öpmek için kocasının ellerini ararken, bu kadar iyi olabilen kocasına duyduğu minnetten usulca ağlamaya başlıyor, adam ilk aşkına yavrucağı -annemi - veriyor, sonra tüm hayatının çatısını kaplar gibi onu dikkatle örtüyor.
 “Toprak?...” Söz karısının gırtlağında düğümleniyor.
 “Her şey iyi gitti! Rahat ol”, ona cevap veriyor kocası.
……………………………………………………………………………………………
        -Gördün mü Despina, hayat nasıl geçti? Büyükbaba eliyle hafifçe nenemizin eline dokunurken, geçen yılların anılarına gömülüyor.
 -Evet, Yanako, hayatım senin yanında iyi geçti, fısıldıyor büyükanne. Bu benim şansımdı ve mutluluğum…
 -Gel, gel şimdi, bırak böyle demeyi, ona gülümsüyor kocası. Sen bana çok yardımcı oldun. Ben sana borcumu ödüyorum.
 Biraz sonra:
 -İyi ki Tanrı kızları önce verdi! Diyor büyükbaba. Böylece bu ıssızlıkta sen de yalnız ve desteksiz kalmadın.
 Biraz sonra yine:
 -İkinci çocuğumuz Urania’nın doğduğu yıl nasıldı, diye soruyor ve çocukla o yıl çiftlikte olanları ilişkilendirmeye çalışarak olayları hatırlıyor, toprağının tarihinde yılları sıraya koyup aklından geçirmeye başlıyor.
 -Ama gerçekten hatırlamıyor musun? Diyor şaşırarak büyükanne. Ağaçların yandığı yıldı. Laz gelmişti o zaman.
 -A, evet, evet! Laz gelmişti! Nasıl da unuttum!
 Bir şeyler hatırlar gibi oluyor, sonra:
 -Gel, şimdi anlat bana, o zaman çok korkmuştun, değil mi? Gülerek soruyor.
 -Fakat hatırlamadın mı? Ben biraz geç öğrenmiştim, diyor karısı. Sonra da, asla kendim için korkmamıştım. Sadece senin için…
 Laz korkunç bir Türk eşkıyasıydı, dehşeti geçmiş yıllarda Bergama’dan, hatta daha uzak Kırkağaç’tan Edremit körfezine kadar yöreyi tutmuştu. Kan dökücülüğüyle, yaptığı akla gelmedik kıyımlarla namı yürümüştü. Onu, ne Hıristiyan’a ne de kendi soyuna inancı, güveni olmayan biri olarak anlatırlardı. Herkes kâfir derdi, çünkü böyle bir canavarın kalbine tanrı inancının yuvalanamayacağını bilirlerdi.
 O zamanlar, bir öğlen vakti çiftçiler büyükbabayla birlikte -genç delikanlıydı o vakit- zeytin ağacının altında dinlenirken, dağlarda dolaşan bir çobanın bağıra çağıra onlara doğru koştuğunu gördü:
 “Nerede Yanakos Bibelas? Yanakos Bibelas nerede?”
 Ona yaklaşması için işaret ettiler ve o zaman adamın korkudan sapsarı kesilmiş, koşmaktan ter damlayan suratını gördüler.  
 “Efendi!” Diyordu büyükbabaya. “Efendi! Laz!..”
 “Söyle be! Ne oluyor?” Büyükbaba adamlarına gelen bu ani haberden sarsılmadığını göstermeye çalışıyordu.
 Çoban çabucak anlatmaya başlıyor: Kimindenilerde bir tepeciğin üzerinde oturuyormuş ve sürüsüne göz kulak oluyormuş, birden göğüslerinde çapraz bağlı fişeklikler, ellerinde martiniler olan on beş kadar sakallı, vahşi bakışlı adam karşısına fırlayıvermiş. Ona ısrarla; Bibela’nın çiftliğinde ne kadar adamı var, silahları var mı, ne kadar davarı ya da başka canlı hayvanı bulunuyor, bu günlerde buralarda devletin atlıları ya da onun gibi başka atlılar görünmüş mü, gibi sorular sorduktan sonra, eşkıya başı olduğu anlaşılan biri ona şöyle demiş:
 “Bunu al ve Yanakos Bibelas’a götür! Laz gönderdi ve akşama gelip çiftliğinde konaklayacak de, beş yüz lirayı da hazırlasın! Seninle bir adamını göndersin beni alsın. Burada bekleyeceğim!”
 Bu haberle beraber, büyükbabaya korkunç bir uyarı olan kırmızı mendile sarıp bağladığı dişlenmiş bir kurşunu da çobana vermiş.
 Çoban bir çırpıda bunları anlattı.
 Bir heyecan dalgası geçti o zaman, bunlar çiftçiler arasında ulu orta söylenmez laflardı. Bir kısmı hemen sahil tarafında bir yere kaçıp gizlenmek istedi, bir kısmı silah kuşanıp eşkıyaya karşı koymalıyız dedi, diğerleri de Dikili’ye gönderelim birini yardım baksın dedi. Her biri kendi düşüncesini söyledi.
 “Çiftlikte kadınlar da var. Onlar ne olacak?” Diye hatırlattı biri.
 “Efendinin hanımının içinde bulunduğu durum ne olacak!” Bir diğeri de, hanımının ikinci kızı Urania’yı daha dün gece doğurduğunu hatırlatıyordu.
 Büyükbaba bu geçen süre içinde zaman kazanıp doğru kararı bulmak, adamlarının karşısında çaresiz görünmemek için sustu, gözlerini üzerlerine dikerek çiftçilerin bir bir önünden geçti, sonra çobana dönerek kararlı tavırla şöyle dedi:
 “Bir adamımla geri döneceksin. Laz’a diyeceksin, Yanakos Bibelas’ın konağında her yolcu yiyecek yemek, yatacak yer bulabilir. İsterse buyursun gelsin. Beş yüz liraya gelince, istediği kadarı bende yok. Ona sadece yüz verebilirim. Onu da adamımla gönderiyorum. Başka param yok.”
 Böyle de oldu. Çoban çiftliğin kâhyasıyla gitti. Güneş alçalıyordu. Çiftçiler, kadınlar, hepsi işlerinin başına döndü. Büyükbaba karısının, genç annenin kulağına bir şey gitmemesi için sıkı tembihte bulundu. Bunun için herkes avluda aralarında alçak sesle konuşuyordu. Adamlar huzursuz ve korkmuştu, efendilerinin karşı koymama kararını gizlice aralarında tartışıyordu. Bir kısmı iyi yapmadı diyordu. Diğerleri: “Ne olmalıydı? Karısı bu durumdayken, başka bir karar mı verseydi?” Diyorlar, bu yüzden böyle karar aldı yorumunu yapıyorlardı.
 Kadın işçiler, içlerinde önce genç kadınlar, bunları duyarak sağa sola koşuşturuyordu, köşelerde toplaşan adam gruplarının birinden diğerine gidiyordu. Yüzlerini ateş basmıştı, başlarından geçecek serüvenin heyecanıyla gözlerinde şimşekler çakıyordu.
 “Ne olacak? Ne olabilir? Ah! Acaba katliam mı olur burada? Yoksa bizi mi alıp götürürler!”
 Bir süre sonra, bir kadın çiftliğin büyük kapısına fırladı, dışarı bir göz attı, diğer kadınlar içerde heyecanla beklerken elini siper yapıp Kimindenilere baktı.
 “Yok mu bir şey?”
 “Hiç bir şey!”
 “Ah!”
 Kadınlar durmadan iç geçiriyorlardı, ama kimse onları kaygıdan ya da çaresiz bekleyişten kurtaracak sözü bulamıyordu.
 Sonunda bir kadın dayanamadı ve hıçkırarak ağlamaya başladı:
 “Ah, artık gelsinler!.. Ne olacaksa olsun! Gelsinler bizi öldürmeğe!..”
 Hava karardı. Gece ağaçların, insanların üzerine inmeye başlamıştı, çalkalanan kalplere yeni bir ağırlık yüklüyordu: karanlığı. Kadınlar dışarıda ardına kadar açılmış gözlerle, derilerinin her gözeneği açık, yıldızlar altında otururken, adamların çoğu odalarına çekilmiş, bitkin vaziyette kendilerini yatağa atmış birbiri üstüne sigara tüttürüyordu.
 Sessizlik çok yoğundu. Yükseklerde, toprağın hoşgörüsüz sert tanrısı Kimindenilerde, ulu bir ağaç susadı. Köklerini hafifçe sağa sola sallıyor, suyu bulup içmek için onları geriyor. Solucanlar uykularından uyanıyor. “Ne oluyor?” Diyor biri. “Hiçbir şey, ağaç susadı”, diye cevaplıyor başkası. Sarsıntıdan toprak uyanırken onlar öbür taraflarına dönüp uyuyorlar. “Ne oluyor burada?” Toprak soruyor. Köklerin umutsuz mücadelesini görünce, anlayarak sevecence gülümsüyor. “Sana su getireceğim”, diyor ağaca. Toprak silkiniyor, zor günler için sakladığı yerden suyu getiriyor ve ağaç içiyor. Aynı anda, yüzeyde, büyük bir taş toprağın sarsıntısından sallanıyor ve dengesini kaybedip biraz yuvarlanıyor.
 Yukarılarda bunlar olurken, Kimindeniler de sarsılmaz bir sakinlikle olanları dinliyordu. Aynı sarsılmaz sakinlikle aşağılardaki yer de bunları duydu, üstünde yaşayan insanlar da çatılarının altında duydu.
 “Bir şey yok mu daha?” Çiftçiler donuk ve kıpkırmızı gözlerle odalarından sordu.
 “Daha bir şey yok!” Kadınlar dışarıdan cevapladı. “Ah, daha bir şey yok!” Diyorlardı ve sesleri güçlerinin son sınırına vardığını gösteriyordu, artık daha fazla beklemeye dayanamayacaklardı.
 Bir ses titreyerek yankılandı:
 “Dinleyin! Dinleyin şimdi!”
 Tuhaf gürültü boğuk ve derinden geliyordu.
 “At değil mi?”
 “Evet! Atlar! Onlardır! Geliyorlar! Geliyorlar!”
 Herkes yerinden sıçradı, yataklarından çıktı. Fethedilmeyi bekleyen kalenin içinde heyecan ateşi kıvılcımlar saçıyordu. Karısının yanındaki büyükbabaya haber verdiler, onu dışarı çağırdılar.
 “Ne var?” Karısı sordu.
 Ona sevgiyle gülümseyerek baktı:
 “Bize yeni bir dana geliyor. Beyaz inek doğuruyor, odur”.
 Dışarı çıktı. Tavrı birdenbire değişti. Sert ve bükülmez oldu. İki adamına çıraları yakıp kapıya çıkmalarını söyledi. Sonra avluda dönüp duran çiftçilere ve kadınlara seslendi:
 “Hepiniz odalarınıza girip kapılarınızı kilitleyin! Kimse ben söyleyene kadar dışarı çıkmasın!”      
 Çok geçmedi eşkıya sonunda vardı. Büyük kapının dışında attan indiler. Yarısı kadarı bekçi olarak dışarıda kaldı, Laz beş adamıyla çıra tutan adamlara doğru ilerledi.
 “Nerede efendiniz?” Dedi vahşice.
 Adamlar korkudan titreyerek efendilerinin beklediğini söyledi. Öne düşerek, tahta merdivene giden yolu aydınlattılar. Kadınlar ve çiftçiler o sırada parmaklıklı pencerelerin arkasına gizlenmişti, çıraların alevini gördüler, sarıya çalan bıyıklı, güneşten yanık tenli, uzun boylu genç bir delikanlı önde gidiyordu. Başına kırmızı bir mendil bağlamıştı, iki sıra fişekliği göğsüne çapraz kuşanmıştı, belindeki kemerde bir piştov, gümüş kını içinde bir kama vardı, martinisini omzuna asmıştı. Meşalelerin arkasında korkusuzca iri adımlarla yürüyordu. Arkasından da delikanlıları geliyordu.
 Büyükbaba merdivende bekliyordu:
 “Hoş geldin evime, Laz efe!”
 “Sen Yanakos Bibelas mısın? Hoş bulduk!” Selamladı eşkıya başı. Büyükbaba onları odasına götürdü, orada yuvarlak alçak bir sofra masası üzerinde yemeklerle hazır bekliyordu.
 Duvara dayalı uzun tahta sedire önce eşkıya başı oturdu. Bir baştan öbür başa sırayla delikanlılar da oturdu. Eşkıya başı etrafına efece bir göz attı sonra gözlerini büyükbabaya dikti.
 “Adamların nerede?” Dedi.
 “Hepsi yataklarında”.
 “Silahların nerede?”
 “İçerde silah yok”, açık cevap vermekten kaçınarak sakince cevapladı büyükbaba.
 Laz çıplak duvarlara göz attı sonra adamlarına emretti:
 “Arayın onu!”
 Aradılar onu. Üzerinde bir şey yoktu. Tamamen silahsızdı.
 “İyi!” Dedi Laz.
 Biraz sonra da:
 “Beni duymuşluğun var mı, çorbacı? Diyor büyükbabaya.
 “Var. Buralarda her yer seni duymuştur”.
 “Güzel, o halde lafı iki defa söylemediğimi de bilirsin. Sana beş yüz lira istediğimi haber etmiştim. Neden göndermedin?”
 Bakışları aniden sertleşiyor. Büyükbabanın üzerine çivilenip kalıyor. Henüz genç bir suratta böyle gözlerin olabilmesine şaşarsın.
 “Benim sözüm de dosdoğrudur”, sakince cevap veriyor büyükbaba. “Aradığın kadar bende yok. Toprağım iyi değil, sana gönderdiğim için çok ter akıtılmıştır. Bu kadar vardı”.
 O gözlerde yine şimşek çaktı.
 “Bunu göreceğiz!” Dedi Laz. Dudaklarında acı alaydan kıvılcım alan tuhaf bir gülümseme görüldü. “Lakin sen de bilirsin Yanako Bibela! Niceleri bana böyle konuşmadı!”
 “Ne tasarlıyorsan yap onu”, diyor Bibelas, buz gibi sakinliğini koruyarak. “Kapımı kapatacak adamlarım vardı ve istesek seni dışarıda tutardık. Lakin bunu yapmadım. Çünkü…”
 Karısının durumunu söylemeye davranıyor, ama bunu utanç sayıyor. Sadece dudakları titriyor, hafifçe.
 “Çünkü ne?” Eşkıya soruyor.
 “Hiç bir şey. Öylesine dedim”.
 Biraz sonra devam ediyor:
 “Konağımdan tek bir adam geçmedi ki ekmek istesin de vermeyelim”.
 Sesini sakinleştirerek devam ediyor:
 “Bırak yemeğimizi yiyelim”, diyor Laz’a.
 Sonra misafirlerine özen ve saygı gösteren adamın tavrıyla yerinden kalkıyor.
 “Buyursunlar, diyor tekrar ve ilk lokmayı ağzına götürüyor.
 Sofrada kuzu çevirme, yumurta, peynir, şarap ve bal vardı. Büyükbaba sofrasıyla yabancı konuklarını etkilemişti. Onlara güzel bir sofra hazırlatmıştı. Çok acıkan konuklar bir an tamamen adamın orada olduğunu unutuyorlar. Aç kurtlar gibi yiyor içiyorlar. Aralarında konuşup gülüşüyorlar, bağrışıyorlardı. Bir an birinin gözü büyükbabaya takılarak, sanki onun varlığını şimdi hatırlamış gibi:
 “Laz efenin seni beklediğini nereden bildin ulan! Dedi ve kahkahayla hepsi gülüştüler. “Nereden bildin Laz efenin senin başlamanı beklediğini!”
 Saatler geçti. Bütün çetenin artık sarhoş olduğu görülüyordu. O zaman sarı delikanlı, Laz efe, bir türküye başlıyor, bir ezgiyi dile getiriyor:
 “Uzaklardan, Asya içlerinden, çıplak sarp dağlardan bir kurt sürüsü ovaya iniyor. Yiyecek bulmak için deniz tarafına koşuyor. Köyleri talan ederek geçiyor ama bir türlü doyamıyor. Ağaçlar ve yabani yaratıkların hepsi onlara sesleniyor: “Buradan çekip daha aşağılara inin! Daha aşağılara inin! Denize gidin! Kurtlar da öyle yapıyor. Tuzlu ıssız toprakları geçiyorlar ama tek bir canlı göremiyorlar. Sadece yolunu şaşırmış bir kuş buluyorlar ve öğrenmek için ona soruyorlar: “Deniz nerede?” “Çekin gidin aşağılara! Çekin aşağılara!” Çok korkan kuş cevap verip savuşuyor. Deniz! Nedir acaba, bu su dolu yer çıplak dağlarda acıkan insanların, kuşların, hayvanların koşup varacakları bir yer mi? Kurtlar tuzlu ıssızlığı geçiyor ve büyük bir ormana giriyor. Bir ağaç kovuğunda, oraya ölmeye gelmiş yaşlı bir karaca buluyorlar. Ona diyorlar: “Uzun yaşamında bu kadar çok dolaştın, gezdin, gördün, bize denizi söyle. Gözükmesine daha var mı?” Ormanda uzun yıllar yalnız yaşamış karaca da, soyunun diğer bütün karacaları da, ulu ağaçların altında doğup ölüyorlardı, onlara cevap veriyor: “Siz asla denize varamayacaksınız! Asla varamazsınız!” O zaman kurtlar vahşi ulumalarla başlarını toprağa eğiyor ve kaderlerine ağlamaya başlıyor, kimsesizliklerine ağlıyorlar, çünkü artık asla denize varamayacaklarını biliyorlar, denizin kurtlar için olmadığını öğreniyorlar”.
 Bu kurtların şarkısı; yılgınlığın, kimsesizlikte kaybolmuşluğun, tatmin olmayan tutkulardan zavallılığa gömülüşün acı bir ezgisiydi. Ezgi sözleri ortaya çıkıp yayıldıkça kurtların gözlerini koyu bir matem kaplıyor, kalpleri hızla çarpıyor, sakinleşene kadar çarpıyor. O zaman elem gelip üzerlerine oturuyor. Sert çizgiler yüzlerinden kayboluyor, damarları şişmiş elleri düşüyor, yavaş yavaş insanlık hali içlerine doğru ilerliyor ve giriyor.
 Tam bu duygusal anda içerden duyuluyor: ısrarlı bir sızlanma, biteviye, ara vermeden kulaklara geliyor. Cılız, çok zayıf, insanın içine işleyen ince bir bebek sesidir. Kurtlarla oluşan havada, fişek ve silahların arasında, kirli gövdelerin erkek kokusu içinde olması olanaksız genç ses, ben de varım diyor, yalvarıyor.
 Ses önce sarışın delikanlıyı bulup çarptı, Laz efeye. Gözleri yuvalarından fırladı, sanki işittiğim doğru mu diyordu, sonra doğrulamak ister gibi arkadaşlarına baktı, en sonunda gözlerini büyükbabaya dikti.
 “Nedir bu?” Diyebildi sonunda şaşkınlıktan afallamış olarak.
 Büyükbaba dosdoğru onun gözlerine bakıyor.  
 “Dün doğdu”, diye cevap veriyor. Kızımdır. Annesi ağır hasta”. 
 Sızlanan cılız bebek sesi duvarlardan geçip, gittikçe daha yalvararak, ısrarla geliyordu. Bir an eşkıyanın içine ölüm sessizliği çöker. Sonunda Laz yerinden sıçrar, büyükbabayı kalın çuha yeleğinden tutup şiddetle sarsar.
 “Neden bunu bana söylemedin ulan? Neden bunu söylemedin? Adeta ulur.
 Sanki başına bir felaket gelmişti, ayaklarını döşemeye vuruyor, elleriyle göğsünü dövüyordu. Fişekliğindeki kurşunlar şakır şukur birbirine çarpıyordu.
 “Neden bunu bana söylemedin ulan?” Durmaksızın uluyordu. Sanki onu karşı gelemeyeceği korkunç bir eylem yapmaya mecbur etmişlerdi.
 Sakinleşmesi için biraz zaman geçti. Kendini sedire attı ve bir süre sessiz kaldı. Adamları tepesinde dillerini yutmuş dikiliyordu.
 Sonunda yerinden kalktı. Şimdi daha sakindi, ifadesiz suratına karar oturmuştu.
 “Çağır bir hizmetçi!” Dedi buyurgan tavırla.
 Hasta anneye bakan yaşlı kadın geldi.
 Laz kuşağından siyah bir torba çıkardı, içinde yüz lira olan büyükbabanın gönderdiği para kesesiydi.
 “Ver bunu kadına”, dedi sertçe. “Kızın çeyizi için Laz gönderdi de”.
 Dışarı önce o çıktı, diğerleri onu izledi. Ülker yıldızı batıda titreşiyordu. Dışarıda ayaz vardı.
 Büyük kapıda atların olduğu yere vardıklarında durdular.
 “Allaha ısmarladık,(*) Yanako Bibela!” Dedi eşkıya.       
 “Uğur ola, Laz efe!”
 Dedemiz ve nenemiz o ikindi saatlerinde gidip oturdukları meşe altındaki tahta sırada anılarını böyle tazelediler.
 -Bütün bunlar artık ne kadar uzak…, mırıldandı büyükanne.
 - Seneler nasıl da geçti, gördün Despina, diyordu öteki.
 Yıldızlar çıktığı, kuşlar sustuğu zaman gecenin ayazı ovaya indi ve her tarafı kapladı, önce büyükanne kalktı.
 -Artık içeri gidelim mi Yanako?
 -Gidelim Despina.
 Zira büyükanne ayaklarına çok yüklenmişti, ayakları ona hiç yardımcı olmuyordu, kocasına dayandı, ağır adımlarla yürüyerek geldiler. Çiftliğin büyük kapısında durdular, haç çıkardılar, sonra büyükbaba kol demirini vurdu. Bunlar Kimindenilerin altında hiç değişmeyen hayatından tipik iki şeydi:  Akşamları meşenin altındaki sırada dedemiz ve nenemizden başka kimse oturamazdı ve büyük kapı dedemden başka biri tarafından ne sabah açılabilir ne de akşam kapanabilirdi. Zira büyükbaba hepimize göz kulak olmalıydı; insanlara da, ağaçlara da, hayvan sürülerine de - baştan sona evcil olma.
 Böylece zamanla ben de barışın demir attığı bu yeri sevmesini öğrendim.  



ÜÇÜNCÜ KISIM
Aç çakallar

KİMİNDENİLERİN sessiz, olaysız gecelerinde geliyorlardı. Ölü gecelerdi. Serinlik bulutlardan ve tepelerden sessiz dalgalar halinde aşağılara inip, çiğ damlalarını yaprakların üzerine bırakıyordu. Damlacıkların gelişi sessiz sedasız olurdu, tertemiz atmosferde yüzen kötü bir şeye rastlanmazdı, yolculuklarında bulutlardan başka arkadaşları olmazdı. Çünkü ne yol gösteren birine ne de başka arkadaşa ihtiyaçları vardı. Zira bu çiğ damlacıkları doğar doğmaz sihirli ülke toprağına düşmek için yükseklerde yaratılmıştı, sonunda kaderlerinin bu olduğunu biliyorlardı, toprak onları böylece çekiyor ve düşüp kayboluyorlardı. Sona ermenin cazibesi onları bu yola sürüklüyor.
 Çocuklar -kardeşlerim ve ben- dedemlerin odasında toplanmış büyüleyici sessizlikten rahatsız olarak, kulaklarımız acaba bir ses yakalar mı diye kafamızı pencereden dışarı uzatmıştık.
 Çıt yok. Tek bir canlı sesi yok. Lakin gecenin büyüsü, derinlerdeki keşfedilmemiş dünya kalplerimize sesleniyordu.
 -Dede, dışarıda neler oluyor? Soruyorduk.
 -Ne olsun! Hiçbir şey!
 -Hiç bir şey mi? Ama dinle öyleyse!..
 Kulaklarını dikiyor ve sonra söylediğini tekrarlıyor:
 -Size dedim. Bir şey duymuyorum!
 Bu sefer nenemize dönerek:
 -Sen de bir şey duymuyor musun, nene?
 Ama öteki kadındı, neneydi, anlıyordu.
 -Tabii duyuyorum, diyor tatlı tatlı, hepimizi gözleriyle kutsayarak.
 -Ne? Ne öyleyse? Öğrenmek için merakla soruyorduk.
 -G e c e uyandı, çocuklarım, diye cevap veriyordu sakin ve inandırıcı.
 A! Gece uyanmış…
 -Çakallara ne oldu? Tilkiler neden bağırmıyor?
 -Ama bunu bilmiyor musunuz? Dev bu akşam bütün karacaları aldı mağarasına götürdü, onları yedirdi ve uyuttu.
 -A! Bundan…
 Büyük dev nenemizin en gözde yaratığıydı. Masalların kahramanı insan yiyen canavar onun ağzında, Tanrı sevabı sunan ormanın iyiliksever yaratığı olup çıkıyordu. O çocukların gözlerini kapatıp uyutuyor, yaramazlık yaparlarsa, annelerini dinlemezlerse ya da dualarını etmezlerse ince değneğiyle okşar gibi onları cezalandırıyordu. Vadideki patikada yolunu kaybeden yabancılara o yol gösteriyordu, çakallar fazla uludukları zaman sofrayı hazırlayıp zavallı çakalları o doyuruyordu. Biz de bu Büyük Dev’in yaptıklarını dinleyerek onu kiliselerin kubbelerine çizilen Tanrı gibi hayal ediyorduk. Onu beyaz sakalı, başında altın tacı, sırtında peleriniyle sessizce ilerleyip, uzun adımlarıyla ağaçları bir sıçrayışta aşarken hayal ediyorduk. Önünde kırk küçük dev, onların ardından başka kırk dev, boyunlarında asılı ağır çanlarla geçerken orman yankılanırdı -glang glung-, herkes Dev’in geçtiğini bilirdi…
 Bunlar sessiz sakin yaz gecelerinde, Kimindeni eteklerinde oluyordu. Ama her gece böyle sessiz değildi. Başka geceler de gelirdi ve onlar daha sık olurdu, Büyük Dev çakallara ikram yapar, onları saldığı ovada ekili topraklarda yedirir doyurur sonra da uyuturdu. İlkbaharda henüz ürün olmamışken gezileri tehlikesizdi ve bağdakiler onlarla ilgilenmezdi. Vahşi ulumalarını uzakta ormanın derinliklerinden duyardık, sesler başta zayıf gelirdi, merak ve korkuyla beklerdik.
 -Buraya kadar gelirler mi acaba?
 -E, ne yani? Korktunuz mu? Derdi büyükbaba. Bırakın gelsinler!
 -Bırak gelsinler! Ben de öyle diyordum, evin oğlanı olarak kız kardeşlerime güya ne kadar cesur olduğumu gösteriyordum. Ne titreşiyorsunuz öyle?
 Küçük Artemi, küçük Agapi, küçük Lena gerçekten korkudan titriyordu, benim yapmacık tavrımdan bıkmışlardı.
 -Zavallı, sen de! Katlanılmaz bir küçümsemeyle bağırıyorlardı. Şimdi bize korkmadığını mı gösteriyorsun! Hem de kertenkeleden korkan sen ha!
 Kertenkeleden korkardım. Doğru. Kertenkeleler ayaklarına çıkardı ve yılan balığı gibi kayardı. Korkmandan doğal ne olabilir ki! Çakallardan ise seni duvarlar koruyordu.
 -A, a, tabii! Sen sadece duvarların arkasında delikanlısın!
 Kızların kahkahalarının sonu gelmezdi, ancak çakallar çok yaklaştığı zaman sesleri kesilir, damarlarındaki kan çekilirdi.
 -Tanrım! Geliyorlar!
 Toprağın sessizliği içinde açlığın sesi insana yürek parçalayıcı ve kutsal geliyordu. İnsanın büyük ölüm acısı, asla bu kadar vahşi yankı yapmazdı. Bildiğimiz hiçbir şey bu sesle aynı olamazdı. Yapraklar iliklerine kadar titrer susardı, çiğ damlaları ani rüzgârından sarsılıp düşerdi, topraktaki kökler sallanmaya başlar, yıldızlar geziyi bırakır, yer altı su damarları donardı -zira Kimindenilere, bu acımasız ve sert tanrıya, açlık geliyordu. Biz o zamanlar daha çocukken ağaçlarımız meyve, verimli toprağımız ürün veriyordu, açlık nedir bilmiyorduk. Fakat bize iyi rehber olan temiz kalplerimiz vardı, bundan dolayı dünyanın bütün gizli sırlarını içimizde, sevgi köyünde bulabiliyorduk, hissedebiliyorduk ve anlayabiliyorduk. Bizi koruyan yüksek duvarların ve büyük ağacın gölgesi altındayken –yani dedemizin-, acı çekmedikleri zaman acımasız ve aldırmaz olan büyükler gibi değildik. Gecenin dramı şiddetini arttırınca biz de bunu içimizde yaşıyorduk.
 -Ah artık! İlk daima Agapi patlıyordu, zira o herkesten daha zayıf ve hassastı.  
 İçler acısı hıçkırıklarla ağlamaya başlıyordu. Biz de ona bakıp ağlama cesaretini kendimizde buluyorduk, Artemi, Lena ve ben, hep beraber ağlamaya başlıyor ve haykırıyorduk:
 -Neden çakallar aç olsun? Neden aç kalıyorlar?
 Bir anda büyük kıyamet kopuyordu: dışarıda vahşi hayvanlar uluyor içerde biz feryat figan dövünüyorduk. Annemiz ve nenemiz okşayıp sakinleştirmek için bize koşarken, büyükbaba çocuk kalbinin bu patlamasına katılarak gülüyordu.
 -Yanako! O zaman büyükanne tüm ciddiyetiyle bağırırdı. Yapma böyle! Onları görmüyor musun? Derdi, dövünüp duran bizi göstererek.
 Onunla çok nadir olarak böyle kavga eder gibi konuşurdu. Büyükbaba da hemen ciddileşirdi, hata işlediğini anlayarak gülmeyi keserdi.
 -Gelin! Gelin şimdi! Sakinleşin canlarım! Diyerek bizi yatıştırırdı nenemiz. Tanrı çakallara da yiyecek bulur. Tanrı büyüktür, o bulur. Gidin uyuyun.
 Çakalların sesleri çok sonra kaybolurdu. O zaman da artık bir şey duyulmazdı. Her zamanki gibi, uyumadan önce duamızı yapar ve Tanrıya şükrederdik, Tanrı dedemizi nenemizi, babamızı, annemizi, ağaçları, bütün insanları korusun diyerek. Kendimizi yatağa atar fakat uyku tutmazdı. Gelip gözkapaklarımıza çökmek ister ama biz çakalların gittiğinden emin olana kadar onu kovardık. Gittiklerinden emin olunca, insanlara ve ağaçlara duamızı tekrar içimizden fısıldardık, yeryüzünün aç çakalları için de yalvarırdık.

 MEYVELERİN olgunlaşma zamanı geliyordu, koruklar da asmalarda salkım salkım sallanıyordu. Bu bahar günlerinde, çakalların saldırması hiç de uzak tehlike değildi. Bir sessiz gecede, büyük bir aç hayvan sürüsü aniden bağa giriverirdi, ertesi gün artık ürünü bulamazdınız.
 Bu felakete karşı koymak için insanlar savaşa hazır beklerdi. Çiftlikte herkes, kadınlar, adamlar üç vardiyaya ayrılarak bunun için çalışırdı. Vardiyanın ilki gece saat ona kadar, sonraki gece yarısına kadar, üçüncü vardiya da sabah vaktine kadardı. Beklerlerdi ve çakallar yakına, çiftlik sınırına yaklaşınca vahşi sesler çıkararak teneke ve davul çalarlardı. Gece zifiri karanlıksa ellerinde yanan çıralar tutarlardı. Vahşi hayvanlar kudurmuşçasına uluyarak geri çekilir ve komşu çiftliklerini basmaya giderdi. Biraz sonra başka bağlardan, aç sürüden toprağını savunan insanların haykırışları duyulurdu. Biraz zaman geçerdi ve çığlıklar yine duyulmaya başlardı, bu sefer sesler daha derinden ve bir başka çiftlikten gelirdi. Sanki şeytanca dönüp dolaşan korkunç bir dalgaydı, patlayacak yeri bulana kadar bir orayı, bir burayı döver dururdu. Bulamazdı ve tekrar dönmeye başlardı. Sonra yine bizi vurmaya gelirdi, adamlarımız onları kovmak için yine atılırdı. Bu korku ve açlık avı sabaha kadar sürerdi.
 Bu sert oyunla ilk tanışmamız biz çocuklara gerçekten büyük heyecan getirdi. Bir gece çiftliğin avlusunda garip bir hareketlenme oldu. Kadınlar, yeni yetme genç kadın işçiler ve adamlar aralarında güle oynaya arkadaşlık ederekten çıraları, tenekeleri, davulları hazırlıyordu. Küçük Lena, Agapi, ve ben erkenden odamızda toplanmıştık ve ağaçtan gemicikler yaparak oynuyorduk. Bundan dolayı dışarıda olanlardan bizim haberimiz olmadı. Sadece Artemi aramızda yoktu. Aşağıda bir yerlerde dolaşıyordu. Kimse garipsemedi. Artemi hepimizden daha tez canlı bir çocuktu. Yaşına göre tutkuya varacak derecede inanılmaz meraklıydı. Bundan dolayı dünyada her şeyi bir an önce öğrenmek için acele ediyordu, biz büyüklerimizin verdiği basmakalıp cevaplarla yetinirken, o daima bunlara inanmayıp daha fazlasını istiyordu, dünyayı örten peçenin gerisindeki gerçeğin kokusunu alıyor, soruyor, konuyu kurcalıyor, söylemeleri için üsteliyor, öğrenmek için ısrar ediyordu. Böylece büyükler ona bilmemesi gereken şeyler için cevap yetiştirebilmekte her seferinde zorluk çekiyordu. Öyle olunca da, akıllarına ne gelirse yalan yanlış onu diyorlardı. Dünyanın peçesi böylece daha da koyulaşıyordu, Artemi bunu seziyor ve ayaklarını sinirle yere vurarak:
 “Hayır! Bu değil! Bu değil!” Diye hemen ağlamaya hazır, bağırıyordu.
 Fakat ağlamıyordu, o çok seyrek ağlardı. Onda erken gelişen,  ciddiyet duygusu buna daima engel olurdu, çocuklar için doğal olmayan bir kişilik.
 İşte o zaman, biz tahta gemiciklerimizle içerde oynarken, Artemi birden kapıyı açıyor ve içeri dalıyor. Yüzü heyecandan karmakarışıktı, solgun yanaklarını ateş basmıştı, kocaman kara gözleri kıvılcım saçıyordu.
 -Öğrendiniz mi? Öğrendiniz mi?
 Gemiciklerimizi bırakıp üzerine atıldık, açgözlüce üzerine asılıp dudaklarından çıkacakları bekliyorduk.
 -Ne var, Artemi? Ne var?
 Bize işkence çektirmek ister gibi, ayaklarımızın ucundaki yelkenciklerimize ve balıkçı kayıkçıklarımıza hor gören bir bakış attı.
 -Siz gemilerle oynayın bakalım, hem de bu akşam…
 -Ah, Artemi, söyle bize ne var! Söyle bize! Ona yalvarıyorduk.
 Birden ciddileşti, bize baktı ve:
 -Görmediniz mi hazırladıkları çıraları, davulları?
 -Çıra mı, davul mu hazırlıyorlar? Peki neden? Neden?
 -S a v a ş!.. Diyor Artemi, gözlerimizin içine bakarak.
 “Savaş?” Bu ne demekti? Hiçbirimiz bilmiyordu, hiç duymamıştık böyle bir yaratık. Hayvan, kuş ya da ağaç mıydı?
 -Bu akşam çakallarla savaş başlıyor! Diyor Artemi. Aleksis bana söyledi.
 Sevinçten yerimizden sıçradık, çünkü hayatımıza yeni giren bir şey öğreniyorduk. Şüphesiz oyun gibi bir şey olacaktı, “savaş”…
 -Sahi mi? Demek ki o olacak! Nasıl dedin? Savaş mı…olacak? Bağırıyorduk ve yerimizde zıplıyorduk.
 Fakat Artemi zıplamıyordu, bizimle gülmüyordu. Dudaklarını büzmüş, ayaklarını sinirle yere vuruyordu. Sanki bir şey tahmin ediyordu, sanki bir şeyi önceden seziyordu.
 İlk önce Agapi  -o zaman on yaşında kızcağız- küçük kız kardeşimizin bizim neşemizle taban tabana zıt ciddi yüzüne dikkat ediyor.
 -Neyin var Artemi? Diye soruyor ona.
 Hemen içine aniden düşen kaygıyı Artemi’nin yüzündeki ifadeyle ilişkilendiriyor:
 -Bu oyun da ne oluyor, Artemi? Nedir savaş? Korkarak soruyor.
 Ah! Gerçekten! Nedir?
 Havalara hoplamamız ve çığlıklarımız aniden durdu, gözler yine Artemi’ye dikildi.
 -Nedir, Artemi? Nedir savaş?
 Fakat Artemi de bilmiyordu, anlamamıştı. Ona genç Aleksis söylemişti, çiftçilerin içinde bizimle daha çok arkadaştı. Ama Artemi tez canlı, bir çocuktu, başkasına da soracak vakti yoktu, haberi bize ilk getiren olmakta sabırsızdı. Fakat sözün sırrını, bize neyi getirdiğini bilemiyordu, sadece önsezilerine kapılmış, heyecanlanmıştı.
 -Bilmiyorum, diyordu. Nerden bileyim? Neden bana soruyorsunuz? 
 Bir an durdu kararsızca ve sonra:
 -Öğrenmeliyim! Dedi kararlı. Öğrenmeliyim! Büyükbabaya gidiyorum!
 Kapıya atıldı, biz de arkasından koştuk. Bu haberin heyecanıyla biz nasıl alt üst olmuşsak dedemizi de öyle bulacağımızı bekliyorduk. Öyle olmadı. Her akşamki gibi sakin, sanki hiçbir şey olmamış gibi ve olmasına da neden yokmuş gibi oturuyordu.
 -Dede, bu akşam savaş mı olacak? Artemi soluk soluğa, ayaklarına sarılarak sordu.
 Büyükbaba aniden dönerek ona bakıyor, sonra hepimize bakıyor, biz de meraklı gözlerle onu inceliyoruz.
 -Ne olacakmış?
 -Savaş, dede! Bu akşam olacak savaş değil mi?
 Orada durmuş bilememenin hırsıyla titriyorduk.
 -Savaş mı? Dudakları arasında fısıldıyor büyükbaba. Bu sözü kim size söyledi? Kim size savaş olacak dedi?
 -Gel, dede, bizden gizleme! Bağırıyor Artemi. Çakallarla savaş yapacağımızı öğrendim!
 O zaman büyükbaba o çocuk gülüşüyle başlıyor gülmeye, kahkahayla, gözlerinden yaş akana kadar gülüyor ve onlara bakıyor.
 -A! Bunu mu diyorsunuz? Bunun için mi?
 Gözlerini siliyor ve Artemi’yi okşuyor:
 -Bir şey yok çocuklarım. Bir şey yok.
 -Nasıl bir şey yok, dede! Nasıl bir şey yok! Artemi üstelerken biz de bağrışıyorduk. Neden öyleyse çıraları, davulları hazırlıyorlar?
 -Ama gerçekten bir şey yok! Aç çakallar bize kötülük yapabilir. O zaman biz de onları vururuz. Hepsi bu işte!
 -A! Aç çakalları mı vuracağız!
 -Öyle elbette. Onları vuracağız.
 O akşam belirsiz duygular benliğimizi ele geçirdi. Büyükannenin iyi tanrısına ne olmuştu, duamızda gizlice yalvardığımız aç çakallar için çare bulamayacak mıydı? Ne olmuş da ortadan kaybolmuştu Büyük Dev, çakallar çok acıkıp bağırdığı zaman ormanın iyi kalpli dost tanrısı önlerine yemek koyup onları uyutmayacak mıydı? Toz olup ortadan kayboldularsa -Tanrı ve Dev - ve çakallar acıktıysa, insanların onları zalimce vurması mı lazımdı?
 Anlamamız kolay değildi. Orman yaratıklarından çakalların acıkınca yemeye hakkı yok muydu, şimdi düşmanımız mı olmalıydılar? Bu zamana kadar sadece bizi korkuttuklarını biliyorduk, çünkü bizim için bilinmezdiler, duymamıza rağmen seslerini anlamıyorduk ve bize ulaşan ses vahşiydi. Şimdi onlarla savaşmaya alışmalıydık, insanlara sınırsız güç katan o araca doğru ilk adımımızı atmalıydık, nefrete.
 O gece biz uykusuzlar, yataklarımıza uzanmış yaklaşan çakalların ulumalarını bekliyorduk. Nefeslerimizi tutmuştuk. Birden kimse nasıl olduğunu bilmeden verilen bir işaretle gecenin içinde davullar vahşice çalmaya başladı: insanlar hücuma geçiyordu. Haykırarak, davullara vurarak, teneke çalarak, yanan çıraları sallayarak ileri atılıyorlardı. Zaman zaman bir tüfek patlıyordu. Böylece vurulan vahşi hayvanlar birden içler acısı sesler çıkararak bir an için çekip gidiyordu. Sonra yine hırsla saldırıyordu. Yine insan sesleri gecenin içinde sanki bakır bakraca vurulur gibi çınlıyordu, yine ulumalar yankılanıyordu. Hava yürek yakan haykırışlarla, insanların ve çakalların tutku ve hırsından kabaran köpükle yoğun ve ağırdı. Yıldızlar bir an duman altında gizlendi. Sonra büyük bir bulut geldi ve onları örttü.
 Sustuk. Dinledik. Gözyaşları bile yorgun gözlerimizi kutsamak istemiyordu. Titreşerek dünyanın zalim yasasının anlamına varıyorduk.



DÖRDÜNCÜ KISIM
Yasef Amca
 
KİMİNDENİ eteklerinde günler doğup batarken, burada toprağın ve doğanın yanı başında, değişik anlamları olan birçok şeyi hissetmeye başladım: toprak, ağaçlar, bulutlar. Şehirde de ağaçlar, bulutlar, toprak vardı. Kışın orada da ağaçlar yaprak döküyordu, sonra bahar geliyordu ve çıplak ağaçlar yaprak ve çiçeklerle tekrar doluyordu. Bulutlar yağmur yağdırıyordu, ya beyaz oluyordu ve gökyüzünde dolaşıyordu, ya da güneş batmaya giderken gösterişli renklerle gökyüzünü boyuyordu. Bütün bunlar şehirde de güzeldi. Fakat sadece güzeldi. Yeryüzünün büyülü süsleme sanatıydı ve tabii ki tahta gemicikler, mavi boyalı tahta filler ve sarı lastik ada tavşanları gibi çocukların neşe kaynağı olacaktı.
 Ağaçların gizemli yaşamını dışarıda toprağın yanı başında öğrenmeye başladım. İnsanların güneşle, toprakla, suyla derin bağını orada öğrendim.

 YASEF AMCA herkesin bildiği gibi çiftliğin Nasturi’siydi, o mezhebin inananıydı. Saçları bembeyazdı, elleri ve yüzü güneşten kırış kırıştı. Çok genç delikanlıyken, Anadolu’nun zengin topraklarında rızkını çıkarmak için fakir adasından çıkıp gelmişti, Limnos’dan. O zamandan beri bir daha geri dönmedi, Kimindeniler onu tuttu. Limnos’da iken, şimdi geçmişte kalan o gençlik yıllarında, gözleri ışıl ışıl parlayan bir kızcağız vardı. Yasef daha bıyığı terlememiş delikanlıydı. Tratada çalışan bir balıkçıydı. Bir gece gider ve yıldızlara bakan kızcağızı bulur. Ona der:
 “Maria, neyi inceliyorsun?”
 Kızcağız şaşırır ve korkarak dönüp bakar, zira gökyüzüyle söyleşisi onun için özel ve kutsaldı, açığa çıkmasından korkmuştu.
 “Neyi inceliyorsun?” Ona tekrar sordu delikanlı.
 “Hiçbir şey”, ilgisiz görünmeye çalışarak cevap verdi. “Ülker Yıldızına bakıyordum”.
 “Sahi mi? Ülker Yıldızına mı bakıyorsun? Sen Ülker Yıldızını, daha başka yıldızları nereden öğrendin?”
 Delikanlıya, yaşlı bir kaptanın bir seferinde adadan geçtiğini ve yıldızları okumayı onun öğrettiğini, söyledi.
 “Sahi mi? Sana yıldızları okumayı o mu öğretti?”
 A, hayır, o kadar değil, okumayı o öğretmedi! Sadece ona yolunu gösterdi. Lakin yıldızlar o kadar çoktu ve kızcağız hem basit biri hem de öyle gençti ki! Bu işin ucunu nasıl bulsun? Yaşlı kaptan hayatı boyunca öğrenmişti. O daha ne kadar yaşamıştı ki! Belki de bunun için ona her şey karanlık, çok karışık görünüyordu ve yıldızların gönderdiği haberin sırrını çözmekte henüz zorlanıyordu.
 Yasef, bıyıksız delikanlı, o zaman kızcağızı sevgiyle kucakladı ve dudaklarından öptü. Ona dedi:
 “Bırak şimdi yıldızları, Maria. Seninle konuşmaya geldim”.
 Yıldızlı gecenin altında oturuyorlar. Onları sadece gece dinliyor, gizlice ve sessizce.
 “Bak”, diyor kızcağıza, “Denizin karşısındaki dağları görüyor musun?” Ona Anadolu’yu gösteriyor.
 “Görüyorum”.
 “Bir gemi bugün o taraftan geldi. Limandaydım ve inen yolcuları gördüm. Hepsi oranın ulu ağaçları, verimli toprağı olan zengin bir ülke olduğunu anlatıyordu. Bir tohum sana beş yüz tohum veriyormuş, bin tohum bile verirmiş. Dağları sayamayacağın kadar hayvan sürüleriyle dolu diyorlar, ayak basılmamış vahşi topraklarında geyikler, ayılar ve yaban domuzları yaşıyormuş. Orası dünyanın kutsanmış toprağıymış. Beni dinliyor musun?”
 “Seni dinliyorum, sevgilim”.
 “Buradaki toprağımız fakir ve çoraktır. Ağaç yok, davar sürüleri de yok, yaban domuzları ve geyikler de yok. Denizimiz de, ne kadar çalışsan vermiyor. Asla kaptan olamayacağımı, asla kendi tratamı yapamayacağımı biliyorum. Burada nerede define bulacağım da trata satın alacağım? Fakat sen aç kalmamalısın! Dünyanın bütün iyi şeylerini sana verebilmeliyim! Beni duyuyor musun?”
 “Öyleyse ben de, denizin karşısındaki memlekete gideceğim. Az süre çalışacağım, ama sıkı çalışacağım. Mal mülk edindiğimde gelip seni alacağım. O zaman seninle adanın en iyi tratasını yapacağız. Adı “Vangelistra” olacak. Onu kırmızı ve sarıya boyayacağız –çiğ sarı değil, kanarya sarısı. Sen de kaptanın karısı olacaksın”.
 Maria susuyor. Uzun süre konuşmuyor. Sonra yavaşça ağlamaya başlıyor, etrafına aldırmadan ağlaması sürüp gidiyor, sanki tek başınadır. Onu vazgeçirmek için hiç bir şey söylemiyor. Bunun boşuna olacağını biliyor: yıldızlar o akşam o kadar karışık, o kadar karanlıktı ki… Onları okumasını henüz iyi bilemiyorsa da gönderdikleri gizli haberi tahmin edebiliyor.
 “Bunu biliyordum”, diyor sadece. “Bunu biliyordum”, diyor yine, kendiyle konuşur gibi, “vaktimin dolduğunu biliyordum”.
  O Limnos gecesinde bunlar oldu. Yasef sakin adasından ayrıldı, denizi geçti ve karşıdaki memlekete gitti. Kimindenilere geldi. Lakin kendi sürüsünü toplayamadı, başka bir varlık da yapamadı. Geçtiğinin ilk senesinde, çalışarak ne biriktirebildiğini baktı ve dedi ki:
 “Çok az”. Bunlarla trata yapamam ve Maria’yı alamam. Gelecek seneye olabilir. Ertesi sene geldi, geçti. Diğerleri de.
 “Kaderim böyleymiş”, diye düşündü.
 Fakat onu geride bırakmak niyetine değildi. Adaya yazıyordu: “Tratayı satın alacak parayı yapıncaya kadar bekle beni. O zaman seni almaya geleceğim, Maria”. Önündeki diğer seneler de geçti. Yasef artık bir balıkçının toprakta çalışarak mal mülk yapmasının, bu Anadolu toprağı da olsa kolay olmadığını anlamıştı, yabancı diyarda boşa harcadığı gençliğinin bütün birikimini topladı adasına dönmek için yola çıktı. Yolda, daha denize varamadan haydutlar üzerine çullanıp soydu. Kimindenilere geri döndü. Yine çalışmaya başladı, zira buraya geldiği gibi adasına fakir dönmek istemiyordu. Tekrar başladı. Fakat artık inancı onu bırakmıştı. Devamlı kendi kendine söyleniyordu:
 “Eşkıya ile karşılaşmam iyi oldu. Önümde daha iyi yıllarım olabilir. Para yapacağım ve tratayı satın alacağım”.
 Fakat artık buna içten inanmıyordu. Sadece ağzı söylüyordu. Sonra seller geldi, ekili tarlalar için yıkım oldu, Kimindenilerin üzerini felaket bulutları kapladı ve Yasef birçok yaz hasta yattı. O zaman kaderini artık kabul etti, tratasını artık yapmayacaktı, tratalar Yasef için değildi.
 Denizin karşı yakasında Maria yıllarca onu bekledi. Bir gün adalarına bir Amerikalı geldi, gurbetçi bir vatandaşlarıydı. Cebinde altın sikkeleri, ağzında altın dişleri vardı, dünya kadar hastalıktan tıknefes, sapsarı yüzlü biriydi. Ana babası Maria’yı ona verdi ve yeşil gözlerinde yıldızların hikâyesi bitti. Maria memleketinin bütün kadınları gibi, bütün yaşıtları gibi kaderine boyun eğdi. O günden beri bir defa bile yıldızları okuyamadı. Onlarla gizli bağını, gençliğinin ayrıcalığını kesinlikle kaybetmişti. Başlarda çok ağladı, yıldızlara baktığı ilk gece ona ağızlarını kapadılar ve hiçbir haber göndermediler. Ama sonra buna alıştı ve gökyüzündeki yıldızları tamamen unuttu.
 Yıllar böyle geçti ve Yasef Kimindenilerde yaşlandı. Saçları bembeyaz oldu ve ellerinin yüzünün derisi güneşten kırıştı. Bütün toprak işlerinin içinde sadece bir şeyde başarılı oldu, bu işte tek adam oldu: ağaç aşılamak. Binlerce yabani zeytini, yaban armudunu ve başka yabani ağaçları elleriyle aşıladı. Onları tek tek tanıyordu. Başlarda onlara isimler bulup koyuyordu. “Maria” diyordu, “Vangelistra” diyordu, “Nikoli”, “Petraki” diyordu -isimler yıldızlı kızcağızın, yapacağı tratanın, yapamadığı çocukların adlarıydı. Fakat Marialar, Vangelistralar, Petrakiler o kadar çoğaldı ki onları karıştırmaya başladı. Böylece isim koymayı bıraktı. Büyüyen ağaçlar isimsiz oldu, onları tatmin olunmamış arzuları için yaşatmayı değil, kalbinin en derinlerinde yaşatmayı öğrendi. Onların gerçek arkadaşı oldu, onları tek tek tanıyordu, her birinin aşılandığı yılı, geçirdikleri yılları hatırlıyordu. Onları inceleyerek, var oluşlarını izleyerek, böylece yaşatarak yavaş yavaş hayatı bir amaç buldu. İnsanlardan uzaklaştı, bir ağaç oldu. Onlardan biri oldu, küçük arkadaşlarını himaye eden, onları kutsayan koca bir yaşlı ağaç oldu. Dünyasının dışındaki hiçbir şey onu ilgilendirmiyordu. Ne Kimindenilerin dışında olanları biliyordu ne de öğrenmek istiyordu. Bazı gecelerinde ona uzaktan zayıfça gelen haberler oluyordu: Ege’nin çorak bir adasını, masmavi denizini, deniz kabuklarını ve pruvalarında denizkızı oturan gemileri anlatıyordu. Gemiler yüzüyordu, çarmıh halatları ve direkleri onları orman gibi gösteriyordu, baştaki gemideki denizkızı diğerlerine zafer çığlığı atıyordu: “Yer açın! Yer açın, geliyor!” O zaman bütün denizkızları yerlerinde şöyle bir salınıyor, gözlerine ışığı yerleştiriyor, en iyi elbiselerini giyiyor, halatlar titreşiyor ve gemiler kenara çekilip yol açıyor. Gelen, aralarından ırmak gibi akarak geçiyor, hava esmeyi kesiyor, yeni boyalı “Vangelistra” denizden ırmağın dingin sularına kürekleriyle suyu döverek süzülüyor. “Hoş geldin denizimize!” Gemilerin denizkızları bağırıyor. “Hoş bulduk!” Trata onlara cevap veriyor.
 -Hoş bulduk…, hafifçe mırıldanıyor dudaklarının arasından yaşlı adam.
 Hayali yakalamak için gözlerini daha fazla açıyor, yapabildiğince. Ama o kaçıyor, devamlı uzaklaşıyor. Sadece donuk mavi bir peçe oluyor. Sonra dalgalar gibi çalkalanmaya başlıyor. A, evet, dalgalar yine geldi, gölgeler içlerinden titreyerek yavaş yavaş çıkıyor, onların içinden de yelkenler çıkıyor, uçmak için kanatlanıyorlar, ama yapamıyorlar. Sadece şekiller netleşiyor, gittikçe kalıcı oluyor, gövde ve yaprak oluyor, dalgalarda biten ağaç oluyor.


AĞAÇLARIN aşı mevsimi yaklaşıyordu. Çiftlikteki her gününü sessiz sakin geçiren Yasef amca -zira ona yapacak bir iş bırakmıyorlardı - şimdi heyecandan yerinde duramıyordu. İçi içine sığmıyordu, aşı çubuklarını sakladığı kumlu kalın toprak örtüsünün etrafında dönüp duruyordu.
 Sonunda, bir gün büyükbaba onu çağırdı:
 -Ne diyorsun, koca Yasef? Vakti geldi mi?
 -Geldi, efendim.
 -İyi. Yarın sabah başla.
 Sonra birini gönderdi ve biz çocukları çağırdı.
 -Yasef amcayla gideceksiniz! Yarın sabah! Dedi bize. Ağaçların nasıl aşılandığını görün.
 Yaşlı adama dönerek de:
 -Her çocuk bir ağaç seçsin, dedi. Onu o çocuğun adıyla aşıla.
 Ertesi sabah erkenden çıktık. Güneş henüz doğmuştu. Yasef amca ağır adımlarla, yere bakarak önden gidiyordu, biz de güle oynaya onu takip ediyorduk. Hangi ağacı seçeceğimizi tartışıyor, şamata yapıyorduk. Sonunda anlaştık. Artemi yabani zeytini seçti. Neden olduğunu bilmiyordu ama zeytinliklerin dinginliğini çok seviyordu, yapraklarının gümüşi rengini, çileli gövdelerini seviyordu. Ben ahlatı seçtim.
 Vardık. Yasef amca yanında getirdiği bir deste aşı çubuğunu yere koydu. Artık gözleri iyi görmüyordu, en iyi yeri bulmak için yabani bir ağacın sürgünlerini eliyle yokladı. Yüz ifadesi gittikçe hoşgörüsüz oluyordu. Yanındaki hiçbir şeyi görmüyordu, bizi bile. Gözleri parlaklığını gittikçe kaybediyordu, her halde sadece kuvvetli dokunma duyusu kalsın diye olacaktı. Sonunda istediği yeri buldu, gözlerini güneşe kaldırdı. Üç defa haç çıkardı, gizli duasını içinden fısıldarken hafifçe dudakları titriyordu. Biraz sessiz kalıp bekledi, sonra gözlerini güneşten indirdi. Artık rahat ve emindi. Bıçağını çıkardı, alışık ellerle aşı çubuğundan yüzük gibi bir kabuk parçası çıkardı. Aynı bıçakla yabani ağacın seçtiği yerini yonttu, aşı çubuğundan çıkardığı ince kabuk parçasını oraya yerleştirdi. Sonra yabancı gövdeden olan kabuğu seçtiği ağacın gövdesine sıkıca bağladı.
 Bitti.
 Yaşlı adamın suratına belirgin bir solgunluk yayıldı. Tekrar güneşe doğru baktı. Yine dudakları titreyerek dua etti:
 -Bu sene de ağaçları aşılamayı başardığım için sana şükürler olsun…
 Sonra bana dönerek sakince:
 -İşte budur, oğlum. Sana ağacını veriyorum. Onu Tanrının bir şeyi gibi sevesin.
 O an yüzünde kutsal bir ifade vardı ve biz çocukları fark ettirmeden büyülemişti. Hangi lafı bizi etkilemişti iyi anlayamıyorduk. Ne olmuştu? Bir çubuktan bir parça kabuk yabani ağaca yapışmıştı. Başka hiçbir şey olmamıştı.
 Şaşkınlık içinde yaşlı adama bakıyorduk. Öteki de içimizdeki duyguları tahmin edip bana dönerek:
 -Kulağını ağacın üzerine koy, dedi bana.
 Kafamı yaklaştırdım kulağımı ağaca dayadım. O da yüzünü yaklaştırdı ve kulak kesildi. Böylece suratlarımız birbirine dokunacak kadar yaklaştı. Donuk gözlerini gördüm. Ağırlaşmış, yavaş yavaş kapanıyordu, sanki başka âleme gömülür gibiydi. Sonuna kadar kapandılar.
 -Bir şey duyuyor musun?.. Büyü âleminin derinliklerinden gelen ses bana fısıldıyordu.
 Hiçbir şey. Hayır. Bir şey duymuyordum.
 -Ama ben duyuyorum!.. Diye mırıldandı.
 Zayıf sesinin içinde mutluluk ışığı yanıp sönüyordu.
 -Ama ben duyuyorum! Tekrarladı.
 Sonra bana ağacın kanını duyduğunu izah etti, sesi aşılanan kabuğun olduğu yerden alıyordu, yabani gövdenin kanı kabuğun içinde ağır ağır akıyordu, ona karışmıştı, böylece harika bir işe başlayarak, onu dala dönüştürüyordu.
 -Ağaçları çok seversen o zaman sen de duyarsın, dedi bana. Onları sevecek misin, çocuğum?
 Ona söz verdim.
 -Onları seveceğim, Yasef amca.
 -Sen de sevecek misin, Artemi?
 -Seveceğim, Yasef amca.


AĞAÇLARI sevmeyi böyle öğrendim. Bir bahar gecesi kopan kasırga sırasında, çiftliğin içinde çok iyi arkadaş olduğum büyük bir ceviz ağacını kaybettik ve ben çok ağladım, çünkü ceviz bizi bırakıp gitmişti.
 -Neden oluyor bu? Ceviz neden bizi bıraktı! Neden?.. Diyordum gözyaşları içinde.
 -Böyledir, çocuğum. Üzülme, diyor annem, bütün basitliğine rağmen içgüdüsünün bilgeliğiyle beni avutuyordu, ölümle tanışma olasılığına önceden beni hazırlıyordu.
 -Ama neden böyle? Neden?
 -Çünkü öyle olur, evladım. Ağaçlar için de insanlar için de öyledir.
 - Ceviz giderken sevindi mi bari? Üzülmedi mi hiç?
 O! Hiç de üzgün gitmedi! Ataları çok yıllar önce Kafkas Dağları tarafından gelmişti. Oralarda, zirvelerinde bulutların eksik olmadığı ayak basmamış ulu dağlardan başka bir şey yoktur. Bunun için cevizler orada güneşi sık görmezler. Çevrelerindeki dünya sisli ve karanlıktır. Bir gün Kafkasya’nın dağlarından vahşi bir kuş geçti. Batıdan, uzak krallıktan geliyordu ve cevizlere bir haber getirdi.
 “Aşağıya, batıya doğru gidin”, dedi, “her daim ışıklı bir ülke bulacaksınız. Oraya Ege ülkesi derler. Kimindeniler oradadır”.
 Bunu duyan iki koca ceviz çok hayıflandı.
 “Ne kadar zamanımız kaldı ki!” “Ne yazık, ışık ülkesini göremeden öleceğiz”.
 Anadolu’nun büyük ırmağı bunu duydu ve çok üzüldü.
 “Ben sizi götürebilirim”, dedi cevizlere, “Benim birçok oğlum, kızım var. Benim sularımın bittiği yerde, çocuklarımınki ve onların da sularının bittiği yerde çocuklarının suları başlıyor. En küçüğü ışık ülkesine kadar varıyor, orada yaşıyor. Sizi oraya götürebilirim”. 
 Böyle oldu. Ulu ırmak iki cevizi sularına aldı ve onları aşağı taşıdı. Sonra başka akarsulara geçirdi, çocuklarının, onların da çocuklarının sularına. Sonunda da onları daha küçük bir suya, Kimindenilerin eteklerindeki Çakal dereye, memleketimize getirdi. İki ceviz ilk başta gördüklerinden büyülendi, fakat daha sonra memleket hasreti ağır bastı. Vatanlarını çok özlüyorlardı, Kafkasların ayak basmamış ulu dağlarını ve her zaman zirvelerinde eksik olmayan bulutları unutamadılar. Deniz memleketine alışmaları için zamana ihtiyaçları vardı. Yeryüzüne genç bir çocuk getirdiler: bizim cevizi. O Kimindenilerde doğdu, bunun için atalarının yaşadığı uzaktaki vatanı sadece ona anlatılan masallardan biliyordu. Böylece o gurbet acısını tatmadı, memleket hasreti çekmedi. Uzun seneler yaşadı, Kimindenilerden kopup gelen bütün kasırgaları gördü ve yaşadı, gölgesinde koruduğu kızcağızı, nenemizi, sonra gelen çocuklarını, annemizi, sonra bizi, hepimizi gördü. Hepimize yemişini verdi. Şimdi artık yaşlandı, uyumaya gitti…
 -Sahiden öyle mi, cevizler uyur mu?
 -Tabii uyurlar, ama burada yeryüzünde yapacaklarını yapıp bitirince, dedi anne.
 Sonra, ikindi vakti oduncu yıkılan ağacı kesip parçalara ayırdı, annem beni önceden hazırlamak için:
 -Bak, yapraklara! Dedi bana. Nasıl sararmaya başladılar…
 Sararmış, buruşmuş yapraklar ilk dokunuşta düşmeye hazırdı. Bir tane kopardım, ellerimde ovaladım ve onu kokladım. O karakteristik kokusu yoktu, çok kere ceviz yapraklarını ovalayıp kokusunu içime çekmiştim, gözlerim ağırlaşıp tatlı uykulara dalmıştım. Ölü yapraklar artık o kokuyu vermiyordu.
 -Ağacın canı artık içlerinde değil. Bunun için diye izah etti anne.
 Canına kötülük yapmadığımızı bildiğimiz için gövdesini ve dallarını kesebiliriz, dedi. Kış geldiği zaman odunlarını yakıp ateşinde ısınacağız. Ceviz böylece son demine kadar bize arkadaşlık edip kırmızı alevleriyle bize yardım edecek.
 -Fakat bak oğlum! Oraya! Köklere bak, dedi annem, tekrar.
 Bunca sene yaşam mücadelesiyle gizli acılar çekmiş kökler, birbirine dolanmış yorgun eller gibi, düşen ağacın açtığı derin çukurun içinde yatıyordu.
 -Kalın köklere demiyorum! Dedi annem, gözümün onlara gittiğini fark ederek. Öbürlerine bak, küçük ince köklere, toprakta kalanlara, onlara bak!
 Ben bakarken, toprakta kalan incecik kökleri anlatıyordu, gelecek genç cevizlerin beşiğinin orası olduğunu söylüyordu. Yarın öbür gün o çukurun içine bizi bırakıp giden ağacın yemişinden iki ceviz koyacağız ve onları toprakla örteceğiz. Küçük kökler koyduğumuz yemişleri hafifçe kucaklayacak, yerden bitene kadar, yüzeydeki güneşe çıkana kadar onları sarıp koruyacak. Giden o öbürünün yerinden böylece yeni ceviz gelecek bize. Ama o ceviz başkası olmayacak. Genç kız gibi taze, dünyaya yeniden dönecek, gölge yapan yapraklar çıkaracak, yine bizi ve bizden sonra gelecek çocuklarımızı gölgesiyle örtecek.
 Annem bunları anlatırken ben orada toprakta kalan ince köklerin ne olduğunu anladım, bizi terk eden ağacın ruhuymuş onlar. Bunu öğrenmem üzüntümü çok azalttı. 

 İKİNDİ geç vakit Artemi ile cevizin açık çukuruna gittik. Orada artık ağaç yoktu ve odununu kesip depoya koymuşlardı. Ağacın hikâyesini bilmeyen Artemi’ye anlatmaya çalıştım. Ona sabah annemden ne öğrendiysem söyledim fakat bana dediği “ağacın ruhu” sözünü bilmiyordum ve bunu anlamasını sağlayamadım. Elimizi göğsümüze tuttuğumuz zaman vuruşlarını duyduğumuz küçük kalbimiz gibi bir şey olduğu anlaşılıyordu.
 -Dur! Dur! Dedi Artemi. O olacak!
 Çukurun içine girdi, eğildi ve kulağını topraktaki cevizden kalan küçük köklere dayadı. Ben merakla beklerken tavrı ciddileşti.
 -Bir şey mi duydun? Diye sordum.
 Sesi fısıldayarak çıktı:
 -Hiç bir şey! Hiçbir şey!
 Biraz sonra:
 - Bir şey yok mu, Artemi?
 -Ah, daha yok bir şey! Gel sen de!
 Çukura atladım, kızcağızın yanında kulağımı toprağa koydum.
 -Duydun mu?.. Dudaklarının arasından fısıldıyor.
 -Hiçbir şey! Hiçbir şey!
 Küçük canlarımız, gövdelerin bütün gözenekleri, kan ve beden, her şey sadece şunun için titriyordu: Artemi duysun, ben de duyayım.
 Toprak, onu bastıran göğüslerimizde çarpan kalplerin sesini birinden diğerine iletiyordu.    
 O zaman harika bir şey oldu.
 -Duyuyorum!.. Heyecandan titreyerek fısıldadım. Sanki bir şey duyuyorum!..
 -Ben de duyuyorum…, diyor küçük kızın derinden gelen sesi. Ah! Ağacın kalbini duyuyorum…
 O akşam bir ağacın kalbinin sesini duyma mutluluğuna erdik  –toprak kalplerimizin vuruşlarını bize geri döndürüyordu.
 Gece büyük ve hızlı adımlarla Kimindenilerden iniyordu. Bütün canlı yaratıklar gece vakti bir yere sığınıp korunmak ister. Bunun için ben ve Artemi avuçlarımıza toprak alıp, cevizin ruhu geceyi iyi geçirsin diye çukurdaki kökleri hafifçe örttük. Kimsesiz olmasınlar ve korkmasınlar.
 Aynı akşam Artemi istemeden şu acayip söyleşiye kulak misafiri oldu.
 Büyükbaba Yasef amcaya diyordu:
 -Yasef, cevizimiz gitti. Orası cevizsiz kalsın istemiyorum. Ne dersin?
 -Öyle derim, ben de.
 -Öyleyse, başka bir ceviz dikmek ister misin? Sana  i s t e r s e n diyorum. Seni zorlamıyorum!
 Yasef amca hiç tereddüt etmedi. Hemen cevap verdi:
 -İsterim.
 Biraz geçti, büyükbaba yine:
 -Gerçekten korkmuyor musun, Yasef?
 -Korkmuyorum efendim. Bunu bilirsin. Ben ceviz dikmekten korkmam. Ağaçlar beni korkutmaz.
 Biraz sonra da ekledi: daha ne kadar yaşayacaktı? Bitecek ceviz ürün verene kadar o da zaten gitmiş olacaktı.
 Büyükbaba adamın omzuna arkadaşça vurdu.
 -Daha değil, daha değil, koca Yasef! Daha zamanımız var!
 Sonra da:
 -Tamam, dedi ona. Cevizi dik!
 Artemi hiç vakit kaybetmeden hemen koşup Yasef amcayı yalnız yakalar. Ona çok yalvarır:
 -Söyle bana, der, cevizi neden sana diktiriyorlar? Başkaları neden korkuyor?
 -Bunlar boş laf, kızcağızım, diye cevaplıyor yaşlı adam. Evet, korkuyorlar. Bir ceviz dikip de tutmasından korkmayı duy da işitme!
 -A, sadece ceviz için mi korkuyorlar? Neden?
 -İşte, ceviz dikersen ağaç ürün verince sana ölüm getirir, derler. Böyle derler. Fakat biz adamızda bunu bilmeyiz. Biz ceviz için, insanlara yararlıdır onları sever, deriz.
 Biraz sonra, Artemi:
 -Ne zaman dikeceksin cevizi, Yasef amca?
 -Yarın sabah.
 -İyi geceler.
 -İyi geceler, kızcağızım.
 Ertesi gün erkenden Artemi cevizin dikileceği çukurun başına koştu. Yasef amca da gelip onu orada görünce çok şaşırdı.
 -Ne yapıyorsun burada?
 -Hiç, Yasef amca. Görmeye geldim.
 Yaşlı adam ölen cevizin çukuruna taze toprak atarak yeri hazırlıyor ve sonra cebinden onun cevizlerini çıkarıyor. Toprağa eğiliyor. Aynı anda Artemi karaca gibi sıçrayıp cevizleri onun elinden alıyor. Yaşlı adam ne olduğunu anlamadan Artemi cevizleri toprağa sokuyor.
 -Ne yaptın? Yasef amca korkarak bağırıyor.
 Artemi sinirle eteğine bulaşan toprağı siliyor. Yanakları heyecandan kıpkırmızı oluyor. Nefesi sıklaşıyor.
 -Diktim cevizi artık! Ben! Bitti artık şimdi!
 Yasef amcanın cevizin bitmesinden korkusu kalmayacak. Kendisi için korkmayacak. Fakat ya bu sevgili kızcağız için? Sırlarla dolu bu harika dünyada, gerçek nedir, ne değildir bunu kim bilebilir? Acaba, bu taraflarda ceviz dikenler için söylediklerinde biraz gerçeklik var mı…?
 Yaşlı adamın ve çocuğun kafasının üstünde boyun eğmeyen azgın bir ruh dolaşıyor, belli olmayan ve esrarengiz.
 -Ama neden bunu yaptın, kızcağızım? Neden? Diyor yaşlı adam devamlı, korkudan heyecanı gittikçe artarak.
 Artemi neden böyle yaptığına ne cevap vereceğini bilmiyor. Şimdi artık ağacın tutup, yeryüzüne çıkmasını bekleyecek. Sonra ilk ceviz çıkaracağı zamanı bekleyecek. O zaman öğrenmek için acele ettiği dünya sırlarından birini daha öğrenmiş olacak: hayatıyla ödese de.  

 
 
BEŞİNCİ KISIM
Kimindenilere yağmur gelince
 

KİMİNDENİLERDE toprakla iç içe yaşarken günün havasını koklamayı, bunun verdiği heyecanı sürekli içimde duymayı, gelecek yağmur ve rüzgârı insanların gözlerinden okumayı öğrendim. Bu hava olaylarını heyecanla izlemem ilkbahar başında, hasat mevsiminde ve sonbaharda oluyordu. Dedem her akşam Kimindenilerin gerisinde dolaşan bulutlardan ve gökteki yıldızlardan bilgi alıyordu. Bizler arkasında susup heyecanla beklerken, o kafasını pencereden dışarı çıkarıyor ve kendi içine yoğunlaşarak gökyüzüne ısrarla bakıyordu. Basit atalarının kanından kanına geçerek oluşup pekişmiş, toprak insanlarının dümdüz, sağlam ve kutsal deneyimleri, içinde capcanlı duruyor ve yavaş yavaş uyanıyordu, bulutların hareketinden, yıldızların parlaklığından, esen rüzgârlardan haber alıyordu. Havada, bulutlarda ve yıldızlarda sanki gizli bir ses vardı. Ama biz onu duyamıyorduk, bu sadece dedemin ayrıcalığıydı.
 Geceyle söyleşisi bitince, kafasını içeri çekiyor ve bize dönüyordu. O zaman büyükannenin ve annemin gözleri daha fazla büyüyor ve içlerindeki yaş heyecanla titreşiyordu.
 Öteki basitçe diyordu:
 -Yağmur var! Yarın akşama kadar!
 Ya da aynı basitlikle:
 -Hava kuru. Yağmur yok!
 O zaman, içinde olunan mevsime göre, yağmurun gerekli mi yoksa ürünlerimiz için yıkım mı olduğu kadınların gözlerinde okunurdu, dinginlik ya da sessiz keder akardı kadınların gözlerinden. Daha bilgili olan büyükanne geçirdiği yılların deneyimiyle, kendi acılarını, heyecan ve kaygılarını kocasınınkilere eklememeyi, dişlerini sıkıp susmayı öğrenmişti. Gökyüzü haberleri yeryüzü için öyle kötüyse, bütün gücünü toplayarak, tevekkülle istavroz çıkarıp, gösterişsiz tavrıyla fısıldardı:
 -Kutsanmış adına…
 Hemen sonra bize, ayini merakla izleyen çocuklara döner, iç sıkıntısından çıkış yolunu böyle bularak:
 -Haydi, siz artık uyumaya gidin, derdi.
 Büyükbabayı düşünceleriyle yalnız bırakmak için daima bizimle beraber odadan çıkardı, anneme de çıkması için işaret ederdi. Bizi uykuya götürürken de:
 -Bu gece yatarken Tanrıya dua edin bize yağmur göndersin, derdi.
 Büyükanne hayat arkadaşına yardım için başka ne yapaydı? Gençken yalnız olduğu zamanlar gizlice tek başına yalvarırdı. Bulutlar hızla Kimindenilere doğru akarken ve de bu kadar gecikmişken belki bir mucize olur, derdi. Çocukları olduğu zaman onlara dua etmeyi öğretti -bir çocuğun sesi her zaman daha arzulu çıkardı. Çocuklarının çocukları biz de olunca, aracı olmamızı bize de öğretti:
 -Dua edip yalvarın, bize bugünlerde yağmur göndersin, diyordu.
 Sesi titrerdi, sanki onu yalnız bırakmamamız için yalvarıyordu.
 Biz de onun hatırını kırmıyorduk. Onun yönlendirmesiyle, yağmur gelsin ya da gelmesin diye yalvarıyorduk. Sanki bizim için bir oyun gibiydi. Fakat karıştırdığımız zamanlar da oluyordu ve bir çuval inciri berbat ediyorduk. Bir gece, bize yağmur yağması için dua etmemizi demişken, biz yağmurun gitmesi için yalvarmıştık. O zaman da tesadüfen bulutlar kaybolmuştu. Sabah erkenden, masmavi gökyüzünü görünce, büyükanneye koştuk. Daha varmadan ne kadar üzüntülü olduğunu gördük:
 -Gördün mü nene? Duamız tuttu! Dedik. Bulutlar gitti!
 Korkuyla bize döndü ve saf gözlerle baktı.
 -Tanrı adına! Ne diyorsunuz siz? Dün gece ne duası yaptınız?
 -Bulutların gitmesi için, nene! Bize böyle demedin mi?
 -Ah, yavrucaklarım! Neden bunu yaptınız? Neden? Mırıldanıyordu heyecanla. Ben size bunu dememiştim! Beni iyi dinlemediniz! Şimdi yağmur istiyordum!
 Sonra da kendisiyle söyleşir gibi:
 -Nasıl yağmur gelsin ki?.. Mırıldanıyor. Tanrı ne yapsın, mademki çocuklar yağmur istememiş…
 Olana üzüldük. Başka bir sefer de yine karıştırdık ve bütün çocuklar neye dua edeceğimizde anlaşamadık, sorması için Agapi’yi içeri gönderdik:
 -Nene, ne istiyoruz bu akşam? Yağsın mı yoksa yağmasın mı?
 

YAĞDI. Çok yağdı. Bulutlar sabah saat ona doğru göründü, başta çiseliyordu ama sonra çok şiddetlendi. Yağmur akşama kadar sürdü. Toprak çok susamıştı, her şey ürünün bereketi için suyu bekliyordu. Marttı. Çiftlikte bütün yüzler gülüyordu. Çiftçiler odalarına çekilmiş, büyük şamata yapıyordu, hikâyeler anlatıyor, kâğıt oynuyor, hafiften türküler söylüyordu. Mahsulün bol olması demek olan yağmurdan onlara bir kazanç yoktu. Fakat toprakta çalışıyorlardı, toprak da acı çeken her canlı yaratık gibi sızlanırdı. Bu acıyan bedenlerin sevinç duyması gibi açık ve şiddetliydi, onların mutluluğu böyleydi.
 Yüzlerinde herkesten daha fazla sevinç okunan nenemiz ve annemizdi. Sadece büyükbabanın yüzünde dışa vuran bir şey seçemiyorduk. Her zamanki gibi mesut bahtiyar oturuyordu, sanki dışarıda yeni bir şey olmuyordu, pencereden dışarı yağmura, bulutlara ve suyunu içen toprağa bakıyordu.
 O zamanlar, biz çocuklar yağmurun bereketini tümüyle bilmiyor ve anlamıyorduk. Fakat biz de seviniyorduk: Çukurlar, hendekler suyla dolacaktı. Tabii deniz suyundaki gibi dalgalar olmayacaktı, ama kime ne? Çukurdaki suya elinle vurursun, dalgalar olur. İçine yeşil yaprak atarsın, mavi olur. Mavi dalgalar olur, vatanın büyülü sevgilisi olur, Ege olur, ağaç gemicikler de yüzer ve giderler. Kimindenilerde kaybolan ve artık dönmeyecek olan Kırmızı Başlıklı Kız’a değerli armağanlar götürür; mavi boncuklar, kımızı taşlar.
 -Bize Kırmızı Başlıklı Kızı anlat dede, dışarıda yağmur şiddetini sürdürürken Agapi yalvarıyor, Artemi de yalvarıyor.
 -Gel, gel dede, anlat bize! Ben de ellerinden çekerek yalvarıyordum.
 Kırmızı Başlıklı Kız son öğrendiğimizdi ve onu çok seviyorduk.
 -Ama neneniz size dün anlatmadı mı? Diyordu büyükbaba.
 -Anlattı dede. Ama…
 -Öyleyse, ne?
 Ne cevap vereceğimizi bulamıyorduk, ne istediğimize açıklık getiremiyorduk. Sonunda ben bulduğumu zannettim:
 -Nenem bize anlattı dede. Ama…ama o başkaydı!
 O zaman büyükbaba gülüyor ve büyükanneye dönüyor, o da gülüyordu:
 -Öyle görünüyor ki sen iyi anlatamamışsın, diyor büyükanneye.
 Ama diyerek atılıyorum, şikâyet dolu:
 -Hayır, dede! Neneminki de güzeldi! Sadece… o, sadece… değişikti!
 O zaman çocuktum daha, büyükbabanınkiyle büyükannenin Kırmızı Başlıklı Kızını başka masallarmış gibi bilgiççe eleştirmiştim, aslında aynı masallar olduğunu, sadece büyükbabayla nenemin farklı karakterlerinden dolayı değişik anlatıldığını saflığımdan anlayamamıştım. Büyükanne basit masala uysal, masum bir hava veriyordu. Nenemim kurdu onun iyi masal kahramanıydı, istemeden yoldan çıkmıştı. Kırmızı Başlıklı Kızın nenesini böyle yemişti, sonra da kızcağızı yemek istemişti. Fakat kötülük yapmak istememişti, sadece kötü zamanına denk gelmişti -dünyanın bütün yaratıkları böyle bir durumla karşılaşabilirdi ve o zaman kötü işler yapardı.
 Buna karşı büyükbabanın kurdu bildiğimiz gerçek kurttu, Kimindenilerde dolaşıyordu ve hava kararınca çok acıkıyordu. Ormandan çıkıyor, ırmak yatağından geçip vadiye varıyordu. Orada iyi neneciğin kulübesi vardı, Kırmızı Başlıklı Kızcağızın nenesinin kulübesi. Kurt durup düşündü:
 “Neneyi mi yesem yoksa daha tatlı, körpe eti olan Kırmızı Başlıklı Kızı mı beklesem?”
 Beklemesi iyi tercihti. Fakat saatler geçti Kırmızı Başlıklı Kız görünmedi. Kurt açlığa daha dayanamadı oturdu neneyi yedi. Sonra yatağına girip uzandı, boynuna kadar yorganı çekip kızcağızı bekledi. Dedi ki: “Gelecek, beni yatakta görecek ve nenesi sanacak. O zaman onu yakalayıp yiyeceğim”.
 Fakat Kırmızı Başlıklı Kız o akşam görünmedi, bir daha hiç görünmedi. Kulübelerinin dışındaki küçük meşe onu kurtardı. Kırmızı Başlıklı Kızla çok iyi arkadaştılar. Her gün oturup birbirlerine sırlarını anlatıyorlardı. Küçük ağaç her gün kızcağıza Kimindenilerdeki meşelerin Büyük Orman’ında yaşayan atalarını anlatıyordu. Ona dallarının altındaki koyu sessizliği, binlerce yıllık kalın yaprak örtüsünün zamanla su ve toprak olduğunu, böylece yine köklere geçip tekrar dal ve yeşil yapraklar olduklarını söylüyordu. Herhangi bir canlı insan meşelerin krallığına asla giremedi, dedi. İnsanlar sınırlarına yaklaştıkları zaman, geçidi koruyan ağaçlar tehlike haberini uğuldayarak ormandaki diğer meşe arkadaşlarına gönderiyordu. O zaman hepsi yolu tıkamak için koşup, gövdeleriyle amansızca dikiliyordu.
 Kırmızı Başlıklı Kız bunları duyarak Büyük Orman’ın krallığına seyahat etmeyi çok istedi ve küçük meşe arkadaşına bunu söyledi. Meşe ona şöyle cevap verdi:
 “Biraz daha büyüdüğün zaman seni oraya götüreceğim. Sadece seni, Kırmızı Başlıklı Kızcağız!”
 Bu söyleşi her gün oluyordu, güneş defalarca doğup battı, sonunda ağaç Kırmızı Başlıklı Kızcağızı yeterince büyümüş gördü, mademki artık beş yaşında olmuştu o halde seyahat vakti gelmişti. Onu aldı, dallarına bindirdi, bir yelken yaptı, Kimindenilerin tepelerinde yaşayan rüzgârda seyahat ettiler ve meşelerin memleketine girdiler. Hiçbir ağaç girmelerini engellemedi, zira hepsi biliyor ve bekliyordu. Bunun için sınır bekçileri yolcuları görünce rüzgârcığı çağırdılar ve rüzgârcık yapraklarına esti. Yapraklar bütün ormanda haberi aldı, verdi. Tüm yapraklar uçuşuyordu:
 “Kırmızı Başlıklı Kız geliyor! Kırmızı Başlıklı Kız geldi artık!”
 Kızcağız ağaçtan indi, eteğini düzeltti, etrafına baktığı zaman gözleri kamaştı. Meşelerin sert ve bükülmez dalları el olup ona eğilmiş yalvarıyordu, yapraklar en güzel elbiselerini giymiş altından yağmur damlaları gibi düşüyordu, pınarlar yer altındaki gizli yerlerinden çıkıp orman şarkıları fısıldamaya başlamıştı –hepsi ona yalvarıyordu:
 “Bizimle kal, Kırmızı Başlıklı Kızcağız! Aşağı dünyada kurtlar ve insanlar yaşar ve seni yerler! Kal bizimle!”
 Kırmızı Başlıklı Kız da daha fazla dayanamadı. Kimindeniler onu büyülemişti, geyik oldu, ormanın biricik geyiği ve meşelerin memleketinde çok yıllar yaşadı.

 
YAĞMUR YİNE YAĞDI. Ama şimdi yazdı, ağaçlar ve asmalar ürün bağlamış, başaklar olgunlaşmıştı. Başka defa bütün gözler yine gökyüzüne çevrildi, lakin bu defa kaygıya boğularak. Korktukları da oldu: güneş çıktı. Arkasından gelen şiddetli bir sıcak dalgası Kimindenilerden bütün vadiye ve ovaya yayıldı. Ağaçlardaki çiçekler yandı. Yıkım büyüktü. Kederle oturan insanların ağzını bıçak açmıyordu. Çiftlikte koyu sessizlik hüküm sürüyordu. Tek bir ayak sesi duyulmaz oldu, sanki herkes matemdeydi.
 Sadece büyükbaba sükûnetini kaybetmedi ve devamlı toprağa, Kimindenilere, bulutlara baktı. Bilmek insanların kaderinde olmasa da Büyük Doğa Yasanın ona verdiği akılla sadece olaylara bakıp görerek soyluluğun ve dinginliğin sınırına varmıştı. Bütün bu uzun yaşamında, toprak için duyulan heyecan, bunca yağmayan yağmurlar için çekilen acı, zamanında yağan diğerleri için duyulan sevinç, döllenen tohumların getirdiği mutluluk, hepsi şimdi dünyanın masum öğretisi karşısında sessiz kalıyor.
 O da boyun eğiyor:
 “Yarabbi isterse yağacak”.
 “Yarabbi istemezse yağmayacak. Kutsanmış adına!”
 Mahsul ne kadar yok olmuş olsa da hayradır! Geçmiş yıllarda toprak o kadar çok ürün verdi! Önümüzdeki yıllarda yine verecek.


 
ALTINCI KISIM
Beyaz başlı deveyi arayan bir adamla devridaim makinesini bulmak isteyen başka bir adamın hikâyesi

ÇİFTLİKTEKİ zamanımın çoğunu toprakta çiftçilerle beraber olarak geçiriyordum. Zannederim beni seviyorlardı. Eğlendirmek için bana dağda gezen eşkıyaların, baskına gelen korsanların eski soygun hikâyelerini, kafadan uydurdukları hayalet öykülerini ve azizlerin mucizelerini anlatıyorlardı.
 Bu çiftçiler toprağımıza çeşitli yörelerden, kimileri Ege adalarından kimileri de Anadolu içlerinden gelmişlerdi. Adalı olanlar gemileri, denizkızlarını ve korsan hikâyelerini anlatırdı, öykülerinde hafif bir rüzgâr esintisi vardı. Hayal ülkelerine seyahatler öyle inandırıcıydı ki, çocuk gece rüyasında bunu devam ettirebilirdi. Kara taraflarından gelenlerin öyküleri ağırdı. Deve kervanlarıyla dağdan ovaya inen kaçakçıları anlatırlardı, feleğin çemberinden geçmiş, esrarlı, ketum adamlardı, bütün yaşamları kaçak tütündü, Çakıcı’nın kahramanlık öykülerini, 19.Yüzyıl sonlarındaki Küçük Asya’nın masal kahramanlarını ve öncelikle de azizlerin mucizelerle dolu yaşam öykülerini ballandırarak anlatırlardı. Bu azizler dünya zevklerinden elini eteğini çekmiş, çıplak, sıska, kavruk zeytin gövdesi gibi kara kuru ve intikamcı yaratıklardı. İyi işleri kutsarlardı, fakat asla kötülükleri bağışlamayı bilmezlerdi. Geceleri gidip günahkârları cezalandırmak için, kulübelerinin dışında ve tarlalarında pusuya yatıp fırsat kollar, hayaletleri ve ölmüşlerin ruhlarını çağırırlardı. Bu azizlerin eline bir düşmeye göresin, sonunda kapında büyük felaketler görünürdü.
 Lakin halkın gerçek hikâyelerini de gelip geçen yolculardan öğreniyordum.
 Çiftlik Ege sahil yöresini Bergama’ya bağlayan, oradan da Anadolu içlerine giden büyük yolun üzerindeydi. Bundan dolayı bu büyük yolun yolcusu hiç eksik olmazdı. Bunlar; Yahudiler, Ermeniler, Türkler, Hıristiyanlar, fakirler, zengin beyler, çerçiler, hastalardı. Yanlarında kaderlerini, tutkularını, büyük acılarını, çıkar ve çılgınlıklarını da beraberlerinde taşırlardı. Uzun yolda yakıcı güneş altında ilerlerken kaygılarını, geçmiş yaşamlarını eşeler, onları canlandırır, tekrar yaşarlardı, ta ki gözlerine ve suratlarındaki derin çizgilere damgasını vurana kadar. Bizim taraflara yaklaşırken akşam olur, karanlık bastırır, gece yemek bulmak ve vahşi hayvanlardan sığınmak için çiftliğe gelirlerdi. Çiftliğin büyük kapısı akşam kapanış vaktine kadar gelip geçen yolculara açıktı. Bir çırak onları kapıdan alır yolcular için yapılmış misafir odasına götürürdü. Onlara yatacak yerlerini gösterir ve yolcular için pişirilen küçük ekmeklerden verirdi ve onlara katık da alabileceklerini söylerdi. Yolculara, isterlerse yıkanıp istirahat edebileceklerini, isterlerse gidip çiftçilerle oturup, sigara tüttürerek dertleşip konuşabileceklerini, keyifleri ne isterse yapabileceklerini söylerdi.
 Artemi merak ve tez canlılığıyla, her yeni yabancının gelişini öğrenmekte daima birinciydi. Onu görür görmez sorular sorar, esvabını inceler sonunda meraklı, araştıran gözlerle suratına bakardı. Adamın ne olduğunu böylece belirledikten sonra koşa koşa biz diğer çocuklara gelerek bağırırdı:
 -Bereket var!
 O zaman biz de bir yolcunun garip kıyafeti, yaşam hikâyesi, saplantıları ya da deneyimleriyle beraber bize gelmiş olduğunu anlıyorduk, birinin açılmamış alın yazısı kitabı hayal gücü ve merakımızı dürtüyordu. Bütün çocuklar hemen koşup yabancıyı buluyorduk, onunla meşgul oluyor, süt ya da yumurta veriyorduk, onu böyle kıskıvrak yakalamışken bırakmayıp etrafında oturup bekliyorduk.
 O zaman, kitabın sayfaları yavaş yavaş çevrilmeye başlıyordu. Sayfalar bir çocuğun dış görünüşten ötesini, sevinç ve acılardan ötesini, bütün insanları kaderde birleştirip benzeştiren ateş gibi yakıcı başka bir öğeyi öğrenmesi için çevriliyordu: tutkunun peşinde olma ve acı çekme ihtiyacını.
 Kitabın sayfaları açılıyor:


BİRİNCİ YOLCU

 -Merhaba!
 -Merhaba!
 Kırk yaşlarında bir adamdı. Kısa boylu, fakir giyimliydi, Kıpti devecilerin giydiğinden bir şalvarı vardı. Kırlaşmış gür saç sakalı kafasını ve suratını kaplamıştı. Fakat yüzü kahverengi gözlerinden çıkan ışıkla parlıyordu. Adı Ali’ydi. Kimindenilerin gerisindeki vadiden, üç günlük yoldaki memleketinden geliyordu. Orada Kıptiler yaşıyordu, basit saf insanlardı, kimseyi asla rahatsız etmezlerdi. Müslümanlarla iyi geçinirlerdi, Muhammed’e inanırlardı, lakin Hıristiyanların azizlerine de inanırlardı, öncelikle atı üstündeki Aziz Yorgos’a. Şöyle derlerdi: “İnsan burada aşağı yeryüzünde güçsüzdür. Hıristiyan Azizleri yukarda yaşar, peygamber de orada oturur. Kendilerinin de bu büyük güce sahip olmaları mümkün değildir. Onlar ne kadar gökyüzünde kalırlarsa bu fakir bir Kıpti’nin bütünüyle iyiliğinedir.”
 Kıptilerin çoğu kendinin ya da yabancı bir efendinin deve kervanını güderek yaşamını sürdürürdü. Arkada erkek ve dişilerden deve katarı, önde eşek üstünde onlar, Kozak’dan yükledikleri ürünleri sahillere indirirlerdi. Her devenin bir çıngırağı, her çıngırağın da kendi sesi vardı. Deveci Kıptiler katarı yolda ağır sürerdi, arkalarına bakmazlar, kafaları daima yerde, güneşten kıvılcım saçan toprağa ve eşeğin zaman zaman salladığı kulaklarına bakarlardı. Altındaki hayvanın bacaklarından gövdelerine monoton bir hareket geçerdi, kafaları bir öne, bir geriye giderdi. Beyin ve gövde harekete alışmıştı, zamanla bu onlara hava ve ışık gibi bir gereksinim olmuştu: biteviye monoton hareket onları uyuşturur, ne arzu ne kıskançlık kalırdı, böyle bir hayat. Arkadaki çıngırak sesleri - altı, yedi, sekiz ses -, dünyalarındaki bütün sesler bunlardı. Birinci deveden gelen ilk ses -semere asılmış çıngıraktan – tiz bir genç sesiydi, daima şöyle derdi:


Evlendirelim…   Evlendirelim…
Evlendirelim…    Evlendirelim…


 İkinci deveden gelen ikinci ses daha kalındı:

Nerden bulalım…   Nerden bulalım…
Nerden bulalım…   Nerden bulalım…


 Üçüncü ses de ilk seslere yalın bir üslupla, ağırbaşlı ve güvenle cevap verirdi:

Şurdan…   Burdan…
Şurdan…   Burdan…


 Hiçbir şey arkadaki bu seslerin katı kurallı hapishanesini kederlendiremezdi. Sesler düzenin iyi gittiğini, âlemin uyum içinde olduğunu doğruluyordu. Kıpti ilerlerken arkasından gelen sesleri dinlerdi ve huzur duyardı, yeryüzünde her şeyin iyi gittiğini anlardı. Bir an -çok kısa bir an- seslerden biri kaybolabilirdi. O an birdenbire seslerin uyumu yok olur ve Kıpti âlemin düzeninin bozulduğunu hemen anlardı. Yüzüne birden huzursuzluk çöker, geri döner ve bakardı. Durur, eşeğinden iner, gider ve kervanda ipi kopan deveyi tekrar bağlardı. Ve senfoni tekrar başlardı.
 Ali’nin etrafında halka olan çiftliğin adamları, sessizce oturmuş üst üste sigara sarıp tüttüren Kıpti’yi izliyordu.
 -Ali, kervanın nerede senin?
 -Kervanım yok. Sadece bir deveyle geldim.
 -Sadece bir deve! Sen kervanda çalışmıyor musun?
 -Hayır, artık kervanda çalışmıyorum.
 -O halde nereye gidiyorsun?
 Ali’nin gözlerindeki ışık huzursuzca titriyor, sanki çocuğun garipsemesi gibi.
 -Beyaz başlı deveyi arıyorum…
 Ve çiftçiler daha bir şey demeden, davranarak:
 -Yoksa bir kervanda gördünüz mü onu? Bir yerde mi gördünüz?.. Diyor Ali’nin sesi heyecandan titreyerek. Bir yaşında kadar küçük bir devedir. Alnındaki ve tepesindeki tüyleri beyazdır…
 Beyaz başlı deve nerede görülmüş ki! Çiftçiler kahkahayı basıyor ve alaycı bakışlarla bakıyorlar Ali’ye.
 -Sahi mi, he? Beyaz başlı deve mi dersin? Beyaz başlı deve ha! Onu bulmak için sen daha Anadolu’da çok yol gidersin, Ali! Çok gideceksin!
 Ali heyecanını bastırmak için bütün gücünü topluyor, kalbinin vuruşlarını zapt etmeye çalışıyor ve yaralı hayvan gibi yerinde debelenmeye başlıyor.
 -Gülmeyin bana…, diyor onlara safça, sesi sıcak ve titrek çıkıyor. Bir keresinde beyaz başlı devem olmuştu. Onu bıraktım ve elimden kayboldu, şimdi onsuz yapamıyorum. Tekrar bulmak için dolaşıyorum. Gülmeyin bana…
 Ali’nin halinden derin üzüntüye kapılan insanlar yavaş yavaş yumuşuyor. Kahkahalar kesilmiş ve bütün gözler, havayı dolduran duman içinde, Anadolu yollarında beyaz başlı deveyi yakalama tutkusuyla bir noktaya toplanmıştı.
 Ali küçükten beri deve katarlarında çalışıyordu. Hayatı anlamaya başladığı zaman, atalarından gelen, onların kanıyla yoğrulmuş çıngırak sesleri onu uyandırmıştı.
 “Beni de develerle götür, baba!”
 “Gel! Yarından sonra sen de develerle geleceksin”.
 Ertesi günden itibaren küçük Ali eşeğin kıçında Anadolu yollarında dolaşmaya başladı. Develer onların değildi. Babasının hiç devesi olmadı. Bir efendiye çalışıyordu. Öldüğü zaman oğluna çıngırak seslerinden bir demetten başka bir şey bırakmadı.
 Ali hayatta başarılı olmada babasından öteye geçemedi. Büyüdüğü zaman o da bir efendinin develerinde çalışmaya başladı. Fakat evlenme çağına gelince, arayıp kendine bir kadın bulup alabildi.
 Evlendiklerinin ertesi günü, Ali kervanıyla yola çıkacağı zaman, karısı onu yolcu etmek için kulübeden çıktı ve şöyle dedi:
 “Dokuz ay sonra çocuğumuz olacak. Kendi develerini yapmaya bak, beslemek için bir ağız daha olacak”.
 Ali bunları duyarak, daha tutumlu oldu ve para biriktirmeye başladı. Anadolu yollarında seyahat ederken ekmeği katıksız yiyor, hanlarda gecelemiyordu. Başta birkaç kuruş koydu bir kenara.
 Fakat dokuz ay gelip geçti ama çocuk gelmedi.
 “İyi. Dedi kadın. “O işe başka zamanımız olacak”. “Sen yine elini sıkı tut”.
 Bu durum seneler sürdü. Ali elini sıkı tuttu ve karısı ona çocuklar veremedi, zira kısırdı. Sonunda çocuklarının olmayacağından emin olan kadın Ali’ye dedi:
 “Say bakalım Ali, şimdiye kadar biriktirdiğin servet ne kadar oldu? Kendimize yaşlılık için bir deve alabilir miyiz?”
 Ali o gece uyumadı, güneş doğduğunda servetini saymıştı. Hayır, bir deve satın almaya yetmiyordu. Sadece yarım deve alabilirlerdi.
 Ali ve karısı o zaman ertesi gece de oturup sabaha kadar uyumadılar, yarım deve almanın bir yolunu bulmak için düşünüp durdular. Güneş doğunca, ne yapacaklarını kararlaştırmışlardı.
 O zamanlarda, vatandaşları başka biri, ikinci bir Ali daha yaşıyordu, memleketinden çok uzaklarda, Kaz Dağı taraflarında bir yabancı kervanında çalışıyordu. Bu başka Ali, Kıptilerin vadisine çok ender uğrardı, işi düşerse o zaman bu taraflara geliyordu. Şu sıralar köyde bulunuyordu.
 Birinci Ali gider ve onu bulur.
 “Ali”, der ona. “Bunca senedir yabancı kervanlarda çalışıyorsun, bir tane kendi deven olmadı. Olmasını istemez misin?”
 İkinci Ali cevap verir:
 “Bunu çok isterim. Fakat kendi devemi almaya yetecek zenginliğim yok”.
 Birinci Ali:
 “Ne kadar paran var, biliyor musun?”
 “Biliyorum”.
 “Ne kadara yetiyor?”
 “Yarım deveye yetiyor”.
 “Benimki de yarım deveye yetiyor. Neden paralarımızı koyup ortak bir deve almayalım?”
 Uzun boylu konuştular ve anlaştılar. Bir deve satın aldılar ve onu çalıştırmak için Ali’nin kervanına koydular. İkinci Ali de sonra Kaz Dağlarına gitti. Her iş dönüşünde devenin ne iş çıkardığını hesaplayacaklar ve kazancı aralarında bölüşeceklerdi.
 Ali devesinin boynuna hemen yeni bir çıngırak astı, onu eşeğin arkasında sıranın başına bağladı ve kervanıyla büyük ana yola çıktı. Artık önü açıktı, geleceğinden emindi, geriye her dönüşünde devesinin onu izlediğini görüyor ve varlığından emin oluyordu.
 Böyle bir yıl geçti, sonra önemli bir şey oldu. Ortak deve bir yavru doğurdu. Ali defalarca yabancı develerin doğurduğunu görmüştü. Fakat şimdi kendi devesinde çok heyecanlanmıştı.
 “Bak!” Dedi karısına. “Şimdi bebeğimiz de var…”
 Baktılar. Gördükleri kalplerini zorba rüzgâr gibi çalkalandırdı. Yavru devecikte inanılmaz ve biricik olan bir şeyi fark ettiler: baş derisi ve başındaki tüyleri diğer develer gibi kahverengi değildi. Beyazdı. Beyaz başlı bir devecikti: beyaz başlı devecik bütün Anadolu’da bir tane oldu. Kıptilerin vadi içine yayılmış köyünde haber ondan ona ulaştı, sahillere inen yoldan ta uzaklara kadar gitti. Herkes duyduklarına inanamayarak beyaz deveyi görmek için koşup geliyordu ve herkes Ali’ye gıpta ediyordu.
 Ali de gerçek mutluluk içinde yaşıyordu. Genç hayvanı o zamana kadar yeryüzünde başka birini sevmediği kadar çok sevdi. Onu büyük bir sevecenlikle ve şefkatle büyüttü, ona gökyüzünden ve doğadan alınma isimler buldu -ağaçların ve ürünlerin isimleri - ona diğer develerin yediği gibi sadece hamur vermedi, üzüm, şeker ve başka birçok şey daha verdi.
 Sonra, yeni bir çıngırak satın aldı, ona kırmızı, mavi boncuklar bağladı ve küçük hayvanın boynuna geçirdi. Bunlar tamam olunca, sahillere yapacağı seyahat için onu ilk defa yanına aldı. Devecik daima anasının yanında gidiyordu ve Ali sık sık dönüp bakıyordu. Fakat geriye dönmekten yoruluyordu, buna alışmamıştı. Tepesindeki koca güneş insanı yakıp kavuruyordu, Ali’nin gözleri kapandı. Yol ıssızdı, bu ayak basmamış topraklarda, sanki bir dua ilahisi gibi göğe yükselen çıngırak seslerden başka bir şey duyulmuyordu. Hayatı boyunca bugüne kadar Ali’yi arkadan izlemiş o bildik eski sesler içine şimdi yeni bir ses karışmıştı, eski ritmi alt üst etmişti, diğer sesleri kısmış, sadece yeni olarak o kalmıştı. Ne kadar iyiydi! Arkanda ıssızlık hissetmeden Anadolu yollarında ilerlemen ne kadar iyi, artık geridekiler sadece yabancı sesler değil, arasında seninki de var, beyaz başlı küçük bir devenin boynundaki ses yorulduğun ve çile çektiğin bunca yılların sesi…
 Ali mutluydu ve huzurluydu. Hayatın artık bir anlamı ve önemi vardı.
 Haber uzaklara, Kaz Dağlarına ulaştı, ikinci Ali’nin çalıştığı yerlere. Adam çıktı geldi Kıptilerin köyüne.
 “Merhaba arkadaş!” Dedi Ali’ye. “Ne haber?”
 “İyi haberlerimiz var arkadaş. Devemiz yavruladı, şimdi küçük bir devemiz daha var”.
 “Göreyim onu!”
 Baktı, fakat beyaz başına dikkat etmemiş gibi göründü.
 Kaz Dağ’ın Ali’si şöyle dedi:
 “Mademki arkadaş! Şimdi iki hayvanımız var, ortaklığımızı ayıralım derim. Sen birini alacaksın, ben de diğerini. “Hangisini seçmek istersin?”
 Bu öteki Ali uzak yerlere çok seyahatler yaparak kurnaz ve bilgiç olmuştu. Şöyle düşünüyordu: “Arkadaşım büyük deveyi alacak. Neden olmasın! Devenin yarısı onundu, şimdi onu bütünleyecek. Bana da böylece beyaz başlı deve kalacak, onu Kaz Dağına götürürken yolda satarım, maymunları ayıları olan ayıcılar onları halka göstererek parsa topluyorlar. Böylece büyük bir devenin kazandıracağından fazla kazanırım”.
 Birinci Ali yine karısıyla bütün gece uyumadan oturup ne yapmaları gerektiğini düşündü.
 Kadın diyordu:
 “Işık göründü, Ali! Büyük deveyi almalısın. Bu şansı bir daha nerden bulacağız, bir büyük devemiz olacak!”
 Ali beyaz başlı devesinden ayrılmaya dayanamıyordu.
 “O da büyümeyecek mi?” Diyordu. “Bırak onu alalım, büyütelim!”
 “Ne diyorsun sen!” Diye bağırdı karısı. “Büyüyene kadar bize ne verecek? Ya bu arada ölürse?”
 Sonunda kadının pratik aklı Ali’nin sevecenliğine galip geliyor, adamın arzusunu güçsüz kılıyor.
 Ertesi sabah Ali, sıkıntı ve uykusuzluktan kıpkırmızı gözlerle beyaz başlı devesiyle vedalaştı. Karaca adımlarıyla sıçrayarak uzaklaşan devenin arkasından gözden kaybolana kadar dimdik durup baktı. Ali o zaman kalbinden bir şeyi çekip aldıklarını anladı, kendini kimsesiz hissetti, artık büyük yol arkadaşı olmayacaktı, zira bu kadar zaman sonra gelen sevecenlik duygusu bir anda olmayacak biçimde harcanmıştı.
 Derin bir suskunluk içine düştü. Yemeğe iştahı yoktu, her gün daha güçsüzleşiyordu. Arkasındaki deve katarını sürerken, sesler daima onu izliyordu. Seslerin içinde kendi devesininki de vardı, şimdi bütünü onun olmuştu. Ama Ali için sesler susmuştu, sesler artık konuşmuyordu. Çünkü onların yerine şimdi başka bir ses daha kuvvetli girmişti, bu her insana bir defa gelecek bir sesti - asla ikinci defa olmayacak -. Sonra adam onu kaçan bir gölge gibi kovalayacak ve o da daima kaçacaktı.

 
ALİ karısını Kıptilerin vadisinde bıraktı, yabancı develeri de bıraktı, çünkü artık kötü deveci olmuştu ve onu kovdular, kendi devesini aldı ve Kaz Dağları tarafına çekti gitti.
 Eski arkadaşını bulup ona dedi:
 “Benim deveyi al. Eşeğimi de al. Vadideki kulübemi de al. Neyim varsa al. Fakat bana beyaz başlı deveyi ver…”
 “O artık benim değil Ali”, diye cevap verdi arkadaşı. “Onu yolda sattım”.
 Ali o zamandan beri hep dolaşıyor. Gün ağarırken kervan yoluna düşüyor ve nerede gece orada sabahlıyor. Eşekçiği inatla ilerliyor ve arkasına bağlı kimsesiz devesi, çıngırağının sesi yerin suskun sıcaklığıyla karışarak yalnız başına onu takip ediyor. İnsanlar ona gülüyor, alay ediyor. En merhametlileri ona çılgın diyor, boş yere dolaştığını söylüyor. Ona vadisine ve kervanına geri dönmesini öğütlüyorlar. Fakat Ali onları dinlemiyor. Çünkü buna inanamıyor, çünkü beyaz başlı devenin kaybolduğuna inanmak istemiyor, artık hayatında olmayacağını düşünemiyor.


İKİNCİ YOLCU

Bizim Stefanos şehirden tanıdıktı. Yaşlı bir delikanlıydı ve işi semer yapmaktı. Şehrin girişinde, Ayos-Andonis’de dükkânı vardı. Önünden dik bir yol başlıyor ve değirmenli tepeye çıkıyordu. Oradan ötesi de Anadolu’ya giden kervanların büyük yoluydu. Küçük kilisenin çevresinde yabani çiçekler bitmişti, etraf biberiye kokuyordu, bir servi ağacı da vardı. Servinin ötesinde bir sıra kuyu vardı, bölgenin en iyi suyu onlardan çıkardı. Hava kararmaya başlarken genç kızlar buluşur, testilerini omuzlarına alıp, kız kıza sohbet ederek bu kuyulardan evlerine su taşırlardı. Yalnızca su için değildi. Görünmeleri ve onları görmeleri içindi. Ayos-Andonis’e vardıklarında yoruluyorlardı. Kilisenin dışındaki yaşlı bir zeytin ağacına adak adayarak, rengârenk kurdeleler, bez parçacıkları asıyorlardı, gösterdikleri bunca ilgiden sonra artık Azizlerinin gece rüyalarına gelip onlara şans getireceğini umuyorlardı. Denizden gelen meltem ağacın yapraklarına esiyordu, rengârenk paçavralara esiyordu ve yaşlı zeytin sanki gemi olup demir almaya hazırlanıyordu.
 Stefanos’un Ayos-Andonis’i tam karşıdan gören güzel bir yeri vardı. Dükkânın penceresinde oturuyor, hem semer dikiyor, onlara rengârenk boncuklar takıyor ve hem de kızları seyrediyordu. Yaz günleri güneş alçaldığında işini bırakıyor, dükkânının hemen yanındaki küçük bir tepeciği suluyor, sonra bir kilim getirip yere seriyordu. Fesleğen saksılarını da getirip bir güzel çevresine diziyordu. Bu da bittikten sonra oturuyor, mesut bahtiyar nargilesini çekerken dallarında rengârenk adak paçavralarının uçuştuğu ağaca bakıyordu. Gözleri saatlerce oraya dikili kalıyordu, ağaçtan büyük gurur duyuyordu. Hayat ne kadar güzeldi! Ne hoş ki, dünya rengârenk paçavralarla süslü bir ağaçta bitiyordu, gemi her zaman seyahate hazırdı, lakin asla demir alıp gitmiyor!
 “İnsan var olan bu şeye sıkıca bağlanıp otursun. Başka her şey palavra!”
 Stefanos sakin hayatında sahip olduğu sevgiyi içinde korumak için çok emek harcamıştı. Emek harcamıştı, çünkü günah çağrıları içinde yaşıyordu, etrafı çılgın bir şehirde dünyanın en çılgın insanlarıyla çevrilmişti. Hemşerileri daha çok deniz insanlarıydı, serdengeçti “gemiciler” ile tekneleriyle adalar arasında kaçak mal ticareti yapan“kaçakçılar” idi. Bu serdengeçti gemiciler, uzak denizlerde, Karadeniz’de, girdikleri Tuna’nın içlerinde tehlikeler içinde yüzüyorlardı. Çoğu geri dönmüyordu. Kazaya uğrayıp denizin dibinde bir yere oturdukları yerden sadece haberleri geliyordu.
 Stefanos diyordu:
 “Oh olsun onlara! Denizimiz mi yok memlekette? Uysal deniz, “Şeytan Sofrasının” altında korunaklı deniz, Tanrının lütfü… Deniz hoşuna mı gitmiyor, be adam? Bir balıkçı kayığı yap altına, yılan balığı, sardalye yakala boğazda! Ama Ayvalık’ın bu gemicileri buna tenezzül etmezler! Oh olsun onlara!
 Diğer hemşerilere, yani kaçakçılara, ipten kazıktan kurtulmuş heriflere gelince, başarı, delikanlılık gururu için aman vermeden keyifle akıttıkları kan içinde yaşıyor, her gün iktidar kavgalarından yer gök uğulduyordu.
 Her defasında haberler geliyordu:
 “Şunu öldürdüler! Bunu öldürdüler!
 “Oh olsun! Diyordu yalnızken, semerci Stefanos. “Zavallı bedenler! Neden rahat oturmuyorlar?”
 Rengârenk adaklar sallanan ağacın ilerisinde, yokuşun sonunda yel değirmenleri vardı. Orada her pazar sabahı senfoninin uvertürü çalınırdı: kaçakçıların oğulları taş savaşı oynuyorlardı. “Oynuyorlardı !” Sırası gelince babalarının yerini alacak bu oğlanlar, o diğer büyük oyuna önceden hazırlanıyordu, onlar da kaçakçı olmak için.
 Önceden siyahlar giyinmiş çocukların anneleri, oyun süresince tepenin yamacında dikilerek, heyecandan sapsarı yüzlerle, onları izliyor ve sonucu bekliyordu. Güneş batana kadar. Oyun o vakit bitiyordu. Oğlanların iki savaş takımı yokuşu her zaman ayrı patikalardan inerek gelirdi. Kolu daha güçlü delikanlılar öldürdüklerini kaldırarak önde giderdi. Her senfonide daima bir iki ölü oluyordu. Tören alayı yavaş inerdi. Yaklaşır, yaklaşır, yaklaşırdı. O zaman analar artık kendilerini tutamaz, kan akıtmak için dudaklarını ısırır, kimlerin öldüğünü öğrenmek için ileri atılıp tören alayını durdururdu. Şansın onlara vurduğunu gören ölü anaları frenden boşalır gibi ölü oğlanların üzerine atılır, onları ağızlarından öper, saçlarını çekiştirerek dövünür, tırnaklarıyla suratlarını yolardı. Sonra tören alayı yine yürüyüşüne devam ederdi. Ölü arkadaşlarıyla cenaze levazımatçıları daima önde giderdi, arkadan ölenlerin anneleri gelirdi. Sonra diğer anneler, ama onların gözlerinde vahşi sevinç parıltıları olurdu, çünkü piyango onlarınkine vurmamıştı, henüz daha. Geriden kalabalık gelirdi. Başka hiçbir ses duyulmazdı, sadece doğurdukları için lanet okuyarak, matem anaları haykırırdı.
 Stefanos tören alayını önünden geçerken görüyordu ve çok üzülüyordu. Lakin şöyle de diyordu:
 “Kim suçlu şimdi, kavgacı kötü çocuklar değil mi? Neden rahat durmuyorlar? Oh olsun onlara!
 Stefanos bütün bunları görerek asla semerlerinin yanından uzaklaşmıyordu, zırdelilerin dört döndüğü tutkulu şehirde günah çağrısından kaçıyordu. Engin denizi görmeye, büyük Anadolu’ya giden, gidip de bitmeyen yola bakmaya, değirmenli tepe ıssızken bile çıkmıyordu. “Günahkâr yer”, tepe için böyle diyordu. “Çılgın yollar”, engin deniz ve kervan yolu için böyle düşünüyordu. Gemisiyle, deniziyle, okyanusuyla bütün yeryüzü iyi ki rengârenk kurdelelerle kutsanmış ağaçta bitiyordu.
 Zaman geçiyordu, adaklı yaşlı zeytin ağacı seyahat için alesta bekliyordu ama asla demir alıp kalkmıyordu. Bazen, yalnız vakitlerinde, onunla gizli söyleşilerinde, Stefanos zeytine soruyordu:
 “Ne diyorsun, arkadaş, bir zaman gelecek ben de gidecek miyim?”
 “Gideceksin”, Diyordu zeytin, esrarengiz sesiyle.
 Zeytinin cevabının bilgiç tarzından, Stefanos bu seyahatin sonunun hangi son olacağını bildiğini sanıyor. Zira bütün Stefanoslar için seyahatin sonu bellidir. Bir zamanlar, bir genç kızdan hoşlanmıştı, kaçakçı kocası olmayan ve değirmenlerdeki senfonide çalan oğlu da olmayan hanım hanımcık bir kızdı. Stefanos’un sıram sıram dizilmiş bekleyen mavi boncuklu semerleri arasında o zaman taze bir hava esecekti. Sonra çocuklar gelecekti. Başka da hiç bir şey istemiyordu.
 “Baba, değirmenlere gideyim mi?” Oğlu ona soracaktı.
 Stefanos ona kestirmeden cevap verecekti:
 “Hayır! Baban bile oraya gitmiyor. Hayır!
 Fakat insanların kaderi harflerle böyle dümdüz yazılmıyordu. Onlara Stefanos deseler de her zaman öyle yazılmıyordu.  Ege’de boralar çıkar, meltemler eser, bütün rüzgârlar eser. Düzensiz eser, ölçüsüz eser. Süt limanken bakarsın dalgalar bir anda denizi alt üst etmiş. Deniz çalkalanırken birden sükûnet geliverir. Rüzgârlar oyun oynar, bulutlar oyun oynar, Tanrı da insanlarla oynar.
 Stefanos’la da oynadı, semer yapan erdemli yurttaşla.


STEFANOS biraz okuma yazma biliyordu. Büyük şehir gazetesi, İzmir’in “Amaltia”sına aboneydi. Gemiciler, kaçakçılar Ayvalıkta olmadıkları zamanlar “Amaltia” okuyorlardı. Böylece, bu aylakların öte yakadayken uzaktan duymaya yarayan bir silahları oluyordu. Aylaklar baş makalenin eski ağdalı dille yazdıklarını bağıra çağıra okuyanları dinliyor, bu tuhaf sözcükleri anlamıyor ve “Amaltia” okuyan vatandaşlarına hayret ve hayranlıkla bakıyorlardı. Bu esrarengiz sözcüklerden dünyada olan biten hakkında sonuç çıkarıyorlardı, Rusya’da, Japonya’da, denizlerde, okyanuslarda olanları öğreniyorlardı. Öğrendikleri daha harika şeyler de vardı: havanın ne yapacağı, rüzgâr mı kaldıracak, yağmura mı dönecek ve benzeri başka şeyler. Asla bir tehlikeden korkmayan kaçakçılar toplanıp oturuyorlar, korkak çocuklar gibi ve gözleri kaygı dolu bu gazete haberlerini dinliyordu.
 Stefanos “Amaltia” dan okumaya başladı. Baş makaleden köşe yazılarına atladı. Normandiya Dukalıkları ile kontluklar yirmi dört saatte üç defa çarpışmışlar, maskeli meçhul kılıcıyla kötü kalplileri delip geçmiş ve zayıfları kurtarmış, “esküdolar” ve “piştovlar” nehir gibi akıyormuş. Stefanos sonra semerci dükkânına iki kucak dolusu yaprakları sararmış eski kitap getirdi, onları pazardan satın almıştı. Kitapların bir kısmı azizlerin yaşam öykülerini, mucizelerini yazıyordu, onları ister aslanların ağzına atsınlar, ister cüzamlılarla yan yana koysunlar, ister kızgın odun ateşinin üstüne bağlasınlar, daima hiçbir yerlerine bir şey olmadan çıkıyorlardı. Diğer kitaplar da: bütün hayatları boyunca karanlık keşiş odalarında kapalı kalarak hayatın sırlarını ya da ölümü yenmek için hayat iksirini bulmaya çalışan büyücüleri anlatıyordu.
 Stefanos definesinin üzerine tutkuyla atıldı. Hepsini okudu.
 Bu zamana kadar kalmış olduğu baskı altında dışa kapalı, onu birçok şeyden yoksun bırakan bu hayat yolu santim yanılmayan hassas pergelle çizilmişti, şimdi bundan nefret duymaya başladı.
 O vakitler kırk yaşına basıyordu. Saçları aklanmaya başlamıştı. Stefanos onları siyaha boyadı, krem sürdü. Elbiseleri semer işinden ipçik ve at kılı doluydu. Stefanos yeni yaptırdığı çuhadan poturunu ve yeni yeleğini giydi. Güneş alçalırken dışarı çıktı.
 “Nereye gidiyorsun?” Dallarına adaklar için rengârenk paçavralar bağlanmış olan zeytin ona seslendi. “Seni ilk defa böyle görüyorum. Dışarı çıktığını ilk defa görüyorum”.
 “Canım ne istersem yaparım!” Dedi Stefanos.
 Artık semerleri, saksıları ve paçavraları görmek istemediğini ona anlattı. Sahile, Ayos-Dimitris’e doğru aylaklık yapmaya gidecekti. Orası bu kaçakçıların şehrinde bulunabilecek en ilginç, en olağanüstü yerdi. Burada gerçek soylu zenginler, ama çok zengin insanlar, Avrupa’da tahsil yapmış ve çok seyahat etmiş kişiler, bilginler ve Şopen çalan kadınlar, yabancı dil konuşanlar, Stefanos’un bakmaya korktuğu, sanki kutsal azizlerin suratlarına sahipmiş gibi zayıf ve soluk yüzlü insanlar yaşıyordu. Orada başlarına tüylü şapkalar takıp, altın düğmeli esvaplar giyen konsoloslar kavaslarıyla oturuyordu.
 “Oraya gideceğim!” Dedi Stefanos. “Şimdi belki ben de onlara benzedim”.
 Gitti oraya. Beyaz tenli, altın saçlı, pırıl pırıl beyaz dişli, eski ciltlerin sayfalarından kayıp çıkmış, Normandiya Düklerinin elinden kaçmış bir kız bulma umuduyla Ege’nin bu köşesine geldi. Onu aradı ve buldu. Rüya gibiydi, hiçbir rüyası asla onu böyle tahayyül edemezdi. Adı Guta idi, Bayan Guta.
 Stefanos, Bayan Guta’nın oturduğu yalı köşküne defalarca gider. Her sabah havanın kararmasını sabırsızlıkla bekliyordu ve o zaman gidiyordu. Dalgalar sahili döverken malikânenin altında volta atıyor, o vakit bölgenin gizemli tepesi “Şeytan Sofrası” renkten renge boyanıyordu. Evin içinden kulağına garip bir musiki geliyordu. Kaçakçıların tulum ve davullarının çıkardığı sese hiç benzemiyordu. Bilinmedik hafif melodi yolculuğu, gemileri, büyük şehirleri, ormanı ve karı seslendiriyordu. Stefanos “Şeytan Sofrasına” bakıyor ve garip musikinin “Şeytan Sofrasının” ıssız taşlarında ilerleyen gölgeleri betimlediğini keşfediyor. Denize bakıyor ve müziğin denizi anlattığını duyuyor. Yıldızlar çıkmaya başlıyor. Stefanos onlara bakıyor. Müzik bu sefer yıldızları söylerken:
 “Tanrım, nedir bu?..” Diye mırıldanırken çeşitli duygular ve heyecandan boğuluyor.
 “O çalıyor olacak”, diye düşünüyor ve sonra derin bir iç çekiyor.
 İç çekişler gittikçe artıyor, ahları Bayan Guta’ya kadar varıyor.
 Rus İmparatorunun konsolosuyla nişanlıydı. Evinde davetlilerin olduğu bir akşamdı, semerci Stefanos’un kıza âşık olduğunu konuşuyorlardı. Herkes haberi öğrenmişti. Hepsi birden:
 “Bir gün onu buraya getirmek istemez misin?” Dediler. “Eğlenelim biraz!”
 “Onu size getireceğim”, dedi kız.
 Ve onu getirdi.
 Stefanos çuha poturunu iyice sildi süpürdü, saçlarına krem sürüp gitti. Çok davetli vardı. Akşam rüzgârı balkondan giriyor, içerisi deniz kokuyordu, kadınlar kokular sürmüştü, avizeler ışıl ışıl parlıyordu. Stefanos büyük salona çalımla, burnu Kaf dağında bir tavırla giriyor. Bütün gözler üzerinde toplanırken, ağızdan ağza fısıltılar yayılıyor ve sonra hafiften kahkahalar gelmeye başlıyor ve aniden kesiliyor, adam korkmuştu. Yolunu şaşırmış karaca gibi etrafına bakıyordu. Kız onu cesaretlendirmek için, beyaz giysileri içinde parlayan ve nişanlısına Fransızca bir şeyler söyleyen genç Rus konsolosunun kolundan tutarak yanına gidiyor.
 Bayan Guta Stefanos’a diyor:
 “Bay Konsolos geldiğiniz için memnuniyetlerini iletiyor. Herhangi bir arzunuzun olup olmadığını sizden soruyor, şayet bir ihtiyacınız varsa hemen yerine getirebileceğini söylüyor”.
 Stefanos, sağ elini birkaç defa başına götürerek, Türklerin temenna yaptığı şekilde, safça derin bir reverans yapıyor. Boyalı saçları korkunç parlıyordu:
 “Ekselanslarına müteşekkir oldum ”, diyor. “İstirham ederim, zatıâlilerinden bir arzuhalim yoktur”. Stefanos “Amaltia”dan öğrendiği ağdalı dille döktürüyor.
 Bayan Guta hafifçe gülümseyerek, sözlerini Fransızcaya çeviriyor. Sonra da tekrar soruyor:
 “Bay Konsolos isterseniz her hangi bir işinizde size yardım etmek istiyor. Ne iş yapıyorsunuz?”
 Semerlerine karşı dürüst olmak için kritik andı. Onları şimdi terk edecekse, bundan sonra da terk etmiş olacaktı. Zira hayatında bir defa semerleri reddedersen bundan ödün vermek olmazdı. Bu kritik anda, Rusların çarının konsolosunun beyaz elbiseleri parlıyordu, kız başka dünyanın çiçeği gibi parlıyordu, her şey parlıyordu.
 Stefanos’un kalbi de gözleri kör eden ışık altında çatlayacak gibi çarpıyordu.
 Semerlerden el çekiyor:
 “Artık bundan böylelikle bir işle iştigal etmiyorum”, diyor. “Kitaplarla ve gezip dolaşmakla meşgul oluyorum”.
 Yanıtından çok hoşlandıkları görülüyordu. Çünkü yabancı dilde aralarında bir şeyler konuşup gülüşüyorlardı.
 “Benimle de mi?” Diyor o zaman, Bayan Guta ve tatlı tatlı göz süzüyor. “Sizi memnun etmek için bu akşam ne yapabilirim?”
 “Her akşam zatıâliyelerinizin penceresi altında sesini duyduğum o alete bir şey koyun, çalsın”.
 Laterna ya da gramofon gibi bir şey zannediyor.
 “Ama onu ben çalıyorum!” Diyor, Bayan Guta ve gülümsüyor. “Size çalacağım”.
 Heyecan dalgası adamın bütün vücudunu yalayıp geçerken, kızın garip bakışları da üzerinde geziniyor.
 “Sadece sizin için çalacağım”, diyor. “S a d e c e  sizin için”.
 Piyanosunun karşısına oturuyor ve çalıyor. Yavaş yavaş herkes Stefanos’un başından ayrılıyor ve piyanosunun karşısında oturan küçükhanımın etrafını çeviriyor.
 Herkes çok sessizdir. Semerlerden el çeken Stefanos köşesinde yalnız kalıyor, perde perde yükselen sesleri dinliyor. Sesler başta hafif çıkıyor, Stefanos “Şeytan Sofrasının” gölgelerini hatırlamaya çalışıyor, denizi hatırlıyor, pencerenin altında şimdiye kadar her ne duyduysa bir bir hatırlıyor. Şimdi seslerin yanı başındadır, şimdi onu görüyor, büyülü kemiklere dokunan elleri görüyor, oradan çıkıp gittikçe hızlanan bir nehir gibi akan gizemli sesleri duyuyor, artık şeytan tepesinin gölgeleri de, dalgalar da Stefanos’un gözlerinden siliniyor, onları görmüyor: rüzgâr yüksek köknarların olduğu bir ormanda hafifçe onlarla oynaşıyor. Bir şato var orada. Genç kız oturuyor ve köknarlarla söyleşen rüzgârı dinliyor, kalkıyor ve altından elbisesini ve kırmızı iskarpinlerini giyiyor. Birden sessizlik oluyor, artık hiçbir ses duyulmuyor, köknarlar sanki büyülenmiş gibi. Şatonun kızı sonunda vaktinin geldiğini, Büyük Duka’nın onu alıp götürmeye geldiğini anlıyor. Pencereden başını çıkarıyor ve bakıyor, kalbi hızla çarpıyor. Hayır, aldatılmadı, köknarlar onunla dalga geçmedi. Ağzından köpükler saçan, nallarıyla yeri döven atın üstündeki atlı, Büyük Duka, genç bir melek gibi, zırhının parıltıları içinde kılıcını çıkarıyor ve onu pencerenin altına bırakıyor, genç kızın uşağı olduğunun işaretini veriyor.
 “Gelecek misin?” Diyor ona alçak gönülle.
 “Geliyorum”, diyor kız da ona. “Seni bekliyordum, senelerce…”
 Bir şatonun kızıyken, o kadar beklediği büyük yolculuk için iniyor, rüzgâr yine başlıyor köknarlarla söyleşmeye. Duka kızı kucağına almak için attan iniyor. Göğsündeki zırhın demir parçacıkları birbirine vurarak şakırdıyor, altın gibi parıldıyor güneşte.
 “Aşkım…” Büyük Duka gösterişsizce fısıldıyor.
 “Aşkım…” Stefanos içinin derinliklerinden gelen sesle mırıldanıyor ve boyalı saçlarından ter boşanıyor, krem ve yağ damlıyor.
 Müzik sona eriyor. Bayan Guta kalkıyor. Herkes onu alkışlıyor. Nişanlısı taparcasına elinden öpüyor. Öteki de çok mutlu. Stefanos köşesinde unutulmuş kalıyor. Herkes onu unutmuştu. Bayan Guta da. Bir uşak limonata getiriyor. Limonata bardaklarında birer kamış var. Stefanos diğerlerinin kamışı ağızlarına koyduğunu görüyor. O da öyle yapıyor ve limonata bardağına üflüyor. Limonata suratına, saçlarına sıçrıyor. Bütün gözler üzerine çevriliyor, herkesin ağzından kahkahalar dökülüyor. Oda büyüyüp kahkaha atan koca bir ağız oluyor.
 “Ne oldu?” Bayan Guta gülmemek için kendini zor tutarak, Stefanos’a doğru gidiyor.
 Adam korkmuş, şaşırmış, utançtan sapsarı yüzle fısıldıyor:
 “Bir vukuat olmadı… Bir şey değil…”
 Konsolos o zaman Fransızca söyleniyor:
 “Yeter artık Aleks! Söyle ona gitsin”.
 Küçükhanım ona söylüyor:
 “Belki sıcaktan rahatsız oldunuz. Acaba gitmek ister misiniz?”
 Stefanos gözlerini kaldırıyor ve ona bakıyor. O zaman, sıçrayan limonata, akan ter ve kremin içinden fırlayan tutkulu gözleri gıcır gıcır metal yeni para gibi okunaklı oluyor.
 “Gidiyorum…” Diyor ona.
 Bayan Guta kapıya kadar geçiriyor. Orada ona şöyle diyor:
 “Bu akşam çok kalabalık vardı. Yarın gelirseniz yalnız oluruz. Sizi bekleyeceğim.
 Stefanos o gece uyumadı. Yatağa bile girmedi. Sadece gözlerini bir noktaya dikerek, yalıdaki köşkte olan her şeyi bir bir aklına getirdi, tekrar tekrar. Sırayla konmuş mavi boncuklu semerler sessizce ona bakıyordu, eskiden onca şevkle, onca güvenle, kendileri için çalışmasına ne olmuştu! Ona üzülerek bakıyorlardı, çünkü onlardan elini çekmişti. Dışarıda gecede, dallarına rengârenk adaklar bağlanmış zeytin ağacı, çocukluk yıllarından arkadaşı, onun uykusuz gözlerindeki ışığı görüyor, içerden gelen kalbinin vuruşlarını duyuyordu.
 “Neden?” Diyor ona. “Neden bizden kaçıyorsun?”
 Ama o zeytinin sesini artık duyamıyordu, artık yeryüzünün basit yaratıklarına söyleyecek bir şeyi yoktu.
 “Soylu sevgilim benim…”, diye mırıldanıyordu. “Seni ne zamandır bekliyordum”.


 ERTESİ AKŞAM gitti. Küçükhanım gerçekten yalnızdı ve onu bekliyordu. Geçen akşamki gibi hafif alaycı tavrından eser yoktu, daha tatlıydı ve ona hasta çocuklar gibi sızlanarak konuşuyordu.
 “Ne istiyorsunuz benden?”, dedi ona. Ne yapabilirim?”
 O zaman adam cesaretlendi, birden dün gece döktürdüğü “Amaltia”dan öğrendiği ağdalı eski dili unuttu. Ona basitçe şundan başka bir şey istemediğini söyledi: sadece gelmesine izin verseydi, bir köşede otursun, garip müziğini dinlesin, başka bir şey istemiyordu.
 “Nasıl olur?” Dedi, Bayan Guta. “Konsolos kızar ve sana kötü bir şey yapabilir. Benim nişanlımdır o”.
 Stefanos sararıyor, zira bunu bilmiyordu, konsolosun nişanlısı olduğundan haberi yoktu.         
 Şaşırarak soruyor:
 “Olabilir mi bu… zatıaliyeleriniz onunla gidebilir mi?”
 “Tabii gidebilirim! Bir zaman sonra onunla gideceğim”.
 A, Tanrı adına! Olamaz bu! Stefanos bunu engelleyemez, nişanlısı konsolostur. Lakin gitmesini istemiyor.
 “Gitme!” diyor ona ve gözlerinden yaşlar boşanıyor. “Ben ne olacağım?”
 Gitmesin diye ona yalvarıyor. Zatıaliyeleri için yapamayacağı bir şey olmadığını söylüyor. Sadece gitmesin o.
 O zaman Bayan Guta, dönüp imalı bakışlarla bakıyor.
 “Öyleyse benim için ne gibi bir şey yapabileceksiniz?” Diyor, gülerek.
 Stefanos bunu hiç düşünmemişti. Fakat ona söz veriyor. Evindeki eski kitapları anlatıyor ona. Bütün hayatları zor başarılabilecek işleri başarmanın yollarını aramakla geçen büyücüleri, kâhinleri anlatıyor: insan nasıl uçar, nasıl ölünmez olunur, bunları anlatıyor. Eski kitapları okuyup yutacağını söylüyor, bilginlerin uğraşıp da başaramadığı en zor şeyin ne olduğunu arayıp bulacağım, diyor Stefanos. Bunu hatırın için bulacağım, diyor.
 “İyi”, diyor, Bayan Guta. “Yapın bunu, gitmeyeceğim. Gidersem, yaptığınızı öğrenir öğrenmez geri döneceğim”.

 
BU UVERTÜR Stefanos’un çaldığı, Stefanos’u çalan “Devridaim makineli senfonini”nin uvertürüydü, bir zamanlar semer yapan erdemli yurttaşı.
 Nereden buldu “Devridaim Makinesi” sözünü? Kitaplarının sararmış sayfalarının içinde bir yerlerde bulmuştu. Bir anda büyülü bir yaratık gibi benliğini doldurdu. “Devridaim Makinesi!” Evet! Bundan sonra bunun için yaşayacaktı: Devridaim Makinesini bulmak için. Ne güzel sözcük! Ne harika başarı!
 Bayan Guta artık gitmişti. Ege’nin bir bahar günü beyaz gelinliğini giyerek gitti. Kocası, haşmetlinin genç Konsolosu da beyazlar giymişti. Stefanos iskelenin bir köşesinde, onlara görünmeyerek, yaşlı gözlerle izlemişti. Vapur gözden kaybolunca:
 “Aşkım”, dedi. “Hoşça kal… Kimse bunu bilmiyor. Fakat ben döneceğini biliyorum…”

 DEVRİDAİM MAKİNESİNİ bulmak isteyenler işe nerden başlarlar? Stefanos mucit olmayı kafaya koyunca zorlandı. Geceleri uykusuz oturdu, büyülü sözü mırıldanarak dükkanı arşınladı durdu: “Devridaim Makinesi!.. Devridaim Makinesi!..” Şafak gelince onu kıpkırmızı gözlerle, bitkin buluyordu. Güneş gelip ışığını pencereden içeri gönderdiği zaman, kaygısız günlerinin tanığı olan dilsiz arkadaşları -gösterişsiz semerler ve mavi boncuklar - ona yalvarıyordu:
 “Gel artık, uyu biraz. Gece yine gelecek. Tekrar uykusuz kalacaksın…”
 Gece yine geliyor. Ve yine uykusuz kalıyordu.
 “Devridaim Makinesi! Devridaim Makinesi!” Gece boyu sadece büyülü sözcüğü tekrarlıyordu: Gölgeler onu aydınlatan yağ kandilinin loş ışığında geziniyordu  -bir çark dönüyor, dönüyor ve asla durmuyor, bir ağaç yürümeye başlıyor ve asla durmuyor, bir yıldız sürekli kayıyor, bir dalga kabarıyor, yükseliyor ve sonra dünya denizlerinde durmadan ilerlemeye başlıyor. Dalgaların üstündeki, köpüklerdeki beyaz hayal Bayan Guta’dır ve ona sesleniyor.
 “Beni çağırmayacak mısın?”
 “Seni çağıracağım”, diyor ona. “Rahat ol, merak etme onu hazırlıyorum”.
 Devridaim Makinesi!
 Sesler Tanrıya kadar ulaşınca ona üzüldü ve yardım etti, işe nasıl başlayacağını gösterdi. Dalgın dalgın bir komşusunun bakımlı evinin önünden geçerken kulağına geliyor: Bilmediği bir aletten çıkan hafiften tatlı bir melodi, açık pencereden dışarı akıyordu. Neydi? Durdu ve dinledi. Tabii aynısı değildi ama öteki müziğe çok benziyordu, o zamanlar duyduğuna…  Evet, öteki musiki gibiydi.
 Sesin büyüsüne kapılarak yürüdü ve kapıya vurdu. Eski saat gibi bir kutuydu, derli toplu evin büfesinin üzerine konmuştu. Altın yaldız boyalı iki satir kadranın iki yanında dimdik ona dayanmıştı. Saatin bütün kadranı da altın yaldız boyalıydı.
 Melodi durduğu zaman Stefanos büfeye yaklaştı.
 “Nedir bu?” Dedi gözü kamaşarak.
 “Müzik kutusudur, Bay Stefane”. Cevap verdi evin hanımı.
 “Müzik nasıl çalıyor?”
 “Şöyle oluyor. Saat gibi onu kuruyorsun, sonra çalıyor. Tabii özel bir saat!”
 Stefanos altın satirlerden gözünü ayıramadı. Yüzünü ter basmıştı.
 “Duruyor, sonra tekrar mı başlıyor?” Diyor. “Öyle mi dedin?”
 “Evet. Duruyor, onu kuruyorsun ve tekrar çalıyor”.
 Stefanos daha vakit geçirmiyor. Gözlerinde şimşek çakıyor:
 “Onu bana kaça satarsın, komşum?”
 A, Bayan-Ev Hanımı onu satmaz! Rahmetli gemici kocası Rusya’ya yaptığı büyük seyahatten getirmişti onu.
 O zaman, Stefanos zorla bayanın ellerini yakalayıp, sıcak yalvarışlarla saati satması için rica ediyor.
 “Ben onu alamazsam mahvolurum. Mahvolurum!
 Ona öyle büyük bir bedel vaat etti, öyle yalvardı ki Bayan-Ev Hanımı buna dayanamadı. Sonunda kabul etti. Böylece, Stefanos mavi boncuklu semerlerinin hepsini sattı ve müzik kutusunu aldı dükkânına götürdü.
 O ilk gece, kutudan çıkan seslerle geçti. Stefanos aleti tekrar tekrar kuruyordu, sesler yükseliyor ve evvelce semerlerin olduğu boşluğu dolduruyordu. Ne hoştu! Ege’nin üstünde,  Anadolu’nun ulu ağaçlarının tepesinde esen rüzgârlar sustursun gölgelerin oynaştığı karanlık vadilerdeki ayıları ve kurtları! Dindirsin yeryüzünde vahşi tutkudan akan kanı, silsin değirmenlerden çocuklarının ölüsü getirilen anaların gözlerindeki yaşı, sindirsin kaçakçıları öldürmeye ve ölmeye sürükleyen o gücü! Bu akşam esen rüzgâr bütün bunları yapsın ve sonra dinlesin. Bu akşam semerlerin yerini dolduran sesleri duysun, onları alıp denizin kızına götürsün. Bulduğu yerde ona hiçbir insanın hayatında başaramadığını mütevazı semerci Stefanos’un onun hatırı için yapacağını söylesin, çünkü aşk böyledir: bitmeyen senfoniyi yapmak için sesleri tutmasını arayıp bulacak. Kanı, kalbi ve sinirleri bundan böyle kızgın demir olacak, büyük hayali için çılgın ve tutkulu olacak. Sesler kalıcı olmuyorsa, daima kaçıp kayboluyorsa sonunda ne önemi var?
 Gün doğarken uyku geldi ve nihayet hayatta amacı olan bir insanın mutluluğu içinde gözlerini kapattı.

 
O GÜNDEN sonra, semerlerden elini çekmiş erdemli yurttaş Stefanos, “Devridaim Makinesinin” peşinden koştu,  Bayan-Ev Hanımının altın satirli müzik kutusundaki sesleri bitmeyen sesler yapmak için durmadan uğraştı.
 Sona ermeyen günler ve geceler boyunca aleti inceledi, her an amacına yaklaştığını zannederek, çarkları durmadan döndürecek sihirli vidayı sonunda bulacağına inanarak, aleti bozdu yaptı, defalarca monte etti. Saplantısı onu aldı mahallenin bir köşesine fırlattı, sonra ünü aldı onu daha dibe indirdi, kaçakçılara, üçkâğıtçılara.
 “Delirdi Stefanos! Delirdi Stefanos!
 “Ne arıyor deli Stefanos?”
 Başta gizemli sözcüğün karşısında herkesin gözü kamaştı. “Devridaim Makinesi”. Duymadıkları bilmedikleri bir sözcüktü. Bir türlü dillerine oturtamıyorlardı. Ama sonra bir kolayını buldular:
 “Stefanos Akinitos’u arıyor! Dediler.  Stefanos Akinitos’u!..(*)‘’Akinitos’’ Yunancada hareketsiz, durağan anlamında bir sözcük. Devridaim makinesi da ‘’Aikinitos’’ sözcüğü. Anlamda zıt, söyleyişte yakınlık var.Halkın dili anlamını bildiği ilk sözcüğe yatıyor.
 “Devridaim, cahiller! Devridaim Makinesi! Stefanos düzeltiyordu. Bunu her defasında düzeltmek onun bir saplantısı olmuştu.
 Stefanos dışarı çıktığında sihirli kutuyu asla dükkânda bırakmıyordu. Zira her yapbozda bir biçimde çözüme yaklaştığına inanıyordu, onu dükkânda yalnız bırakmaya cesaret edemiyordu, çalıp bozmalarından korkuyordu. Rengârenk, alaca bir torbaya koyuyor, titizlikle özen göstererek koltuğuna sıkıştırıp yanında taşıyordu. Serseriler peşi sıra geliyor ve şehrin diğer delilerine yaptıkları gibi yuhalıyordu, ‘’Kambesa’’ ve sırtında kanatlı Erotokpritos’a’’ yaptıkları gibi. (**).Karnavalda gençlerin bir kısmının renkli kuş tüylerinden kanatlar takarak koşarken arkadakilerin kovaladıkları bir karnaval eğlencesine benzetme yapıyor ve isimler karnaval kahramanlarının isimleridir.
Ama Stefanos anlamazlıktan geliyordu. Sokaklarda gururlu, mağrur, burnu havalarda yürüyordu, kendini dünyevi her şeyin üstünde görüyordu
 Bir akşam, Ayos Triadas’ın tavernaları dışında kaçakçılar eğleniyordu. Pagidas’ın delikanlılarıydı. Pagidas Ayvalık’ın en namlı kaçakçısıydı. Sabahtan beri kaptanlarıyla içiyorlardı ve şimdi hava kararınca bedenlerine ağırlık çökmüş, yana kaykılmış, yarı suskun oturuyorlardı. Arada bir bardak rom deviriyorlar, davullu, tulumlu ilkel müziklerinin sert ritmini dinliyor, gövdelerini oyun için uyanık tutuyorlardı. Çevredeki evlerin kapı eşiklerinde, pencerelerinde oturan kızlar kadınlar yüzleri heyecandan ateş basmış, aralarında fısıldaşıyor ve mahallelerinin delikanlılarını seyrediyordu.
 O anda, yolun ucundan Stefanos göründü. Peşinden üçkâğıtçı serseriler koşuyor, ona çamur ve at gübresi atıyordu, adam ellerinden kurtulmak için vahşi hayvan gibi kaçıyordu. Birden kaçakçıların tam da cümbüşü üzerine düştüğünü görünce yeni tehlikeyi fark etti ve geri dönmek istedi. Ama artık geç kalmıştı. Arkasında etten bir duvar vardı:  ellerinde çamur bekleyen serseriler onu geri döndürmüyordu. Önünde başka bir duvar vardı: içki cümbüşü, davullar ve sarhoşlar.
 Stefanos birden durdu. Etrafına baktı. Başka çare olmadığını gördü, en iyisi ileri gitmeliydi. Sihirli kutuyu koltuğunun altında sıktı. Mağrurca kafasını kaldırdı. Ve sonra ilerledi.
 Ulumalar tekrar yükseldi, onu dalga gibi sıkıştırıyor ileri itiyordu:
 “Stefanos Akinitos! Stefanos Akinitos!”
 Kaçakçıların cümbüşüne vardı. Tulumlar ve davullar sustu.
 “Nasılsın, ulan Stefane?” Dedi bir delikanlı.
 “Koy onu çalışsın! Koy onu çalışsın Akinitos!” Koro uluyordu, serseriler.
 O zaman, kaçakçıların efsanevi başı Pagidas yerinde biraz sallandı. Elini kaldırarak adamına sakince işaret etti:
 “Söyle çenelerini kessinler!”
 Sesler anında kesilirken Stefanos’a dönerek:
 “Gel ulan semerci”, dedi ona. “Göster bana: ne arıyormuşsun?”
 Onca bağrıştan sonra etrafı inanılmaz bir uhrevi sessizlik kapladı, Stefanos birden kendini yaz akşamı tiyatrosunun başoyunculuğuna terfi etmiş gördü. Duygu seli onu boğmuştu, zira amfi tiyatronun oyunu dinsel bir kimlik kazanmıştı, Kaz Dağlarının bütün zirveleri, Egenin bütün denizleri, hepsi o şarkıyı söylüyordu: Pagidas.        
 Stefanos titreyen elleriyle, huşu içinde, paketini çözüyor ve sihirli kutuyu çıkarıyor. Onu kaçakçı başının masasının üzerine yerleştiriyor, rom dolu bardakların yanına koyuyor. Delikanlıların gözleri bir altın satirlere bir sessiz ve heyecandan eser olmayan başkanlarına bakıyor, sabırsızlık göstermeden onu izliyorlar.
 “Dinle!” Diye fısıldıyor Stefanos. “Dinle, Andoni Pagida!..”
 Melodi yavaşça sarhoşların ıslak gözlerinden içeri, ispirto kokan amfi tiyatronun sahnesine akıyor.
 “Dinliyorum!” Diyor kaçakçının sert sesi.
 Rikkatle dinliyor. Kendi içine çekilmiş. Dinliyor Andonis Pagidas.
 Melodi bitiyor.
 “Bu işte…” Fısıldıyor yine Stefanos.
 Pagidas:
 “Nedir bu?”
 Çılgının duygulu sesi o zaman büyük hayalini anlatıyor:
 “Bu işte, Andoni Pagida… Bir vidam eksik. Müziği tutmam için, onu bitmez yapmam için sadece bir vida eksik. Çarklar o zaman durmadan dönecek… Onu bulduğum zaman…, Devridaimi bulduğum zaman …” Büyük sözcüğün sonunu getiremedi, sesler ağzından boğazlanan hayvanın vahşi böğürtüsü gibi döküldü. O anda kurulmuş gibi yerinden sıçradı: “Yanıyorum! Yanıyorum! Diye bağırdı, yanık bez kokusu gelirken elini poturundan içeri attı.
 O anda panik oldu. Stefanos ateşi söndürmek için yanan yerini tutarak çılgınca yerinde sıçrıyordu. Çığlıkları yeri göğü inletti. Kadınlar cayırtıyı koyuverdi, serserilerin kahkahası göğe çıktı. Davulcu zeybekler davullara vahşice vurmaya başladı.
 O zaman Pagidas yerinden kalktı. Hepsini uzaklaştırdı ve semerciye doğru atıldı. Diz çöktü ve bacaklarından kavradı, hızla çılgının poturunda yanan koru avuçlarıyla yakaladı, sönmesi için sertçe sıktı. Dudaklarında en ufak acı izi yoktu.
 Bitti. Pagidas doğruldu. Yağ getirmelerini söyledi. Diz çöktü ve acıdan uluyan adamın gövdesinin yanan yerine sürdü.
 Pagidas yeniden doğruldu. Çıt yok. Sessizlikten büyülenen çılgın bağırmayı kesti. Pagidas donuk gözlerini etrafta gezdirdi. Ağır ağır.
 “Kim yaptı bunu?”
 Kimse cevap vermiyor. Herkes ona bakıyor.
 Şimdi sesi daha vahşi çıkıyordu:
 “Hangi köpek yaptı bunu?”
 Hepsi gözünün içine bakıyordu. Sadece berber Miltiadis eğilmiş kafasını tutuyordu. Bir solucandı, tepeden tırnağa öyle bir adam, korkaklık ve kalleşlik olunca namı yürümüş biriydi. Kaçakçıların cümbüşü olduğu zaman koşturup geliyor, çeşitli rezillikler yaparak etrafı memnun etmek için alesta bekliyordu. Adam Pagidas’ı memnun edeceğini sanarak, çılgın semerci Pagidas’a neyi aradığını anlatırken, kor parçasını poturundan içeri atmıştı.
 Pagidas ona dik dik bakıyor:
 “Sen misin, ulan?”
 Aniden masadan rom dolu bir bardağı kaptığı gibi, bağırmaya başlayan berberin suratına fırlatıyor. Sonra yanındaki sırımdan kalın kamçıyı alıyor çılgının eline koyup emrediyor:
 “Vur ona!”
 Stefanos kamçıyı iyi tutamıyor, elleri titriyor, suratı acıdan sapsarı. Adama okşar gibi hafifçe vuruyor. O zaman Pagidas kamçıyı zorla elinden alıyor ve berberi acımasızca kamçılıyor, adam karı gibi ağlıyordu.
 Bitti. Pagidas ellerini sildi. Derin soluk alıyordu. Kutuyu alıp çılgının ellerine koyuyor.
 “Haydi, semerci!” Diyor ona. “Çek arabanı şimdi! Bundan sonra kimse seni rahatsız edemez. Çek git ve vidanı ara!”
 Sonra Stefanos’un acısından doğrulamadığını gördü, elinden tutup ona yardım etti. Herkes yol açtı. Sessizlikte, olan bitene hayretler içinde kalan herkes, kadınlar, üçkâğıtçılar, serseriler, delikanlılar, semerci aralarından geçerken birbirlerine tutunarak yavaşça kenara çekildiler. İhtiraslı iki adamdılar: biri kan ve ölümü kovalıyordu, diğeri de sesleri kovalıyordu.

 
UZAKTAN çiftliğe doğru geldiği görüldüğü zaman güneş üç boy yükseklikteydi. Çuhalarını giymiş, sanki karakarga gibi, eşeğine yayılıp oturmuş geliyordu Stefanos. Eşeğin yularında mavi boncuklar vardı, bu semerine zengin eyeri olduğu havası veriyordu ve yolcuyu önemli biri yapıyordu.
 Stefanos’un çiftlikte ilk karşılaştığı insan onu tanımayan yaşlı Yasef oldu.
 -Burası Yanakos Bibelas’ın konağı mı? Sordu yabancı.
 -Burasıdır.
 -Yabancı geceleyebilir mi burada?
 -Her zaman yolculara yer var! Dedi, Limnoslu ihtiyar.
 Stefanos eşekten indi, onu bağladı önce elini yüzünü yıkayacak bir yer bakındı. Sonra da onu Yanakos Bibelas’a götürecek birini aradı.
 Stefanos çiftlikte görüldüğü zaman biz çocuklar hep beraber büyükbabanın yanında oynuyorduk. Mağrur, kafası yukarda, biraz saplantılı, gözleri doğru ilerde yürüyordu. İçinde altın satirlerin olduğu alaca torbayı koltuğuna dikkatlice sıkıştırmıştı.
 -O, Komşu! Sen misin? Hangi rüzgâr attı seni Kimindenilere, Stefane? Büyükbaba muhabbet gösterdi.
 Semerci serbest eliyle derin bir temenna çaktı.
 -Benim, beyim, selamlarım seni! Yol getirdi senin taraflara, geldim.
 -İyi yaptın, Stefane. Sana yerini gösterdiler mi?
 Stefanos o zaman mağrur tavrını bıraktı, gözlerine kaygı düştü.
 -Gösterdiler, beyim. Ama korkuyorum. İçerdekiler yabancı adamlar…
 Sesini alçaltarak:
 -Korkuyorum bunun için…, diyor ve koltuğundaki torbayı gösteriyor.
 Büyükbaba, semercinin içine giren saplantıyı duymuştu. Fakat hep Kimindenilerde oturduğundan teferruatını bilmiyordu.
 -Nedir bu? Dedi şaşırarak.
 -Bu? A! Hiç duymadın mı bunu beyim?
 Ona o zaman, “Devridaim Makinesini” anlatmaya başladı. Birçok şeyi birbirine karıştırarak, “Amaltiya”dan büyük laflar döktürerek anlatıyordu.
 Büyükbaba başta bir şey anlamıyor.
 -Çalıştırmaz mısın bir kere? Diyor deliye.
 -Hayır, olmaz şimdi! Diye rica ediyor Stefanos.
 Şimdi olmaz, diyor. Gece cinin aletin üzerinde dolaşmaya çıktığı vakittir, diyor. O zaman onu çaldıracakmış. Şimdi bırak onu rahatsız etmeyelim, aleti korusun, diyor. Tanrı adına, hazinesini emniyete alıyor!
 Büyükbaba bizi ve nenemizi biraz eğlendirmeği düşündü.
 Stefanos’a dedi:
 -İyi. Seni tek başına yatacağın bir yere yerleştireceğim, korkmayasın. Çiftlikteki bütün silahlarımız da güvenliğin için yanında olacak.
 Stefanos’u müzik kutusuyla “Sarı” odaya götürmelerini söyledi. Ona bizim yediklerimizden yemek gönderdi ve sonra masamıza çağırdı. Bütün aile oradaydık. Artemi yerinde duramıyordu, sanki çivi dolu minderde oturuyordu. Büyükanne, semercinin kral gibi mağrur tavrına içinden gülüyordu. Büyükbaba da gülüyordu.
 -Haydi, görelim şimdi, diyor.
 Stefanos huşuyla, altın satirleri torbadan çıkarıyor. Aleti kuruyor. Sesleri duyan Kimindeniler dinlemeye başlıyor.
 -Her şey sona yaklaşıyor… Her şey sona yaklaşıyor, beyim…, diye mırıldanıyor semerci.
 Her şey sona yaklaşıyordu. Sadece bir sihirli vidası eksikti. O zaman Devridaim Makinesini bulacaktı. Uğraştım, uğraştım, diyordu. Ümidi kırıldığı anlarda rüyasına Tanrı giriyordu. Rüya ona şöyle diyordu: “Neden burada kaçakçılarla oturuyorsun, Stefane? Amacına asla burada varamazsın”. Stefanos diz çöküp yalvarırken rüyası konuşuyordu, ona şöyle diyordu: “Değirmenlerin ötesindeki büyük kervan yoluna çık, yürü git. Yürü git, git! Bir zaman sonra Kutsal Topraklara varacaksın, Tanrımız İsa’nın çile çektiği yere. Yeruşalim toprağına ayak basınca sır sana açıklanacak: aradığın vidayı bulacaksın, sesleri devamlı tutacaksın…”
 Stefanos, aşağı yukarı bu sözlerle rüyasını anlatıyordu. Yorgun gözlerine garip bir ışık girmişti. Sözlerini bitirdiği zaman, çevresine göz gezdiriyor, hepimize sırayla bakıyor. Ne kadar büyük, hüzünlü gözlerdi! Ne kadar büyük, hüzünlü gözlerdi!
 Büyükbaba başta gülerek dinliyordu. Sonra dudaklarındaki gülümseme kayboluyor.
 -Dükkânı ne yaptın be Stefane? Semerleri ne yaptın? Diyor ona.
 O! Dükkân ve semerler! Kim şimdi bunları düşünür?
 -Nişanlın ne oldu? Diyor annemiz, Aleksandra Guta hikâyesini biliyordu.
 Nişanlısı! Stefanos belleğini yokluyor. Evet, evet, bir zamanlar bir Bayan Guta  v a r d ı. Artık yok. Stefanos onu hatırlayınca gözleri donuklaşıyor. Çünkü o artık işini yapmıştı, her ne verdiyse vermişti, düşlere yol vermiş ve kaybolmuştu. Sesler onu emdi, Bayan Guta onlarla yekvücut oldu. Şimdi artık sadece sesleri kovalamak kalıyor.
 -Yahu Stefane! Diyor büyükbaba ve sesi çok ritmik çıkıyor. İyi sanatkârdın yahu Stefane, evcimen adamdın yahu. Dön semerlerine!
 Dön semerlerine, ona öğüt veriyor. Nereye gidecekti ve aradığı neyin vidalarıydı? Kutsal Topraklar Yeruşalim neresi, biliyor muydu? Anadolu’yu boydan boya kat edecekti. Bütün Anadolu’yu halledecekti.
 -Bütün Anadolu’yu geçeceğim…, diyor, sakin ve saplantısına inanan sesle.
 O gece biz çocuklar uykuya gittiğimiz zaman, kalbimiz meraktan çatlıyordu. Aramızda, deliyle biraz dalga geçip gülmek istiyorduk, fakat sinirlerimiz bozuldu, birden durduk. Sadece Artemi, Kimindenilerin eteklerinde yaşayan huylu karaca, anlaşılmaz biçimde suskundu. Sonunda, yorgunluk galip geldi, göz kapaklarımız kapanmaya başladı. Arkasından derin sessizlik geldi.
 O zaman, karanlıkta Artemi’nin yatağından büyük kardeşimize bir şeyler sorduğunu duydum:
 -Antipi… Nedir bu? Yeruşalim?
 -Daha oturuyor musun? Diyor Antipi ona kızarak. Uyu!
 -Söyle, nedir Yeruşalim?.. Çocuğun sesi yalvararak çıkıyordu.
 -Orada İsa yaşadı. Uyu, Artemi!
 Yine sessizlik. Yine Artemi’nin sesi, Antipi’den öğrenmeye çalışıyor:
 -Yeruşalem buradan o kadar uzak mı?
 -Çok uzak, Artemi. Uyu!
 Birazdan, diğer çocukların uyuduğu anlaşılırken, küçük kardeşimizin çarşafın altından hıçkırıklarını duyuyorum ve bir türlü hıçkırıklarını tutamıyordu.
 -Neden ağlıyorsun, Artemi?
 Artemi neden ağladığını nasıl söyleyeceğini bilmiyordu, ağlıyordu, çünkü Yeruşalim çok uzaktı, çünkü çılgın yolcu asla oraya varamayabilirdi.
 Artemi sakinleşene kadar saatler geçti. O zaman her şey sustu. Dışarda Kimindeniler de sustu, çakallar da ulumuyordu. Gece yalnız başına kaldı. Hayır, yalnız kalmadı. Aniden, sessizliğin içinden, yavaşça ve ısrarla, hafif esintinin getirdiği minik dalgacıklar gibi, “Sarı” odadan yükselmeye başladı ve aktı: tutkunun senfonisi. Stefanos, kılıç ve tüfeklerin arasında dolaşıyor, altın satirlerin kutusu çalıyordu.
 -Artemi!.. Artemi!.. İşitiyor musun?..
 Kızcağız, sihirli senfoni kulaklarından kaybolmasın diye çabuk çabuk fısıldayarak cevap veriyor:
 -Evet… evet…  İşitiyorum…
 Biraz sonra çarşafının çıkardığı hışırtıyı duyuyorum. Karanlıkta hiçbir şey görmüyorum. Fakat ayakta kımıldayan gölgesini hissediyorum.
 -Nasılsın, Artemi?..
 Yanıma geliyor ve parmaklarıyla bana dokunarak fısıldıyor:
 -Dışarı çıkacağım, “Sarıyı” dinleyeceğim… Ses çıkarma…, diyor ve vücudunun her yeri titriyor.
 -“Sarı” ya mı gideceksin? Korkmuyor musun?..
 -Korkmuyorum. Sen uyu.
 Parmaklarının ucunda yürüyerek gittiğini duyuyorum.
 Müzik susuyor. Kısa bir süre için. Sonra tekrar başlıyor. Yine. Kimindeniler asla bir diğer sefere bu sesi duyamayacak, ona sunulan bu anı yaşamak için uyanıyor. Ay, ıssız vadilerin ve meşelerin üzerinde parlıyor. Fakat sesler “Sarıdan” dışarı taşıp geceye dolduğu zaman, sıvılaşan ışık genç bir kalp gibi titriyor. Artemi de dışarıda, ona başka zaman asla gelmeyecek olağanüstü zamanı yaşıyor.
 Kapıyı dikkatle açıyorum, yoksa gıcırdar, gürültü yapmamaya bakıyorum ve Artemi’ye doğru gidiyorum. Yarı çıplak vücudunu tam seçemiyorum, kılıçlı odanın dışında küçücük bir yer kaplıyor. Diz çökmüş dinliyor.
 -Sen misin?.. Fısıldıyor ve sesi uzaktan, büyülü âlemden gelir gibidir. Konuşma… Konuşma…
 Nerede olduğunu bulmak için ellerimi uzatıyorum. Parmaklarım göğsüne dokunuyor, kalbinin hızlı, çok hızlı çarptığını anlıyorum. Diz çökmüş ve titriyor. Ben de yanında diz çöküyorum, elini elime alıyorum. Böyle ellerimiz kenetlenmiş, küçük kız kardeşim ve ben, seslerle dolu kılıçlı odanın dışında, sesin susmayan cazibesine gittikçe kapılıyoruz. Deli içerde uyumuyordu, altın satirli müzik kutusunu tekrar tekrar çalıyordu. Ay artık vadileri aydınlatmıyor, çünkü geceyi gölgeler doldurdu. Kimindenilerde yer altındaki pınarlar uyandı, meşeler uyandı, geyik olan kırmızı başlıklı kız uyandı, al yanaklı Rodopapuda uyandı. Mavi yapraklar ata binmiş geliyor, çiftliğin büyük kapısını açıyor, pencerelerden içeri giriyor, taşları söküp duvarlardan giriyor. Hepsi etrafımızda, üstümüzde, sesleri dinliyorlar ve bize arkadaşlık ediyorlar. Titriyorlar, öyle çok titriyorlar ki, hepsi yekvücut olana kadar, pınarlar, meşeler ve geyikler, göz kapaklarımızda ağırlaşan sadece bir gölge oluyor ve sesler gittikçe uzaklaşırken onları kapatıyor yavaşça.
……………………………………………………………………………………………
 İki sevgili el beni dürtüyor, uykudan çekip alıyor. Tepemizde korkmuş sesler duyuluyor. Gözlerimi açıyorum. Henüz sabahın körüydü, güneş henüz doğmamıştı.
 -Yavrularım!.. Yavrularım!.. Diyordu annemiz tepemizde, çok korkmuş olacaktı.
 Bir eliyle Artemi’yi tutuyor, diğeriyle beni. Bizi göğsüne bastırıyor. Nenemiz de orada, bu çocukluk yıllarımızın tatlı yüzü. Ne yapacağını bilmiyor, şaşkın gözlerle kafasını sallıyor sağa sola.
 -Burada uyuduklarını düşünebiliyor musun?.. Diyor. Neden odanızda uyumadınız, yavrularım? Neden?..
 -Ah, o deli onları büyüledi! Diyor, annemiz. Ne istedik de onu çocuklara bu kadar yakın “Sarı” ya koyduk! Yine iyi ki daha büyük kötülük olmadı…
 Artemi o zaman her şeyi hatırlıyor, seslerin harika gecesi aklına geliyor, zorla elini annemizden kurtarıp telaşla soruyor:
 -Yabancı adama ne oldu?.. Ne oldu, anne?..
 O! Şükür gitti artık. Şimdi uzaklaşmıştır. Adam uyanıp bizi kapının dışında görünce, kaldırmaları için haber vermişti.
 Artemi ile beraber çiftliğin büyük kapısına doğru koşuyoruz.
 Uzakta, kervan yolunun ucunda, siyah bir leke hareket ediyor. Eşekli çılgın yolcu artık zor seçiliyor, sadece siyah bir leke. Sessizce, ardına kadar açık gözlerle, lekenin çok uzaklardaki Yeruşalim’e giden yolun tozu içinde eriyip kaybolmasını izliyoruz. Kimindenilerin gerisinde kaybolana kadar.  

       
YEDİNCİ KISIM
Kimindenilere hayaletler geldi

KİMİNDENİLERİN eteklerinde günler doğup batıyordu. Mevsimler gelip geçiyordu.
 Bu sene on yaşında olacağım. Acaba dünyanın başına bu sene de daha nelerin geldiğini öğreneceğim? Hoş gelsin iyi gelsin. Ne olursa. Sadece gelsin.


BİR İKİNDİ VAKTİ, annemin küçük kardeşi Urania Teyze çiftliğimize beklenmedik şekilde, aniden çıkageldi. Yazları kaldığı kocasının çiftliğine hep Kimindenilerin uzağından geçip giderdi. Böylece, bu zamana kadar hiç beraber olma şansımız olmamıştı. Büyükbaba ve büyükanne, iki kız kardeşin özlemlerini Kimindenilerde giderdiğine daha şahit olmamıştı. Biz çocuklar için özlem belki abartılı sözdü, çünkü Urania teyze bize biraz uzak bir tanıdıktı, şehirde hanelerimiz arasında büyük yakınlık yoktu. Urania teyze herkesçe bilinen kibirli bir kadındı. Memleketin en yakışıklı ve en zengin adamıyla evlenmişti, birçok seyahatler, eğlenceler onun kibirli olmasına çanak tutmuştu. Evlendikleri zaman, şehirde kışkırtıcı zenginlikte, büyük mermer basamakları olan, ağır mobilyalarla döşeli ve çok süslü bir konak inşa ettiler. Her hafta eğlence vardı, davetliler ve müzik eksik olmazdı. İstanbul’a sık seyahatleri olurdu. Bütün bunlar bizim evimizin mütevazı ve sakin yaşamına uygun olmayan şeylerdi. Şunun gibi söyleşileri çok sık duyuyorduk:
 Babamız annemize diyordu:
 “Dün gece Todoros şehir lokalinde yine servet kaybetmiş. Bana böyle dediler”.
 “Yine mi? Tanrı adına! Bu nereye kadar gider? Diyordu, korkarak annem.
 “Nereye mi gider? Apaçık görünüyor! Yıkıma gidiyor!”
 “Azize Meryem! Ne yapalım?”
 “Ne mi yapalım? Ben şunu derim ki hepsi Urania’nın suçu. İsterse onun ayağını eğlenceden ve lokalden çekebilir. Ama nerde?
 Annem o zaman kalktı ve küçük kardeşine gizlice öğüt vermeye gitti. Onu öğlene doğru buldu, geçen akşamın yorgunluğundan hala uyuyordu.
 “Urania, çocuğum, nedir bu yaptığınız? Nereye gidiyorsunuz? Yarın öbür gün çocuklarınız olacak. Aklını başına topla kızım, kocanı kötü yoldan çevir!”
 Urania teyze yarını düşün diye öğüt verilmesini hiç istemezdi. Gerçekten hoş kadındı, iri badem gibi gözleri ve diri vücudu vardı. Gençliği var olduğu sürece zevkini sürmek istiyordu.
 “Yarın ne olacağı beni ilgilendirmiyor!” Diye büyük kardeşine cevap verdi. Bugünün zevkine varıyorum!”
 “Ama tedbirli insanlar böyle yapmaz! Birkaç seneye başınızı sokacak bir kulübeniz bile olmayacak. Olanların hepsini yiyeceksiniz!”
 “Ah, zavallı kardeş! Birkaç sene mi! Birkaç senede neler olacağını nereden biliyorsun!”
 “Demek ki sen beni dinlemek istemiyorsun.”
 “Evet, duymak istemiyorum! Bırak bizi nasıl istiyorsak öyle yaşayalım!” Ve sana söz veriyorum, fakir olursam asla kapını çalmaya gelmeyeceğim!”   
 Büyük kardeş eve böyle döndü ve büyükanneye uzun bir mektup yazmaya başladı, ona ayrıntıları anlattı ve yıkıma giden küçük kardeşini kurtarması için onu çağırdı. Mektup Kimindenilere vardığı zaman büyükanne onu üzmemek için büyükbabadan gizlice okudu ve çok ağladı, sonra küçük kızına mektup yazmaya hazırlandı. Yazacağı cümleler aklına gelsin diye heyecan ve telaşla kalemlerini açıyor, kafasını kaşıyor, devamlı kirpiklerini kırpıştırıyordu.
 Büyükbaba onun hazırlıklarına bakarak gülümsüyordu:
 “Neye hazırlanıyorsun, Despina?”
 “E, işte…, mektup yazacağım küçük kıza…”
 Büyükbaba büyükannenin büyük sorununu biliyordu ve gülerek:
 “Bugün biter mi diyorsun?” Diye sordu.
 “E…, akşama kadar bitiririm, diyorum”.
 Yalnız kalınca yavaş yavaş alfabenin harflerini birleştirmeye başlıyor; yuvarlakları, düz çizgileri düzene koyuyor, birinin diğerinden aralığını ayarlıyor, kurşun kalemini tükürüklüyor, onu gözyaşlarıyla ıslatıyor.
 Güneş batarken mektup bitmişti, onu götürüyor ve geceyi geçirmesi için, dolabındaki Kimindenileri koruyan Azize Meryem ikonasının ayaklarının dibine huşu içinde yerleştiriyor. Mütevazı tavırla ellerini kavuşturup ona ilahi okuyor. O zaman Meryem Ana bütün bedeniyle görünüp ona geliyor, şimdi oracıkta yanındaydı. Büyükanne de yeryüzünü gözyaşlarıyla ıslatarak, annesiyle konuşur gibi onunla konuşuyor.
 “Koru onu, o küçüğü”, ona yalvarıyor. “Kötü yolda ve ne yaptığını bilmiyor. Ama küçük ve çok deneyimsizdir. Çok da güzeldir. Koru onu, elem ve gözyaşı nedir, bilmesin…”
 Büyükannenin mektubu böyle kutsanarak ertesi gün gitti. Urania teyze mektubu alınca çok sinirlendi, annesine değil, Kimindenilere gönderdiği haberler için kız kardeşine sinirlendi. Bu olay büyük ile küçük kız kardeşin arasını soğuttu.


 ÇİFTLİĞİN dinginliğini bir anda alt üst eden Urania teyzenin izah edilmez ani gelişinin sebebi bunlardı. Büyükbaba, büyükanne, annemiz, biz, hepimiz karşılamak için büyük kapıya koştuk. Her zamanki gibi burnu havada, içi kalın kilim yastıklarla döşenmiş “dalika”dan indi.(*) İçi kilim ve yastıklarla döşenmiş, eskiden Ege bölgemizde çok kullanılmış, yaylı at arabası. Buzlu mevsimlerde tekerlekler sökülüp kızak takılırdı.
        Fakat bildiğimiz Urania teyze değildi. Eskiden her zaman sıhhatli ve canlı görünen suratı sapsarıydı ve yorgunluktan gözleri yuvalarına çökmüştü.
 -A!.. Büyükanne korkuyla çığlık attı. 
 Derin sessizlik içinde Urania teyze annesinin babasının elini öptü, kız kardeşini ve sonra da bizleri öptü. Getirdiği muzu bölüştürdü, bu taraflarda makbul hediyeydi. Bunları alelacele, istenç dışı, dalgın hareketlerle yaptı, sanki bizler canlı yaratıklar değildik. Bitirdiği zaman bitap düşmüştü, kendini büyükannenin kollarına attı.
 -Neyin var, yavrum? Nenemiz onun saçlarını okşuyordu. Sana neler oluyor?
 Ona ne olduğunu birlikte yukarı çıkıp etrafına oturduğumuz zaman öğrendik. Urania teyzenin evinde garip şeyler oluyordu, gözyaşları içinde anlattıklarından ne anlayabildimse o kadar anladım. Bir hayaletin, onunla kocası arasına girdiği anlaşılıyordu. Teodoros amca ayrı odada hayaletle geceliyordu, o odadan geceleri vahşi kahkahalar duyuluyordu, hayatları çekilmez olmuştu.
 Kocasına diyordu:
 “Gel, Todore, geceleri ayrı uyumamalısın, beni yalnız bırakma.
 Ona cevap veriyordu:
 “Yapamam. Yalnız uyumalıyım”.
 En ufak açıklama bile yapmıyordu, kilitlediği odada olanlar hakkında en ufak bir şey söylemiyordu.
 “Sana söyleyemem, Urania. Sen de öğrenmek isteme”. Onu dalgın dalgın okşarken böyle diyordu.
 Urania teyze bütün bu olanlardan artık iyice bitkin düşünce ona rica etti:
 “Birkaç günlüğüne Kimindenilere babama gideceğim. Sen benimle gelmeyip, biraz hava değiştirmek istemez misin?”
 “Git”, diyor ona. “İki gün sonra ben de geleceğim ve bakalım ne kadar yapabilirsem Kimindenilerde kalırım”.
 Bunları söyledi Urania teyze. Büyükanne de küçük kızının evinde olanları duyunca korkudan titredi ve üç defa haç çıkardı.
 -İsa ve Meryem korusun! Nedir bu dediklerin, yavrum? Kim sana hayalet dedi?
 -Hayalet, anne! Kocam her akşam yatak odasının kapısını kilitliyor. Hiçbir canlı içeri giremez. Öyleyse kiminle konuşup kahkaha atıyor?
 Heyecan ve şaşkınlık içinde hayaletlerden konuşan büyüklerden kimse biz çocukların nasıl olduğunun farkında değildi. Çok sonra annemiz durumu anladı. Korkudan titreyen büyük kardeşimize dönerek:
 -Antipi, dedi, çocukları al ve götür, dışarıda oynasınlar. Haydi, gidin yavrularım.
 Gittik. Ama hayal gücümüzün neye ihtiyacı olduğunu artık biliyorduk. Dünyanın yeni oyunu, karanlık ve tehlikeli, bunun için çekici ve Kimindenilere gelmişti: Hayaletler.
 O zamana kadar sadece onların var olduğunu duyuyorduk. Çiftlikteki yaşlıların anlattıkları garip hikâyelerden biliyorduk, dinlerken kalplerimiz heyecandan kanatlanıp kuş gibi uçacak oluyordu. Bizim de hayalet görmemiz hiç mümkün olmayacak mıydı? Bunun olasılığını düşündükçe korkudan titriyorduk. Ama korkunun ötesinde şiddetli bir arzu da yok değildi.
 Pontus taraflarından olan çiftçi Kosmas Livas, yılların tortusuyla, Kimindenilerde hayaletler hakkında çok şey biliyordu. Yağmurlu günlerde, gecenin geç saatlerinde, yatmadan önce, kandilin loş ışığında üst üste sigara tüttürerek Araplı hikâyeler anlatırdı. Her fırsatta anlattıkları hep tıpatıp aynı, basmakalıp şeylerdi. Bu onun yaşamında vazgeçemediği bir ihtiyaç olmuştu, böylece belleğini yaşatıyordu, hayatı boşa geçirmediğini kanıtlamak istiyordu. Bir Arabı ilk defa çocukken görmüştü, bir ağacın dalında. Yağmacının biriydi ve çocukluğuyla henüz tanışıp karşı karşıya geliyordu, çabucak bir ağacın gövdesine sürüklendi ve sonra bir dala asıldı. Çocuk Kosmas çok korkmuştu, dili tutuldu kaldı ve ne bir adım atmaya cesaret bulabildi, ne de gözlerini rüzgârda sallanan canlı yaratıktan ayırabildi. Gözleri oradaki yılanın kafasında, yılanın gözlerinde çivilenip kalmıştı. Gökyüzünün kararmaya başladığı vakitti, güneş kayboluyor alaca karanlık ortaya çıkıyordu, o sıra mucize oldu: yılanın ince gövdesi dikilmeye başladı, şişip kabardı, gittikçe kalınlaştı, kalınlaştı, ağaç gövdesi gibi oldu. Bu gövdeden yavaş yavaş insansı yeni bir şekil doğmaya başlıyordu, sanki lastik gibi uzayarak önce iki kol, sonra iki ayak ve kafa çıkıyordu. Kapkara korkunç bir kafaydı, ağzını kapatmış gözleri kıvılcım saçan bir Arap suratı ağaçtan sarkıp, çocuğa şaşkın bakıyordu.
 Kosmas Livas’ın yaşamına giren ilk hayalet buydu. O günden sonra delikanlılığına kadar onu izledi. Olmadık saatlerde, kalbinin sevinçli olduğu zamanlarda ortaya çıkarak kanını donduruyordu. Hiç olmazsa çıkıp bir şey konuşsa! O da yok! Ağzından hiçbir şey çıkmıyor! Arap ağırlığıyla dikiliyor, bakışlarıyla insanı esir alıyor ve elini kaldırıp, kafasını batıya doğru sallayarak adeta ona hükmetmek istiyordu. Kosmas Livas devamlı karşısına çıkan bu kalıplaşmış tavra anlam bulmak için çok uğraştı, sonunda bulduğuna inandı: hayaleti ona batıya doğru gitmesini gösteriyordu! Bu düşünce beynine girdi, soluk oldu, gövdesinin elyaflarına yayıldı ve kanını sulandırdı. Böylece içine ona hükmeden başka bir güç oturdu, memleketinden kaçıp gitme fikriyle paniğe kapılmıştı, bu düşünce ona hiçbir iş yaptırmıyordu. Daha fazla dayanamayarak memleketinden ayrıldı, batıya doğru çekip gitti. Yolculuğu boyunca Arap her gün karşısındaydı. Daima elinin değişmez aynı hareketi ona işaret ediyordu: “Batıya doğru! Batıya doğru!” Sabah olunca da söz dinleyen Kosmas Livas yola düşüyordu, hep batıya, daha batıya. Sadece vatanının sınırlarına varınca, Pontus’un uzaklarına, sadece o gece sınırı geçerken hayalet gelmedi. Ne o zaman ne de sonraki bir gece. Kosmas Livas o vakit kaderinin bu olduğunu anladı, vatan toprağı onu istemiyordu. Boyun eğdi. Son defa atalarının topraklarındaki ağaçlara, göğündeki bulutlara, Anadolu’ya baktı  ve gözlerini yere indirdi, kendi toprağına vefasızlık ederek kalan hayatı boyunca oturmak için, ona yazılan gurbet yolunu tuttu.
…………………………………………………………………………………………
 “Sizin taraflarda böyle kolay mı terk ediyorlar memleketi?” Diğer çiftçiler Kosmas Livas’a soruyordu.
 “Demek sana görünen Arap git dedi ha, Kosma! Sen de gittin…”     
 Kosmas adamın yüzüne bakmadan konuştu:
 “Sana hayatında hiç rastlamadı mı hayalet? Dedi.
 “Hayır, hiç!”
 “O halde neden konuşuyorsun? Sen bunun için bende kusur bulamazsın”. Eleştiriden sarsılmayan Kosmas her şeyi bildiğini sanan insanın tavrıyla böyle dedi.
 “Neden bana sana da rastladı mı diye sormuyorsunuz?” Dedi, Bozcaadalı Manolis Liras. “Benim gördüğüm de hortlaktı, Kosmas’ın dediklerine aynen katılıyorum. Adam nasıl korkmasın, hayatı kararmasın, haklı”.
 “Gerçekten sana da mı rastladı hayalet?” Sordu Kosmas.
 “Sana hortlakla karşılaştım, dedim ya”.
 “Peki, korkmadın mı?”
 “Hayır, korkmadım. Bizim taraflarda, sahillerde, hortlaklar seni korkutmaz. Onlarla konuşabileceğini bilirsin”.
 Adalı Manolis Liras o zaman hortlakla karşılaşmasını anlattı. Ege’de korkunç bir saatti, kuzey rüzgârı ve sağanak insana kamçı gibi çarpıyordu. Güneşin batmasına daha çok vardı, buna rağmen denize kadar alçalmış bulutlardan denizin üzerindeki hava bulanıktı, kayıkta baştan kıça hiçbir şeyi seçemiyordun. Kayık küçük bir “pena” idi (bir yelkenli tipi) ve Liras’ın babası kullanıyordu. Manolis o zamanlar on yaşında bir oğlandı, babasıyla ilk yolculuğunu yapıyordu.
 An ve an Bozcaada’nın küçük penasında her şey yokuşa vuruyordu, adeta ölümle oyun oynuyorlardı. Kaptan birini gönderdi ve oğlunu ambardan gözü önüne getirtti. Gözünü bir an bile yere indirmeden dalgalara bakıyor ve bir eliyle de hızlı hareketlerle yelkeni idare ediyordu. Yanındaki çocuğu deniz almasın diye bir halatla kendine bağladı. Böylece biraz içi rahat etti. Ne olacaksa ikisine birden olsundu. Fırtına gittikçe azıyordu. Yağmur doluya çevirdi, teknenin tahtalarını ve insanların gövdelerini zorbaca dövüyordu. Bulutlar denizin üstüne kadar inmişti, birkaç metre ilerisi seçilmiyordu. Sadece geriden pus içinden gelen korkunç uğultusu denizin varlığını hissettiriyordu. Korkunç bir dalga penanın bordasına vurdu ve üzerinden aştı. Arkasından ikinci dalga da vurdu. Sonrakiler de. Babasına bağlı çocuk birkaç defa iç parçalayan çığlıklar attı. Yardım arayarak gözlerini babasına çevirdi. Fakat seçebildiği, üzerinden sular süzülürken karşısındaki düşman dalgadan kaçabilmek için boğuşan sert bir surattı. Yalnız çocuk o zaman ağlayıp bağıracak oldu. Ama ağzından soluk bile çıkmıyordu. Zira Büyük Korku artık kalbindeydi. O bir gelip yerleşti mi insanlar bağıramaz, küçük üzüntüleri ve küçük korkuları yerle bir olurdu. Gövdeleri kasırgayla sarılmış denizciler, baştan kıça kör ucubeler gibi koşuşturuyor, ıskotayı laçka ediyor, tekne direğine dayanıyor, yükü kayığın üstünden almak için denize atıyordu. Bağrışıyor, adeta uluyorlardı. Fakat Bozcaada’nın tahtalarıyla ölüm oyunu oynayan Ege’nin o kritik anı geldiği zaman, bütün sesler çocuğun sesi gibi kesildi. Ahşap sarsılarak sıçradı, dalganın tepesine çıktı, onu çatlatacak dalganın altına doğru kayıyordu ki, aniden kasırganın uğultusu içinde müthiş bir velvele koptu. Sonra dalgalara konuşan kaptanın haykırması duyuldu:
 “Yaşıyor mu diye mi soruyorsun? Yaşıyor büyük hükümdar! Büyük İskender yaşıyor!”
 Yine endişeyle, bir eli dümeni sıkıca tutarken, diğer eli onu korumak ister gibi çocuğun başındayken, bütün gücüyle bağırdı:
 “Büyük hükümdar yaşıyor! Yaşıyor Büyük İskender!”
 Küçük oğlancık Manolis Liras, kayığın bordası yanında bulanık suda yunus benzeri deniz yaratığını o zaman gördüğünü hatırlıyordu. Sonra balığı tümüyle gördü. Belinden yukarısı kadın vücudu gibiydi. İki gözü yanan kor gibiydi. Gövdesini beline kadar dalgaların üstüne kaldırmıştı, sonra aniden kafasını suya daldırdı ve bir daha görünmedi. Denizkızının kafası denizin üstündeyken simsiyah saçları ahtapot kolları gibi yukarı uzanmıştı. Sonra onları topladı ve köpüklere karıştı.
 Hava birden durdu, fırtına yatıştı ve gökteki yağmur bulutları batıya doğru çekip gitti.
 Akşam olmuştu. Yıldızlar çıktı, Ege dalgasız ve sakindi. Teknede ölümle boğuşmaktan dizleri bükülmüş denizciler rahatladılar. Sadece kaptan uyanıktı. Heyecandan altı üstüne gelmiş oğlu küçük Manolis Liras’ın yanındaydı.
 “Gördüğünü hatırlıyor musun, oğul?” Kaptan dalgın gözlerle denize bakarken oğluna mırıldanıyordu.
 Biraz sonra, artık korkusu gitmiş olması gereken oğluna yine seslendi:
 “Onu görmeye yetişebildin mi?” Dedi. “Yoksa yetişemedin mi? Onu görebildin mi?”
 “Neydi o, baba? Sanki saçlı balık gibiydi…”
 “Denizlerimizin hortlağıydı. Bayan-Denizkızıydı”, dedi kaptan.
 Çocuğun kafasını tutarak basit insanların saf sevgisiyle okşadı:
 “Onu hatırla”, dedi. “Ve onu sev. Denizcileri o kurtarıyor, alınlarına yazılanlara görünür”.
 Gökte ışıl ışıl parlayan yıldızların altında, Ege’nin dingin gecesinde, Kaz Dağının ağaçlarıyla yapılmış penanın kaptanı oğluna Ege’nin Küçükhanımını, kendi Küçükhanımını anlatıyordu. Masalın sihri, biçimler ve renkler, ağızlarda dolaşsın kalplerde iz bıraksın diye, Yunan denizinin eski çağlarından geliyordu:
 Bir zamanlar, Yunan toprağında genç bir hükümdar, Büyük İskender yaşıyordu. Bir kız kardeşi vardı, Denizkızı. Büyük İskender uzak memleketlere gitti, dağları denizleri aştı, geri dönerken yanında hayat iksirini de getirdi. Ölüm vakti geldiğinde içince ölümsüz olacaktı. Dünyadaki bütün kalelere ayak basacaktı ve dünya var oldukça hüküm sürecekti. Ama yetişemedi. Kız kardeşi hayat iksirini gördü ve ne olduğundan kuşku duymadan onu içti. O zaman Büyük İskender çok kızdı, saçlarından tuttu ve denize attı. O zamandan beri Denizkızı denizlerde yaşıyor. Saçları yılanlar gibi yuvarlaktır, elleri bronzdan ve sırtındaki kanatları altındandır. Belinden aşağısı balıktır ve denizlerin bütün diğer balıklarının kraliçesidir. Genç ölen erkek kardeşini ve onun büyük krallığını hiç unutmuyor. Her zaman öğrenmek için, yoluna çıkan gemicilere soruyor:
 “Büyük İskender yaşıyor mu?”
 “Yaşıyor ve krallığı sürüyor”, ona böyle cevap verirler.
 Denizkızı da o zaman, bunları öğrendiğine çok memnun olur ve kayığı bırakmaları için dalgalara çağrı yapar. Şayet bir denizci bunu bilmiyor ve Denizkızına kardeşinin öldüğünü söylerse onun için kurtuluş yoktur: Denizkızı tayfunu kaldırır ve kayığı yanına alıp denizin dibine gömer. Sonra dalgaların üstüne çıkar, sormak için başka gemici arar, kardeşi yaşıyor mu, yoksa yaşamıyor mu, emin olmak ister: Büyük İskender ölmedi.


TODOROS AMCA beklediğimiz gibi iki gün sonra geldi. Kıvırcık saçlı, açık kahve gözlü, uzun boylu bir delikanlıydı. Memleketin en iyi at binenlerinden biriydi, bu bindiği attan belli oluyordu. Atları büyük bir tutkuyla seviyordu. Alnında kül rengi benekleri olan beyaz atı öldüğü zaman ağzına üç gün lokma koymadı, odasına kapandı ve kaybettiği arkadaşı için yas tuttu.
 Uzun çizmeleri, deri kilot pantolonuyla çevik hareketlerle ve üzerinden hiç eksik olmayan neşeli tavrıyla attan indi, çiftliğin büyük kapısında bekleyen herkes şaşkınlıkla izliyordu. Asık suratlı, yüzünde hayaletlerin izleri okunan birini bulacaklarını zannetmişlerdi. Hiç öyle olmadı. Sadece yüzü biraz sararmış ve üzerinde biraz yorgunluk olduğu gözlerinden seziliyordu. Başka bir şeyi yoktu. Herkesin yüzünde şaşkınlık vardı. Bizleri böyle görünce gülümseyerek Urania teyzeye baktı, sonra büyükbaba ve büyükanneye dönerek:
 -Gördüğünüz gibi çok iyiyim, dedi. Sizler nasılsınız?
 Olaylar böyle gelişmişti, büyükbaba, yanında iki çocuğu, onların aileleri bu hayırlı buluşmaya panayır havası katıyordu. Büyükbabayı başta Todoros amcanın içine düştüğü durum rahatsız etmişti. Ama keyfi yerinde görünce her şeyin iyi olduğuna inandı. Adamlarından semiz bir kuzu kesip büyük bir sofra hazırlamalarını, masaya eski şarap koymalarını istedi. Sonra yüzünde bir şey daha istediğini gösteren bir ifade belirdi ama bunu nasıl söyleyeceğini bulamıyordu. Sonunda damatlık esvaplarının ne durumda olduğunu öğrenmek için sordu. Yılbaşı ve İsa’nın diriliş günleri gibi büyük günlerde hep yalnız olduklarından, uzun zamandır giymemişti.
 -Onları bir kere bile çıkarmıyorsun, Despina, dedi tereddütle, sanki onları giymeye çok istekli olduğunu anlamalarından korkuyordu. Güve basacak diyorum da, o yüzden.
 -Çıkarayım, Yanako!
 Büyükanne biraz sonra, ona bakmadan hafifçe gülerek:
 -Yoksa onları bu akşam giymek mi istiyorsun, Yanako?
 -Sen ne dersin?
 -Ben giy derim.
 -E, mademki öyle diyorsun, giyeyim…, dedi büyükbaba. Bunca zamandır bütün ailemi etrafımda beraber görmedim.
 Gençliğinin esvaplarını giydi. Büyükanne de çocuklarına önem vermedi demesinler diye, özenle sakladığı gelinlik elbisesini sandıktan çıkardı ve giydi. Biraz belinden ve biraz da yüksek siyah yakasından sıkmıştı. Beyaz saçlarını da güzelce yaptı. Çok tatlıydı, öyle çok.
 Bu resmiyet biz çocukları çok etkilemişti. Bir an için Agapi Artemi’ye dedi:
 -Bu akşam her şey ne kadar değişik! Bize gelen hayaletlerden olacak…
 -Evet, dedi, Artemi. Hayaletlerden olacak.
 Masaya oturunca büyükbaba etrafına göz gezdirdi. Hepimiz tamamdık. O zaman yerinden kalktı. Siyah çuha yeleği bembeyaz başını garip şekilde daha parlak yapıyordu. Ağaç gövdesi gibi dimdik durdu, gözlerini indirdi, ellerini kavuşturdu.
 Pürüzsüz sesiyle yavaşça dua okudu:

 "Göklerin hâkimi babamız, adını kutsadım, sana geldim,  senin arzunla var oldum, gökte ve yeryüzünde, günlük  nafakamızı…"
 Hepsi haç çıkardı. Büyükbaba oturdu. Sonra büyük bir buğday ekmeğini alıp kesti ve herkese dağıttı. Sonra dedi:
 -Kimindenilere hoş geldiniz çocuklarım!
 Sonra, Urania teyze, annemiz ve Todoros amca konuştular:
 -Her zaman sıhhat ve afiyetle baba, Kimindenilerde! Her zaman sıhhat ve afiyetle anne!
 Büyükbaba kendi tabağına kuzunun sırt tarafını aldı, “kürek” kemiğini sıyırıp temizledi, o kadar zaman beraber yiyorduk, bu kemiğe baktığını hiç görmemiştik. Yemeğini bitirince ince kemiği kaldırıp ışığa tuttu ve uzun uzun baktı. O zaman herkes sustu. Önce büyükannenin, sonra herkesin gözleri büyük ciddiyet ve dikkatle kemiğe bakan büyükbabaya çevrildi. İnsanın Tanrıyla konuşmaya çalıştığı, Tanrının ona alametler göndereceği, dünyanın karşılaşacağı iyilik ve kötülükleri ona bildireceği ciddi bir andı. Büyükanne, Kimindenilerde yaşadığı bunca yılda, yaşadığı bu anın her seferinde, kocası kesilen hayvanın kemiğine sessizce bakıp inceleyerek gökyüzünden haberler alırken, kalbinin nasıl atmış olduğunu çok iyi hatırlıyordu. Gençlik çağının zor yıllarında, sadece çalkantılar yoktu, gelecek kaygısı da vardı. Bunun için o zamanlar, kocası kemiği incelerken, iyi alametler göndermesi için içinden Azize Meryem’e dua mırıldanmaktan başka yapabileceği bir yardım yoktu:

 "Meryem Ana, çatın altında her zaman
 sana yalvarıyorum, layık olmayanlar…"

 Bu akşamki beklentisi toprak için değildi. Büyükanne bu akşam kemikteki alametlerin daha değerli daha tehlikeli olacağını hissediyordu: küçük kızlarının geleceği, görünmeyen güçlerin ona ne hazırladığı, gelen hayaletler. Bunun için büyükanne yine, uzak gençlik çağlarındaki gibi, toprakla boğuştukları zamanlarda olduğu gibi aynı, güçsüzce şimdi yine çocuğu için yalvarıyordu:

 "Meryem Ana, çatın altında…"
 Diğerleri, Urania teyze ve annemizin de, böyle düşündüğü görünüyordu, kuzunun kemiğinin bu akşam hayaletleri söyleyeceğini hissediyorlardı. Ağır nabız atışları da suratlarını sakinleştirmeyi başaramıyordu, orada sakin olma rolü oynuyorlardı. Büyükbaba da gecikiyordu bu akşam, pür ciddiyetle hâlâ kemiğe bakmaya devam ediyordu, sanki onu konuşturmamakta direnen bir güç vardı.
 Sonunda yüzü sakinleşiyor. Gözlerini yere indirirken, gösterdiği çabadan yorulmuş gibi yavaşça kemiği bırakıyor.
 -Bu yıl her şey iyi gidecek…, diye fısıldıyor.
 Sonra Urania teyzeye bakarak:
 -Her şey iyi gidecek, küçük kız.
 O anda bütün yüzler aydınlanıyor.
 Sofrayı kaldırıyorlar. Biraz daha oturuyorlar. Büyükannenin işaretiyle kadınlar ve çocuklar kalkıyor.
 -Antipi, diyor, büyükanne büyük kardeşimize, çocuklar artık uyumalı. Bizim biraz daha işimiz var. İki kızını alıyor ve beraber odadan çıkıyorlar.
 İki adam baş başa kalıyor, büyükbaba ve Todoros amca. Biraz sessiz bekliyorlar. Büyükbaba elini başına götürüp beyaz saçlarıyla oynuyor, sonra sanki cesareti yerine gelmiş gibi genç adama bakarak:
 -Bana söyleyecek bir şeyin var mı, evladım? Diyor.
 Söylemesi, yapması gereken tek şeyin bu olduğuna inanıyor. İki adamın başka türlü konuşacağı yoktu, aralarındaki tarifsiz karanlık boşluk dolmadıkça konuşmayacaklardı.
 Todoros amca duvardaki bir noktaya dalmış bakıyor:
 -Sana söyleyecek bir şeyim yok, baba.
 Yaşlı adam yine:
 -Benden istediğin bir şey yok mu? Sana yardım etmemi istemiyor musun?
 Amcanın tarçın rengi gözleri şimdi daha koyulaşmıştı, duvardaki noktaya sabitlenip bakmaya devam ediyordu. Yüzüne bir an kırağı yağdı geçti, gözler kapandı ve tekrar açıldı. O zaman yüzüne; sana ne yaparlarsa yapsınlar kontrolünü kaybetme diyen o olağanüstü güce boyun eğme özlem ve arzusu yazıldı, zira onun tadı şaşırtıcı ve tektir.
 -Senden istediğim bir şey yok baba. Senden bir yardım istemiyorum.
 -İyi.
 Biraz sonra:
 -Bırak biraz zaman geçmesini bekleyelim, dedi büyükbaba. Kâğıt oynayalım mı?
 -Oynayalım.
 Kadınları içer çağırdılar ve pişti oynadılar. Bir taraf büyükbaba ve annemdi, diğer taraf Todoros amcayla büyükanneydi. Bu aile oyunu Todoros amca için daima büyük eğlenceydi. El çabukluğuyla valeleri saklıyor ve hep kâğıtları kaldırıp sayı kazanıyordu. Büyükbabanın ağırkanlılık içinde ne olduğundan haberi bile olmuyordu, ama büyükannede akıl vardı. Gözleri yuvalarında fıldır fıldır, durmadan sağa sola dönüyordu, kötülük yapmalarından korumak için kocasının koruyucu meleği oluyordu. Bir hileyi sezdiği anda kıpkırmızı kesiliyor, Todoros amcaya anladığını belirtiyordu, sanki ona “ayıp!”, diyordu. Amca bu çocuk saflığıyla eğleniyor, yapacağını yine yapıyordu. Zavallı büyükanne sandalyesinde rahat oturamıyor, yerinde sallanıp duruyor, sızlanıyor, sonunda şikâyetini dile döküyordu:
 -Ama Todore! Yeter yavrum!
 Todoros amca bu akşam da büyükannenin oyunuyla eğlenmeye başladı. Fakat zaman geçince gittikçe dalgınlaşıyordu. Sadece kâğıt çalmayı unutmakla kalmamış, yanlış kâğıt da atıyordu. Büyükanne onun alışılmadık oyununu görünce şaşkınlıkla bakıyor, sanki valeleri çalması için ona yalvarıyor, sanki bir şeyden yoksun kalmış gibi rahatsız oluyordu. Onun kafasını karıştıran düşmanı tahmin ediyordu. Şayet kazanacaksa, bu kafasında dolaşan cinden değil, parlak renkli çalınmış valeden olsaydı.
 Cin kazandı.
 Todoros amca birden kâğıtları bıraktı.
 -Uyumalıyım, dedi. Yorgunum.
 Yatak odamızda tek başına kalan biz çocuklar bir türlü sakinleşemiyorduk. Çiftliğin odaları içinde titreyen etrafımızdaki havada, gittikçe koyulaşan sessizlikte, yeni bir şeyin varlığını biliyorduk. Amcamızı sisle kaplayarak dolaşıyordu ve şimdi buradaydı ve demek ki görünecekti. Nasıl sakin olabilirdik?
 Diğer odadan bize kadar gelen büyüklerin konuşmalarını şimdilik duyuyorduk. Dışarıda kaçırdığımız bir şey olmadığı düşüncesi bizi avutuyordu. Fakat zaman ne kadar yavaş akıyordu, ne kadar yavaş! Uykusuzluk ve heyecanın yorgunluğu siyah bir peçeyi defalarca gözlerimin önünden geçiriyordu! O zaman gölgeler karanlıkta oynaşıyor zannediyordum; atlar, gemiler ve ağaçlar. Ama sonra peçe tekrar kalkıyor ve bir şey olmadıklarını görüyordum.
 Sonunda masadan kalkan Todoros amcanın sesini duyduk:
 -Uyumalıyım. Yorgunum.
 -Yatağınız hazır, dedi büyükanne. Kuzeydeki odayı Urania ile size verdik.
 Amca durakladı biraz, sonra sordu:
 -Tek kişilik bir odanız yok mu?
 -Onu ne yapacaksın, çocuğum? Dedi büyükanne ciddiyetle. Karınla sana bir oda verdik.
 -İyi.
 Kapıların açılıp kapandığını duyduk. Sonra sessizlik oldu. Biraz zaman geçti. Bütün çiftlik uykuda görünüyordu. İnsanlar ve başka şeyler. Sadece biz uyanıktık ve bekliyorduk. Büyük kardeşimiz Antipi’ye kadar hepimiz. Heyecanlarımızı o da ilk defa bizimle paylaşıyordu. Işık varken kuzeydeki odanın kapısından uzakları, günün ağarmasını görürdük. Acaba orada ne oluyor? Acaba hayaletler geldi mi? Gizlendikleri yerden başlarını çıkarmalarından korkuyorduk, birbirimizi seçemiyorduk. Kapıda toplanmış heyecanla bekliyorduk. Ufkun gün doğumu ışıklarında ne oluyordu acaba?
 Artemi beklemekten yorulunca daha dayanamadı.
 -Gel! Diye fısıldadı bana. Gel benimle oraya kadar…
 Beni kolumdan çekti ve oraya gittik. Anahtar deliğine eğilip baktık: Todoros amca yatağın yanındaki sehpada oturuyordu. Lamba bir yanını aydınlatıyordu ve uyanıktı. Bir kitap okuyordu. Ama aklının başka yerde olduğu belliydi. Gözlerini kitaptan her kaldırdığında tam karşıdaki dolaba bakıyordu. Uzun süre bakarak öyle bekliyordu, sonra gözlerini yine kitaba indiriyordu. Gözlerindeki açık kahve ışık yok olmuştu, yüzünde derin çizgiler vardı.
 -Gel Todore, gel artık…, diyordu Urania teyze, yatağına yarı uzanmış halde. Çok geç oldu. Amca taş gibi duruyordu. Sanki sesini hiç duymuyordu.
 -Gel artık…, yalvarıyordu karısı. Neyin var? 
 Yalvarmayı kesti. Sessizlik oldu. Sonra Urania teyzenin hıçkırıkları duyuldu, çocuk gibi sızlanarak ağlıyordu. Hıçkırıkları amcaya kadar ulaştı. Sanki bunu beklemiyor gibi şaşırdı. Sinirle kalktı ve genç karısının yatağına gitti. Onun saçlarını okşadı.
 -Neyin var? Dedi ona. Uyu. Ben biraz daha okuyacağım.
 Yine, daha yavaş, varlığının derinliklerinden gelen bir sesle tekrarladı:
 -Uyu.
 Odamıza döndük ve bizi bekleyen diğer çocuklara kuzey odasında olanları anlattık. Hayal kırıklığına uğramıştık. Yorgunluk ve uykusuzluk iyice üstümüze çökmüştü. Yataklarımıza girmeye karar verdik, fakat uyumadık ve biraz sonra acaba ne oluyor diye tekrar oraya bakmak istedik. Fakat derin uyku geldi ve bizi aldı. Ve bütün planlarımız kaldı.


 ERTESİ GÜN Todoros amca müthiş yorgun görünüyordu. Tabii bütün gece uyumadığından olacaktı. Atıyla Kimindenilerde uzun bir geziye çıkmak istedi ve bütün gün ortadan kayboldu. Döndüğü zaman güneş batmak üzereydi. Yorulduğunu ve hemen yatmaya gideceğini söyledi.
 Teyzeye itiraz kabul etmeyen bir tonla şöyle dedi:
 -Urania, sen bu akşam kardeşinle uyu. Benim uykum yoksa sen neden uykusuz kalasın?
 -Fakat…, bir şey diyecek oldu karısı.
 -Aksi halde bu akşam hemen Kimindenilerden gideceğim! Dedi karısına.
 -İyi, Todore, öyle olsun…, kabul etti gözyaşlarını tutarak. Kal yalnız.
 Bu akşam artık o beklediğimiz büyük anın geleceğinden emindik, hayaletler gelecekti. Bunu gizli önsezilerimiz söylüyordu, derin özlemimiz. Herkes uykuya erken gitti. Biraz sonra bütün odalar sessizliğe gömülmüştü. Fakat bu sessizlik içinde bir ruhun uyanık olduğunu tahmin ediyorduk. Kapıların ardında büyük gardiyanların beklediğini tahmin ediyorduk. Dışarıda gece sakindi. Kimindeniler istirahata çekilmişti. Hiçbir vahşi hayvan sesi duyulmuyordu. Duyarsız bir ay yukarda geziniyordu.
 Todoros amca kuzey odasında lambanın loş ışığında yalnız başına uyanık oturuyordu. İçimizden hiçbiri bu akşam oraya gitmeye cesaret edemiyordu. Kalplerimiz gümbürdeyerek atıyordu. Gece yarısı yaklaşıyordu.
 İlk karar yine Artemi’den çıktı.
 -Gelecek misin? Dedi bana. Ben gidiyorum.
 Sesi titriyordu.
 Küçük kız kardeşimle el ele tutuşup koridora çıktık. Avluyu gören bir pencereden ay ışığı giriyordu. Aniden bir kara bulut gelip ayın önüne geçti ve onu kapattı. O zaman her şey karardı. Avucumun içindeki elinden Arteminin korkudan titrediğini hissediyordum. İçimden koşup kaçmak geliyordu, ayaklarım gitmek istemiyordu. Ah bu sessizlik! Korkunç sessizlik benliğimizi kuşatmıştı! Bir insan sesi duymak için fısıldıyorum, sesimi duymak istiyorum:
 -Korkma, Artemi…
 -Korkmuyorum…, diyor yavaşça.
 Titreyerek ilerliyoruz. Kuzey odasının kapısına varıyoruz. Anahtar deliğine eğilip bakıyoruz.
 Todoros amca dün geceki gibi aynı yere oturmuştu, lamba ve sehpanın yanına. Kitap dizlerindeydi ve gözleri tam karşıdaki dolaptaydı. Yüzünün dörtte üçünü görüyordum. Hiçbir şey bize amcamın bildiğimiz ışık saçan güleç yüzünü hatırlatmıyordu. Gözleri yuvalarında, bir şey görme çabasıyla umutsuzca dışarı fırlamıştı. Gözlerinin altında alabildiğine gerilmiş yanakları da aksi yolu tutmuş görünüyordu, içeri doğru çökmüştü. Sıkılmış dudakların gerisindeki dişleri birbirine sürtüp gıcırdıyor olmalıydı. Sadece siyah kıvırcık saçları başında dikleşmeden sakin duruyordu, yüzündeki fırtınaya karşı ilgisizliğini koruyordu.
 Aniden, Kimindenilerin güneş görmeyen ormanlarından kopup gelen rüzgâr salvosu çiftliğe ulaştı. Yakındaki ağaçların üzerine düştüğünü duyduk, dallar kemik gibi çatırdadı. Aynı anda derinlerden çakalların ulumaları duyuldu. Bütün uzuvları tetikte, delikten içeri bakan Artemi’nin avucumdaki elimi sıktım. Elimiz ayağımız titriyordu. Ona kaçalım demek istiyordum ama buna vakit kalmadı.
 Vahşi, bıçak gibi keskin bir kahkaha odanın içinden kopup geldi. Todoros amca bütün gücüyle gülüyordu, soluk almak için biraz duruyor ve yine başlıyordu, sanki onu ayaklarından, koltuk altından, vücudunun her yerinden gıdıklıyorlardı. Her hangi bir sevinçten kahkahalara benzemiyordu, sanki bir yerlerini koparıp onu paramparça ediyorlardı.
 Artemi’nin bütün azaları yekvücut olmuş titriyordu, elimi bıraktı, iki elini anahtar deliğinin kenarına dayayarak baktı, gözlerini ayıramıyordu, sanki içerdeki ışık onu çekiyordu. Aynı güçle büyülenerek onu itekledim ve eğilip ben de baktım. Amca aynı yerde oturuyordu. Ellerini göğsü üzerinde çapraz birleştirmiş kuvvetle sıkıyordu, sanki içinden dışarı fırlayacak bir şeye engel olmak ister gibiydi. Gözleri daima aynı yere bakıyordu, eski dolaba. Baktıkça da kahkahalar atarak debeleniyordu. Ben de gözlerimi oraya çevirdim. Yok bir şey! Hiçbir şey göremedim! Fakat aniden şuna dikkat ettim: dolabın kapakları ardına kadar açıktı! Biraz önce, ilk gördüğümde, kahkahadan önce de açık mıydı? Hayır, iyi hatırlıyorum, değildi! Todoros amca gerginlikten tanınmaz suratla dolaba bakmaya devam ediyordu ve komik bir şey görmüş gibi, tarif edilmez biçimde kahkahalarını sürdürüyordu. Korkuya gömülmüş küçük varlığımı, görebilmek için, tümüyle gözlerime vermiştim. Ama bir şey görmüyordum. Oda çıplaktı. Sadece pencere kanatlarından giren hafif bir esinti içerde titreşiyordu.
 Fakat onun içerde olduğunu hissediyorduk, odanın havası içinde b i r  ş e y i n  varlığını algılıyorduk. Artemi kendi sırasının geldiğini düşünerek eğilmeye hazırlanıyordu. Yüzü yüzüme dokundu. Buz gibiydi. Ben delikten yüzümü çekecektim ki o zaman Kimindenilerden inen rüzgâr aniden tekrar esti. Panjurlardan geçti lambanın ışığına çarptı. Birden her taraf zifiri karanlık oldu, kahkaha bıçak gibi kesildi. Aynı anda koridorda ayak sesleri duyuldu. Onları tanıyorduk. Büyükbaba parmak uçları üzerinde geliyordu.
 Birden Artemi’yi çektim ve duvara sürükledim. Oradan odamıza kaydık. Diğer çocuklar hemen üstümüze çöktü ve öğrenmek için merakla sordular:
 -Gördünüz mü onu?.. Gördünüz mü onu?..
 İkimiz de korkudan titremekten cevap veremiyorduk.
 -Ne gördünüz?.. Ne gördünüz?
 -Hiçbir şey…, kekeliyordu Artemi.
 -Hiçbir şey…, kekeliyordum ben de.
 -Amcanın kahkahalarını da mı? Neydi?
 -Kim bilir neydi. Bir şey değildi…
 Koridorun ucunda bir kapı açıldı, sonra büyükbaba ile amcanın sesleri duyuldu, bir şeyler konuştular. Ayak sesleri. Arkasından sessizlik.


KENDİMİZİ YATAĞA ATTIK. Biraz sonra diğer çocuklar uyudu. Sadece Artemi ve ben uyumuyorduk. Yataklarımız yan yanaydı.
 Fısıldadığını duyuyorum:
 -Petro, oturuyor musun?
 -Oturuyorum.
 -Üşüyorum…, diye mırıldanıyor. Yanına geleyim mi?
 -Gel.
 Ona yer açtım ve geldi. Bana sarıldı ve sıktı. Bu ona iyi geldi. Biraz sonra rahatlamıştı.
 -Bir şey gördün mü? Onu gördün mü?.. Bana yavaşça sordu.
 -Ah, hayır, Artemi! Hiçbir şey görmedim! Sen?
 -Hiçbir şey! Dedi, umutsuzca. Fakat ordaydı.
 Biraz sonra:
 -Dolabın kapaklarını gördüm, kendiliğinden açıldılar… Fakat başka bir şey…
 -Sahiden mi? Kendiliğinden mi açıldı kapaklar?
 -Kendiliğinden açıldı…
 O anın anısıyla tekrar titremeye başlıyor. Dişleri şiddetle birbirine vuruyor. Lakin vücudu şimdi soğuk değil, sımsıcak. Gittikçe benimkine yaklaşıyor ve sıkıyor. Kollarımı açıyor onu kucaklıyorum, onu nasıl sevdiğimi görsün, korkmasın yanındayım. Sırtında dizlerinin üstüne sıyrılmış ince bir gecelik var. Elimde olmadan, titreyen bedenini bulmak için ellerimi geceliğin altına götürüyorum ve onu okşayarak sakinleştiriyorum. Ne kadar sıcak orası! Ne kadar sıcak! Bilinmez tuhaf bir his, temasla geçiyor, bir uçtan diğerine, parmaklara, damarlara gidiyor ve yavaş yavaş içlerine akıyor, onları ilk uyanışla dolduruyor, ruhsal ateşin titremeleri ile dolduruyor.
 -Şimdi daha iyi misin, Artemi?
 Vücudunun şimdi daha sakin olduğunu anlıyorum, çırpınmıyor artık.
 -Evet…, diye mırıldanıyor.
 -İster misin..? Elimi çekeyim mi?
 Pürüzsüz vücutta, kıvrımların altında temas eden parmaklarda titreyen genç, yabancı hayat, heyecanla izliyor ve cevabı bekliyor. Ah, bırak hayır desin Artemi. Öyle tatlı ki…
 -Hayır…, diye fısıldıyor Artemi! Beni tut öyle…
 O büyük gecede, böyle kucaklaşmamız bize uykuyu getirdi. Dışarıdaki rüzgâr Kimindenilerin ıssız vadilerinden geçerken korkunçça uğulduyordu. Bir uzak bataklıkta kurbağalar, suyun dışında donuk gözlerle geceye bakıp vraklayarak aşk arıyordu. Bir bitki gövdesinde, rüzgârın getirdiği bir çiçek tozu ona bağlanıp döllemek için titriyordu. Kuzey odasının kilitli dolabı yine kendiliğinden açılıyor. Lakin şimdi artık vaktim geldi, hayaleti şimdi görebilirim. Bir karış boyda papaz çömezi bir çocuk içinden çıkıyor. Sakalcığı var, siyah papaz cübbesi, papaz başlığı, botları, her şeyi tamam. Ne biçim şakadır! Elcikleriyle yavaşça cübbesini biraz kaldırıyor ve dolaptan dışarı sıçrıyor. Sonra gözlerini kaldırıyor, bana bakıp gülümsüyor. Genç papazcık gülümserken ben de kahkaha atarak debeleniyorum, kasılmalarla titriyorum -Todoros amca gibi. Ne tek bir laf söylüyor ne de bir adım atıyor. Ben de yerimde kımıldamaya cesaret edemiyorum. Sadece tuttuğum sıcak şeye ellerimi gömüyorum. Ve titriyorum, kahkahadan kırılıyorum.
 Sert bir itekleme ve her şey kayboluyor.
 -Neden canımı acıtıyorsun öyle? Neden bağırıyorsun? Diyor Artemi, ağlamaya hazırdı. Tırnakların acıtıyor…
 Şaşırmış, terden sırılsıklam, hiçbir şey anlamıyorum.
 -Canını acıtmak istemedim, Artemi. 

 
 
SEKİZİNCİ KISIM
 Sarı yıldızlı avcı
 
 
TODOROS amcayla teyzem ertesi sabah erkenden gittiler. Acil bir iş için çiftlik evinden çağırmışlardı.
 Artemi düşünceliydi. Arkadaşlık yapmak istemiyordu, gemicikleriyle de oynamıyordu. Ben de yalnız başıma ağacın altına uzanıp yatmak istedim. Havada hâlâ hayaletler dolaşıyordu. Herkes Kimindenilerde geçen o inanılmaz geceyi konuşuyordu.
 “Acaba burada mı kaldılar mı?”
 “Acaba Todoros amcayla gittiler mi?”
 Hayaletler ruhtur ve giderler. Geçtikleri yerlerde, içimizde, kapalı alanların derinliklerinde işaretler bırakırlar, mucizeler âlemi için yaratılmışlardır, ama ruhtur, giderler. Fakat Artemi’ye dokunan ellerde, parmaklarda, oradaki uçlarda olan maddedir. Bir damla sağır kan derinin altında uyanıp kımıldamaya başlar. Her ne duyduysa meraklanır, dikilir ve kulak verip tekrar dinler. “Ne oluyor?” Kanın gerisindeki diğer damlalar da dikilir, onlar da susup kulak verirler. “Ne oluyor?”Hepsi öğrenmek için sorar ve heyecandan hepsi titrer. Kanı saran ince kabuğun altında vuruşları apaçık duyulur. Kalp atışları, kendi özgür yaşamlarına başlayan bir güç olmak için kaynağından uzaklaşır. O zaman deri titrer, istek ve heves öğrenmek için onun üzerinde kıpırdamaya başlar, ışık gibi.
 Gece gelip diğer çocuklar uykuya dalınca Artemi’ye yavaşça sesleniyorum.
 -Artemi… Uyanık mısın?
 Yanıt biraz gecikiyor, sonra fısıldıyor:
 -Uyanığım.
 -Korkuyor musun?
 Yine yanıta kadar biraz daha suskunluk:
 -Neden soruyorsun?
 -Diyorum, korkarsan… yanıma gel…
 -Hayır! Çabucak cevap veriyor. Korkmuyorum.
 -İyi.
 Ne yazık ki Artemi yanıma gelmek istemiyor. Onu yine kucaklayacaktım ve üşümüşse ısıtacaktım. Fakat neden istemiyor? Neden?
 Artemi artık on üç yaşındadır. Ben de ondan daha küçüğüm.


GÜNEŞ IŞINLARI zeytin yaprakları üzerinde oynaşıyor. Işık yuvarlanıyor, doğurgan madde, aç gözlü madde, toprağın içindeki su damarları gibi, insanların parmaklarındaki et gibi, merak ve arzuya gömülmüş. Yaprakların içine kayıyor, bir an gövdenin çatlaklarına doluyor, onu kurcalayıp eşeliyor, sonu bulamıyor, kurtuluşu bulamıyor. Yine kayıyor, daha diplere, toprağa. Işıktan her zerre diğerlerinden bağımsız yaşayan bir varlıktır -toprağın sihrini yalnız başına keşfetmelidir. Gece gelip ölmeden acele etmelidir. Acı bir mücadelededir, can derdine düşmüş, panikle soruyor:
 -Öğrenebilecek miyim? Buna yetişebilecek miyim?


 RÜZGÂR estiği zaman hafifçe, bitkinin çiçek tozundan bir taneciği aldı ve onu mavi boşlukta biraz dolaştırdı sonra yere düşmesi için bıraktı. Tohum yere boşuna düşer, toprağa düşmesi nafile yeredir, çünkü orada bir solucan onun kaderini yazarak ilerlemektedir. Solucanlar kördür, toprakta sürünen yaratıklardır, her kim toprakta sürünüyorsa merakları yoktur, heyecanları yoktur. Ama bitkinin çiçek tozu yukardan düştü geldi, rüzgârı gördü ve duydu, böceklerin ve özsuyun gürültüsünü gördü ve duydu, yıldızları ve geceyi gördü. Aydınlık dünyadan daha çok şeyler öğrenecekti, ama artık şimdi kaderi şöyle yazılmıştı: toprakta ölmeliydi. Lakin şu anda, son anında yine öğrenmek istiyor, ne kadar becerebilirse.
 Çünkü toprakta sürünen solucanlar var, çünkü sürünen yaratıklar var.
…………………………………………………………………………………………
 Çiftlikten çok uzaklaştım, zeytinliği geçtim ve meşe krallığının içlerine kadar girdim. Yorulmuştum. Bir ağacın altına sırtüstü uzanmış yaprakların hışırtısını dinliyordum. Biraz geçmişti ki diğer patikadan gelen Artemi’yi gördüm.
 -Sen de mi buradasın Artemi? Ne arıyorsun?
 Artemi dinlenmek için oturuyor. Ayaklarını uzatıyor ve gökyüzüne bakıyor.
 -Hüthüt nedir, biliyor musun? Diyor biraz sonra.
 -Hayır, bilmiyorum nedir hüthüt.
 -Tabii, sen yalnız alay etmeyi bilirsin! Fakat ben biliyorum!
 Ve bana başında harika bir ibik, göğsünde kahverengi ve sarı tüyler, siyah kanatlarında beyaz tüyden kurdeleler olan garip ve güzel bir kuşu anlattı. Alçaktan uçarken, ıssız taşlıklarda sağa sola çılgınca zıplayarak gagasıyla böcek yakalayıp yutarken birden hızla yükseliyormuş. Çok güzel bir kuşmuş ama hiç ötmüyormuş. Yaşamında ne yapmak istiyorsa, neyi söylemek istiyorsa renkler bunu ona sağlıyormuş. Tanrı bunun için sesini almış –çünkü her şeyin, ses ve bütün renklerin onda olması ormanın diğer kuşlarına haksızlık olacaktı.
 -Sana bunları kim söyledi, Artemi? Bu tuhaf kuş için bütün bunları nereden öğrendin?
 -Sarı yıldızlı avcı bana anlattı. O ormanın bütün kuşlarının hikâyesini biliyor.
 Bir atın nal sesleri duyuluyor. Kimdir? Görmek için ikimiz de dikiliyoruz. Ufak tefek beyaz at, ağaç yapraklarının yeşil bulut gibi kapladığı patikadan aşağı ağzı köpükler içinde dörtnala koşup geliyordu. Avcı bizi görünce atın gemini çekti. Güneş yanığı tenli, uzun boylu, yirmi yaşlarında kadardı, kafasına sarı yıldızlar işlenmiş beyaz bir mendil bağlamıştı. Fişekliğini göğsüne çapraz kuşanmıştı. Gün ışığı gözlerini garipçe aydınlatıyordu: ormanın renkleri içinde ışıldıyordu.
 -Ne yapıyorsunuz siz burada? Dedi, bize bakarak. İçtenlikle, nasılsın “Ceylan”? Diyor Artemi’ye.
 Ceylan? A, demek ki Artemi ile senli benli arkadaşlar: Ve ben de bunu bilmiyordum! Nasıl arkadaş oldular? Bizim adamımız değildi, adam deniz tarafındaki bir çiftlikte çalışıyordu.  Artemi’nin halkla, yabancı avcılarla ne alıp vereceği vardı?
 -Nasılsın, ceylan?
 Artemi sıçradı ve yanına gitti. Orman adamları gibi onun gözünde dallar, yapraklar olamaz. Yunuslar, dalgalar vardır, çünkü Artemi Egelidir. Buradaki bu küçük toprakta, gözleri yeşil yaprakları ve dalgaları birbirine karıştırmış olacak.
 -Bugün çok dolaştım, diyor Artemi. Meşe ormanının içlerine kadar gittim. Onun hangisi olduğunu anlamadım.
 -Ne arıyordun? Şaşırıyor avcı. Korkmadın mı?
 -Neden korkayım? Diyor Artemi açık yürekle. Hüthüt kuşunu arıyordum.
 -Hüthüt mü arıyorsun?
 -Evet, sen dün bana demedin mi, rengârenk kanatları olan kuşu? Onu görmeyi çok istedim.
 -A, sana onu anlattığımı unuttum! Buldun mu bir tane?
 -Hayır, bulamadım.
 -Çünkü bulmak için aradığın yerden! Diyor avcı, alaycı gülümsemesiyle. Hüthütler ormanda olmaz, otlakların etrafında uçarlar.
 -Bilmiyordum, diye fısıldıyor Artemi ve yüzü kızarıyor biraz. Dün söylemedin bunu. Yarın otlaklara giderim…
 -Hm… Bulacağından yine emin değilim!
 Çünkü hüthütler artık toprağımızdan geçip gittiler, diyor. İlk yağmurlarda tekrar gelecekler ve o zaman yine cilvelerini yapmaya başlayacaklar, ağaç kovuklarında, taşlarda böcekleri avlayacaklar.
 -Öyle mi? Diyor Artemi üzülerek. Hüthütleri göremeyeceğim mi diyorsun? Hüthütler neden kalmıyor, neden hepsi gidiyor?
 -Her zaman birkaç tane kalabilir. Neden sürüleriyle gitmezler kim bilir, diye cevap veriyor avcı. Ama sen onları bulursun! Ben bugün iki tane ortaya çıkardım. Ama vurmadım!
 -Vurmadın mı?
 -Hayır, vurmadım. Onları uzaklardan, ta okyanus adalarından gelen küçük hanımefendimizin avlaması için bıraktım.
 Okyanus adalarından gelen bu küçük hanımefendisi kimdi?
 -Artemi şaşırıyor ve ona soruyor:
 -Okyanus adalarından bir küçük hanımefendin mi geliyor?
 -Evet, geliyor.
 -Buraya, bizim yöreye mi geliyor?
 -Evet, buraya.
 -Adı ne?
 Adı nasıldı? Yabancı bir ismi var. Avcı hatırlayana kadar biraz zorlanıyor.
 -Adı neydi… Ona Doris diyorlar.
 -Doris… mi? Ne demek Doris? Hıristiyan mı?
 -Hayır, İngiliz.
 -Ve de buraya, Kimindenilere mi geliyor? Ne arıyormuş?
 -A! Bunu bilmiyor musun? Yalı çiftliğin sahibi efendimin oğluyla evlendi. Vilara’nın oğluyla, çocuk dışarıda okudu.
 -Adı Doris ve buraya geliyor, öyle mi?
 Avcı bu ısrarlı sorulardan pek eğleniyordu. Gülümsüyor.
 -Adı Doris ve buraya geliyor.
 -Bizim hüthütleri mi avlayacak?
 -Öyle diyorlar. İyi tüfektir diyorlar. Kimindenilerde karaca avlayacak. Hüthüt de avlayacak.
 -Sen de onun için mi onları vurmadın?
 -Onun için vurmadım. Hüthütlerimiz de var, görsün.
 Ses hafifçe titrek çıkıyor, Artemi’nin dudakları titriyor.
 -Bugün tek bir şey bile avlamadın mı?.. Onun için mi?
 A, hayır, ondan değil! Bugün büyük ava gitmişti. Domuz avına gitmişti. Üç tane vurdu. Onları yukarda, ormanda bıraktı. Çiftliklerinin Türk yamakları aşağı indirecek.
 -Şimdi çekin arabanızı, haydi! Diyor birden avcı, onları korur tavırla. Geri dönmelisiniz, çünkü güneş alçalıyor.
 -Döneceğiz.
 -Haydi, öyleyse ceylan! Dolaşmayın hüthütleri!
 Ufak tefek beyaz at yine yeşil bulutların altından geçip kayboldu. Nal sesleri kısa bir süre duyuldu. Sonra sesler kayboldu. Ormanın hışırtısı kaldı.
 -Utanmıyor musun Artemi, yabancı adamlarla konuşup arkadaşlık etmeye?
 -Bırak beni! Diyor Artemi hemen. Neden utanacakmışım?
 Gerçekten, neden utansın? Bu ettiğim laf deliceydi.
 -Dahası, adam avcı! Cevap veriyor, Artemi. Görmedin mi, ne hoş adam!
 Yine biraz sonra, yukarıdaki bulutlara bakarken gözleri parlıyor:
 -Adam avcı! Ben Kimindenilerde yaban domuzu vuran avcıları seviyorum.
 Ne biçim laf bu? Bu kadar zaman geçti, bu kadar yıl geçti, ormanın aç çakalları için Artemi ile ağlamadık mı? Mademki Artemi kuşları ve domuzları öldüren avcıları seviyordu, o halde kötü huylu bir yaratıktı.
 - Şimdi avcıları nasıl sevebilirsin?
 Artemi gözlerini dikip bana bakıyor:
 -Kötülüğünden böyle söylüyorsun! Çünkü sen asla avcı olmayacaksın! Asla olamazsın!
 -Ben avcı olmam, içimi öfke kaplıyor. İstemiyorum!
 -Hayır, olamazsın!
 Cebimde lastik bir sapanım vardı. Onu şehirdeyken yapmıştım, zira diğer çocukların da vardı ve serçeleri öldürüyorlardı. Fakat ben hiçbir zaman kuşa nişan almayı denemedim. Sadece yapraklara attım.
 Elimi cebimden içeri sokuyorum, sapan orada duruyor. Lastiğini okşuyorum. Artemi bir ağacın gövdesine dayanmış bakıyordu, karşısındaki manzaraya dalmıştı. Meşelerin ilerisine, Kimindenilerden öteye, memleketimizin dağlarının ötesine, yel değirmenlerinin gerisinde uzanan denize bakarak dalmış gitmişti. Okyanus dedikleri bilinmez ülke oradadır. Sis orada suyun üzerinden kalkmaz, güneşin altın parıltılı ışıkları, mavi bulutlar orada yoktur. Var olan sadece donuk sis. Onun içinden, sisler memleketinden, ağır ağır çıkıyor, yağmur gibi ıslak sisin arasından çıkıyor ve geliyor, gittikçe yaklaşıyor: uzak adaların kızı, Okyanusun kızı. Adı Doris. Nasıl acaba Doris? Saçları ıslak, sanki tüm yaşamlarını denizinde geçirmiş gibi. Sanki sudan oluşan iplik telleri gibi. Ya gözleri? Ege’nin kızlarının ışık saçan gözleri gibi parlıyor mu? İçlerinde yunuslar ve mavi dalgalar var mı? 
 Artemi’nin yunuslu ve mavi dalgalı gözleri uzun süre hareketsiz, bir yere dikilmiş. Suskunluklarını kaybedip birden hareket etmeye başlıyorlar. Artemi neden sonra ayılarak hafifçe doğruluyor, gürültü çıkarmak istemiyor.
 Ne oluyor?
 Ben de gözlerimi oraya, Artemi’nin baktığı yere doğru çeviriyorum: bir kır sansarı. Ağacın gövdesine tırmanan sarı bir hayvan, birkaç metre ötede.  Biraz duruyor, havayı kokluyor, bir şey arıyor. Yine kımıldıyor. Esnek vücudu hafifçe ağaç gövdesinde kavis alarak hareket ediyor.
 Parmaklarım sürekli cebimdeki gizli sapanın lastiği üzerinde. Dokunuyorum devamlı. Şimdi daha kuvvetli. Dokunma duyusu kolay biçimlenir güçtür, yumuşaktır. Ama birden sertleşiyor. Karşıdaki küçük hayvanın sarı gövdesi duruyor ve bekliyor.
 Sapanımı yavaşça dışarı çekiyorum. Kımıldamamaya çalışarak yandan bir taş alıyorum ve sapana yerleştiriyorum. Artemi sadece o zaman, hareketin gölgesiyle uyarılarak, gözlerini bana çeviriyor. O kritik anda gözleri zayıflığımı doğrularcasına küçümseyerek bakıyor: “Olamazsın! Asla olamayacaksın! Asla avcı olamayacaksın!”
 Lastiği çekiyorum ve sarı hedefe nişan alıyorum. Ellerim başta titriyor ama sonra lastiği kararla tutuyor. Artemi’nin beni küçümseyen gözlerinin hep üstümde olduğunu tahmin ediyorum.
 “Olamazsın. Asla olamayacaksın”.
 O an yaprak bulutunun altındaki her şey göz olup bakıyor, bütün dallar ve bütün yapraklar. “Olamazsın”.
 Son bir çabayla sapanın lastiğini çekiyorum. Taş fırlıyor. Bir şey beklemiyordum. Fakat bu kısacık anda her şey ne kadar açık ve net, ne kadar hızlıydı! Ellerimden çıkan sert cisim kurşun gibi akarken onu gök mavisi içinde izliyorum. Kalbim şiddetle çarpıyor, çatlayacak gibi. Kalbimin heyecanı her şeyi kaplayana kadar gözlerimi kapatıyorum.
 -Ah!
 Artemi’nin attığı acı çığlığı ve doğrulup kendini ileri atarken çıkardığı gürültüyü duyuyorum. Ne oldu? Ben de sıçrayıp Artemi’nin koştuğu ağaca doğru koşuyorum. Ne oldu?
 Küçük sarı hayvan, sapanımın taşıyla kafasından vurulmuş, yerde çırpınıyordu. Yarasından toprağa akan birazcık kan parlak postunu garip biçimde boyamıştı. Başta anlamadım, bu sonucun olacağını düşünmemiştim. Fakat şaşkınlık anı geçince, içimde kabaran dalgayı hissediyorum, vahşi sevinci duyuyorum ve bütün gücümle bağırıyorum:
 -Şimdi gördün mü avcı olduğumu? Onu vurdum! Onu vurdum!
 Artemi bir anda üstüme atlıyor. Onu hiç böyle vahşi görmemiştim. Tırnaklarıyla yüzümü tırmalıyor, tekmeler savuruyordu, bilincini kaybetmişti, devamlı bağırıyordu:
 -Aşağılık yaratık! Aşağılık yaratık!
 Hiçbir şey anlamıyordum, kendimi korumaya çalışırken ben de bağırıyorum:
 -Ne istiyorsun? İşte avcıyım ben de! İşte gelinciği vurdum!
 -Aşağılık yaratık! Aşağılık yaratık!
 Biteviye haykırıyordu: “Zavallı hayvancık… Zavallı… Orada duruyordu ve bilmiyordu…”
 Bütün gücümü topluyor ve onu zorla üstümden itiyorum. Yerden kalkmak için bir çaba göstermiyor, öylece kalıyor. Yüzü yerde, sırt üstü yatan kır sansarının yanında, bitti artık, hayvancık can çekişiyor. Kanı açık delikten yavaşça toprağa akıyor, damla damla. Artemi’nin gözyaşları da damla damla akıp toprağı suluyor.
 Biraz zaman geçiyor. Artemi kımıldamıyor. Ben de ötede oturup bir tarafa bakıyorum. Artemi yavaşça elini ölü hayvana uzatıyor. Onu hafifçe okşuyor, sanki uyandırmaktan korkuyor. Ona bakıyor. Sonra tırnaklarıyla toprağı kazmaya başlıyor. Önce yeri nemli tutan çürümüş yaprakları kaldırıyor, sonra taze toprağı bulunca başlıyor tırnaklarıyla kazmaya. Yeterince derin bir çukur oluncaya kadar kazıyor. Artemi iki eliyle küçük sarı gövdeyi tutuyor ve mezarına yerleştiriyor. Sonra taze yaprakları alıyor, yeşil yaprakları, tavşankulaklarını ve onu örtüyor. Sonra üzerine taze toprak atıyor.
 Güneş batmıştı. Hava kararmaya başlıyordu. Artemi hiçbir şey demeden kalkıyor ve dönüş patikasına yöneliyor. Adımlarını açıyor ve sonra koşmaya başlıyor. Etrafımızda gölgeler koyulaşıyor, sanki bizi yanlarına almak ister gibiler. Ben de Artemi’nin arkasından koşuyorum.
 Çiftliğe vardığımız zaman artık gece olmuştu ve herkes endişe içindeydi. Annem suratımı kan içinde görünce korkarak bana ne olduğunu sordu.  
 Ona, kuş yuvalarından yumurta bulmak için bir kayaya tırmandığımı ve orada çizildiğini söyledim. Bir şeyim yok, dedim.



BİRİNCİ BÖLÜM SONU

 
İKİNCİ BÖLÜM
Ş a f a k  S e n f o n i s i
 


BİRİNCİ KISIM
İskoçya’da bir kış gecesi


1850 nin kışı. İskoçya’da Loh-Lomont taraflarında bir gece, Kuzey Buz Denizinde kopan kasırga dalga dalga geliyor, ağaçların ve toprağın üstünde patlıyor. Bu öfkeli gecede, bu taraflarda, bir canlı yaratığın yaşadığını gösterir hiçbir ışık görünmüyor. İnsanlar, rüzgârın öfkeyle dövdüğü çatıları altına sinmişti. Karanlıkta korkudan deli gibi dolaşıyor, çok eski zamanların yeryüzü tanrısı üstlerinde durmuş canlıların tarihini gözetlerken, dışarıda inleyen kasırganın sesini dinliyordu.
 Buna rağmen bu gece bir ışık, sadece bir ışık, Loh-Lomont’un taraflarında sönmemişti. Sör Arthur Kastibal, atalarının şatosunun kütüphanesinde yalnız başına ve uyanıktı. Büyük şöminenin karşısındaki bir sedire uzanmış, alevin duvarlarda gezinen gölgelerini izliyordu. Yıllar bembeyaz kafasına tüm ağırlığıyla çökmüştü. Gölgeler de ona ağırlık veriyordu. Artık her ne bu yalnız kış gecesini hafifletecek, acıyı en aza indirecekse, bunu şimdi sadece anılar yapabilir. Dışarıdaki dünyanın, gerçeklerin anıları değil. Yerinden kalkmadan, birçok yerden geçecek bir yolculuğa arkadaşlık eden anılar: şatonun dört duvarı içinde.
 Hastalıklı doğdu, zayıf bir çocuktu, burada yirmi yıl önce felç onu buldu ve o zamandan beri koltuğa bağlı kaldı. Fakat bu hasta, hareketsizlikten semirmiş bedende bir güç çırpınıyordu, zamanla okyanus dalgası gibi oldu. Damarlarında soyunun ve atalarının kanı kaynıyordu, serüven, seyahat ve hayattaki zor anlar için duyduğu aşk sonsuzdu. Bu yorulmak bilmez güç başka çıkış yolu bulamayınca kitaplara aktı. Bunlar seyahat kitapları, korsan hikâyeleri, gezginlerin anıları, kâşiflerin günlükleriydi. Felçli soylu yavaş yavaş yabancı hikâyeleri kendisininkiymiş gibi yaşamayı öğrendi, çünkü onlardaki gerçeği içinde hissetmeye hazırdı: tutkuyu. Böylece, İskoçya’da bir koltuğa çivilenmiş bu zayıf tekne, ünlü Macellan ile, Marko Polo ile, Berink ile, Vasko de Gama ile uzlaştı. Hayal gücüyle bütün okyanusları dolaştı, bütün korsanları tanıdı, bütün keşfedilmemiş adaları keşfetti. İmparatorluğun bütün korsanlarıyla yaşadı, Hindistan’ı, Eritre Denizini geçti, daha aşağılara indi, Ümit Burnunu geçerek Afrika’yı dolaştı. Cebelitarık boğazına vardı, seyahatini bitirecekti ki, onu şeytan dürttü: Akdeniz’e girdi. Bunca yaşadıklarından sonra, okyanusları görme yazgısından sonra, bu deniz sanki göl gibiydi, sanki bir oyuncak. Biraz buranın havasını da soluyayım dedi ve fazla bir şey ummadan girdi. Fakat Akdeniz’de rüzgârlar karmakarışık esiyordu, akıntılar güçlüydü. Bunlar onu aşağılara sürükledi. Aşağılara, daha aşağılara. Ege toprağına kadar getirdi, masallar ülkesine.
 Sen bilmeden, felçli bir İskoç soylusunun bu düşsel seyahatleriyle, Eolia Toprağının ne alıp vereceği var diye sorabilirsin, Ege’nin üzerine titrediği bir memleketi anlatan bu basit hikaye ile, yabancıyı yavaş yavaş saran dokuyu şimdi anlayacaksın. Adam Yunanistan’a geldi. Tanrıların ve satirlerin ülkesine, Çıplak ve Gök Mavisi Ülke’ye bir kere girmişse artık terk edemez. Bütün okyanusları dolaştı, uğradığı bütün yerlerden istediği başka bir yere gitmek için ayrıldı. Çünkü, daha bitmedi, eksik kaldı duygusu herkeste vardır. Fakat Yunanistan insanın içinde özlem ve düşler için başka ülke bırakmıyor. Yunanistan düştür.
 Sör Arthur Kastibal o zamandan beri Yunanistan ile yaşıyor. Bütün masallarını ve Ege’nin bütün adalarını öğrendi. Her gece, sık sık seyahat ettiği yer Kiklad Adalarıydı. Meltem onu yanına alıyor, dalgalara götürüyordu. Kulağını dayayıp dipten gelen sesleri dinliyordu. Yılların derinliklerinden, masalların içinden gelen sesleri dinliyordu. Sesler Su perilerini ve Satirleri, ihtiraslı Tanrıları, güçsüzleri, korku ve kurnazlıklarıyla anlatıyordu  –sadece yeryüzüne inen ve insanı anlayan gerçek tanrıları, zira çok insansıydılar. Arkadaşları doğayı yarattılar, ihtiras ve zevklerine yararlı arkadaşı–Yıldırımı, Yağmuru, Şimşeği ve de Rüzgârı -, insanı baskı altında tutmak için sopa yapıp göstermediler.
 Dalgalar böyle söylüyor…


 BİR UŞAK o anda içeri girip onu düşüncelerinden çekip aldı.
 -Küçük Beyefendim geleyim mi diye soruyor, dedi ve cevabını bekledi.
 Yaşlı felçlinin suratındaki ışık daha parladı.
 -Gelsin.
 Gelen “Küçük Beyefendi” on beş yaşlarında yetişkin bir çocuktu. Uzun boylu sarışın bir oğlandı.
 -Bu akşam devam ediyor muyuz, amca? Selamlayarak sordu.
 -Otur yanıma, Robert.
 Oğlan amcasının ayaklarının dibinde döşemeye oturdu. Sarı kıvırcık saçlı başını koltuğa yasladı. Yaşlı adam parmaklarını genç başın üzerine koyup sessizce onu okşadı.
 -Gel, Yunanistan seyahatimize devam edelim, dedi.
 Kasırga dışarıda gürlerken, dalgalar okyanusta köpürürken ve ağaçlar yıldırımlarla vurulup yıkılırken, Ege’nin çok eski yıllarından gelen dinginlik, yıllardır rüzgârların dövdüğü İskoçya’nın bu eski şatosunun duvarlarından girdi, içeriyi ışık ve şiirle doldurdu.
 Dışarıdaki kasırga yavaş yavaş hızını kesti, rüzgâr durdu, ağaçlar uğuldamayı bıraktı. Ve bu sükûnetin içinden gölgeler çıkıp yarı ölü köyde kımıldamaya başladı. Kadınlardı. Bakirelerin sarı renkli tarihsel gömlekleri topuklarına kadar iniyordu. Siyah saçları çözülmüş, omuzlarından gövdelerine dökülüyordu, sık yoğun biçimde, ağır ağır arkalarından ilerliyordu. İlahi okuyanlardı ve yalvarıyorlardı. Fakat suratlardaki heyecan zaman aralığından, şiir sanatından içe geçiyordu, acının gücünü yitiriyordu, ruh oluyordu, sert çizgileri kaybediyordu, sadece ışık oluyordu. Yunan denizinin dalgaları da coşarak Mısır çölü yanından ilerliyordu, sonra Mısır çölü üzerinden geçtiler –ve her şey gök mavi oldu.
 Okuma saatlerce sürdü. Oğlan yoruldu ve sustu. İlahi okuyanlar yavaşça eriyordu ve gittiler.
 Kasırga tekrar geldi ve tekrar ormanda uluyan rüzgârın gürültüsü duyuldu.
 -Bütün bunlar ne kadar garip, mırıldandı oğlan. Ne garip masallar…
 Biraz sonra yine:
 -Acaba… acaba o ülke hâlâ yaşıyor mu? Yunanistan’ı soruyordu ve kendi kendine konuşur gibiydi.
 Yaşlı İskoç’un eli tekrar oğlanın saçlarıyla oynuyor.
 -Yaşıyor, çocuğum, diyor. Bu ülke ölmez.
 -Öyle yaşar mı? Masaldaki gibi?
 -Öyle yaşar. Masal gibi.
 Biraz sonra:
 -Lord Byron, dedi ihtiyar. Lord Byron ölmek için gitti oraya.
 Bir İngiliz adasını bıraksın ve başka bir memlekete ölmek için gitsin, yalnız ölmek için gitsin! Olabildi bu! - A, böyle bir mucize hayatta olmaz!
 Tekrar sustu ve sonra:
 -Bir zaman sonra sen de gideceksin oraya, Robert. Gitmek alın yazında var. Sadece benimkinde değildi.
 İskoçya şatosunun sessizliğinde, felçli soylu gözlerini kapatarak oğlanı aldı ve görmüş gibi betimlediği adalara götürdü, Kiklad adalarına. Oradaki dinginlik sadece bir deniz değildir, tarifi yoktur, Ege’nin denizidir. Meltem daima sert eser, daima sert, daima. Gök mavisi su yukardan, parlayan gökyüzünden, ışıldayan güneşten ışığı emer. Ve deniz bu ışığı eritmek için, onu nabzı ve devinimi yapmak için, ahengi için, meltemi çağırır. Ve dalgalar olur. Dalgalar okyanusun dev dalgaları gibi dilsiz değildir, amaçsız çalışan yaratıklar gibi olmazlar. Küçük dalgalar kıyıya metreler kala, adaların keskin çıplak kayalıklarında, içlerinden geldiği gibi, ne kadar gereksinim duyarlarsa o kadar, hırçınlıklarını terk edip sertliklerini dengelerler. Kayaların üzerine vuran ışık yanıp söner. Dalgalar da titreşir ve içinden neşe içinde yunuslar çıkar köpüklerle oynaşır. Akşam olduğu zaman güneş adaların dağlarının gerisine yatmaya çekilir. Kaybolur. O zaman ufukta oylumlar, inanılmaz berraklıkta, değişik örtüleriyle yaklaşmaya başlar. Önceden orada görünen bir şekil, sadece tek bir dağdı, şimdi ise dağların silueti bir biri arkasına çiziliyor. Öndeki koyu renkteyken derindekiler hâlâ aydınlıktır. Onlar var diye, sanki güneş batmak istemez. Sanki içlerindeki vadilere giderek aralarında uyumak ister.
 -Bir zaman sonra gideceksin oraya, Robert. İskoçyalı yaşlı adam duygulanarak mırıldanıyordu.
     
 

İKİNCİ KISIM
Mikonoslu balıkçıların bir kızı nasıl İskoçya’nın soylusu oldu



1866 YAZI. İskoçya’daki kış gecesinin genç oğlanı Mikonos’da bir kayada oturuyor. Büyülenmiş gibi Kiklad Adalarında güneşin batışını seyrediyor, on altı yaşlarındayken ona bütün berraklığıyla buraları betimleyen felçli soylu şimdi artık ölmüştür. Dilos ile karşı karşıyadır.
 Dilos. İra öfkeden kudurmuş, Dias’a âşık olan -bu da yasak aşktan çocukları olacak demek oluyordu-Lito’yu kovalıyordu. Tanrıların ve insanların Hükümdarı, sevgilisinin yardımına koşmak onun güvenle doğurmasını sağlamak için ne yapsın? Onu hangi memlekete götürsün? İra’nın yeryüzünde casusları vardı. O zaman Dias düşündü: “Bilinmez bir ada, bir adacık mı bulsaydı? Lito orada doğurabilirdi, gayrı meşru çocuğumu sadece orada korkusuzca doğurtabilirim”. Böyle dedi ve arkadaşı Poseidon’dan yardım rica etti. Poseidon düşündü. Skelia’dan kopan o küçük adacığı hatırladı ve o günden beri sularda yüzerek seyahat ediyordu. Bu seyahati bitirmeleri için dalgaları çağırdı. Bitirdiler. Ada da, adilo(görünmeyen) iken, dilon(görünen) oldu, sonra da Dilos dendi. Lito adaya gitti ve Apollon’u doğurdu, ışık Tanrısını.
 Dilos –Bir ada, Tanrının aşkı için. Yabancı arkasındaki ayak seslerini duyuyor. Bir patika oradan geçip yakındaki çeşmeye gidiyordu. Robert dönüyor ve bakıyor. Altın parıltıları saçarak ilerliyordu, garip karışımlar oluyor, dalgaları bir araya geliyor, bunlar Ege’nin dalgaları ile Ege’nin dışındaki dalgalardır, okyanustan gelen dalgalar  -kaderi ilerliyor. Sağlam, güneş yanığı, genç bir beden ilerliyor. Bir Ege kızıdır, denizin tuzuyla kavrulmuş, kestane gözlü. Omzuna testiyi oturtmuş su doldurmaya gidiyor.
 Robert donakalmış bakıyor. Altın parıltıları içinden çıkıp gelen figür, kutsal toprağın binlerce yıl içinde sakladığı eski çömleklerden çıkmış geliyor. Şimdi ilerliyor ve geliyor, denize ve mavi ışığa sarılmış geliyor.
 Geliyor. Nerdeyse vardı. Döndü ve yabancıya baktı. Derinden, gözlerinde okunan güçle. Tabii uzak geçmişinden, tarihinden dolayı adama korkusuzca baktı. Sonra ona gülümsedi.
 -İyi akşamlar, dedi ona.
 -İyi akşamlar.
 Kız çabucak, koşar adımlarla kuyuya giden patikada kayboldu.
 Yabancı dönmesini bekliyor. Neydi bu? Dalga yokken aniden yüzeyi yalayıp geçen bu hafif serpinti, deniz süt limanken Ege adalarının zirvelerinde esen bora mı? Dilos. Sularda gezinen küçük ada. Dias sevgilisi Lito’ya yardım etmek için onu durdurdu ve görünür yaptı, karşıda orada…
 Yaklaşan akşamla gölgeler gittikçe koyulaşıyor. Yabancı bekliyor. Bekliyor. Kızın ayak seslerini duyuyor. Başkası olamaz! Şimdi artık bu ayak seslerini diğer bütün insanlarınkinden ayırabilir.
 -İyi geceler, diyor kız .
 Fakat gülümsüyorsa da artık bunu seçemiyor.
 -İyi geceler.
 Robert o gece uyumadan oturuyor ve günün doğmasını bekliyor. Şafak söktüğü zaman dışarı çıkıyor, bütün gün sorarak dört dönüyor, akşama doğru Ege kızının evini buluyor.
 Babasına gidiyor, Mikonos’un balıkçısına. Onu paraketesini düzeltirken buluyor.
 Ona diyor:
 -Ben yabancıyım. İngiliz adasındanım ve orada çok zenginim. Kızını karım yapmak istiyorum.
 Mikonos’lu balıkçı şaşırıyor, paraketesini bırakıyor ve soruyor:
 -Kızımı sen nerde gördün de onu biliyorsun?
 -Dün gördüm onu. Dün akşamüstü kuyudan su getirmek için patikadan gitmedi mi?
 Balıkçı başını sallıyor. Denizci atalarından miras bütün kurnazlık ve kuşkular içinde uyanıyor.
 -Yabancı yerdensin, dilimizi nerden öğrendin? Sonra, nasıl adamsın, nerden bileyim? Onu alıp uzaklara götürmen için kızımı sana nasıl veririm? Bırak düşüneyim.
 -Ne olursa olsun onu alacağım! Diyor İskoçyalı, soyunun inadıyla. Madem öyle istiyorsun, ben gelinceye kadar düşün bunu. Yarın geleceğim.
 İskoçyalı ertesi sabah gidip balıkçıyı buluyor.
 -Karar verdin mi? Uykusuzluktan kıpkırmızı gözlerle ona soruyor.
 -Daha değil. Bilmiyorum, diyor balıkçı, açık cevaptan kaçınmaya çalışarak.
 -Kızın nerede, onu göremez miyim? Diyor yabancı.
 -Şimdi burada değil. Onu göremezsin. Yarın gel.
 Yabancı ertesi gün geliyor. Fakat balıkçının barakası kapalıdır. Canlı yok. Onu gören bir komşu kadın sesleniyor:
 -Balığa gittiler, uzağa. Kızıyla.
 -Uzağa balığa mı gittiler? Başka sefer de hiç böyle olur muydu?
 -Tabii, hep böyle olur. Adalarımızın balıkçıları yıl boyu köyde oturmazlar. Mevsimde oraya buraya dolaşırlar, balığın geçtiği yerlere giderler, pazarlara giderler. Benim kocam da şimdi yok. Girit sularında avlanıyor derim.
 Mikonoslu kadın anlatıyor, anlatıyor, yabancıya gözünün ucuyla hafif gülümseyerek bakıyor, sanki onunla alay ediyor.
 -Söyle bana bacım, diyerek adam lafını kesiyor ve tutkuyla iki elini yakalıyor. Söyle bana. Belki duymuşsundur, avlanmak için ilk gidecekleri yer neresi? İşte, al bu avucumdakini -ve eline altın bir lira koyuyor.
 -Delikanlım, neden böyle yapıyorsun? Diyor, Mikonos’lu kadın ve alaycı tavrı birden kayboluyor. Neden böyle yapıyorsun? Diyor ve yabancının gözlerinde yanan tutkuya korkuyla ve merhametle bakıyor.
 Biraz aradan sonra:
 -Sira’ya gittiklerini duydum, diyor laf aramızda der gibi. Al liranı. Sana da bol şans dilerim!
 Robert Mikonoslu kadına iki lira bırakıyor ve balıkçıyla kızını Kiklad Adalarında, o ada, bu ada aramaya başlıyor. Balıkçı kızını beklediğini sandığı kötülükten kurtarmak için bir yerde durmuyor. Onu sadece yabancı kovalamıyor. Ege’nin eski insanlarının kuşaktan kuşağa, ağızdan ağıza taşıdıkları anılar da kovalıyor. Adalarını yağmalayan, adamları öldüren ya da kadırgalarda forsa yapan, kadınları alıp Anadolu’ya, Arapların diyarına götürüp esir pazarlarında satan korsanlar belleklerde yaşıyor. Anılar ve çağlar karışıyor. Bir yabancı, nereden ipini koparıp geldiğini bilemezsin, aniden çıkıp geliyor ve sana şöyle diyor: “Kızını alacağım, hayatının ışığını. Onu Okyanus’a götüreceğim. Onu bir daha görmeyeceksin”. O zamanki korsanlıkla aynı değil mi? İngiliz’im diyor. Daha da kötü! Mikonos’un fakir balıkçısı nasıl karşı çıksın İngiltere’ye:
 “Korsana” izini kaybettirmek için balıkçı limandan limana kaçıyor. Fakat o inatla, kıvılcım saçan gözlerle, heyecanla çarpan kalple arkalarından koşuyor. Balıkçı adaları bitirdiğini görüyor. Bir sıçrama yapmaya karar veriyor. Karşıdaki ülkeye, Anadolu’ya geçeyim diyor. Denizi aşıyor ve Kokulu Adalara, Moshonisya’ya (Cunda Adası) varıyor, Rüzgâr Tanrısı Eolos’un Yüz Adasına. Sonunda “korsan” onu orada buluyor. Balıkçı yabancı bir memlekette yalnızdır. Artık gücü kalmamıştır. Cunda’da bir dağ kilisesinde düğünleri oluyor. İskoçyalı kızı alıyor ve memleketine gidiyor.
 O zamandan beri ikisinin de, İskoçyalı yabancı ve Ege’li kızcağızın mutlu yaşadıklarını söylüyorlar. Büyük bir aşkla yaşadılar, bütün bölgede, Loh- Lomont’da aşkları dillere destan oldu. Adam, kızın ışıklar ülkesi vatanından yanında getirdiği çekiciliği kaybetmesine asla izin vermedi. Ona yabancı dünyanın ne yazısını ne de başka bir şeyini öğretti. Öyle basit ve doğal kaldı, Ege’den geldiği gibi. Fakat içinin zenginliği ve soyluluğunu, inanılmaz görkemlikteki herkesi büyüleyen güzelliğini anlata anlata bitiremezler. Onu masal ülkesinden gelen sanki tanrısal bir varlık gibi kabul ettiler.
 Bir oğlan ve bir kız verdi. Oğlu büyüyüp evlenince bir kızı oldu. Bu kız sarı saçlı ve Yunanlı çocuklar gibi gözleri kestane rengiydi. Atların üzerinde bütün gün ormanda dolaşmayı çok seviyordu.
 Bir gün, Loh-Lomont’un o taraflarından bir yabancı geçti. İngiltere’ye tahsile gelmişti, mevsim yazdı ve arkadaşlarıyla gölün olduğu ormanda avlanıyordu.
 Atlı kızla karşılaşır.
 -Günaydın, der kıza.
 -Günaydın. Yabancı mısınız? Siyah saçlarına ve esmer suratına bakarak sorar.
 -Yabancıyım. Yunanlıyım. Adım Vilaras.
 -A, Yunanistan’dan! Neşeyle bağırır kız. Gözlerimin kestane rengini görüyor musunuz? Yunanistan’dandır! Yunanca konuşmasını biliyorum! Adım Doris.
……………………………………………………………………………………………
 Ege sadece ışık ve deniz değildir. İnsanların kalbine girer, başta tek bir vuruş olur, sonra diğeri gelir, kalp vuruşları oluncaya kadar. Damarlara girer ve kan olur. Kan fokurdar. Belleğe girer ve ondan sonra artık ölene kadar kaybolmaz. Ege daima sana seslenir, daima seni davet eder.
 Böyle oldu, İskoçya’ya giden o Mikonoslu balıkçının kızı, seneler sonra kanından başka bir kızı, yerini boş bırakmamak için, onu çağıran Ege sularına geri gönderdi: Doris Vilara’yı.
    
 

ÜÇÜNCÜ KISIM
Doris


SICAK YAZ günleri geldi. Güneş ışık dalgalarını Kimindenilere, zeytinliklere bol bol gönderiyor. Öğlen saatlerinin sıcağından kaçmadan, hep dışarıda toprağa yakın olmak istiyorum. Mevsimin tadı sadece serinlik veren sabah akşam saatlerinde çıkmıyor, güneşin yaktığı bu vakitlerde de çıkıyor. Öğlen de. Böylece, yazı derinden yaşamayı anlıyorum, onunla bir varlık oluyoruz. Maddeden bir zerre, ister topraktan, ister yapraktan veya taştan olsun, ışığın hepsini içine çekemez, ışığın dövdüğü yüzeyini büzerek fazlasını geri gönderir. Uzun yaz günlerinde saatlerimi karıncalarla beraber yaşayarak geçiriyorum. Yuvalarının yanında yüzüstü uzanıp, Anadolu’nun kara toprağını dişleyip ağza alıp çiğneyerek sürgit yaptıkları tekdüze işi izliyorum. Bir şahin, gökyüzüne çivilenmiş, kertenkeleyi gözetliyor, ama o tehlikeden habersiz, yukarıda ona hazırlanan yolculuğu tahmin edemiyor. Uzak bir yerde bir kurbağa bağırıyor ve susuyor. Bir deve katarı geçti. Biraz gürültü yaptı ve o da sustu. Her şey ağırdan oluyor, Kimindenilerin eteklerinde ağır çekim. Yaz Anadolu’nun kendini ifade tarzıdır.
 Biraz böyle yatıyorum ve kafamı yana çeviriyorum. Bir şey oldu. Artemi’dir. Toprakla yüz yüze yarı çıplak yattığımı fark etmemişti. Çiftliğin büyük kapısından dışarı çıkıyor, sanki gizli bir iş yapar gibi arkasına bakıyor. Sonra tabanları yağlıyor.
 Fırlayıp ardından koşuyorum:
 -Dur!
 Birden şaşırıp önce kaçmayı deniyor. Ama bir an duraksıyor. En iyi elbisesini giymiş -beyaz puanlı mavi elbise. Saçlarına kırmızı kurdele bağlamış. Çok hoştu.
 -Nereye gidiyorsun?
 Biraz duruyor, sanki bana söyleyeceği yalanı düşünüyor. Ama çabucak, onu biz diğer çocuklardan ayıran yüz ifadesini takınıyor.
 -Bugün geliyor, diyor. Onu görmeye gidiyorum.
 -Geliyor mu? Kim geliyor?
 -Sahile yakın çiftliğinin küçük hanımefendisi geliyor, diyor. Garip isimli o Okyanus kızı. Neydi adı? Doris demişti ona.
 A, öyle mi? O mu geliyor?
 -Bunu nasıl öğrendin sen?
 -Bana avcı söyledi. Onu sabah meşeliğe giden patikada gördüm. Geceden gitti ve kız için avlandı.
 -Sen neden oraya gitmek istiyorsun?
 -Gitmek istiyorum! Diyor Artemi kararla.
 -Gittiğini evden biliyorlar mı?
 Hayır, bilmiyorlardı. Yoksa onu bırakmazlardı. Gizlice gidiyor.
 -Ya seninle dalga geçtiyse? Ya sana yalan söylediyse?
 Artemi ayaklarını şiddetle yere vuruyor. Sarı yıldızlı avcı ona asla yalan söylemez. Asla onu kandırmaz.
 “Gel ceylan”, dedi ona. “Bugün aşağıdaki konağımız bayram yeri gibi olacak. Bakman için seni ellerimle kaldıracağım”.
 -Ya büyükbaba öğrenirse? Annemiz yalnız gittiğini öğrenirse, sana ne yapacaklarını bilmiyor musun? Onu korkutmak için böyle söylüyorum.
 Yanıma geliyor ve gözlerime bakıyor. Küçük kız kardeşimizin gözleri ne kadar güzel, vahşi ve kararlı!
 -Sen onlara söyleyecek misin? Diyor bana. Bunu yapabilecek misin?
 -Neden yapmayayım? Söyleyeceğim!
 -Söyle! Söyle onlara! Aşağılık! Artemi öfkeyle bağırıyor ve bana sırtını dönüyor. Ben gidiyorum işte!
 Artemi gidecek. Başka nasıl yapsın? Gel ceylan, dedi ona.
 Yalı çiftliğine giden patikada hoplaya zıplaya uzaklaşıp kayboluşunu izliyorum.
 -Kaltak!
 Eve gidip onlara söyleyeyim mi? Zaman geçiyor. Güneş alçalıyor. Şahin artık nöbeti bitirdi, semender de yukarıda yolculuk hikâyesi kitabını kapadı. Kimindenilerde sıcak bir taşın altında doğumunun ilk günü anası -büyük semender- ona demişti: “Gözün yükseklerde olmasın, bunu hayal bile etme. Daima yere bak. Toprak bizim alın yazımızdır”. “Bunu bana neden dedi?” Küçük semender yalnızken düşündü. “Semenderler hayal kuramaz mı? Yalnız sürüngen yaratıklar mıdır ve hep böyle mi kalacaklar?” Mamafih bugün zamanı geldi. Küçük semender de bir şahinin ağzında asılmış yükselirken, güneş ve maviye gark olarak bir çizgi çekip yukarı hikâyesini bitirdi. Demek ki, sürüngen yaratıklar için de istemleri dışında bir kere bile olsa umut olabiliyor, yükseğin gücüyle.


 HAVA KARARIYOR. Henüz kimse Artemi’yi sormadı. Büyükbaba ve büyükanne günlük gezintilerini yapmak ve büyük kapı dışında meşenin altındaki sıralarına oturmak için çıkmışlardı. Sessizlik çökmüş, Kimindenilerden inen gölgelerle yavaş yavaş etrafa ilerliyor, toprağa ve ağaçlara damla damla düşüyordu.
 Aniden uzaktan gelen sesler dinginliği bozuyor.
 -Dinle!.. Diyor büyükanne. Nerden geliyor?
 Ağır işiten kulağını rüzgârdan tarafa tutuyor.
 -Aşağıdan geliyor. Denizden. Ne ola ki?
 Sevinç sesleri duyuluyor, eğlenen insanların sesleri. Davullar. Birden, seslerin üzerinden azgınca havaya fırlıyor, sanki zorba bir tutkudan kaçar gibi, bu bir havai fişektir.
 -O! Diyor büyükbaba. Bu büyük şenlik var demek!
 Hemen aklına gelmiş gibi:
 -Budur! Diyor. Vilara’nın oğlu yabancı karısıyla gelmiş olacak! Bundan olacak!
 -A! Geldiler mi diyorsun? Hoş geldiler! Diyor büyükanne. Bırak komşumuzun hanesi şenlensin. İyi insanlar, bırak sevinsin.
 Böylece, Vilarasları komşu toprağa bağlayan hikâye akıllarına geliyor.
 -Biz de toprağımız için ter akıttık, diyor büyükbaba. Ama koca Vilaras da! Hatırlar mısın Yunanistan’dan geldiği zaman satın aldığı toprağı? Su, her yer suydu. Fakat onu kuruttular!
 Vilaras çok sene evvel gençken Yunanistan’dan gelmişti. O zaman herkes hürriyet mücadelemiz için savaşan nasıl büyük bir aileden geldiğini öğrendi, çok zengindiler. Avrupa’da ziraat mühendisliği okudu ve döndüğü zaman babası ona şöyle dedi:
 “Hep senin adam olman için çalıştım. Toprak bilimini öğrendin. Şimdi yararlı olabilirsin. Anadolu’ya git ve orada hayatını kur. Yunanlılık oradadır. Kendine ve Yunanistan’a yararlı olacaksın. Git ve dışarıda ne öğrendiysen Hıristiyanlara öğret”.
 Genç Vilaras tesadüfen bizim taraflara geldi. Büyük bir çiftlik yapmak ve bilimsel yöntemlerle işlemek için hazır çiftliklerden birini satın almak onun için akıl kârı olacaktı. Çok para tutacaktı ama sonra iş kolay olacaktı. Vilaras bundan hoşlanmadı. İçinde ona mücadele etmesini söyleyen şeytan vardı. O da bu sesi duydu. Önemsiz değerde, tümden bataklık, tümden verimsiz, Kimindenilerin altında sahilde bir toprak satın aldı. Yıllarca uğraştı didindi. Saçları beyazlattı. Ama çiftliği oldu. Çevrede en zengin, en soylu, en büyük çiftlik onunki oldu. İnsanların bütün yıl çalıştığı küçük bir köy oldu. Köyün girişinde, yüksek kavaklarla çevrili büyük avlunun ortasında Vilarasların konağı yükseldi. Onu evleneceği zaman inşa etti, gitti ve memleketi Atina’da evlendi -Fener’li Rumlardan soylu ve zengin bir ailenin kızıydı, Tisvi Bilara. Tisvi Bilara çiftliğe ilk geldiği zaman, ıssızlığa alışana kadar çok acı çektiği görülüyordu. Çiftçiler saatlerce onun çaldığı beyaz kemik tuşlu garip çalgısından çıkan tuhaf musikinin seslerini duyuyordu. Anadolu insanları bu seslerden hiçbir şey anlamıyordu, fakat olan gizemi hissediyorlardı: tutku ve özlem vardı. Yaz günlerinin öğleden sonraları onun büyük verandada oturup saatlerce denize ve karşıdaki Midilli’nin dingin hatlarına baktığını görüyorlardı.
 “Sanki denizle konuşuyor”, diyorlardı. “Ona ne diyor ki?”
 Diğer zamanlar oturuyor ve kitaplarının bitmeyen sayfalarına gömülüp okuyordu.
 “Acaba kitaplardan ne öğreniyor?” Diyordu köylüler. “Kâğıtların insana söyleyeceği çok şey var öyleyse.”
 Bir zamanlar, küçük bir Fransız savaş gemisi gelip limana demirlemişti. Vilaras konağında Fransız subaylara büyük bir davet hazırladı. Ertesi gün bütün çiftçiler hayranlıkla anlatıyordu:
 “Şimdi öğrendiniz mi? Hanımımız onlarla dillerinde konuştu. Düşünün bunu bir kere!”
 Ertesi yıl da bir İngiliz gemisi geldi. Vilaraslar İngiliz subaylara yine hünerlerini gösterdi, kabul töreni düzenledi.
 Artık yer gök uğulduyordu:
 “Nedir bu! İngilizlerle de onların dilinde konuşuyor! Bir kadın bu kadar da bilir mi?”
 “Sonra biricik çocukları oldu, oğulları. O zaman, tuhaf müzik sesleri azaldı, seyrekleşti, artık çok seyrek duyulur oldu. Gelen sonraki yıllar görevini yerine getirdi.
 Tisvi Bilara alıştı.
……………………………………………………………………………………………

 -Vilarasların soylarına sahip çıktığı görülüyor, diyor büyükbaba. Kadınları uzaktan getiriyorlar.
 -Gelinleri nereden diyorlar? Soruyor, büyükanne.
 -Uzaktan diyorlar. İngiltere’den. Düşünüyorum da, nasıl…
 -Ne gibi?
 -Düşündüm ki, böyle çok uzaktan gelen kız nasıl alışacak?
 -Ona bunu Tisvi Bilara öğretecek, diyor büyükanne. Alışmak biz kadınların kaderidir. Yeter ki…
 Bir bekleyişten sonra:
 -Kocasını sevmesi yeter ona, der ve bir sırrını paylaşır gibi büyükbabanın gözlerine bakar.
 Büyükbaba:
 -Evet, Despina, der ve karısının elini okşar. Onu sevmesi yeter. Artık ikindi vakti seyahatlerini bitirme zamanıydı. Herkesin içeri girme ve çiftliğin büyük kapısının kapanma vaktiydi.
 Onların yakınındaydım. Kalktıklarını görüyordum ve kalbim hızla çarpıyor. Şimdi Artemi ne olacaktı? Ne yapsaydı?
 Büyükbaba kapıya ilerliyor. Duruyor. Büyükanne içeri giriyor. Büyükbaba orada yalnız biraz duruyor. Şimdi sessiz dua zamanıdır: insanlar, toprak, hayvanlar ve geçen gün için kutsama. Bitti. Şimdi kilitlemeye hazırlanıyor ve kilit kolunu indiriyor. Yüksek sesle sorgulayan sesini duyuyorum, bütün biz çocukların isimlerini haykırarak, alışılageldiği gibi çiftlikte olduğumuzu kontrol ediyor.
 -Antipi! Lena! Agapi! Petro!
 Herkes:
 -Buradayız, dede! Buradayız!
 -Artemi!
 Sadece Artemi’den yanıt yok.
 -Artemi! Artemi!
 -Artemi nerede? Büyükanne telaşla soruyor.
 -Artemi nerede?
 Fırlayıp sesleniyorum:
 -Ben! Ben nerde olduğunu biliyorum! Bir kovuğa uzanmaya gitmişti, sahile inen patikada. Orada dinlemek için bülbül bekliyor.
 Biri bana başka bir şey sormadan kapıdan dışarı fırlıyorum.
 -Onu çağırmaya gidiyorum! Buraya yakın!
 Sahil patikasına doğru koşuyorum. Artık yıldızlar gökte parlıyordu. En açık gecelerden biriydi. Biraz ayaz var ama bütün vücudum yanıyor. İçimde, kalbimin derinliklerinden gelen kuvvetli bir sıkışma dinginliği alt üst ediyor. Gölgeler, ağaçlar, ıssızlık. Korkuyorum. Nereye kadar gidecektim? Sahildeki çiftliğe varıncaya dek mi? Bir kere yalnız başıma gitmiştim oraya kadar.
 “Artemi! Artemi!”
 “Kimindenilerde bir çakal derinden uludu. Bir bülbül yakında öttü ve sustu.
 “Artemi! Artemi!”
 İsmi önce içimden söylüyorum, sonra yavaşça bağırıyorum, sonra daha kuvvetli, bir ses duymak, sesimi duymak için, yalnız olmadığımı duyurmak için avazım çıktığı kadar bağırıyorum.
 Ses gittikçe şiddetini arttırıyor, uluma oluyor. Artık panik halindeyim.
 -Artemi!  Artemi!  Gel, Artemi!
 Gel, Artemi. Söz veriyorum başka sefer seni gece yalnız bırakmayacağım. Seninle geleceğim, nereye istersen, sarı yıldızlı avcı sana nereyi diyorsa. Artık seni yalnız bırakmayacağım. Sana bir şey olmasın yeter. Yeter, şimdi…
 Bu duyulan insan ayak sesi mi? Duruyorum ve kulak kabartıyorum. Sesler, aşağıdan, deniz tarafından geliyor. Kim ola? Artemi mi? Yoksa bir haydut, ya da bir arap mı? Yoksa bir hayalet mi? Kalbim şiddetle çarpıyor, çarpıyor. İçgüdüyle kendimi patikanın kenarına atıyorum, kazılmış toprağın kesek dalgacıklarına siniyorum. Diz çöküyorum. Ayak sesleri yaklaşırken orada toprakla bütünleşmiş, kımıldayan gölgelere ardına kadar açık gözlerle bakıyorum.
 Onu tanıyınca yerimden fırlıyorum.
 -Ah! Korkarak bir çığlık atıyor.
 -Artemi! Artemi! Sen misin?
 Onu kucaklıyorum, tutkuyla başını öpüyorum. Kalbi yaralı kuş gibi çarpıyor.
 -Tanrı adına! Koş! Diyorum ona. Herkes alt üst oldu. Neredeydin?
 Bana cevap vermiyor. Sadece koşmaya başlıyor. Ben de yanında koşuyorum. Yıldızların gönderdiği yeşil ışıkta yüzü inanılmaz sakin, dış dünyaya da, bana ve yıldızlara da kapalı olduğunu tahmin ediyorum.
 -Neden bu kadar geciktin? Ne gördün aşağıda?
 Ondan tek bir sözcük olsun almaya çalışıyorum. Yok. Cevap vermeden sadece koşuyor.
 Çiftliğin mavi duvarları artık seçiliyor. Yaklaşıyoruz. Büyük meşe gövdesinin sert hatlarını gösteriyor.
 -Onlara bülbül için, dedim…, ağzımdan bir anda bu çıkıyor. Bir şey bilmiyorlar.
 -Ne bülbülü? Nefes nefese soruyor.
 -Canım bir bülbül işte. Dinlemeye gittiğini söyledim.
 Aniden duruyor, elimi yakalıyor ve bana bakıyor.
 -Sahi mi, onlara bir şey demedin mi? Sahiden bülbül mü dedin?
 -Evet. Sadece bülbül dedim onlara.
 Bana bir şey diyecek gibi oluyor. Üstüme atılıp beni kucaklayacağını hissediyorum. Fakat bir şey yapmıyor. Yeniden koşmaya başlıyor.
 Herkes çiftliğin büyük kapısında durmuş bekliyordu. Büyükbaba, büyükanne, annemiz, kardeşlerim. Artemi bu sessiz duvarın karşısında biraz duruyor ve sonra geçip gitmek istiyor.
 -Nerdeydin? Nerdeydin? Birçok kızgın ses bağırıyor.
 -Size demedim mi? Onlara sert çıkıyorum. Bülbül dinliyordu!
 -Kaltak! Diyor annemiz. Deden nenen bu saatte seni bekliyor burada! Utanmıyor musun?
 Orada tatlı tatlı duruyor, soluk soluğa, zayıf ve savunmasız dudaklarını ısırıp ağlıyor. Böyle olması ne güzel; çünkü gördü, çünkü yaşadı, çünkü acı çekti… Çünkü sesin onu davet ettiği yerden geliyor, sahilin nefis hikâyesinden geliyor, yıldızlardan, gecenin korkusundan, bülbülün sesinden başına çelenk takmış olarak geliyor.
 Anne konuşuyor da konuşuyor.
 -Hem de mavi elbisenle! Hem de saçında en iyi kurdelen! Gecenin yarısı bir kovukta uzanıp bülbül dinlemek için mi takıp takıştırdın?
 -İyi, iyi, yeter artık…, diyor büyükanne sakin sesle. Gel, Artemi. Gel yavrum.
 Onu elinden tutuyor. Sonra vazgeçiyor, elini bırakıp kolunu kızın omzuna atıyor. Yavaşça ilerliyorlar, ikisi omuz omza. Oradakiler sessizce izliyor.
 -Sus yavrum, diyor büyükanne ona ve hafifçe omzunu okşuyor.
 Sonra, bir şeyler tahmin eder gibi:
 -Tanrı korusun kimsesiz çocuklar gibi ağlama! Diyor ona. Yarın gel bana anlat, ikimiz yalnız kaldığımız zaman. Yarın gel, yanımda ağla…
 O akşamki sofra hiç neşeli geçmedi. Herkes suskundu. En başta büyükbaba. Artemi ortadan kayboldu. Aç olmadığını söyledi ve bizleri bırakıp yatmaya gitti.
 Büyükbaba ve büyükanne yalnız kalınca:
 -Nesi var bu çocuğun? Dedi büyükbaba düşünceli. Nesi var, biliyor musun?
 -Artık on üç yaşında, diye cevapladı büyükanne. Sanırım biliyorum.
 Daha sonra:
 -Ona yardımımız gerekecek, dedi büyükbaba, yine. Sonra da: Yardımın gerekecek, diye düzeltti.
 -Bırak artık bunu konuşmayalım.


 ARTEMİ karanlık odada yatmış geçirdiği harika saatleri düşünüyordu.
 Yalı çiftliğine varınca kendini müthiş bir coşku selinin içinde buldu. Bütün köy, bütün çiftçiler karılarıyla ve çocuklarıyla büyük avluda arkadaş arkadaşa toplanmıştı. En iyi elbiselerini giymişlerdi, kadınlar göz alıcı renkler içindeydi; sarılar, kırmızılar. Çocuklar ortalıkta büyük şamata yapıyordu. Yakıcı sıcaklardan ve denizin tuzundan kavrulmuş genç kızlar oradan oraya koşuşturuyor, masaları hazırladıkları yemeklerle donatıyordu, bu arada delikanlıların muziplik yaparak takılmalarından kaçıyorlar ve işittikleriyle daha fazla yanıp tutuşuyorlardı.
 “Daha gecikirler mi?”
 “Neredeyse varırlar!”
 Tisvi Bilara büyük verandaya her çıktığında masalara iniyor ve hazırlıklara göz atıyordu. Beyaz saçları özenle taranıp başında toplanmıştı, çelenk gibi yüzünü aydınlatıyordu.
 Genç kızlar konuşuyordu:
 “Kraliçe böyle olur. Bizim hanımefendimiz gibi!” Ve gurur duyuyorlardı.
 “Gecikirler mi dersin?” Tisvi Bilara eli ayağı birbirine dolaşmış telaşla sordu.
 “Avcımızı kavaklı yola çıkardım. Uzaktan görünce bize haberi getirecek”, dedi koca Vilaras.
 “Duydunuz mu?” Diyordu genç kızlar. “Andoni Pagidas’ın delikanlıları da yeni evlilerle geliyormuş! Ayvalık’ın kaçakçıları da geliyor!”
 “Ayvalık’ın delikanlıları neden geliyor?”
 “Onlara her zaman destek olan efendimize saygılarından geliyorlar. Ona oğlunu ve gelinini getiriyorlar”.
 Artemi, görüp tanımasınlar diye bir köşede gizleniyordu, avcıyı bulmak için gözü etraftaydı. Avcı nihayet dörtnala koşturduğu küçük beyaz atının üzerinde bağırarak geliyordu:
 “Göründüler!  Kavaklardan göründüler!”
 Meydanda büyük uğultu koptu. Bütün halk avlunun kapısına koştu. Siyah redingotu içinde yaşlı Vilaras karısıyla verandaya çıktı. Etrafa baktılar. Siyah çuha poturlu adamlar, çarpıcı renklere bürünmüş kadınlar kalabalığı içinde, kendi giysileri onlara tuhaf geldi. Vilaraslar yan yana durup, tatlı tatlı gülümseyerek hareketsizce dikildiler.
 O zaman kalabalığın sesi kesildi.
 “İşte onlar!”
 Tören alayı büyük kavaklı yola girmek üzereydi. Başta atları üzerinde Pagidas’ın kumpanyası, Ayvalıklı kaçakçıların belli başlı delikanlıları geliyordu. Fişekliklerini kuşanmış, martinilerini namlusu baş aşağı omza asmış, rengârenk mendiller sardıkları siyah kadife kalpakları başlarında geliyorlardı. Atların gemine asıldılar. Atlar ağızlarından köpük saçarak, onları terbiye ettikleri biçimde birden şaha kalktı. On beş kadar atlıydı. Onların arkasından, biraz mesafeyle yeni evliler geliyordu. Adam kır bir ata binmişti,  kadın da beyaz bir ata. Lepiska sarı saçları omzuna düşmüştü, tel tel, ve yüzü ışık saçıyordu. Geriden tarçın rengi atının üzerinde Pagidas geliyordu. Sâkin ve ciddiydi, sadece o silahsızdı, başına sardığı bir mendille, sağına soluna göz atarak ağır ağır ilerliyordu. En arkadan da gelinin çeyizleriyle yüklü bir deve katarı onları izliyordu. Baştaki deve boncuklarla ve parlak çıngıraklarla süslenmişti, iriydi, kafa sallamasıyla çıngıraklar hepsi birden çalarken ağzından köpükler taşıyordu. Diğer develerin de çıngırakları durmadan çalıyordu. Yer gök sesleriyle doldu.
 Kaçakçı delikanlılar bitişik iki sıra halinde ilerleyerek çiftliğin taş merdivenine vardı. Orada iki sıra birbirinden ayrıldı ve iki ayrı sıra oluştu. Sanki delikanlılar ve ağızlarından köpük saçıp kişneyen atlardan bir nehir olmuştu. İki genç nehrin içinden geçti. Adam attan önce indi ve karısının inmesine yardım etti. Onu elinden tuttu ve merdivene doğru ilerledi. Pagidas yanındaki delikanlıya elini uzattı. Martinisini aldı. Diğer delikanlılar da martinilerini kaldırdılar. Yaşlı Vilaras oğlunu kucakladı. Genç kız eğildi ve önce Tisvi Vilara’nın elini öptü, sonra ona açılan kollara kendini bıraktı. Sonra Vilaras’ın elini öptü ve o da onu alnından öptü.
 “Hoş geldiniz”, dedi gelinine, “toprağımıza ve memleketimize! Hoş geldiniz, çocuklarım!”
 Yanda bir hizmetçi, dimdik, içinde tek nar olan büyük gümüş bir tepsi tutuyordu. Yaşlı Vilaras narı aldı ve bütün gücüyle yere attı. Nar parçalanıyor. Kırmızı büyük nar taneleri etrafa saçılıyor. Aynı anda, Pagidas ve delikanlıları namlularını göğe kaldırarak tüfeklerini boşaltıyor. Hava tüfek sesinden korkan kadınların çığlıklarıyla doluyor.
 “Güçlü olun ve toprağımızın bu narının taneleri gibi birleşin!” Diyor koca Vilaras, tüm ciddiyetiyle.
 Sonra oğlu ve kızı yanında, aşağıdaki kalabalığa dönüyor. Sesler kesiliyor.
 “Bu günler için Tanrıya şükürler olsun. Hanemin şenlenmesi için verdiğiniz destek için sizlere de teşekkür ederim. Üç gün üç gece fakirhanemden yiyin, için. Bu sene evlenecek kızlarınızın drahoması olarak toprak vereceğim ve onları alacak delikanlılara da bir at vereceğim. Bu yaz günü kutsanmış olsun!”
 O zaman bütün halk, kızlar, kadınlar, adamlar ve çocuklar bir ağızdan bağırarak:
 “Sen bin yaşa efendimiz! Çocuklarının mürüvvetini gör! Mutluluğunu gör!”
 Masalara yanaştılar ve şölen başladı.
 Zavallı Artemi avcıyı bulmak için kalabalığın içinde dört dönüyordu. Onu bir köşede tüfeğini doldururken buldu. Dudaklarının üstündeki nemli seyrek tüyler titreşiyor ve ona serinlik veriyordu. Birden gözleri parlıyor.
 “A, sen misin?” Diyor, adam. “Sahiden, geldin mi?”
 “Gördün işte, geldim?”
 “Yalnız mısın?”
 “Yalnız”.
 “Gördün mü? Onu gördün mü?”
 Gözleri alev alevdi.
 “Gördüm”, diyor Artemi.
 “Ne kadar güzel olduğunu gördün mü? Sanki ikonalardaki melekler gibi! Ata ne kadar da iyi biniyor!”
 Gözleri parlıyor.
 “Ben de ata binmeyi öğreneceğim”, diyor Artemi.  “Hiç zor değil!”
 Avcı onu elleriyle belinden kavrayıp zorla havaya kaldırıyor.
 “Ooo! Nasıl öğreneceksin bakalım! Sen onun gibi asla yapamazsın!”
 Artemi şiddetle ayaklarını çırpıyor, bütün vücuduyla, ondan kurtulup yere düşüyor.
 “Bırak beni!” Diyor ona. “Gitme vakti!”
 “Gidecek misin? Ama daha hiçbir şey görmedin! Otur, delikanlıların oyunlarını gör! Deve güreşlerini seyret! Otur, görmek için…”
 Doris, ana merdivenin başında yine görünüyor. Arkasından kocası geliyor, onların arkasından da yaşlı Vilaraslar. Doris elbise değiştirmiş. Şimdi topuklarına kadar inen beyaz bir esvap giyiyor. Saçları nemli ve parlak. Sudan iplikçikler gibi.
 “Bak ona!” Diyor yavaşça avcı, beyaz büyüden hayrete düşerek. “Bak, nasıl…”
 Bunları söylüyor ve Doris’in ayakta durduğu verandaya doğru sokuluyor. Eğlenen insanların arasından geçiyor, eliyle martinisini tutuyor ve sarı yıldızlı beyaz mendili başında dalgalanıyor. Nefesini tutarak ilk basamakta duruyor. Dikiliyor ve dönüp etrafına bakıyor. Avlunun kapısında, bir kavağa dolanmış kocaman bir gül ağacı yükseliyordu. Beyaz bir gül vermişti. En büyüklerinden bir gül, sarkıyor, sanki beni alın diye yalvarıyor. Avcı martinisini kaldırıyor. Gülün uzun sapına nişan alıyor. Doris merakla bakıyor, herkes bakıyor. Martini tok bir ses çıkarıyor. Kurşun kendinden emin akıyor, sanki kaderin işi. Gül, sapından vurulup düşüyor. Kadınlar üzerlerinden geçen ölüme çığlığı basıyor. Hayret çığlıkları her yerden duyuluyor.
 “Bravo!” Diyor, Pagidas, sert yüzünde en ufak bir kıpırdama olmadan.
 Avcı adeta akarak gidiyor, gülü alıp getiriyor ve başını eğerek Doris’in ellerine bırakıyor.
 “Teşekkür ederim”, diyor, kız ve gülümsüyor.
 Şöyle dedi; “efharisto”, yunanca. Sadece sesler bir başka türlüydü, konuşmayı yeni öğrenen bir çocuğun ağzıyla dökülüyordu dudaklarından.
 Doris basamakları iniyor ve bütün masaları dolaşıyor. Davullar ve tulumlar memleketin sert havalarını çalmaya başlıyor. Efkârlı, özlem içeren sesler havada titreşiyor. Doris geçerken, herkes kalkıyor ve sağlığına içiyor. Onlara gülümsüyor. Kaçakçıların masasına varıyor. Başkanları ayağa kalkıyor, sadece o. Kızın gözlerinin içine bakıp selamlamak istiyor. Öteki de ona doğru bakıyor, ısrarla. Andonis Pagidas gözlerini kızın gözlerinden kaçırıyor. O zaman, etrafındaki herkes onu derin bir huşu içinde izliyordu: Andonis Pagidas, o adam, yapamıyor. Gözlerini kızınkinden kaçırıp ellerine indiriyor. Bardağını kaldırıyor. Öteki de bir tane alıyor. Bardakları tokuşturuyorlar. İçiyorlar. Delikanlıların martinileri boşalarak havada hoş bir seda bırakıyor.
 Koca Vilaras emir veriyor:
 “Başlasın develer! Güreşsinler!”
 O zaman, kalabalık bir ağızdan haykırıyor:
 “Develer güreşecek! Develer güreşecek!”
 Herkes çiftliğin yanındaki büyük açık alana koşuyor. Vilaraslar da, Doris de gidiyor ve ilk sıraya oturuyorlar. Arkalarında Pagidas’ın delikanlıları ayakta dikiliyor. Kalabalığın renkleri derme çatma tiyatro alanında, yer yer parlıyordu.
 “Bu göreceğini bir daha göremezsin!” Diyor, yaşlı Vilaras Doris’e.
 “Seni önceden hazırlayayım, çocuğum”, diyor, Tisvi Bilara, bu gösteriden rahatsız olmuş tavırla. “Göreceklerin barbarlıktır”.
 “Böyle şeylerle karşılaşmasını bilen sert bir ülkeden geliyorum”, diyor Doris. Bu göreceğim “Anadolu” mu?”
 “Yüzde yüz”, diyor Vilaras. “Bunun için görmeni istedim”.
 Tiyatronun ortasında, dizlerinin üzerinde kısa şalvarlar giymiş davulcu zeybekler davullara ağırdan ve derinden vurmaya başlıyor. Uzaktan ilk deve görünüyor. Deveci onu geminden tutuyor ve dolaştırmaya başlıyor, tiyatroda bir tur atıyorlar. İri ve yeni gem vurulmuş genç bir hayvandır. Tüyleri alçalan güneş altında parlıyordu. Boynundaki küçük bir çıngırağın asıldığı yerde kırmızı bir muska sarkıyor. Rengârenk boncuklarla süslenmiş el dokuması değerli bir semer vurulmuştu. Ağır ve vakur yürüyor. Ağzından köpükler sıçrıyor. Diğer taraftan rakip güreşçi deve de çıkıyor. Onu da meydana getirip bir tur attırıyorlar. İki deve yan yana geldiği zaman onları tutan deveciler bir an duruyorlar. Namlı erkek develer birbirlerinin gözüne bakıyor. Ağızlarından köpükle beraber derinden gelen bir böğürtü çıkıyor ve kafaları öfkeyle kalkıyor. Davullar gümbürdüyor. Develeri çekiyor ve meydanda bir tur daha attırıyorlar. Sonra çemberin bir yanında onları karşı karşıya tutuyorlar.
 O zaman dişi deveyi dışarı çıkarıyorlar. İki iri erkek devenin önüne getiriyorlar, dişi çok çirkin ve sefil görünüyor. Lakin onun cazibesi için dövüşecekler. Onu önce erkek develerden birinin yanına götürüyorlar ve bir an koklansın diye bırakıyorlar. Erkek deve öfkeyle ayaklarını vuruyor, kafasını sallıyor. Dişiyi o zaman alıp diğer erkek deveye götürüyorlar. Aynı şeyler oluyor. Sonra tekrar diğerine götürüyorlar. Yine. Güçlü içgüdü damarları suluyor, kanı suluyor, titreyen deriyi suluyor. O zaman dişiyi meydanın ortasına koyuyorlar. İki erkek deveyi yanına getiriyorlar. Üçünün de gemini sıkıca tutuyorlar. Erkek develer bütün güçlerini ortaya koyarak, kurtulup atılıyor. Davullar şeytanca çalıyor.


Dum!  Dum!  Dum! Dum!
Dum!  Dum!
 

 Karanlık ses artık son sınıra dayandı. Tutulmuyor. Erkek develerin ağzından devamlı köpük akıyor. Davullar gümbürdüyor. Son bir defa daha, dişiyi önce erkeklerden birinin burnuna yaklaştırıp aniden çekiyorlar, o böğürürken diğerinin burnuna yaklaştırarak erkekleri kızıştırıyorlar. Davullar gümbürdüyor.
 Aniden dişiyi ortadan çekiyorlar. Sürükleyip gizliyorlar. Davullar birden susuyor. Meydana ölüm sessizliği çöküyor. İki erkek deve serbest bırakılıyor. Bakışıyorlar. Sonra zorbaca, hırsla, deli gibi birbirlerinin üzerine atılıyorlar. Korkunç ve vahşi bir güreştir, kuduran ve böğüren doruğa ulaşmış içgüdü Anadolu’nun karanlık tanrısal gücüdür, ölçü tanımaz, sadece köpük ve kanlarla yoğrulmuş tutkuyu bilir.
 Güreş, taraflar yaralanana kadar, dizleri bükülüp çökene kadar, her anı vahşice sürüp gidecek, ölüm ancak odaklanmış tutkunun biraz azalmasını istemeye başlayınca, ancak o zaman,  hırsla güreşen, kanlarını akıtan ve de tatmin olmayan erkekleri güreşten çekecekler.
……………………………………………………………………………………………
 “Seni önceden uyarmıştım, çocuğum”, dedi Tisvi Bilara, Doris’e. “Gördüğün barbarlıktır”.
 Fakat Okyanustan gelen kestane gözler vahşice parlıyordu. Bütün yüzü parlıyordu:
 “Çok hoşuma gitti”.
 Hava kararıyor. Herkes gerisin geri donatılmış sofralara ve eğlentiye koşuyor. Delikanlıların derin anlamlı bakışlarından kızların yüzünü ateş basmış, yanakları al al olmuştu. Tulumlar ve davullar tekrar nefes nefese, zorbaca çalmaya başlıyor. Gürültü, rengârenk camlı büyük fenerlerin asıldığı ağaçların yaprakları altında titreşiyor. 
 Sarı yıldızlı avcı nerededir?
 Artemi, içi alt üst olmuş, yabancı, kimsesiz, boşuna araştırıyor. Birden yukardan parlak şimşeğin gürültüsü duyuluyor. Herkes birbirini yatıştırıyor. Hepsi kafalarını yukarı kaldırıyor.
 “Nedir bu? Kimdir bu?”
 Sadece Artemi sesin ne olduğunu anlayabiliyor. Lakin nerede? Nereden geliyor?
 Yukardan geliyor, bahçenin en yüksek kavağından. Sıcak, heyecanlı, yapraklardan, havanın içinden, insanların arasından geçerek haberini vermek için geliyordu. Fakat bu haber Artemi için değildir. Değildir.
 “Yabancı memleketten gelen küçük hanımefendi için!” Ses yukardan bağırıyor.
 İlk fişek aniden yanıyor ve kıvılcımlarını yukardan bırakıyor. Ağaçların içinden fırlayan zorba bir ışıktır ve yıldızlarla buluşuyor.
 “Bravo!” Mest olmuş aşağıdaki kalabalık adeta uluyor.
 “Yabancı diyardan gelen hanımım için bir daha!” Kavağın sesi duyuluyor ve ikinci fişek de parlıyor.
 Artemi yukarda fişekler yıldızlarla bağlanırken, kaybolmak istediği gölge içinde korkulu adımlarla, titreyen küçük bir kalple, onları geride bırakarak kalabalığın gürültüsünden çıkıyor ve ıssız gecede dönüş için patikaya giriyor.


 O AKŞAM biz çocuklar uyumak için yukarı çıktığımızda Artemi’yi kımıldamadan yatar bulduk. Uykuya dalmış görünüyordu. Kendimi onun yanındaki yatağıma atıyorum ve gözlerimi kapatıyorum. Fakat uyku tutmuyor. Artemi orada sahi ne yapmıştı? Ne görmüştü? Ona ne yapmışlardı? Öfke gitgide benliğimi sarıyor. Yumruklarımı sıkıyorum. Dünyanın bütün avcılarına kin duyuyorum.
 Biraz süre geçiyor. Bütün çocuklar uyuyor.
 O vakit, Artemi’nin yatağından gelen çok hafif bir gürültü duyuyorum. Ortalık yarı karanlık. Bizi korumak için odaya konan çocuklu Meryem Ananın dolabında küçük bir kandil yanıyor. Artemi yavaş yavaş kalkıyor ve yanıma geliyor, parmaklarının ucuna basarak. Benim uyuduğumu sanıyor. Soluğunu duyuyorum.
 Eğiliyor ve alnımdan öpüyor. O zaman elimi uzatıyor ve onunkini tutuyorum.
 Korkuyor.
 -Ah! Uyumamışsın!.. Diyor.
 -Ne var, Artemi?
 -Hiç. Hiç. Sadece sana demek istedim ki… sen, küçük Petrocuk, sadece sen beni seviyorsun.

 

DÖRDÜNCÜ KISIM
Düşlere ve yıldızlara seyahat

AGAPİ bu yıl artık on beş yaşındadır. Kışın şehirde kızlar okulunun büyükler sınıfına gidiyor. Esmer, soluk yüzlü zayıf bir kızdır, iki saç örgüsü beline kadar iner. Saatlerce oturup kitap okur ve problem çözer. Bu sene astronomi ve cebir okuduğu ilk yıl oldu. Aritmetiğe büyük tutkusu vardır. Küçükten beri bizimle oynamaktan hoşlanmaz. Büyüdükçe de bizden gittikçe uzaklaşıyor. Bebeklerle oynamasını bilmez. Gemiciklerle oynamasını bilmez. Çok düşünceli, içine kapanık bir kızdır. İçi hayaller dolu iri gözleri vardır. Her zaman yıldızlara bakmaktan hoşlanmıştır. Fakat şimdilerde, öğrendiği astronomiyle yıldızları kâğıt üzerine indiriyor ve hareketlerini ölçüyor, bu çok vaktini almaya başladı.
 Ona diyorum:
 -Buraya getirdiklerimi görüyor musun? Şahin yuvalarından aldığım yumurtalardır. Kimindenilerde bir şahin yuvası bulabilir misin? Yumurtalarını almaya cesaretin var mı?
 Artemi lâfa karışıyor:
 -Neden ona bunu soruyorsun? Yapamaz! O bir şey yapamaz!
 Kimindenilerden inen Çakal Derenin yatağını izleyerek yukarılara tırmanıyorum. Kaplumbağalarla dolu bir yer olduğunu biliyorum, oraya otlamak için geliyorlar, yavruları da var.
 Parlak sarı bağalı bir yavruyu seçiyorum ve onu Agapi’ye getiriyorum.
 -Al bunu!
 -Bırak beni! Diyor öfkeyle. Yaramaz çocuk! Ne yapacaksın onu?
 Onu ne yapacağımı biliyor. Kışın şehirdeki evimize götüreceğim. Onu ters çevirip yere koyuyorum ve üzerine taş ile bastırıyorum. Yavru savunmasız kalıyor, onu bekleyen korkunç ölümü tahmin ediyor, bağasının içinden başını ve ayaklarını çıkarıyor ve havayı dövmeye başlıyor. Fakat ona kim acır? Çocukların acımasız olduğu çağı yaşıyorum, bu çağda çocuklar merhamet, üzülme nedir bilmezler, dünyadaki izleri sürerek dolaşır dururlar.
 -Yarın onu yaban domuzları mağarasına götüreceğim. Orada ölecek, diyorum.
 Tavşan izlerini takip ediyorum. Onları bulacağımı biliyorum. Bir gün kendimi yuvalarının üstüne buluyorum. Zafer kazanarak dönüyorum. Yavru bir tavşancık bulmuştum ve onu yanımda getiriyordum.
 -Bak ona! Agapi’ye sesleniyorum. Bu çok zordur, ancak büyük avcılar getirebilir!
 Agapi, kendini her konuda öyle büyük sanıyordu ki, bu büyüklüğüyle benimle yarışmaya girmemeliydi, bundan kaçınmalıydı. Gururunu korumak istiyor.
 Büyükbabaya soruyor:
 -Gökyüzünde ne kadar yıldız var, büyükbaba?
 -Kim bilir, yavrum? Ben bunu bilemem.
 -Ben biliyorum! Diyor Agapi ve kocaman kara gözleri daha da büyüyor.
 -Sen biliyor musun? Bunu nasıl bilebilirsin? Diyor öteki, gülerek.
 -Bunu kitaplarımdan öğrendim! Dinle dede?
 Hesaplarını önüne seriyor. Ona diyor: Yıldızlar işte bu kadar. Bu kadar.
 Yaşlı adamın dudaklarındaki gülümseyişte dinginlik ve anlayış vardı. Alay görülmüyor.
 -Neden o kadar olmasın? Diyor. Agapi öyle diyorsa öyledir.
 -Bunu bilirsin belki, dede, kuzey yıldızı hangisidir? Diyor Agapi, Kutup Yıldızı için. Sen bunu bilmelisin.
 Yanakos Bibelas kuzey yıldızını biliyor. Kimindenilerdeki yaşamının birçok gecelerinde yıldızlardan çok şey öğrendi. Yağmur, rüzgâr için onlardan yararlandı, gönderdikleri haberleri yorumladı, ağaçların meyveleri iyi mi olacak yoksa kötü bir yıl mı geçirecekler, hepsini yıldızlara bakarak tahmin etti.
 -Dede, kuzey yıldızının dünyamızdan ne kadar uzak oluğunu biliyor musun?
 -Hayır, Agapi. Bilmiyorum. Bunu kim bilir?
 -Ben biliyorum! Diyor yine kız, parlayan gözlerle. Bunu bulabilirim.
 Astronomi çizimleriyle yine hesaplar yapıyor ve yine bir sayı buluyor.
 -Bu işte!
 Büyükbaba yine anlayışla gülüyor. Fakat içinden düşünüyor. Basit ve okumamış biridir, ne öğrendiyse hayattan öğrenmiştir. Kendi kendine soruyor:
 “Çocuklara acaba neden yeryüzünden yıldızlara gitmeyi öğretiyorlar? Neden bulutlara varmayı öğretiyorlar? Zamanı gelince ve gerekirse üzerinde dolaşsınlar diye mi?”
……………………………………………………………………………………………
 -Benim sarı ipekten bir esvabım olsun, diyor, Artemi. Büyüdüğüm zaman hep sarı giyeceğim. Kanarya sarısı değil. Söğüt çiçeklerini saçlarıma takacağım. Saçlarım dalgalı olacak. Dalgaların arasına söğüt çiçeklerini koyacağım. Evlendiğim zaman kocamı alacağım, Yunan adalarına gideceğiz. Orada bir kere sarı elbisem ve çiçeklerimle denize atlayacağım. Kocam birden dalacak ve tutup beni denizden çıkaracak. Fakat çiçeklerim artık saçlarımda olmayacak. Dalgalar üzerinde yüzecek…
 -Neden Yunan adalarına gidip denize atlayayım ki? Diyor, en küçüğümüz Lena. Ben burada kalıp evleneceğim. Dedeme söyleyeceğim, bize Çakal Dere yanında toprak versin. Oradaki toprak kırmızıdır. Güneş dağların arkasında kaybolarak erken batar. Havası çok serin olur. Kabaran hamurdan ekmek yapmasını öğreneceğim ve çok ada tavşanımız olacak, güvercinlerimiz, atlarımız da olacak. Ben nenem gibi olmak istiyorum.
 Lena bu hayallerini heyecanla anlatırken, sevinçten yanaklarında güller açıyordu.
 -Ben Yunan adalarının da öteye gideceğim, diyor Artemi. Üzerinden sis kalkmaz dedikleri denizlere gideceğim. Çok geyik olan yere gideceğim. Orada kocamla geyik avlayacağız.
 -Kocan ne iş yapacak? Lena soruyor. Benimki çiftçi olacak. Buradaki başkaları biri gibi tohum ekmesini bilecek, Yasef amca gibi iyi meyve vermeleri için yabani zeytinleri, armutları aşılamasını bilecek. Seninki ne yapacak?
 -Avcı olacak, diyor Artemi.
 -Bizimle kal, Artemi, ona yalvarıyor küçük Lena. Neden buradan gideceksin? Neden geyikli memlekete gideceksin? Kimindenilerde yaban domuzlarımız var.
 -Başka türlü yapamam, Lenacık, diyor, Artemi ve gözleri uzaklara dalıyor, denizden tarafa. Okyanus adalarına gideceğim, geldiği yer ne biçim bir yer, göreyim…
 Başka türlü yapamaz. Oraların ne biçim bir yer olduğunu görmeye gidecek; kızların saç tellerini sudan iplikçikler gibi yapan ülkeye, avcıların tüfeğiyle gülleri saplarından koparıp sunduğu kızların ülkesine, geceleri uğruna kavakların üstüne yükselen havai fişeklerin atıldığı kızların ülkesine gidecek.
 - Kim için geldi diyorsun? Lena şaşırarak soruyor.
 -Oho, sen bilmiyorsun! Artemi cevap veriyor. Zavallıcık, daha çok küçüksün sen…

 Birbirlerine gelecek hayallerini anlatan Lena, Agapi ve Artemi’nin arasına koşmaktan soluk soluğa kalmış halde düşüyorum. Daha öğlen olmamıştı. Artemi yakalayıp bir kanadını kopardığı cırcır böceğini tutuyor. Karnını gıdıklıyor, o da devamlı cırlıyor. Lena çamur yoğuruyor, ekmek yapıyor ve onları topraktan yaptığı küçük fırınına yerleştiriyor. Agapi kurşunkalemiyle bir kâğıda rakamlar çiziktiriyor.
 -Gördüm onu! Zaferden dönmüş birinin edasıyla ve alev alev yanan gözlerle onlara sesleniyorum. Size söylüyorum, onu gördüm!
 Sadece Artemi tahmin ediyor. Sadece Artemi sezinliyor. Birden dönüyor ve beni süzerek bakıyor.
 İlk o soruyor:
 -Kimi gördün?
 -Onu gördüm dedim ya! Yabancı ülkeden gelen yabancıyı! Ne kadar güzeldi!
 -Nerde gördün onu?
 Çabucak onlara anlatıyorum. Yaban meşelerine giden patikadan dönüyordum. Orda gördüm onu. Kimindenilerde avlanıyordu herhalde. Ne tuhaf giyinmişti, sanki erkek gibi. Deri pantolonu ve kırmızı deri ceketi vardı. Fişekliğini beline bağlamıştı, beyaz bir atın üzerindeydi ve atın yularıyla karabinasını beraber tutuyordu. Büyük siperliği olan ve başına sımsıkı geçen beyaz bir şapkası vardı. Sarı saçları yanaklarına düşmüştü.
 -Dağlarımızdaki av yerlerini biliyor mu ki o? Diyor Artemi. Meşe ormanındaki patikayı ne zaman öğrenmiş?
 -Ama yalnız değildi, Artemi! Yanında…
 -Yanında…ne?
 -A, tabii! Biriyle beraberdi! Sarı mendilli avcı. 
 Artemi’nin parmakları gevşeyip açılıyor. Yaralı cırcır böceği kanat çırpıp uçmak istiyor, çok çabalıyor ama başaramıyor, sürünüp gidiyor toprakta.
 Lena çamurdan ekmekçiklerini fırınlamayı durduruyor.
 Soruyor:
 -Sahiden güzel mi, Petro?
 -Oo, size bunu nasıl anlatayım!
 -Onu görmek isterim, diyor Lena ilgisizce, yine hamaratça oyununa eğiliyor.
 -E, yakında bizi ziyarete gelirler, diyor Agapi aynı ilgisiz tavırla. Şayet yapabilirsem ona alıştırmalarımı göstereceğim.
 Tekrar kâğıdına ve sayılarına eğiliyor.
 -İştahınızı saklayın! Diyor Lena alaycı tavırla.
 Sadece Artemi susuyor. Cırcır böceğinin içinden kaçıp gittiği açık avucuna bakıyor. Gözleri ne kadar da hüzünlü!
 Haberimin onları çok az etkilediğini görünce doğrusu hayal kırıklığına uğramıştım. Lakin ben daha bitirmemiştim, anlatmak için yanıp tutuşuyordum.
 -Daha bir şey bilmiyorsunuz! Gizlendim ve ne yaptıklarını gördüm!
 -Bırak bizi, Petro! Diyor Lena, kızarak, çünkü bir ekmekçiği avucunda kırılıyor.
 -Ne yapıyorlardı? Artemi soruyor.
 Anlatıyorum: Onları görünce gizlendim, niçin bilmiyorum. Öldürdüğüm kır sansarının mezarının oradaydım -Artemi bunu hatırlıyor mu? Yanıma vardıkları zaman, kız “Burada biraz duralım. Çok hoş yer”, dedi. Onun sesini duydum. Sözlerini anlıyordum, fakat değişik konuşuyordu, çok değişik. Avcı attan atladı. Koştu ve onu tuttu, attan inmesine yardım etti. Kız geniş siperlikli kepini çıkardı ve sırtüstü uzandı. Gözlerini kapattı. Avcı yanına bağdaş kurup oturdu, gözlerini üzerinden hiç ayırmadı. Bir ara kızın elleri rastgele toprağı karıştırmaya başladı. Ona bağırmak istedim. “Orası olmaz! Orası Arteminin hayvanı gömdüğü yer!” Onlar tek kelime bile konuşmuyordu ve ben korkuyordum ve acaba kokusu geliyor mu diye derin nefes alıyordum. Biraz zaman geçti. “Gidelim”, dedi kız ve kalktı. Avcı ata binmesi için ona yardım etmek istedi ama o, “İstemiyorum. Atı senin kadar bilirim”, dedi. Atlarına bindiler ve gittiler. Ne güzel bindi ata! Ne kadar güzeldi!
 -Ben daha güzel değil miyim, Petrocuk? Diyor Lena. Yanaklarıma bak! Ve safça gülüyor.
 -Uf! Ahmaklık etme! Diyor Agapi.
 Ve hemen şimdi hiç yeri ve zamanı değilken, bilgiçliğini göstermek istiyor:
 -Dinleyin beni, size bir şey sorayım! “Bilmece” gibi! Bakalım bulabilecek misiniz?
 Diyelim ki, burada karışık olarak çakallar ve yaban ördekleri var, diyor. Hepsi 23 kafa ve 56 bacak. Öyleyse, ne kadar çakal ne kadar yaban ördeği var, bulabilir miyiz?
 Lena bilmeceyi dinleyince başta garip karşılıyor, düşünür gibi oluyor, fakat kafası karışıyor. Yüzünde saf, komik bir ifade beliriyor. Rastgele bir sayı söylüyor. Sonra başka bir sayı atıyor. Fakat Agapi ona söylediği sayılarla kafa ve bacakların uyuşmadığını gösteriyor.
 -Dur ben sana nasıl bulunacağını göstereyim! Diyor Agapi, dinleyici varlığından coşmuştu.
 Kâğıda acayip işaretler yazmaya başlıyor, birkaç yılın bilgisini, basit cebir denklemleri yaparak bize aktarıyor.
 Hesaplarını yüksek sesle okuyarak yazıyor:
                                                 X = yaban ördekleri
                                          23 - X = çakallar
                          (23 - X ). 4 + 2X = 56
                                92 - 4X + 2X = 56

 Agapi düşünmek için bir an duruyor. Tekrar hesabını gözden geçiriyor: doksan iki eksi dört X artı 2 X eder… doksan iki eksi dört X…
 Artemi birden ablasının üzerine atlıyor. Kâğıdı eline geçirdiği gibi avucunda buruşturup yumak yapıp hiddetle yere atıyor. Inu hiç böyle saldırgan görmemiştim.
 -Saloz! Agapi’ye kudurmuşçasına bağırıyor.
 Yaban meşelerine giden patikada akıttığı gözyaşları şimdikinin yanında hiç kalırdı.
 Lena ellerini aşağı indirmiş saf gözlerle hayret içinde kaçıp giden kardeşimize arkasından bakıyor. Ben de donakalmıştım orada.
 -Nesi var Artemi’nin? Diyor Lena, aniden ciddileşerek.
 -Kötü kız! Agapi öfkeyle bağırıyor arkasından. Yabanisin ve yabani kalacaksın!
 -Nesi var Artemi’nin? Lena olan biteni bir şeye yoramayarak kendi kendine yine mırıldanıyor.
 -Beni kıskanıyor! Diye bağırıyor Agapi. Bunu anlamadın mı?
 Buruşmuş kâğıdını yerden alıyor. Onu düzeltmek için açıp bastırıyor.
 -Sen gel Lena, gel bak…
 Anlaşılmaz sözleri yine dile getirmeye başlıyor:

                                              -4 X + 2X = 56 - 92
                                                        -2X= -36
                                                         2X=  36
                                                           X=  36: 2 = 18

 -İşte bu! Agapi zafer kazanmış gibi bağırıyor. Yaban ördekleri on sekiz tane ve otuz altı ayakları var! Çakallar da beş tane ve onların da yirmi ayakları var! Anladın mı Lena? Anladın mı, Petro?
 -Of! Bırak beni! Diyorum, oturup güneşin titreşimlerini seyrettiğim yerden.
 -Anladın mı Lena?
 Fakat Lena gözlerini Kimindenilere dikmişti, ona henüz yabancı olan dünyanın zor belâ öğretebildiklerini sezgileriyle hecelemeye çalışıyor, ondan kuşku duymaya başlıyor:
 -Artemi’nin nesi var? Devamlı mırıldanıyor. Artemi’nin nesi var?..
 Agapi’nin sesi şimdi daha yavaş, daha yalnız düşüyor boşluğa:
 -X eşittir…


ÇAKALLAR gece uluyor. Dağımızın vahşi tanrıları –onların tanıdık sesi – tepelerden geliyor. Anılar ve korkular beni sarıyor. Kiminle konuşayım? Artemi yanımda uyuyor. Daima Artemi gibi mi düşünsem? “Artemi, duy onları! Geliyorlar! Sesler geliyor. Koru beni! Sen de bana yaklaş. Gel seni koruyayım. Her zaman birimiz diğerine yardım etmez miydi?..”
 Bunları ona söylemek isteyecektim. Fakat demiyorum. İçimde ne oldu acaba? Artemi kayboluyor, hava oluyor. Başına söğüt çiçeklerinden ve sahilimizin zambaklarından çelenk takıyor. Ve böylece gidiyor. Sesler onu yanlarına alıyor, ulumalar onu alıyor. Hayır, bu akşam Artemi’yi tutamıyorum, gitmemesi için onu tutmak istemiyorum. Çiçekli başı yavaş yavaş bulanık gözlerimde eriyor. Onlarda sahilin zambakları vardı, şimdi sudan iplikçikler var.
 “Seni hatırlayacağım. Uzak bir ülkeden gelen seni. Kimindenilere yalnız gitme. Dinle! Uluyanlar çakaldır. Memleketimizde daha çok vahşi hayvan var. Seni parçalayabilirler. Senin yabancı olduğunu, yardımsız kaldığını anlayacaklar ve seni parçalayacaklar! Avcılar sana ne yapabilir? Kimindenilere yalnız gitme, onlarla gitme. Beni al yanına…”
……………………………………………………………………………………………
      Antipi’nin üzerime tuttuğu kandilin ışığını görüyorum. Ani uyandırılmamdan gözlerim kamaşıyor.
 -Kiminle konuşuyorsun? Diyor, büyük kardeşimiz.
 -Biriyle mi konuşuyordum?
 -Gel, rüyaydı, çocuğum. Beni öbür tarafıma çeviriyor. Korkma…
 -Korkmuyorum, Antipi.
 -Evet, çocuğum.


BÜYÜKBABA pahalı çuhadan poturunu ayağına geçirdi, büyükanne siyah ipekten uzun yakalı elbisesini giydi. Saçlarını güzelce taradı. Alnına düşen küçük bukleler yaptı.
 -Büyükbaba ve büyükanne neden bayramlıklarını giydiler?
 -Deniz kenarındaki çiftliğe gidiyorlar. Hoş geldine gidiyorlar ve yeni evlileri kutlayacaklar.
 Önce hediyelerini gönderiyorlar. Kahverengi benekli beyaz bir buzağı. Boynuna mavi boncuklardan bir kolye astılar ve alnına kalp şeklinde üzerine harfler işlenmiş bir muska taktılar. Bir küfe meyve ve bir saksı fesleğen de gönderdiler.
 Arabaya en iyi beyaz atları koştular. İçine kalın kilim yastıklar döşediler. Önce büyükbaba sonra büyükanne arabaya çıktı. Beyaz atlı araba hareket etti. Bütün çocuklar büyük kapıda dikilip yolcu etti.

 Döndükleri zaman büyükanne anneme dedi:
 -Ne kötü talihli kız! Kocası hemen gitti.
 -Kocası gitti mi? Nereye gidiyor?
 -Yunanistan’a gitti. Askerliğini yapmalıymış. Kız şimdi dağlarımıza yalnız başına alışacak.
 -Yazık! Dedi genç olanı.
 -Yazık! Dedi diğeri de.
    
 
BEŞİNCİ KISIM
Bahar kasırgasında kartal yuvalarına

SABAH erkenden çıktım. Yabani meşe ormanına giden patikaya girdim. Burada dursana! Böylece oturarak yabani kuşları sapanımla avlayabilirim. Masmavi göğümüz üstümde pırıl pırıl. Toprak kuru, meşe palamudu ve yapraklar serpilmiş kırmızı toprak ayaklarımın altında uzanıyor. Lena’nın sevdiği topraktır. Biraz kazıyorum. Tırnaklarım toprağa ısrarla ve hırsla gömülüyor, serinliği bulana kadar kazıyor. Geçen kuşa nişan alsana! Lastik taşı sapandan fırlatıyor. Lakin kuş kaçıyor ve taş mavi boşlukta kayboluyor. Onu gözden kaybolana kadar izliyorum. A, bu daha iyi oyun! Hedefsiz, mavi boşluğa taşı atarsın. Deniz kabuklarıyla denizde yaptığımız gibi, hangi taş daha uzağa gidiyor ölçersin.
 “Acaba bugün geçecek mi?..”
 Saatler geçiyor. Bu yıl da kış gelince şehre döneceğiz, babamı yazıhanesinde bulacağım, akşama kadar oraya kapanıp işlerine bakıyor.
 “Artık büyümedim mi, baba?”
 “Tabii çok büyüdün, Petro! On yaşındasın!”
 “Öyleyse baba, bana bir tüfek lazım. Artık avcı olmalıyım”.
 Bana tuhaf bakacak. Mavi gözleri var ve daima altın çerçeveli gözlük takar. Gözlük takan insanların gözlerinden çok korkarım. İçini açık göremezsin.
 “Avcı mı olacağım, dedin? Ne istediğini anlamamış olayım”.
 Evet, babam anlamamıştı. Öyle olsun. Ben de onu duymadım. Lâkin avcı o l m a l ı y d ı m.
 “Acaba bugün geçecek mi?
 Yaklaşan iki atın nal seslerini duyuyorum. Kalbim çarpmaya başlıyor. Neden? Bir an gizlenmeyi düşünüyorum. Fakat yetişemiyorum. Sapanın lastiği elimde, otururken varıyorlar.
 Yabancı bayan avcıya soruyor:
 -Kim bu çocuk? Yalnız başına burada ne arıyor?
 -A, komşu çiftliktendir o! Yanako Bibelas’ın torunudur.
 Sonra bana dönerek:
 -Hanımıma günaydın de! Bana yanındakinin koruyucusuymuş gibi buyurgan bir tavırla söylüyor.
 Ben avcı bozuntusu yabancı heriflerin bana böyle konuşmasına alışık değildim. Sapanı öfkeyle avucumda sıkıyorum ve ısrarla yere bakıyorum.
 Doris atıyla birkaç adım atıyor ve yanıma geliyor.
 -Ne güzel sapan! Diyor. Hiç kuş vurdun mu?
 O zaman ilk defa dönüp yüzüne bakıyorum. Başını örten göğümüzün mavi ışığı erimiş yerinde sadece sarı ışık kalmış.
 -Hayır, diyorum ona utanarak. Bugün av yapmadım.
 -A, sen sahiden avcı mısın?
 -Yabani kuşları vurmasını bilirim, diyorum ona, gittikçe cesaret bularak. Ve bir kere…
 -Bir kere ne?
 -Geçenlerde bir kır sansarı öldürdüm!
 -Kır sansarı mı? Diyor Doris, sözcüğün ne anlama geldiğini bilmiyor. Canavar mı bu?
 Avcı içten içe gülüyor. Ben de ona karşı içimdeki kin dalgasının yine kabardığını anlıyorum.
 -Canavar değil, diyorum yabancı kıza. Ama ormanda yaşar.
 -A, a! Bütün bunları sapanınla mı yapıyorsun? Tüfeğin yok mu?
 Ona ne diyeyim? Kış gelince babamın yanına gideceğimi, yazıhanesine kapanacağımı ve ona yalvaracağımı mı diyeyim? “Bak bana, büyüdüğümü gör…” diyeceğimi mi söyleyeyim ona?
 -Gidelim, hanımım, diyor avcı, Doris’e, sanki benim küçük hikâyeme son verdirmek istiyor.
 O vakit, kanımdaki gurur havadaki ışık gibi akıyor ve bağırıyor.
 -Tüfeğim yok! Diyorum ona. Fakat Kimindenilerde onun bilmediği kartal yuvalarını bulmasını bilirim! O sadece yaban domuzu öldürmesini bilir! İster misin, sana kartal yuvalarını bulayım?
 Ve gülmesine kalmadan, gülmelerine kalmadan: 
 -Beni al yanına, göreceksin, diyorum ona!
 Gözlerimin içindeki ışığın nasıl parladığı görülüyor. Doris parlayan gözleri seviyor. Bana tuhaflaşarak bakıyor.
 -Sahi mi, çocuk? Dağlarınızın kartal yuvalarını biliyor musun?
 -Al beni yanına! Diyorum ona yalvarır gibi. Al beni, göreceksin!
 -Gel!
 Ve avcıya dönerek:
 -Al onu atına! Ona emrediyor.
 Hayır! O ata, onun atına binmiyorum! Koşacağım. Tavşan gibi koşabilirim.
 -Ne garip çocuk! Diyor Doris. Gel! Benimkine bin!
 Atına sıçrıyorum ve önünde eyere oturuyorum. Göğsümde yuları tutan elleri var, biraz önümde atın başı, ötede yeşil yabani meşe denizi. Arkamda sırtıma yapışık, fişeklik kuşanmış, sudan iplikçiklerle taçlandırılmış sıcak vücut var. Yavaş yavaş geliyor: bir uyuşma ki, bir vücuttan diğerine akıyor, derime geçiyor,  içime giriyor, her şey harekete geçiyor, her şey kımıldıyor –bir at başı, iki el, bir yeşil deniz…
 -İyi tut! Doris bağırıyor ve yularını serbest bırakarak koşması için atı mahmuzluyor.
 Başta at yavaş koşuyor, ama birden şimşek gibi akmaya başlıyor. Parmaklarımla atın yelesini sıkıyorum, sıcak hava yüzümü dövüyor, ağaçlar kayboluyor, hatlar ve cisimler siliniyor –her şey dalga oluyor. Rüzgârda dalgalanan Doris’in saçları arkamdan deniz dalgaları gibi geliyor.
 Gökyüzü birden bulutlardan dalgalarla doluyor. Kimindenilerin arkasından fırlayıp çıkıveriyorlar, sesizce ve yoğun. Gökyüzü kararıyor. Kasırga geliyor.
 Kimindenilerde yaz kasırgaları korkunç olur. Kuşlar kayaların kovuklarında sığınak bulmak için haykırarak kaçışıyorlar. Cayırtıları dağın yükseklerinde çakan şimşeğin gök gürültüsü içinde şimdiden duyuluyor.
 -Dönelim! Dönelim geriye! Avcı bağırıyor. Kasırga neredeyse patlayacak!
 Doris’in kalbinin çarptığını duyuyorum. Vuruşları sırtımı delip geçiyor. Şeytan gibi akarken bir an geriye dönüp ona bakıyorum. Gözlerinde parlayan vahşi sevinci görüyorum, Kimindenilerde çakan şimşek gözlerinde parlıyor.
 -Nereye sığınacağımızı biliyorum! Ona sesleniyorum. Kartal yuvalarının olduğu kayalıklara! Durmayın!
 Doris durmuyor. Avcı da ister istemez arkamızdan atını koşturuyor. Doris ne düşünecek: “Bu çocuk beni bu kasırga anında nereye götürüyor, vahşi kartalların yumurtladığı yuvalarına mı?” Böyle diyecek, çünkü bilmiyor. Aklıma aniden gelen fikri bilmiyor, götürdüğüm bu güvenli yeri ne o ne de avcı asla görmediler.
 -Daha çabuk! Daha çabuk! Yüzüm heyecandan kızarmış ona sürekli bağırıyorum. Daha çabuk, büyük kartala bir an önce yetişelim!
 Rüzgâr sözlerimi alıyor ve eritiyor, onları anlaşılmaz sesler yapıyor.
 -Ne diyorsun? Ne diyorsun? Arkamdan olanı anlamak isteyen Doris’in sesini duyuyorum.
 -Daha çabuk! Daha çabuk! Göreceksin!
 Gittikçe kara bulutlar yukardan aşağı yuvarlanmaya başlıyor, Kimindenilerden bizim tarafa. Fakat hâlâ daha bize kadar varamadı. Yağmurun yukarılarda çağlayan gibi yeri dövdüğünü tahmin edebiliyorum. Ama üstümüzdeki gök hala açık. Birazdan. Birazdan varacak bulutlar.
 Acaba o gecikir mi?
 Yırtıcı kuşlar sığınak bulabilmek için çevremizde korkunç cayırtılar kopararak sürü sürü kaçışıyorlar.
 Acaba gecikir mi?
 -Daha çabuk! Daha çabuk!
 Patikayı dönüyoruz. Karşımızda şimdi iki kocaman kaya görünüyor, onları götürdüğüm yer orası, kartalların memleketi. Soluk soluğa kalan at hızını biraz kesti. Kaygıyla gözlerimi gökyüzüne kaldırıyorum. Gökyüzü iki kayanın üzerinde halen açıktı. Biraz daha. Acaba yetiştik mi? Gözlerim ısrarla kayaların zirvesine çivilenmişti, kartal yuvalarının orada olduğunu biliyordum. Biraz uzaktayız daha, evet orada yukarda, şimdi onu seçebiliyorum.
 Birden ellerimle yuları tutan Doris’in ellerini avuçluyorum ve bütün gücümle yuları çekiyorum. At birden duruyor.
 -Bak! Elimle kayalıkları gösterirken Doris’e zafer kazanmış tavırla bağırıyorum. Bak oraya!
 Bir onun gözlerine bir kayalara bakıyorum. Gözleri kamçılayan rüzgârın darbelerinden yanıyor. Artık kestane değil, altın rengi.
 -Ne var? Ne var? Bağırıyor, anlamayarak.
 -Demek görmüyorsun! Kasırga anında bulutların üzerine yükselmek için fırlayan koca kartalı görmüyorsun!
 Büyük bir kara nokta kayalıklardan ayrılıp, dağın arka planında, mermi gibi zirvelere yükseliyordu.
 -Ne dedin?.. Diyor Şaşırarak Doris.
 -Bunu bilmediğin anlaşılıyor! Nefes nefese ona bağırıyorum. Bu büyük kartalın olağanüstü, biricik oyunudur. Diğer kuşlar fırtınanın kokusunu alınca, dehşet içinde yerde, kovuklar içinde ve ağaçlarda sığınak ararlar, büyük kartal, sadece o, inini bırakır ve yükseklere uçar. Yoksa yıldırımla, kasırgayla vuruşmaya mı gidiyor yanlarına? Kartalları bir yaz kasırgasında ilk defa gözetlediğim zaman, böyle düşünmüştüm. Ama çiftliğimizin bilge yaşlısı Yasef amcaya sordum. “Onu gördün mü?”Dedim. Bana hayranlıkla bakmış ve: “O anda, sen o koca kartalı gördün mü?” Demişti ve sanki beni kutsar gibi başımı okşamıştı. “Ben sadece kulaktan duydum. Hayır, oğlum, yıldırımla vuruşmaya gitmiyor. Suyu akıtan bulutların üzerinde güneşle buluşmaya gidiyor, güneş orada daima parlar. Kartallar güneşi sever. Bana böyle demişlerdi.
 Beni dinlerken parıltılar saçan Doris’e bunları izah etmeye çabalıyorum.
 Sonra birden sarı yıldızlı avcıya dönüyorum, sevinçle, yüzümde heyecanın ateşiyle, bedenimin bütün gözenekleri bağırıyor:
 -Sen bunu biliyor musun? Diyorum ona. Sen bunu biliyor musun?
 Şimdi Doris de ona bakıyor.
 -Biliyor musun? Gözleri devamlı ufukta o da soruyor, sonra gittikçe yükselerek uzaklaşan kara noktaya çivileniyor, kasırga bize yaklaşırken nokta kayboluyor.
 -Hayır, diyor avcı. İlk defa duyuyorum. Hangi avcı kasırga gelince gidip kartalları gözetler ki?
 Böyle diyor ve sesinde umursamazlıkla küçümseme seziliyor.
 -Demek bilmiyordun. Diyor Doris, gözleri hâlâ yukarıdaki kara noktayı arıyor.
 -Hayır. Bilmiyordum!
 O zaman Doris içten gelen dürtüyle, kafamı elleri arasına alıyor, bana bakıyor ve yanağımdan öpüyor.
 -Bana böyle başka şeyler de öğretecek misin, çocuk?
 Utançtan kıpkırmızıydım. Tuhaf bir heyecan, bir sıcaklık…
 -Bir şey bilmiyorum…, diye mırıldanıyorum. Dağlarımızda ne biliyorsam sana öğreteceğim.
 Doris neşeyle bir kahkaha atıyor. Yağmurun ilk damlaları bizi dövmeye başlıyor. Avcı etrafına bakıyor. Öyle görülüyor ki bu vahşi doğada hiç bulunmamıştı. Burası yalnızca kartalların memleketiydi. Adam karaca, ayı ve yaban domuzu avlıyordu.
 -Büyük bir ağacın altına gidelim! Diyor.
 -Hayır! Ona bağırıyorum. Ben biliyorum! Nereye sığınacağımızı ben biliyorum! Ve gitmesi için atın dizginiyle oynuyorum.
 Kayalıklara doğru tırmanıyoruz. Patika yok, at güçlükle tırmanıyor. Kasırga hızını arttırıyor. Şimşekler şeytani gürültüyle bulutları yırtıyor, yamaçlara ve kayalıklara düşüyor, daha korkunç oluyorlar. Fakat ben her zerresinin ısındığı küçük gövdemde bütünüyle dinginliği hissediyorum. Biraz daha. Biraz daha…
 Çevremizdeki doğa şimdi çıplak ve vahşiydi, ağaçsızdı ve kara bulutlarla kaplanmıştı. Hiçbir canlı sesi yok, hiçbir kuş cayırtısı duyulmuyor. Biz yalnızız, bir ata binmişiz, Doris ve ben. Büyük kartal bulutların üzerinde ve bizi görmüyor.
 At iki sarp kayanın önünde duruyor. Burası kayanın yamacıdır, mağaranın karanlık ağzı oradadır. Kasırga şimdi bizi inanılmaz şiddetiyle dövüyor.
 -Burası!, Yağmur beni ıslatırken Doris’e bağırıyorum. Burada korunacağız!
 Attan iniyoruz ve atları çabucak mağara ağzına çekiyoruz. Çok iyi. Karanlık. Yıldırım mağaranın içinde korkunç uğulduyor. Mağaranın girişine bakan gözlerimiz dışarıda hiçbir şey seçemiyor. Mağara ağzında sadece akan sudan bulanık bir perde görüyoruz. Soğuktan çenelerimiz vuruyor. Ellerimi atın burun deliklerine uzatıyorum. Belki biraz ısıtır.
 -Ateş yakalım! Diyor Doris.
 Avcı sadık bir köpek gibi sürekli onun gözlerine bakıyor. Fırlıyor ve mağara ağzına gidiyor. Biraz duruyor. Sonra kasırganın içine atlıyor.
 Biraz sonra üzerinden su damlayan dal ve çalıları yüklenmiş dönüyor. 
 -Yanmayacak! Diyerek hinlik yapıyorum. Çünkü Doris için benim düşünmediğim bir şey yapmış olması, hem de sırılsıklam ıslanarak, bana dokunmuştu.
 -Sen konuşma! Diyor avcı. Yanacak!
 Biraz zorlanıyor. Fakat ateş yanıyor.
 -Teşekkür ederim, diyor Doris ve sırtüstü uzanıyor.
 Ateşin bir başına avcı öbür başına ben oturuyoruz ve ateşi karıştırıyoruz. Alevler Doris’in yüzünde garip parıltılar bırakıyor. Saçlarının rengi sarıdan kırmızıya dönüyor. Kan dalgaları gibi. Sonbahar çalılarının yaprakları gibi.
 -Ben sadece deniz kartallarını bilirim, diyor Doris. Onlardan ülkemde çok var.
 -Deniz kartalları mı var?
 Tabii var, diyor Doris. Onlar da güneşi severler. Yavruları yumurtadan çıkınca, büyükler onları alır, güneşe karşı koyup zorla baktırırlar. Alelade bir kartal yavrusu buna dayanamaz, ışıktan gözleri yaşarır, çok su kaybeder ve bu onu öldürür. Vahşi kuşlardır. Bir öküze de karşı koyabilirler. Denize dalarlar ve ıslanmış olarak kumsala giderler, kanatları kum ve küçük çakıl dolana kadar yuvarlanırlar. Sonra öküzün sırtına atlar onu vahşi gaga darbeleriyle yaralarken gözlerine kum atarlar. Öküz can havliyle kaçar, deniz kartalı onu takatsiz düşürene kadar gagasıyla devamlı vurur ve onu kör eder.
 Büyüye kapılmış, Doris’in geldiği ülkenin kartallarını doymaz bir hırsla dinliyordum.
 -Gerçek mi? Kartallarınız böyle mi yapıyor?
 -Balıkçılarımız da; kartalların denizde foklarla savaştıklarını defalarca gördüklerini söylerler, diyor Doris. Üzerlerine hırsla atılırlar ve tırnaklarını şiddetle gövdelerine gömerler ve artık ne yapsalar çıkaramazlarmış. Fok o zaman denize dalar ve gövdesine yapışan kuşu beraberinde ıslak ölüme sürüklermiş.
 Bütün bu olanlar ne kadar garip! Doris, gözlerini mağaranın bulanık ağzına dikmiş, öyle hareketsiz yatıyordu. O anda bir şeye özlem duyan çocuk gibi hayallere dalmıştı.
 -Bir küçük kartalımın olmasını, onu büyütmeyi çok isterdim, diyor Doris, sanki kendisiyle konuşur gibi.
 -Dağlarımızdan siyah bir yavru ayın olsun ister misin? Avcı onun dudaklarından çıkan sözlere asılarak, soruyor. Kimindenilerin büyük ayılarının inlerini bilirim. Şimdi yavrulamış olurlar. Onu öldürürüm ve yavrusunu alırım.
 -Hayır, diyor Doris. Ayı istemiyorum. Onların burnuna halka takıp sürüklemek gerekir. Vahşi hayvanı zincire vurup sürüklemekten hiç hoşlanmam. Güneşe baktığı zaman gözleri yaşarmayacak bir kartal isterdim. Onu kafese koymayacağım. Ona başımın üstünde uçarak beni izlemesini öğreteceğim.
 Gerçekten mi? Bir kartal mı istiyor Doris? Kalbim çarpıyor. Dişi kartalın yukarıdaki yuvasındaki yumurtaları acaba ne oldu? Büyük kartalı yanında dişisi yokken yuvanın üstünde dönerken görmüştüm. Bunu Yasef amcaya söyledim. O da bana böyle olduğu zaman dişinin yumurtladığını söyledi. Fakat şu sıralar bu tarafa gelmedim. Acaba yavrular çıktı mı? Çıktılarsa! Şayet…
 Kasırga gittikçe uzaklaşıyordu. Kara bulutlar üstümüzden geçince batıya doğru çekip gidebiliriz. Yağmur hızını kesti.
 Avcı yerinden kalkıyor ve gerinerek uyuşukluğunu atıyor.
 -Kaybolayım biraz, diyor ve mağaradan çıkıyor.
 Doris ateşin yanında, gözleri mağaranın ağzında sırtüstü yatmaya devam ediyor. Göğsü biraz açılmıştı, çünkü ceketini çıkarmış kurutuyordu. Işık aralanmış bulutların ve yağmur damlalarının arasından geçiyor, gelip teninde parıltılar yapıyordu. Yağmur ve kandan, tuhaf bir ışıktı. A, Doris burada oturmalı, sudan ve rüzgârdan güven içinde olsun ve özlemleri olmasın. Ne isterse buraya gelmeli, onun ve ateşin arasına konmalı –elini uzatsın ve neyi isterse alsın. Hele bir de şayet yavru kartalı anasının pençelerinden araklayabilirse!
 Kalkıyorum, mağaranın ağzına birkaç adım atıyorum ve yukarı bakıyorum. Görünen bir şey yok. Büyük kartal henüz bulutların üstünden inmedi. Kim bilir? Belki dişi de gitmiştir. Birkaç damla yağmur gözüme kaçıyor. Haç çıkarayım. Şimdi, şimdi en iyi zamandır.
 Devasa kayayı tırmanmaya başlıyorum. Orada burada taşların kalbinden fırlamış yabani bitki dallarına tutunarak tırmandıkça tırmanıyorum. Yüksekten her zaman korkarım. Başımın dönmemesi için geriye dönüp bakmıyorum. Arkamda batı tarafında çakan şimşeklerin gök gürültüsünü duyuyorum ve gittikçe uzaklaşıyorlar. Tuttuğum dal parçaları ıslak ve kaygan. Sert diken dalları. Ellerim kanıyor. Doris ateşin başında oturuyor ve bilmiyor. Devamlı yukarı çıkıyorum. Gözleri parlayacak ve beni yanağımdan öpecek. “Teşekkür ederim, çocuk”, diyecek bana ve ona vereceğim kartalı alacak. Dişi yuvasında mıdır? Yoksa değil midir? Başka bir kartal bulutlardan inerek bana saldırır mı?
 Doruğa yaklaştıkça beni yavaş yavaş sarıp sarmalayan bu sessizlik ne garip, tehlike ne büyük… Yağmur çevrede sustu. Kasırganın şimşekleri uzakta çakıyor, artık sesleri duyulmuyor. Ayaklarımın altında zor bulduğum dallar ve gürültüsüz yuvarlanan taşlar, sanki sessizlikler diyarında yaşıyor. Durmadan çıkıyorum. Ne garip sessizlik! Artık hiçbir şey yok. Doris’in saçları da, yağmur ve alevden parlayan gözleri de yok  –bunlar da sönüyor.
 Bir an için, sadece bir an için kafamı kaldırıp yukarı bakıyorum. Birden kalbimin zorba vuruşuyla sessizlik çözülüyor. Orada! Birkaç metre sadece, orada! Nihayet! Yuva! Bütün gücümü topluyorum, iki elimle kayayı kavrıyorum ve son çabamı ortaya koyuyorum. Biraz daha! Ha gayret!
 -Ah!
 Yüreklere işleyen ses sanki çok derinden geliyor, çok aşağıdan. Bağıran Doris değil mi?
 Dönüp aşağı bakmaya vaktim olmuyor. Üzerimde kuvvetli bir esinti hissediyorum: bana yaklaşan korkunç bir gölge.
 -Kımıldama! Kımıldama!
 Doris’in derinden gelen umutsuz sesini duyuyorum. Aynı anda sanki köpeğinki gibi, tepemde vahşi çığlığı duyuyorum, kartalın bilinen sesi. Kara bir bulut gözlerimden hızla geçiyor ve birden her şey titremeye başlıyor, dünya kararıyor. Artık bir şey hatırlamıyorum, bir şeye tutunamıyorum. Bu kargaşa içinde bir tüfeğin metalik sesini hissediyorum, onun hayatımla tek mi çift mi oynayan atışını, Doris kurşunu birkaç parmak başımın üstüne nişan alarak kartala sıkıyor. Sonra yuvarlandığımı hissediyorum. Düştüğümü. Düşüyorum.
 Aşağıda her şey karanlıktır.
……………………………………………………………………………………………
ÇOK SONRA, gözlerimi açtığım zaman, kendimi kayanın yamacında uzanmış buluyorum. Avcı üzerimde dikiliyor ve Doris de yanımda bana eğilmiş bekliyor. Devamlı mendili ıslatıp yüzümü serinletiyor. Alnımda şiddetli bir ağrı duyuyorum. Elimi alnıma götürüyorum ve sarılmış olduğunu anlıyorum. Kanlı bir mendil de yanda duruyordu. Kandan çok korkuyorum.
 -Bir şeyin yok, diyor Doris, gözlerimi izleyerek. Yere çarptın biraz. Ama bak oraya!
 Gösterdiği yere bakıyorum. Yükseklerin kuşu vurulmuş yatıyor, biraz yanımda, açılmış hareketsiz muazzam kanatları görüyorum. Kasırga kopunca, diğer bütün yırtıcı kuşlardan farklı olarak sadece o, büyük kartal, yükseklere çıktı- atalarının yaptığı gibi. Ormanın diğer yaratıkları sonra ona bulutlara yenildi, yerin kaybettiği güneşi bulamıyor demesinler diye. Güneşe sarılmış, zafere bürünmüş, şimdi böyle hareketsiz huzur içinde yatabilir. Kimindenilerde bütün kartallar öğrendikleri zaman kartal gibi öldü diyecekler.
 -Ne arıyordun kartalın yuvasında, bizi korkutmak için mi? Avcı kızarak söyleniyor. Ben de yoktum! Hem hanımım da yalnızdı! Ya seni görmeseydi! Kurşunu ilk atışta kartalı bulmasaydı! Ya seni vursaydı?
 Doris dönüyor ve ona susmasını anlatan sert bir bakış atıyor. Ben baygınlıktan yeni kurtularak hatırlamaya çalışıyorum. Kayanın hayali gözlerimde yeniden canlanıyor. Ne olduğunu yeni anlamaya başlıyorum.
 -Daha iyi misin, çocuk? Diyor Doris, sesi farklı ve sevecendi. Ata binebilir misin?
 -Evet, diyorum ona. Binebilirim.
 -Çabuk aşağı inmeliyiz, diyor Doris. Korkma. Düşünce kafanı vurdun biraz. Yumuşak yere düştün. Ben iyi ederim.
 - O kadar yüksekten nasıl ölmedin! Diyor avcı. At yalı çiftliğine dönerken şeytan gibi koşuyor. Güneş tekrar gökte parlıyor. Islak toprak yoğun şekilde kokuyor. Serin rüzgâr yüzümü yalıyor. Her şey temizleniyor. Her şey güzel. Doris arkamda. Göğsümde dizginleri tutarken beni kucaklıyor gibi sanki.
 Sana anlatacağım, sana anlatacağım, yabancı ülkeden gelen genç kızcağız:
 -Sana yavru kartalı getirmeye gidiyordum, istediğin…
 Rüzgâr sesimi alıp götürüyor. Duydu ya da duyamadı. Ama ben ona tekrar söyleyemiyorum. Kolları göğsümü çok fazla sıkıyor. Bizi saran rüzgâr da şarkı söylüyor.


YALI ÇİFTLİĞİNDE Vilaraslar bizi görünce dehşete düştü. Kan bağladıkları sargının üzerine çıkmıştı. Doris beni hemen odasına götürdü, bir kanepeye yatırdı, kollarını sıvadı yaramı iyice yıkadı, temizledi, tentürdiyot sürüp gazlı bezle sardı.
 -Dinlen biraz, dedi ve gitti.
 Biraz sonra döndü.
 -İyi misin?
 -Evet, diyorum ona. Evime gitmeliyim. Anneme gitmeliyim.
 -Ben seni götüreceğim.
 Tekrar beni alıp ata biniyor ve çiftliğimize götürüyor.
 Öğlen olmuştu ve meraklanmaya başlamışlardı. Annem kafamı sargılar içinde görünce çığlığı bastı. Kardeşlerimin hepsi koştu geldi. Büyükbaba ve büyükanne de koştu.
 -Tanrı adına! Ne oldu? Ne oldu? Ağır vuruk mu?
 Herkes Doris’i böyle erkek kıyafetiyle ilk defa görüyordu. Gözleri hayretten açılmıştı.
 -Ne oldu, Tanrı adına! Ne oldu, kızım?
 -Hiçbir şey! Hiçbir şey! Doris onları yatıştırmaya çalışıyor. Kaydı biraz ve düştü. Yatağı nerede?
 Beni kolumdan tutarak gösterdikleri yere doğru cesaretle ilerliyor. Herkes onu izliyor, sanki herkesi o yöneltiyordu.
 Büyük kardeşim Antipi’yi kenara çekiyor ona diyor:
 -Size sargı için gazlı bez getirdim. Sizde olmayabilir. Sargıyı böyle değiştireceksin. Bırak şimdi dinlensin.
 Ona gitmeden önce bir kere daha bakıyorum. O da bana bakıyor. Yanıma geldiğini görüyorum, eğiliyor ve herkesin önünde beni alnımdan öpüyor.

 AYNI AKŞAM avcı da geliyor. Onu yatak odamıza getiriyorlar.
 -Küçük hanımefendim bunu sana gönderdi, diyor. Tut onu, senin.
 Küçük bir çocuk silahıydı, küçük bir tüfek; flomber. Çiftliklerindeydi, Vilarasların oğlundan, Doris’in kocasının çocukluğundan kalmaydı. Avcı bunları anlatıp hediyeyi veriyor.

 Kayalıklara, Kimindenilere gece iniyor. Ağır ağır. Sessizlik Tanrısı. Yıldızlar çıkıyor. Hareketsiz açık kanatlarıyla yatan büyük kartalın yanında akan kan kımıldıyor, onun kanı. Toprak yağmur suyuyla beraber alabildiği kadarını aldı. Fakat bir damla yaprağın üzerinde gizlenmiş, o dışarıda kaldı. Çocuktan kasırga anında akan bir damla kan da dışarıda kaldı. Damlaları ölü kartalın gövdesi ayırıyor, hareketsiz kanatları.
 Gece gelince damlalar uyanıyor.
 “Gel”, diyor ilki –kartalın kanı. “Gel, toprağa beraber gidelim”.
 “Hayır”, diyor öteki –çocuğun kanı. “Şafağı bekliyorum. Beni almaya eşekarısı gelecek, hüthüt kuşu gelecek. Güneşte, yukarılarda seyahat etmek istiyorum”.
 “Ben güneşli zamanlarımı yaşadım”, diyor, kartalın kanı. “Güneş içimde var. Artık toprağa dönmek istiyorum”.
 “Zaman gelir buluşuruz”, diyor çocuğun kanı. “Fakat henüz değil. Daha benim vaktim gelmedi. Şafağı bekliyorum”.


 
ALTINCI KISIM
Mistik büyü
 

ARTEMİ atla dörtnala yaklaşan avcının önüne fırlıyor.
 -Dur! Ona bağırıyor.
 At hemen duruyor. Avcının yüzü asılıyor. Mendilindeki yıldızlar gibi sararıyor.
 -Sen misin? Diyor, öfkesi burnunda. Ne istiyorsun?
 -Beni atına al diyor, Artemi. Hanımına gitmek istiyorum!

Avcı daha bir şey söylemeden atın boynunu yakalıyor ve ceylan gibi üzerine sıçrıyor.
 Avcı önüne oturmasına yardım ediyor. At gidiyor. Şeytan gibi akıyor.
 -Hanımımdan ne istiyorsun? Artemi arkadan soru soran avcının sesini duyuyor. Seninkiler seni göndermiyor mu?
 -Hayır, göndermiyor!
 -Ondan ne istiyorsun?
 Yaz rüzgârı, meltem denizden geliyor, sert esiyor.
 -O kardeşime ne yaptı? Artemi sert rüzgâra karşı bağırıyor. Bunu sormak istiyorum.
 -Bana neden sormuyorsun? Ben de oradaydım.
 Artemi birden atın dizginlerine asılıyor.
 -A, sen de mi oradaydın? Yine mi onunlaydın?
 Ona dik dik bakıyor, vahşi sert bakışlar. Kimindenilerde nice yaban domuzları, kara ayılar avlamış avcı biri, içine oturan ağırlığı hissediyor ve bir kızcağızın, Artemi’nin bile bakışlarına dayanamıyor.
 Gözlerini yere eğiyor.
 -Her gün onunla beraberim, diyor. Her gün onunla dağlarımızda dolaşıyorum.
 Birden atın yularını kavrayarak ayaklarıyla karnını mahmuzlayıp koşuya kaldırıyor.
 Gene yalnız değiller, sert rüzgâr tekrar suratlarını kamçılamaya başlıyor.
 -Kardeşime ne oldu? Artemi’nin sorgulayan vahşi sesi tekrar duyuluyor.
 -Onu kartal alacaktı! Diyor avcı.
 -Kartal mı alacaktı? Hangi kartal?
 -Kardeşin kartalın yuvasına çıkmak istedi. Hanımım kartalı öldürdü. Yaptığı bu iş memleketimizde her hangi bir kadının başaracağı iş değildi. Hedefi biraz şaşırsa kardeşini vuracaktı!
 Güneş batmak üzereydi. Avcının sesinde derinden gelen garip bir hâl vardı. Artemi bu derin anlamın şu an da avcının gözlerinde de parladığını tahmin ediyor. Fakat geri dönüp bu gözleri görmek istemiyor. O anlamı yüzünden silmek için tırnaklarıyla yüzünü yolabilirdi.
 İki yanı kavak ağaçlı yoldan geçiyorlar.
 -Geldik! Diyor avcı ve attan iniyor.
 Artemi’ye de inmesi için yardım ediyor.
 -Gidecek misin?
 -Gideceğim.
 İlerliyorlar. Kavakların altında koyu bir sükûnet hüküm sürüyordu. Sadece dalgaların uğultusu duyuluyordu. Meltem döverken köpürüyor olacaklardı. Rüzgârın onları üzerlerinden alıp tan yerine, Ege’nin mavi ışıklı sularına götürmesi için gecenin gelmesini bekleyecekler.
 Avcı birden duruyor.
 -Dinle!.. Diyor Artemi’ye ve sıkıca elinden tutuyor. Bu odur!
 İçerden, hafif, cılız, garip aralar vererek başlayan, sonra acımasız bir sertlikle yükselen sesler geliyordu. Doris piyano çalıyordu.
 -O’ dur!.. diyor avcı, parmakları kızın ellerini sıkarken, gözleri denizdeki dalgalar gibi bulanıktı.
 -Her zaman bu saatte oluyor, diyor avcı. Kimindenilerde dolaşmıyorsa, çalgısını çalıyor. Bu saatte kimse onu görmeye çıkamaz. Yalnız olmak ister.
 Ve sonra:
 -Beklemelisin, diyor Artemi’ye.
 Gürültüsüzce seslerin geldiği pencerenin altına gidiyorlar. Bir ağacın yamacına oturuyorlar. Ne biçim müzik bu? Sanki soluk soluğa atlar geçiyor, sanki ağaçlar kökünden sökülüyor, sanki boğulan insanlar merhamet arıyor. Sonra hepsi birbirine karışıyor. Atlar, ağaçlar, dalgalar. Ve birden sönüyorlar. Sadece rüzgârın çıkardığı hafif gürültü kalıyor.
 -Duydun mu?.. Diyor avcı, büyülenmiş gözlerle.
 Artemi oradaki bu yabancı müziği anlamıyor, onu hissetmiyor ve ona öfke duyuyor.
 -Neden böyle yapıyorsun? Diyor avcıya. Sanki seni büyülemiş gibi!
 -Bakıyorum hanımımın müziği hoşuna gitmedi!
 O zaman öfkeden boğulan Artemi’nin yüzü kıpkırmızı oluyor.
 -Yoksa sen bu musikiden hoşlanıyor musun? Yüzüne bağırıyor. Kimindenilerin bir avcısı böyle yabancı başka şeylerden nasıl hoşlanabilir?
 Sonra biraz yukarı, ağacın yapraklarına bakarak:
 -Benim hoşuma sadece memleketimle ilgili şeyler gider. Zurnaları, davulları, tulumları severim. Kaçakçılar çalar ve oynarlar, Ayvalığın delikanlıları.
 -Sus şimdi! Diyor avcı, kızarak. Sus da dinle!
 Artemi onunla bu ses tonuyla konuşulmasına alışmamıştı. Birden yerinden sıçrıyor.
 -Şimdi onu durdurmaya içeri gidiyorum! Bağırıyor. Ben onun hizmetçisi değilim ki bekleyeyim! Kardeşime ne olduğunu bana söylemesini isteyeceğim! Kardeşime ne olduğunu bana söyleyecek!
 Fakat avcı da yerinden fırlıyor.
 -Hanımımı kızdırman için seni bırakmam, ortalık yıkılır sonra! Bağırma, sus! Kes sesini! Ona sertçe söylüyor ve yanından uzaklaşmaması için elinden çekiyor.
 - Bunu bana sen mi diyorsun? Sen bana böyle mi konuşuyorsun? Artemi’nin sesi öfkeden titriyor, ağlamaya hazırdı.
 -Bırak şimdi bunları! Gel!
 Onu çeke çeke bahçenin dışına kadar sürüklüyor.
 -Gitmelisin şimdi! Diyerek tartışmayı kesiyor. Birazdan hava kararacak!
 Artemi’nin elini bırakıp, ayaklarını açarak giriş kapısının önünde dikiliyor, onun tekrar içeri girmemesi için kararlıdır.
 Artemi titreyen dudaklarını ısırıyor, ağlamamak için kendini tutuyor, avcının suratına şiddetli bir tokat atıyor ve sonra dönüş için patikaya koşuyor.


 ATEŞTEN yanıyorum. Yağmurdan üşütmüş olacağım.
 Lena yanımdan ayrılmak istemiyor. Oturuyor ve bana bakıyor. Gözlerimin içine bakıp ne istediğimi tahmin ediyor. Üstümü örtüyor ve devamlı suyla yüzümü ıslatıyor.
 -Lenacığım, bugün fırınınla oynamayacak mısın?
 -Ama burada da oynuyorum, diyor. İstemiyor musun?
 -İstiyorum.
 Böyle safça fakat içten söylüyor. Lena en iyi oyununu oynuyor, görülüyor ki bütün hayatı boyunca bu oyunu oynayacak: getirsin, versin, başkalarına baksın.
 -Bana tüfeğimi ver, Lena.
 İnce siyah namlusunu okşuyorum, üzerinde yabancı harflerle yazılı markasını inceliyorum. Harfleri okumasını bilmiyorum.
 -Nasıl çarptın? Lena soruyor, şimdiye kadar duyduklarından bana ne olduğunu anlayamamıştı. Şimşek çakarken ne oldu?
 -Hiçbir şey, Lena.
 -Artık arkadaş değiliz, diyor kız. Hep Artemi ile oynuyorsun. Kimindenilere gitmeye korkmuyor musunuz?
 -Günler var, Artemi ile gitmiyoruz. Dargınız.
 -Darıldınız mı? Neden?
 -Öyle.
 -Biz darılmayacağız, diyor Lena. Harman zamanı geliyor. İstersen büyük harman yerine gidip başaklardan bir kulübecik yaparız. Orada “büyükbaba ve büyükannecilik” oynarız. Ben büyükanne olurum seni kulübeciğin dışında beklerim. Geldiğin zaman ayağa kalkarım sen de benim saçlarımı okşarsın.
 -Hayır, Lena. Evcilik oynamak istemiyorum. Başaktan kulübem olsun istemiyorum. İyileşmek ve Kimindenilere gitmek istiyorum. Mağaraya gideceğim, yabandomuzları yaşlanınca ölmeğe oraya gidiyorlar. Mağarada küçük bir kaplumbağa ile yeşil kertenkelem var. Kertenkeleyi sapanımla yaraladım, kamıştan yaptığım bir çarmıha bağladım. Hazreti İsa’yı bağladıkları gibi. Artemi ile yakaladığımız yarasa da var. Hepsi orada ölmeyi bekliyor. Onları ona göstermek istiyorum.
 -Yabandomuzlarının ölmek için gittikleri mağaralara nasıl korkmadan giriyorsun? Neden öldürüyorsun yavru kaplumbağaları, yarasa ve kertenkeleleri?
 -Ama artık büyüdüm, Lena’cığım. Görmüyor musun? Büyüklerin hepsi böyle yapmıyor mu? Öldürmüyorlar mı?
 -Ona göstereyim dedin. Kime?
 -Uzak memleketten gelen yabancı kıza.
 -O neden erkek gibi dolaşıyor Kimindenilerde?
Büyükbaba onu sevmiyor. Büyükanne de sevmiyor. Bunlar yapmacık tavırlar diyorlardı dün. Bizim kadınlarımız evlerinde oturur çocuk yaparlar, hamur yoğururlar, diyorlardı.
 Doris için kötü laf söylemekle ne fena yapıyorlar! Fakat onlar ne biliyorlar? Hiç kasırga sırasında mağarada onunla kaldılar mı, ağaç dallarının alevi karşısında uzanırken yüzünün nasıl parladığını gördüler mi? O zaman hiç bir şeye özlem duymuyorsun. Kartaldan korkmuyorsun, onu gidip getirmeye karar veriyorsun. Ve o kritik anda Doris’in eli hiç titremiyor. Hedefi bulamazsa yandın o zaman. Doris atıyor ve hedefi şaşırmıyor. Benden başka hangi yaratık Kimindenilerde o anı yaşadı?
 Küçük tüfeğimi okşuyorum.
 -Gözlerin neden öyle? Diyor Lena şaşırarak. Sanki canlı bir şeyi okşuyorsun.
 Küçük yuvarlak sevimli yüzünde belli belirsiz bir kaygı okuyorum. Bana büyükannenin ve annemim şefkatli yüzünü hatırlatıyor.
 -Dinle, diyor Lena düşünceli. Tütsü ağacının kokusunu sever misin, sevmez misin? Söyle bana.
 -Severim. Neden sordun?
 Lena gidiyor ve biraz sonra dönüyor. Bir elinde büyükannenin bronz buhurdanlığını tutuyor. İçinde bir, iki kömür kor parçası var. Öbür elinde İsa çiçeğinden yapraklar var –kuru gül ve günlük ağacı yapraklarından. Yaprakları kömüre atıyor. Yaklaşıp başımın üstüne tutuyor ve tütsüyle daire çiziyor. Lena sakin bir çehreyle dikkatini bir noktaya yoğunlaştırarak mavi dumanlarla havada daireler çiziyor. Büyükannenin yüzü de bize nazar değdiği zaman onu uzaklaştırmak için tütsülerken böyledir. Büyükannenin dudakları o zaman kımıldar ve gizemli bir dua mırıldanır, mistik büyü cinleri kovar ve Tanrının dinginliği tekrar içimize dönerdi. Hiçbirimiz bu garip duadan tek kelime anlamazdı –hiçbir şey. “Ne diyorsun, nene?” Ona bir kere tütsülerken sormuştum. “Ss! Ss!” diye işaret etti ve korkarak parmağıyla ağzımı kapattı. “Bu duayla büyükannenin ne dediğini çocuklar bilmemeli. Büyükannenin Tanrıyla bu anda konuştuklarını kimse duymamalıdır”. Eski zamanlardan gelen bir sihir, kuşaktan kuşağa miras. Büyükanne ölüm vakti gelince son dileklerini söyleyecek ve sonra en büyük kızıyla yalnız kalmak isteyecek. Bütün çocuklarından yalnız o ve onun çocuklarının çocukları, mistik büyüyü –gizemli sözleri- kuşaklara taşıyacaktı, o da annesinden böyle almıştı. Tanrı geçinden versin, benim annem de vakti gelince, aynı şekilde büyük çocuğuna verecek, ailenin emanetçisine. Böylece bu gizemli ses, çağlar geçerken, insanların belleği kaybolurken, atalarımın kuşakları arasında dışarıdan gözle fark edilemeyen en emin bağ olacaktır.
 Mavi daireler odayı dolduruyor. İsa’nın bedenini süsleyen kuru günlük ve gül yapraklarının harika kokusundan haz alarak soluyorum. Lena bronz buhurdanlığı küçük masanın üstüne koyuyor. Yüzünde halen yaptığı ayinin havası var. Bu çocuksu ciddiyetiyle öyle hoş ki! 
 -Beni tütsülerken ne mırıldanıyordun, Lena? Büyükannenin duasını biliyor musun?
 -Ss!.. Ss!.. işaret ediyor eliyle kızcağız. Çocuklar bunları konuşmazlar!.. Diyor şimdi, gerçek ciddiyetle, zira şimdi oynadığı oyun -tütsü yapan büyükanne oyunu-, artık gerçek gibi içine girdi. Hayallerin ve gerçeklerin yerini özümledi.



YEDİNCİ KISIM
Yaban domuzlarının mağarasına

SARI YILDIZLI AVCI ertesi sabah büyük kapının dışında attan indi. Artemi onu kapıda bekliyordu. Sezgileri geleceğini ona söylemişti. Yanık yüzü düşünceli, gözleri kıpkırmızıydı. Gece uyumadığı görülüyordu.
 -Neden geldin? Gözlerinin içine bakarak avcıya sordu.
 -A, sen burada mısın? Diyor avcı. Kardeşini sormak için hanımım gönderdi.
 -Ya! Demek bunun için!
 Avcı büyük kapıdan girmeye davranıyor.
 -Girmene gerek yok! Diyor Artemi ve onu durduruyor. Kardeşim iyi. Dedem, nenem de ve ben de kardeşimle ilgilenmelerini istemiyoruz!
 -Büyüklerin dediğini mi bana söylüyorsun?
 -Evet! Yalan söylüyordu Artemi.
 -İyi!
 Artemi bir ricada bulunmak için yanına giderken avcı dönmeye hazırlanıyor.
 -Beni de yanına al, diyor ona. Kimindenilere mi gideceksin?
 -Hanımımla Kimindenilere gideceğim! Onu yabandomuzlarının mağarasına götüreceğim! Ne yapacaksın bizimle?
 Yabandomuzlarının mağarasına mı gidecekler? Yabandomuzlarının mağarası mı? Bir öfke dalgası içinde kaynıyor Artemi’nin yüzünü kıpkırmızı yapıyor.
 -Onu oraya götürmeyeceksin! Oraya götürmeyeceksin onu! Kudurmuş gibi bağırıyor. Orası sadece benim! Orada kardeşimle kaplumbağalarımızı, kertenkelelerimizi ve kuş yuvalarından aldığımız yumurtaları saklıyoruz. Orada…
 Ama avcı akılsız ceylanının ne dediğini duymuyor bile. Atını dörtnala kaldırarak gidiyor.
 Artemi ahıra koşuyor ve büyükbabanın atını alıyor. Atla iyi arkadaşlar. Her gün ona şeker veriyordu. Eyerlemeden üzerine sıçrıyor ve Çakal Dereye giden patikaya atılıyor.
 Güneş yakıyor. Uzakta yolun ucunda bir deve kervanının ağır ağır ilerlediği görülüyor. En hafif esinti yok. Bir meyve olgunlaşmış, dalını terk edip yere düşüyor. Her şey ağır çekim. Sadece Artemi uçuşan saçlarıyla atı dörtnala koşturuyor, içine şeytan girmiş gibi. Saçları yabani söğüt çiçekleriyle taçlandırılmış değil. Işık denizinde yüzüyorlar, hızla geriye geriye savruluyor, sanki ışık onları yanına çekmek istiyor.
 Çakal Derenin kaynağına varıyor, vahşi ormanı geçiyor, büyük derbendi geçiyor. Sonunda çılgın gibi, yabandomuzlarının mağarasına varıyor. Attan iniyor, sinirle etrafına bakıyor, mağaranın içine bakıyor.
 Derin nefes alıyor.
 -Ah!
 Etrafta canlı yok. Şükür Tanrıya! Gelmemişler!
 Artemi saçlarını topluyor, kırmızı yazmasıyla sarıyor. Şimdi başından yansıyan ışıkla yüzü erguvana çalıyor. Gözleri vahşi. Yere oturuyor. Tek canlı sesi duyulmuyor.
 Anıları canlanıyor. Ne kadar olmuştu? Bu sene bahar henüz gelmişti. Artemi, o zamanlar, bir gün vadiye gelip böğürtlen toplamıştı. Sarı yıldızlı avcı onu orada bulmuştu. İlk defa orada.
 “Böğürtlen ver de yiyeyim, ceylan. Acıktım. Demişti.
 Taze böğürtlenleri koparıp avucunu doldurarak ona vermişti.
 “Ye”.
 Kız da yemişti. Sonra:
 “Susadım”, demişti avcıya. “Yanında su tulumun var mı? Kaynak buradan uzak”.
 “Hemen getireyim iç”, demişti avcı. “Seni yabandomuzlarının mağarasına götüreceğim”.
 “O mağaraya hiç gitmedim. Bilmiyorum. Uzak mıdır?”
 “A! Yabandomuzlarının mağarasını bilmiyor musun? Gel, göstereyim!”
 Onu atıyla mağaraya götürmüştü. İçi zifiri karanlıktı. Avcı kuru bir çalı kopardı, çakmak taşıyla kıvılcım çıkardı ve yaktı. Böylece alevin eşliğinde mağaranın derinlerine girmişlerdi. Kubbede asılı kalan sarkıtların yere doğru sarkarak duygulara seslenişi onları yanına çekiyordu.
 “Dinle!” Avcı fısıldadı.
 Sustu ve kulaklarına inanamayarak, su damlacıklarının çıkardığı harika şıpırtıları dinledi. Olamayacak kadar hafifti şıpırtılardı, sürekli damlacıklar, sadece onların sesi vardı.
 “İşte bu Kimindenilerdir. Terledi ve damlıyor”, diye mırıldanıyordu avcı.
 Orada damlayan su yumuşak taştı. Kubbenin bu işi, çok eski zamanlardan beri olageliyordu, kayanın yüzeyi küçücük hendekçiklerle şekillenmişti. Damlayan su içlerini doldurup taşıyor ve yavaş yavaş mağaranın dışına akıyordu. Dağın kalbinde uzun yıllar uyuyan damlalar, şimdi korkarak ışığa doğru yolculuklarına başlıyordu, son seyahatlerine. Biraz ilerliyorlar. Ara veriyorlar. Yine ilerliyorlar. Korkarak yine ara veriyorlar. Böylece büyük hendekçiğin dışında, yer daha küçük başkalarıyla doluyordu; ikircikli olmanın ve korkunun hatırası. Kuşaktan kuşağa, yeni gelen damlalar atalarının izlerini sürüyordu. Ötekileri ne kadar kalıyorsa o kadar kalıyorlardı orada. Süresi dolan öncekiler gidiyordu. Dağın sağlam ve kalıcı sesi, o zaman damlataşların üzerlerinden geçen damlaları, yaşamlarında yaptıkları için ve büyük anaları Kimindenilere gösterdikleri bağlılık ve sevgi için kutsuyordu:  Hoşça kalın! Hoşça kalın!” Bir hüthüt kuşu geçerken bir damla aldı. Bir yaban domuzu geçti, o da başka bir damla aldı. Diğer damlalar aşağı doğru yoluna devam etti. Bir kızın toplaması ve eliyle avcıya vermesi için Çakal Dere kıyısında bir böğürtlen çalısının köküne gitti ve böğürtlenler oldu. Bir başka damla dere yatağında ilerledi ve gökten gelen bir yağmur damlasıyla beraber denize vardı. Orada sevdalı bir yılan balığı onu buldu ve içine aldı.
 Çalı alevi zayıfladı. Mağaranın ıslak zemini rengini şimdi daha iyi gösteriyordu. Yeşildi. Alevin kırmızısı yeşil suya düştü, biraz onunla kaldı, sonra o da yeşil oldu. 
 “Bak buraya!” Dedi avcı ve Artemi’yi sola doğru çekti.
 Sonra da hemen:
 “Dikkat et! Dedi.
 Zeminde bir boşluğun önünde durdular. Avcı yanan dalla boşluğa eğildi. Aşağıda sadece sessizlik ve karanlık vardı, mağaranın içini dolduran yoğun madde oradan geliyordu. Kızın parmakları avcının elleri içinde titriyordu.
 “Yerleri burasıdır”, dedi avcı, ses sanki kayda değer ciddi bir eylem yapmış gibi derinden geliyordu. “Yabandomuzları yaşlandıklarında ölümü koklamak için buraya geliyor. Ölmeye geliyorlar buraya.
 “Sen geldiklerini gördün mü?” Kızcağız duyduklarından büyülenerek sordu.
 “Hayır!” Ben onları görmedim! Ben daha gencim. Fakat babam onları gördü, dedem de gördü. Kimindenilerde yaşlı avcıların hepsi bunu bilir. Buraya her nasılsa kül rengi bir geyiğin de gelip öldüğünü söylerler, Kimindenilerde yaşamış biricik geyik, çok seneler önce.
 “O zaman neden tuzak kurup öldürmüyorlar, avcılar bunu her zaman yapar?” Artemi merakla sordu.
 Karanlıktan gelen cevap çok ciddiydi:
 “Hiçbir avcı şayet bilirse, ölüm için gizlenmeye giden hayvanı öldürmez”.
 “Neden?”
 “Bunu yaparsa, aynı yılda o da ölür”, dedi avcı.
……………………………………………………………………………………………
VADİNİN içinden gelen nal sesleri duyuluyor. Artemi geldiklerini anlıyor. Kalbi çatlayacak gibi çarpıyor. Kalkıyor ve mağaranın ağzına doğru gidiyor. Deliğin ortasına bakıyor. Orada dikilip bekliyor.
 Doris’in başında ilk geldiği zamanlarda taktığı beyaz kepi yok. Yörenin kadınları gibi saçına bir yazma bağlamış. Yazması mavi çiçekli.
 -Sen ne arıyorsun burada? Diyor, şaşkınlık içindeki avcı. Ne zaman geldin?
 -Sana ne? Kız onun gözlerine bakarak cesurca cevaplıyor. Burası benim yerim!
 -Kim bu?  Doris soruyor.
 Sonra birden Artemi’ye dönerek:
 -Adın ne senin, kızcağız?
 Artemi’nin gözleri şimdi daha vahşi ve sertçe ona dönüyor.
 -Ben kızcağız değilim! Bu taraflardanım! Kimindeniler bizim dağlarımız!
 Doris attan iniyor ve Artemi’nin yanına geliyor.
 -Bana neden böyle cevap veriyorsun? Sana ne yaptım?
 -Sen Kimindenilerde ne arıyorsun? Diyor Artemi ve hırstan dudaklarını ısırıyor. Ne arıyorsun avcıyla? Burada sadece ben dolaşırım kardeşimle ve avcıyla.
 -A! sahiden öyle mi? Bunu bilmiyordum!
 -Kardeşime ne yaptın? Diyor Artemi ve gittikçe kaynayan öfkesi yanaklarını kızartıyor. Neden onu büyük kartalın önüne attın? Kardeşim ödlek bir çocuktur. Ona ne yaptın da az kalsın büyük kartala yem olacaktı?
 Doris eğlenmeye başlıyor. Hafifçe gülümsüyor ve Artemi’ye doğru bir adım atar gibi yapıyor.
 -A! Çocuk senin kardeşin mi?
 -Evet, kardeşimdir!
 Sonra sertçe tekrarlıyor:
 -Ona ne yaptın?
 Doris’in ağzındaki gülümseme cilveli bir şekil alıyor. Yarı ciddi yarı alaylı soruyor:
 -Bunu anlamadın mı? Ona büyü yaptım!
 -Benimle dalga geçme! Vahşice bağırıyor Artemi ve elleri titriyor. Benimle dalga geçme! Doğru dedin bana. Kardeşime büyü yaptın sen. O da burada…, dedi ve avcıyı gösterdi, fakat lafını tamamlayamadı.
 -Ne diyorsun sen? Avcı daha fazla dayanamayarak bağırıyor. Hanımıma neden böyle konuşuyorsun?
 Ve Doris’e dönerek:
 -Gidelim, diyor. Mağaraya gidelim.
 Artemi o zaman, mağaranın ağzında dikilirken, ellerini de iki yana açıyor. Kanatlarını geren vahşi kuş gibi.
 -Hayır! Hayır! Doris’e adeta uluyor. Bu mağaradan içeri giremeyeceksin!
 -Neden? Doris’in şaşkınlığı gittikçe artıyor. Neden girmeyecekmişim?
 -Girmeyeceksin! Girmeyeceksin! Avaz avaz bağırıyor Artemi.
 Dengesini yitiriyor ve gittikçe çılgınca laflar çıkıyor ağzından:
 -Dağımızın yaşlı yaban domuzları buraya ölmeye geliyor! Burada kardeşimle benim gizli mezarlığımız var. Kertenkelelerimiz, yarasalarımız ve kaplumbağalarımız burada. Burada…
 Birden duruyor. Sonra tekrar başlıyor:
 -Buraya ilk defa onunla geldim! Bağırarak avcıyı gösteriyor. Başka biri buraya girmeye kalkamaz! Hiçbir yabancı! Hiçbir kadın!..
 Doris, umutsuzluğun yiyip bitirdiği kızın yüzünü dikkatle inceliyor. Sonra dönüp avcıya bakıyor.
 -A, anlıyorum, diyor.
 Ve birden gelen bir sertlik, bir kötü ruh dalgası tavrını değiştiriyor. Dudağının altında hafifçe titreşiyor.
 -Kenara çekil! Diyor, buyurgan tavırla Artemi’ye. Bırak beni geçeyim!
 -Geçmeyeceksin! Geçmeyeceksin! Uluyor kız. Burası…
 Doris onu yakalayıp kenara çekmek için davranıyor. Fakat duruyor. Avcıya dönüyor. Gözleri şimdi daha sert ve vahşidir.
 -Çek onu kenara! Yüzüne ısrarla bakarak ona emrediyor.
 Adam hipnotizma olmuş gibi kıza doğru ilerliyor. Artemi de gözlerini onun üzerine dikmişti. Sonucu beklemenin büyük heyecanı, korkunç bir soru işareti, onları kör ediyordu. “Yabancı bayanın dediğini yapacak mısın?” Bir heyecan dalgası ve yakarıştı. “Bunu yapabilecek misin?” Anlık zaman gölge oyununu oynuyordu, bir küçük kızın ilk hayalleriyle, ilk rüyalarıyla oynuyordu, bu heyecan; çok koyduğun zaman, kazanıp ya da kaybetmeyi bekleme heyecanı demekti.
 Avcının tereddüdü sadece bir sıkımlık barut kadar sürüyor. Sonra Artemi’ye doğru gidiyor.
 -Çek arabanı! Diyor kabaca.
 Gözlerinde okunan karar kızın yüreğini kızgın demir gibi dağlıyor. Artemi darbeyi kabule hazırlıklı değil, bunu hesaplamamıştı. Bacakları titriyor. Gözyaşları gözkapaklarının ardında hazır bekliyor.
 -Sen?..  Kekeliyor. Sen beni buradan kovuyor musun?..
 -Gel, gel! Diyor avcı, sinirle. Çekil kenara!
 Şimdi kızın akan gözyaşları sinirden titreyen göz kapaklarından dışarı akıyor. Kıpırdayan anıları onların içindedir. Küçük bir an avcının gözlerinde de anılar kıpırdıyor. Gittiği yere peşinden gelen, ona sadık köpek gibi bakan, ilk defa buraya, yaban domuzlarının yerine getirdiği ceylan buradadır. Ve şimdi onu kutsal yerinden kovmalıdır.
 Avcı bir an gözlerini yere indiriyor.
 -Çekil! Çabuk ol! Doris şimdi haykırarak mağaraya doğru ilerliyordu.
 Artemi üzerine atılıyor ve saçlarından, sudan iplikçiklerden yakalamak istiyor. Ama yetişemiyor. Avcı onu iki elinden yakalıyor ve bütün gücüyle bir eşya gibi kenara fırlatıyor. Kız yere yığılıyor. Sivri bir taş yanağını yırtıyor. Kan akmaya başlıyor. Doris ve avcı mağaraya giriyor.
 Artemi çaresizlik içinde, vurulan darbeye alışmaya çalışıyor, kalakalıyor orada. Kımıldamıyor, ölü gibi yatıyor. Sadece kalp atışları sürüyor. Gittikçe hızlanarak. Sonra yavaşça kalkıyor. Ateşten daha sıcak bir şey yanağını yakıyor. Yavaşça parmaklarını oraya götürüyor. Parmaklar kana bulanıyor.
 Mağaradan hiçbir ses duyulmuyor. Kız kulağını kabartıyor. Hiçbir şey. Sanki mağara onları yuttu, Doris’i ve avcıyı, yaban domuzlarının mezarına çekti. Çok uzaktan bir vızıltı geliyor. Cırcır böcekleri olacak, aşağı zeytinlikten. Başka sesler de geliyor: Anadolu’ya giden büyük yolda bir deve katarı ilerliyor. Bir kertenkele kül rengi ince gövdesini aceleyle güneşe çıkardı. Artemi onu gördü. Hızla geçişinden çalılar ıslık çaldı. Kayboldu. “Şimdi O, çarmıha çivilenmiş yarasamıza dokunacak. O şimdi kutsal yerimizi kirletecek. Şimdi O ve avcı…” Kalbi hızla çarpıyor. Şimşek çakıyor Artemi’nin gözlerinde ve yüzünde. Şimşekler kaybolmuyor. Derin yarıklar bırakıyor oraya. “Ah, bırak ölsün! Ölsün ve geri dönmesin, mağarayı alan, avcıyı alan, küçük kardeşini alan kız”. Doris’in atı yanında eşeleniyor. Belli ki susamış. İster istemez, Artemi’nin gözleri ata takılıyor. Rengine bakıyor, eyerine bakıyor. Bir kayış eyeri hayvanın karnına bağlıyor. Artemi’nin yüzünde kalan şimşek şimdi daha derin bir yarık açıyor. Sapı beyaz kemik bıçağını yeninden çekiyor ve atın yanına gidiyor. Onu okşuyor. Atla arkadaşlığı biliyor. Sonra karnına eğiliyor ve eyerin kolanını kesmeye başlıyor. Sadece yarım parmak kadar kısmını bırakıyor.
 Çevresine bakıyor. Canlı yok! Eyer kolanının kopmasıyla, kayalıklarda azgın attan fırlayan Doris’i derbentte bulacak ölümden duyduğu haz ile dehşete kapılıyor. Artemi atına atlıyor ve şimşek hızıyla oradan ayrılıyor.


 ÇAKAL DERENİN yılan balıkları büyük aşk yolculuklarının vakti geldiğini anlıyor. Çok uzaklarda, okyanusun derinliklerinde doğdular, gidip çiftleştikleri o yer dünyanın bütün yılan balıklarının buluştukları yerdir. İki yaşına gelince, okyanusun dip çukurlarını bıraktılar ve atalarının yolunu izlediler. Bütün denizleri geçtiler ve bir kış gecesi Çakal Dereye geldiler. Kimindenilerde mehtap vardı. Sükûnet vardı. Sadece, ormanda çakallar uluyordu. Fakat yılan balıkları suda güvendeydi ve korkmuyordu. Eolia Toprağının saf sükûnetine hayran kaldılar. “Analarımızın toprağı ne kadar hoşmuş”, dediler. “Vatanımız ne kadar hoş”.
 Kaldılar ve mutlu günler yaşadılar. Yine bir gece geldi. Ay yine yukarda parladı, çakallar yine uluyordu ve adı Artemi olan bir genç kız, bu dağların çocuğu, kalbinin ilk hikâyesini yaşıyordu, kanla gelen ilk hikâyeyi, yaban domuzlarının mağarasında. Gizemdir, ses içlerinin çok derinlerinden geldi Çakal Derenin yılan balıklarına. Tuhaf ses onlara gidelim, diyordu, suyun aşağısına gidelim ve denizi bulalım. Geldikleri zaman Ege sahillerini garip fısıltılar içinde buldular. Denizde etraflarına iyi baktılar ve şaşırarak gördüler. Anadolu akarsularının bütün yılan balıkları orada toplanıyordu.
 “Nasıl geldiniz buraya arkadaşlar?”
 Onlara cevap verdiler:
 “Ses içimizden geldi. Uzun yolculuğa çıkalım dedi”.
 “A! Siz de mi? Biz de aynı yolculuk için çıktık ve geldik. Ses bize de söyledi”.
 Devamlı söyleşerek neşe içinde yol alırken yılan balıkları birbirleriyle de tanışıyorlardı, garip gümüş derisi içinde yalnız bir yılan balığı yerinden kımıldamıyordu. Tanışıp arkadaşlık etmek istemiyordu, çünkü onu içine alan mutlulukla yalnız kalmak istiyordu. Böyle yalnızken, onu parlak derili başka bir yılan balığı gördü, o da gümüş rengini almaya başlamıştı ve diğerinin çok üzüntülü olduğunu zannetti.
 “Neyin var”, diyor ona, “sen de mi yalnızsın? Canını sıkan gizli bir şey mi var?”
 “Sen nereden geliyorsun?” Soruyor yalnız yılan balığı.
 “Menderes’ten geliyorum. Yaşadığım büyük nehre öyle diyorlar”.
 “Gel yanıma”, diyor o zaman, diğer yılan balığı, “sen büyük nehirden geliyorsun. Dayan bana. Duydun mu?..”
 Menderes’li yılan balığı Çakal Dere’liye yapışıyor ve dinliyor. 
 “İçinde bağıran ne?” Diyor şaşırarak.
 “Dağımızın sesidir”, diye yanıtlıyor gümüş renkli arkadaş yılan balığı. “Akarsu bugün yaban domuzlarının mağarasından bir damla indirdi. Ve onu içime aldım. Şimdi artık benimle seyahat edecek. Şimdi içimde benimle olacak vatanımın sesi var. Gel benimle”.
 Böyle oldu ve iki yılan balığı sürüleri içinde yan yana ilerlediler ve büyük okyanusun dibine varırlar. Birçok arkadaşını yolda karşılaştıkları başka balıklarla yaptıkları savaşlarda kaybettiler. Fakat iki arkadaşa bir şey olmadı, çünkü birbirlerine yardım ettiler. Çiftleşecekleri yere geldikleri zaman, dipteki bir mercan altında yer seçtiler ve yuvalarını yaptılar. Sürünün diğer yılan balıkları da deri değiştirmeye başladılar ve gümüş derilerini giydiler –damatlık elbiselerini. Fakat mercanın iki arkadaşının beklemeye hiç ihtiyacı yoktu. Çünkü ikisi de seyahatlerinin başından beri hazırdı. Tatlı seviştiler ve yorgun düşünce, artık gelecek çocuklarını bekleyerek istirahat ettiler. Erkek yılan balığı zaman zaman karısının gövdesine dokunuyordu ve içerden duyduklarını doğacak çocuğunun tekmeleri sanıyordu:
 “Geldiler mi? Sabırsızlıkla soruyordu. “Çocuklarımız değil mi?”“Hayır”, diyordu öteki. “Daha değil. Bu  ö t e k i  vuruş. Memleketimizin sesi”.
 Fakat içine çocukları da geldiği zaman vuruşlar birbirine karıştı. O zaman artık o bile onları ayıramadı.


 ARTEMİ yattığım odadan hiç çıkmıyor. Lena ile oturup arkadaşlık ediyorlar. O hiç konuşmuyor. Dalgın görünüyor. Çok solgun.
 -Hasta mısın, Artemi? Lena devamlı soruyor. Anneme söyleyeyim mi?
 -Bir şeyim yok, diyor Artemi.
 -Yoksa… seni tütsülememi mi istiyorsun? Lena yarı komik yarı ciddi soruyor. Petro’ya da soruyor…
 -Oh! Bırak beni, zavallıcık!
 Artemi her an kapıya dönüp korkuyla bakıyor sanki dakika dakika onu arıyorlar, sanki bulup onu sorgulayacaklar.
 -Ne diyorum biliyor musun, Artemi? Ona fısıldıyorum. Yaban domuzlarının mağarasındaki yarasamız… Artık kemiklerini almaya gitmeliyiz ve boynumuza takmalıyız. O zaman herkes bizi sevecek. Bir iyi olayım…
 Mağara lafını duyunca Artemi’nin tüyleri diken diken oluyor. Bir şey söyleyecek gibi oluyor. Fakat aniden kapı açılıyor. Gelen büyük kardeşimiz Antipi idi ve arkasında sarı yıldızlı avcı vardı. Ablamın yüzü aydınlık, garip bir sevinçle parlıyor, sanki harika bir şey olmuş, sanki akıl almaz bir şey almış gibi. 
 Antipi bana diyor:
 -Yalı çiftliğindeki yabancı kız yine avcıyı göndermiş nasıl olduğunu soruyor. Seni görmesini söylemiş. İyi olduğunu ona söyle.
 -İyiyim, diyorum sevinçle. Birkaç güne kadar beni dışarı bırakırlar.
 Avcı yatağımın yanında yerde oturan, yanağı çizilmiş ve heyecandan titreyen Artemi’nin tarafına ilerliyor.
 -Sana da bunu gönderdi! Diyor avcı ve ona yaban domuzlarının mağarasında Doris’in taktığı yazmayı veriyor.
 Artemi’nin aklı başından gidiyor. Mırıldanıyor:
 -Dün… dün bir şey olmadı öyleyse…
 Avcı ona gülerek bakıyor.
 -Hiçbir şey olmadı, diyor. Ne olsun ki? Sadece Çakal Dereden geçerken eyerinin kolanı koptu. Fakat bir şey olmadı. At o zaman kuma basıyordu, derenin kuru yerine. Ağır gidiyordu. Hanımımın burnu bile kanamadı. İyi geceler!
 Dili tutulan Artemi, içinde dalgalar oraya buraya vururken ve Doris’in gönderdiği yazmanın renkleri donakalmış parmaklarında hareketi bulmak için çabalarken, öyle kalakaldı.






SEKİZİNCİ KISIM
Lübnan’ın bir ayısı, yavru ayı ve insanlar

KİMİNDENİLERDE, kayın ormanının ötesinde, derin vadinin henüz ayak basmamış zirvesinde büyük bir ayı iki kaya arasında yuva yapmıştı. Onu sık yapraklı dallarla döşedi, ağzını da dallarla kapadı. Yaz başında yavrusunu doğurunca, kökünden söküp çıkardığı çalıları da getirdi ve yuvasını daha saltanatlı yaptı. Böylece insan gözünden korunduğunu sanıyordu.
 Yavru ayı artık çok şeyi anlayabiliyordu. Anasının bal arılarının yuvalarından yağmalayarak getirdiği balı biliyordu, onun meşe palamudu ve solucanlardan daha iyi olduğunu anlıyordu. Doğduğundan beri kapalı kaldığı yuvasının dışında hoş ve müthiş şeylerin var olduğu acayip bir dünyadan haberdardı –ağaçlardan, derelerden, köpek ve insanlardan. Fakat onları hiç görmemişti. Şimdi her gün biraz daha büyüyordu, bir gün annesi büyük ayıdan rica ediyor:
 “Beni de yanına al. Ne zaman onları görmek için seninle geleceğim?”
 “Daha var, diyordu annesi. Biraz daha büyümelisin”.
 Mehtaplı geceler gelince, sadece o zaman büyük ayı yavrusunu yuvanın ağzına çıkarmaya cesaret edebildi. O vakit, büyük vadinin en tepesinde, yeşil ışığa sarınıp oturdular ve ana ayı yavrusuna atalarının tarihini anlattı.
 Çok eski zamanlarda Lübnan’ın dağlarında otururlardı, diyor. İnsan sürüleri kokuyu alıp onları öldürmeye başlayana kadar sessiz sakin orada oturdular. Her gün inlemeler duyuluyordu ve soyları eriyordu. Kalan ayılar, o zaman, yüreksizce, “Lübnan dağları artık bize göre değil, vatan değiştirmeliyiz”, dediler. Böyle dediler ve doğdukları yere veda ederek batıya giden yolu tuttular. Geceden geceye yol aldılar ve devamlı batıya gittiler. Havayı koklayarak kışın geldiğini anladılar. Lübnan’da geçirdikleri mutlu yıllarında havadan bu haberi alınca, karanlık, gizli inlerine çekilir ve güven içinde kış uykularına yatarlardı. Kendilerini içinde buldukları bu kış yılında, göç yolunda, yuvasız, beyaz kara yalvardılar.
 “Sen bizi koru”, dediler ona. “Biz kimsesiz ve yuvasızız”.  Kar onların yalvarışlarını duymazlıktan gelmedi, o kış çok yağdı ve üstlerini örttü. Uykuya yattılar ve uyandıkları zaman bahar gelmişti. Aşağılara doğru yine yola koyuldular, gittikçe Lübnan’ın insanlarından uzaklaşıyorlardı. Kaz Dağlarını geçtiler, bir sabah aniden yüksek bir tepeye vardıklarında, önlerinde aşağıda uzanan sudan duvarı gördüler.
 “Bunu nasıl geçeceğiz?”
 Aşağıya, denize indiler, ıpıssız sahile. Dalgalara bakınca çok şaşırdılar ve birbirlerine dediler:
 “Bunu nasıl geçeceğiz?”
 Tepelerinde beyaz kuşlar uçuyordu. Onlara sordular.  Martılar da onlara cevap verdi:
 “Hayır! Bu suyu geçemezsiniz! Seyahatiniz artık burada bitiyor!”
 Lübnanlı ayılar o vakit, Kaz Dağlarının vadilerine döndüler ve orayı ikinci vatanları yaptılar. Bir süre sakin geçti. Sonra yine insanlar yolda göründü. Çerkezler ve Yörükler yavrularını almak için ana ayıları öldürüyordu, yavruların burunlarına halka takıp oynamasını öğretiyordu. Soylarının üzerine o zaman yine kara bulutlar çöktü ve inlemeler duyulmaya başladı. Bazı ayılar diyordu:
 “Gelin kaçalım! Bırakın gidelim buradan! Yine göç yolunu tutalım!”
 “Hayır! Bin kere hayır!” Dedi diğerleri. “Yeni vatan yaptığımız yeri nasıl bırakırız? Artık yapamayız! Bırakalım ne olursa olsun!”
 Böylece birçok ayı Kaz Dağlarında kaldı ve insan eliyle yok oldu. Birazı da, karınlarında çocuklarıyla, doğuya doğru çekip gittiler. Yolları üzerinde Kimindenileri buldular. Ve kaldılar.
……………………………………………………………………………………………
BÜYÜK AYI, Kimindenilerin tepesinde bir mehtaplı gecede yavrusuna soyunun bu hikâyesini anlatıyordu. Yavru da şaşkın gözlerle dinliyor ve bu dünyada yaşamın anlamını kavramaya çalışıyordu.
 “Kimindenilere gelen soyumuzdaki diğer ayılara ne oldu?”
 Anası kederle kafasını salladı.
 “İnsan burada da bizi buldu. Onların elinde hepsi yok oldu”.
 “Babam da mı? Babama ne oldu?”
 Ana ayı buncacık küçük yavrusunu üzmek istemiyordu. Ama olmuyor. Şimdiden sonra ona dünyayı öğretmeye başlamalıydı, bilsin bakalım kaderini.
 “Karların eridiği zamandı ve yaban balarıları yuvalarından çıkmış ağaçlarda yiyecek için dolaşıyordu”, dedi. “Bize bir petek pal getirmek için gitti, çünkü seni yeni doğurmuştum ve ben bunu yapamazdım. Geri dönmedi”.
 “Neden?”
 “İnsan!” Dedi ana. “İnsanla karşılaşmış olacak!”
 Demek ki,  korkunç canavar bu, “insan”, diye düşündü yavru ayı. Her yerde bulunuyordu, dünyayı doldurmuştu: Lübnan’dan Kaz Dağlarına, Kimindenilere kadar!
 “İnsanın bizimle ne alıp vereceği var? Soyumuzdan ne istiyor?”
 “Ona benziyoruz”, dedi büyük ayı. “Yerde iki ayak üstünde durabiliriz, o da durur. Onun gibi dimdik oynayabiliriz. Onun gibi zincir kaldırabiliriz. Ona benziyoruz.
 “Ama bundan ne çıkar?”
 “İnsan kendine benzeyenlere vurmaktan hoşlanır”, dedi yine büyük ayı. Onunla aynı olanı öldürmeyi sever”.
 “Ah!” içi daraldı yavru ayının ve dünyaya ağzından çıkan ilk sızlanış bu oldu. “İnsan olmasaydı ne iyi olacaktı!”
 “Öyle olsaydı iyi olurdu!” Dedi büyük ayı.



DOKUZUNCU KISIM
Sarı yıldızlı avcı ve kara ayı

GÜN ağarmaya başlıyor. Gümüşi bir ışık dağların üstüne ve ağaçlara oturmuş el sallıyor. Sadece şafak yıldızı parlıyor. Başka her şey kaybolmuş. Issızlık ayaklanmış, hala geçirdiği gecenin düşlerinde, tasasızca, Kimindenilerde gün doğumunu inceliyor.
 Sarı yıldızlı avcı atına atladı, yalnız başına, yaban meşelerinin memleketinden geçti ve büyük vadiye giden patikaya girdi. Akşamdan martinisini yağlamış, kurşunlarını hazırlamıştı. Şimdi neşeyle ıslık çalıyordu. İçinde hiçbir önsezi ve kuşku yoktu. Asla korku nedir bilmez bir delikanlıydı. Lakin her defasında, zor bir ava çıktığı zaman, bu yalnızlık anlarında kalbi biraz değişik atardı, biraz daha hızlı. Başlarda bu küçük şeytana binerken vahşi hayvanı eğitmek için ona eyer vurmuyordu, kayalar, hendekler üzerinden atlatarak düşüncesizce koşular yapıyordu. Rüzgâr suratını kamçılıyor, kalbinin garip çarpıntısı o zaman duruyordu. Ama sonra, zamanla, memleketin birinci tüfeği olunca, yüz metreden gülü kurşunla sapından koparmasını öğrenince, artık rüzgârın yüzünü kamçılaması için çılgınca koşular yapmaya ihtiyacı yoktu. Yanılmaz elinin maharetine güveniyle korku kaybolmuştu.
 Avcı atıyla patikada, büyük vadinin zirvesine tırmanıyordu. Ayvalık delikanlılarının eski bir ezgisini, bütün Anadolu ezgileri gibi hüzünlü bir ezgiyi, dudaklarında ıslıkla söylüyordu:
Herkes bana uç diyor,
     ama kanatlarım yok ki…
 Islık sesi, uyanıp üzerinden aceleyle geçen kuşların –yaban güvercini, kumru ve hüthüt kuşları - gürültüsüne karışıyordu. Avcı onların dostça ve neşeyle uçup gitmesini arkalarından izliyordu. Islıkla çaldığı türküler hüzünlüydü, fakat o neşeliydi. Anadolu türküleri sadece yabancılara hüzün getirir. Memleket insanları için onlarda dinginlik vardır, çünkü memleketin havasından suyundan doğal olarak çıkmıştır ve sanki alevle ışık gibi bir araya gelmişlerdir.
 Avcı kederli ezgiler çalıyordu fakat neşeliydi. Fişekliğinden bir kurşun çıkarıyor. Ona bakıyor ve gözleri parlıyor. “Bu, sana teşekkür için”, diyor, sanki orada yanındaki biriyle konuşuyor,  onu o kadar çok düşünmesine rağmen yanında olması mümkün değildi.
 Sonra sağlam dişleriyle kurşunu dişliyor. Martinisini omzundan çıkarıyor ve dişlediği kurşunu yerleştiriyor. Yukarı bakıyor. Şafak yıldızı titreşip duruyor, birazdan kaybolacak. Anadolu’yu sahile bağlayan büyük yolun ötesinden şimdi sesler geliyor. Deve katarları uyanıyor ve ağır yürüyüşlerine başlıyor.
 “Acele etmeliyim”, diyor avcı ve atını mahmuzluyor. “Büyük ayı ininden çıkmadan yetişmeliyim. Rüzgâr çıkmadan ona varmalıyım”.
 İninin nerde olduğunu, alışkanlıklarını iyi biliyor. Müthiş koku alma duyusuyla kokusunu almaması gerektiğini biliyor. İyi ki hava hiç esmiyordu, yaprak kımıldamıyordu. Avcı atı durduruyor, tütün kesesini çıkarıyor, bir sigara sarıp yakıyor. Kuzeye doğru giden dumana bakıyor.
 “İyi. Yüksek kayayı kuzeyden tırmanmalıyım”.
 Devamlı tırmanıyor. Uzun dağ sıraları doğuya doğru uzayıp gidiyor, doğacak güneş haberini gönderiyor, altın rengi ışığını. Hüthüt kuşları arazi yükseldikçe kimsesizlikten daha vahşi oluyor, oradan oraya uçuşuyorlar, ışıkla oyunlar yapıyorlar. Geç kalmış bir tavşan ormanın içinden fırlıyor, şaşkın gözleri birden yokuşu tırmanan adamla karşı karşıya geliyor, hemen kayboluyor. Gerisinde aşağılarda deniz, onu uyandıracak dalgaları bekleyerek uzanmış yatıyordu. Avcı denize baktı. Çiftliğin yüksek kavaklarını gördü. Ona gemi direkleri gibi göründü. Ama evet, gemiydi. Beyaz gemi, bir “pena”. Pena denizimizi süren teknelerin en güzelidir. Tek büyük yelkeni vardır ve diğerleri –floklar- ona hizmet eder, krallarına. Deniz aşağıda kıpırdamıyor, pena da kıpırdamıyor. Çünkü pruvasında yabancı diyardan gelen küçük hanım uyuyor. Uyandığı zaman soracak:
 Avcı nerede, Kimindenilere gidip kumru avlamayacak mıyız? Dün erkek kumruyu vurduk. Dişisi kaçtı, bugün kimsesiz yalnız başına dolaşacak. Nerede avcı, gidelim ve bizi bekleyen dişiyi bulalım, onu öldürelim, yoksa rahata ermek için eşini nasıl bulacak?”
 “A, ama şafaktan önce gitti!” Diyecekler, Doris’e.
 O zaman kızacak.
 “Gerçekten, şafaktan önce gitti mi? Neden bunu bana demedi? Neden bana sormadı?” Kimse sorusunu cevaplayacak durumda değildir, zira avcı sırrını kimseye söylemedi. Gerçek avcı asla konuşmaz, pek tabii bir amaç için çekip gittiği zaman. Onun kucağına yavru ayıyı koyduğu zaman Doris acaba ne yapacak?
 “Ama sana demedim mi”, diyecek ona, “ayılardan hoşlanmadığımı, zincire bağlı canavarlardan hoşlanmadığımı?”
 “Bir kere bak ona!” diye cevap verecek. “Bugün Kimindenilerde bulunan en güzel küçük vahşi hayvan değil mi?” Dağlarımızın sahip olduğu en hoş yaratığa sahip olmanı istedim! Gittim ve senin için getirdim”.
 O zaman Doris yavru ayının siyah tüylerini okşayacak, küçüğün gözlerine bakacak ve sevinçten çıldıracak.
 “Fakat onu zincire vurmayacağım!” Diyecek ona.
 “Hayır. Onu zincirlemeyeceğiz. Ona köpek gibi arkadan gelmesini öğreteceğiz. Sadece seni tanıyacak. Kartal aramayı bırak, ne yapacaksın onu? Bizim buralarda kartalları sevmeyiz. Dağımızda kral ayımız var. Gittim ve sana onun yavrusunu getirdim”.
 Avcı patikayı tırmanmaya devam ediyor. Şimdi kayın ağaçlı bölgeyi geçmeli. Oradan çıktığı zaman vadinin uçurumunu önünde bulacak.
 Sükûnet. Bu dünyanın sesleri, develerin çıngırak sesleri, hiçbir şey buraya ulaşamıyor. Deniz de artık görünmüyor. Avcı kimsesizler diyarına girdiğini biliyor. İnsanlar burada yolunu şaşırmaz. Buradan ötede insan yalnızdır. Ağaçlara bakıyor, at nallarının yerde bıraktığı sesi dinliyor. Burada Kimindenilerle konuşabilirsin, kimse asla ne dediğinizi öğrenemez. Burada…
 Avcı aniden yanı başında bir sürü uğultusu duyuyor. Sağındaki sık çalılıktan geliyordu. Hemen aklına büyük bir ayı veya yabandomuzu geliyor, mamafih at kişnemiyor. Çalılıktan üç kişinin fırladığını görünce martinisini omzundan çıkarıp eline alıyor. Göğüslerinde çapraz fişeklikleri, ellerinde silahları, kuşaklarında kamaları vardır. Türk zeybekleridir. Hangi soy soptan bunlar? Bölgenin devecilik yapan zeybekleri iyi yürekli yaratıklardır, daima silahsız dolaşırlar. Peki, bunlar ne arıyorlar?
 Avcı atını durdurur ve parmağını içgüdüsel olarak tüfeğinin tetiğine koyar.
 İçlerinden biri lakayt tavırla selamlar.
 -Merhaba!
 -Merhaba!
 -Nereye gidiyorsun?
 -Ava gidiyorum. Buralardanım. Siz nereye?
 -Patikayı kaybettik, diyor Türk. Denize çıkan patika hangisi?
 Avcı onlara gösterir. Sonra:
 -Ne yapacaksınız denizde?
 -Hiç.
 -İyi.
 -Allaha ısmarladık!
 -Uğur ola!
 Üç Türk onlara gösterdiği yola sapar. Kaybolmadan önce biri geri döner ve seslenir:
 -Arkandan gelen başka avcılar da var mı?
 Avcı başkasının olmadığını bilir. Orada yalnız olduğunu bilir. Fakat içinden gelen ses ona şunu söyletir:
 -Evet, arkamdan başkaları da geliyor.
 Avcı sonra ağaçların arasında kaybolur. Biraz sonra her şey aklına tekrar gelir. “Kim bunlar? Ne arıyorlar?” Fakat fazla geçmeden kayınlık bölgenin sınırına varır. Attan iner, onu bir ağaca bağlar, martinisini eline alır ve ilerler. “Bol şans”, der ona kayınlar. “Büyük vadi buradan başlıyordu. Ayı inleri büyük vadinin uçurumundaydı. Bu andan sonra bugün hatırı için buralara geldiğin kadını unutacaksın. Silahlı zeybekleri unutacaksın. Burada yalnızsın, sen ve ayı”. Avcı öyle olduğunu anlar: yalnızlar, ayı ve o. Başka her şey silinir, kaybolur. Avcı, şimdi bu nazik anda yalnızdır.
 Çevre ona tekin gelmiyor. Yine bir yaprağa bakıyor, rüzgârın ne taraftan estiğini anlıyor. Güneyden. Rüzgârı karşısına alarak gözüyle yolu tarıyor. Yavaş yavaş ine doğru sürünerek tırmanıyor. Birazdan büyük ayı bal ve meşe palamudu yemek için ininden çıkacak. Avcı onun zamanını biliyor. Martinisini ellerinde sıkıca tutuyor.
 Martini içinde bir tek kurşun vardır. Bir siyah esir onu Afrika toprağının böğründen çıkardı. Gal toprağının derinliklerinden çıkardığı kömürle ateş yaparak onu işledi ve saf metal yaptı. Kurşun sonra Eolia Toprağına seyahat etti ve başına sarı yıldızlı beyaz mendil bağlayan avcının eline düştü. Bir yaz sabahı kalbi sevinçle çarparken, avcının dişleri kurşunu ısırdı. Ve kurşun gitti, İskoçya’da doğan bir kız için, Lübnan’ın büyük ayısının hikâyesine son vermeye gitti, o kızın Ege kızlarınınki gibi kestane renkli gözleri vardı ve yabandomuzlarının mağarasındaki bir anı o da yaşamıştı.



ONUNCU KISIM
1914 yazında kayın ormanına düşen bir piştov kurşunu

AYNI GÜNÜN SABAHI, avcı büyük derbendin tepesindeyken ben de avcı olmak için küçük floberimle yaban meşeliğinde dolanıyordum. Hastalığımdan üç gün sonra beni dışarı bırakmışlardı. Acaba bir hüthüt vurabilir miyim diyordum.
 Annem beni tüfeği hazırlayıp giderken görünce:
 -Uzağa gitmeyeceksin, dedi. Sınırımızdan öteye geçme! Tamamen iyi değilsin daha. Tüfeği ne yapacaksın?
 -Hayır, anne, bırak beni. Dikkatli olacağım. Bırak beni tüfeğimle gideyim.
 -Bırak çocuğu, dedi büyükbaba. Ben de böyle başladım.
 -İyi. Ama bağdan uzaklaşma.
 Gittim ve büyük bir asmanın arkasına oturdum, üzümleri didiklemeye gelen karatavukları beklemeye başladım. Sürüyle olmalarına rağmen bir tane vurabildim. Birazdan annem geldi ve beni buldu. Vurulmuş kuşu görünce yüzünü ekşitti, çünkü bu oyundan hiç hoşlanmamıştı.
 -Daha senin için zamanı değil, diye kendi kendine mırıldandı. Bu hediyeyi sana yollamamalıydılar.
 Şimdi artık içimdeki o yasağa karşı koyma tutkusunu anlıyordum. Mademki bir kuş vurmayı başarmıştım, beni artık ne durdurabilirdi? Büyükbaba da beni avcı görmek istemedi mi?
 Annem biraz düşündü ve bana dedi:
 -Büyük avcılar asla yerdeki kuşu vurmaz. Yöremizde bunu yapan avcı hiç gördün mü? Erkekçe bir iş değil! Onları uçarken vurmalısın!
 Bana böyle dedi, sanırım küçük bir floberle uçan kuşu vurmanın zayıf ihtimal olduğu sanısıyla. Tatlılıkla belki beni bu tutkudan vazgeçirebilirdi.
 -Şimdi bu öldürdüğün karatavuğu ne yapalım? Dedi annem. Onu sana pişireyim de akşama yer misin?
 Ona dedim ki:
 -Ben daha henüz kuşu ona götüremem, o kadar yolu henüz yürüyemem. Bırak ona gönderelim…
 -Kime? Dedi şaşırarak.
 -Yabancı kıza, anne. O bana armağan verdi, tüfeği…
 Yanıma geldi, ellerini omzuma koydu ve tatlı gülüşüyle bana baktı.
 -Sen iyi çocuksun, bunu düşündün…
 Bana böyle bakmasına dayanamadım, gözlerimi yere eğdim. Bu ona ilk kuşkuyu verdi. Çünkü kötü bir şey yapmış gibi gözlerimi indirmiştim, ya da bir şey mi gizliyordum? Parmaklarıyla omzuma dokunduğunu hissettim, sanki küçük vücudumu eşeleyip sırlarımı öğrenmek ister gibi, onları hafifçe dokundurarak omzuma vuruyordu.
 -Neden bana bakmıyorsun?
 Gözlerimi kaldırıp tekrar ona bakma korkusu benliğimi sardı, baktım. Artık gülümsemiyordu. Yüzünde başka bir ifade vardı: sanki artık önsezisiyle sezinlemişti, sanki oğlanda gördüğü güce inanmaya cesaret edemiyor gibi, daha dün ninni söylediği bu oğlancığa bir haberler gelmeye başlamıştı…
 -Ona teşekkür etmeyi çok mu istiyorsun? Bana sordu. Tabii istemelisin! Bunu çok mu istiyorsun?
 Anladığını sanıyordum, canı gönülden yanıtlamaya cesaret buldum:
 -Öyle, anne! Çok istiyorum! Tüfek onun! Vurduğum ilk kuşu ona göndereyim! Mademki yavru kartalı ona götüremedim…
 Şaşkınlıktan ağzı açık kaldı.
 -Kartal mı dedin? Ona kartal mı getirmeni istedi?
 Kasırga gününün hikâyesini ona anlatmadığımı unutmuştum. Ama artık geçti. Annemin araştıran gözleri üzerimdeyken ona yalan söyleyemezdim. Çünkü anlayacağını biliyorum.
 -Ama…bir şey değil…, kızararak mırıldandım, sanki büyük suçum vardı. Düşüp kafamı vurduğum o gün…
 -E? Ne yaptın o gün?
 - Bir yavru almak için kartalın yuvasına çıktım…
 -Tanrı ve Meryem adına! Korkarak bir çığlık attı ve beni kucaklayıp sıktı. Gerçekten bunu yaptın mı, hem de korkmadın? Gerçekten bunu yaptın mı?
 Yüzünü görmüyordum. Fakat kızdığını tahmin ediyordum.
 -A! Seni nasıl bırakabilir böyle bir şey yapmaya?
 -Ama o bir şey bilmiyordu, anne! Hiç bir şey bilmiyordu! Kendi başıma gittim…
 -Suç sende değil. Senin ne suçun var ki…, mırıldanıyordu kendi kendine. Neden seni bu kadar küçükken bıraktık sınırlarımız dışında dolaşmaya? Vay, başıma gelen! Bir daha artık…
 Ve sonra:
 -Gel şimdi, gidelim! Yeter bugün avlandığın.
 -Ona gönderecek miyiz? Karatavuğumu alırken ona sormaya cesaret buldum.
 -Ne dedin? Diyor bana, hala yaşadığı dehşet atmosferinden çıkamamıştı.
 -Vurduğum kuşu… ona gönderecek miyiz? Ona yalvarıyordum.
 -Hayır!
 Sonra kötü bir şey yaptığını anlayarak:
 -Asmada oturup vurduğun bir kuşu ona göndermek yakışık almaz. Büyüyüp, kuşu havada vuran avcı olduğun zaman göndeririz…
 Ertesi gün yine av için bağa beni çok zorla bıraktılar. Karatavuklar geldi üzümleri yedi ve tam kalktıkları zaman tüfeği ateşledim. Fakat bir tane bile vuramadım. O zaman aniden, üzerimden geçen kırmızı yeşil kanatlı o harika kuşu gördüm, hüthütü. Kalbim hızla çarpmaya başladı. Onu vurmak istedim! Keşke vurabildiğim ilk kuş hüthüt olsaydı da ona gönderseydim…
 Hüthüt başımın üstümden, çok alçaktan geçti, beni büyüleyen renkleri o kadar net gördüm ki. Vurulması işten değildi, fakat ellerim titredi ve tüfeğimi bile kaldıramadım.
 Daha sonra anneme, hüthütün başımın üstünden geçtiğini, iyi hedef olduğunu, ama ona atmadığımı, avcılık merakının bana da geçtiğini uzun uzun anlattım. Bana ballı gözleme verdi, çünkü kuşu öldürmemiştim. Ben de gözlemeleri çok tatlı buldum, diğerlerinden daha çok.
 Fakat zaman geçince, öğlen ve ikindi olunca, kaçırdığım hüthüt yüreğime oturmaya başladı. Ne iyi olacaktı! Ona bir hüthüt gönderseydim ne iyi olacaktı! 
 Tüfeğimi aldım ve gizlice dışarı çıktım. Çiftliğimizin sınırlarını geçtim ve meşe ormanına girdim. Çok kuş buldum, ama ben hüthüt istiyordum. Büyük ağaçların sessizliği altında dolaşmakla yanılmıştım. Yorulunca kuru toprağa uzandım –böylece ağaçların sesini daha iyi duyuyordum. Güneş alçalmaya başladı, o zaman fısıltılar daha gizemli oldu ve netleşti. Akşam gölgeleri sık ağaçlardan dalga dalga inmeye başladı. Onlara bakınca afalladım, çünkü birbiri üstüne sırayla gelen dalgaları birbirinden ayırabildiğime emindim, önce biri sonra diğeri, perde gibi iniyordu. Sonra aniden gölgelerin dolaştığını, üzerime çökerek git gide beni boğduğunu anladım. Korkarak yerimden fırladım ve ormandan çıkmak için çılgınca koşmaya başladım. Açık araziye çıktım ve gördüm ki gün hâlâ üzerindeki mavilik altında asılı duruyor. Aynı anda bir hüthüt geçti. Ama gölgelerden öyle korkmuştum ki tüfeğimi kaldırmayı düşünmedim bile.
 Biri bana ne oldu hüthüt avın diye soracak olsa, hüthütlerin yöremizden artık gittiklerini, Kimindenilerden göçtüklerini söyleyecektim.

FAKAT. Yine sabah sabah bir hüthüte rastlayabilmek umuduyla dolaşmaya çıktım. O zaman Doris atıyla patikada birden önüme çıktı.
 Bugün ava gitmek için atları hazırlamasını akşamdan avcısına söylememişti, sabah uyandığı zaman birini kulübesine göndererek onu çağırtmıştı.
 “Yok”, dediler ona. “Kulübesi kapalı”.
 Doris adamlarının ona sormadan keyiflerine göre hareket etmelerine alışık değildi. Avcı da artık hizmetinde özel biriydi. Elbette böyle yapamazdı, sadece onun emrinde olmalıydı.
 Avcı ne oldu?
 Doris ata atlamış meşe ormanına yalnız başına geliyordu. Bildiği yerleri dolaşmıştı –avcı hiçbir yerde yoktu. Yüzünde garip bir ifade vardı. Dudakları hafifçe titriyordu, mahmuzlarını ata fazla gömmüştü. Böylece, aniden üstüme çıkageldi.
 O kartallı kasırga gününden beri onu görmemiştim ve avlandığım üç günü anlatamamıştım.
 Sevinçle yanına koşuyorum. Beni alıp önüne oturtmasını söylüyorum. Fakat buz gibi soğuk suratı beni durduruyor.
 -Sen misin? Diyor soğukça, sanki aklı başka yerde. Söyle bana: Avcımı bugün buralarda gördün mü?
 -Hayır, görmedim. Buradan geçmedi.
 Sonra biraz cesaret bularak:
 -Biliyor musun, diyorum ona. Ben üç gündür tüfeğimle avlanıyorum. Bir hüthüt vurmak istiyorum.
 Ama Doris duymuyor, dikkat etmiyor. Nesi var?
 -O küçük kız, kardeşin… Adı neydi?
 -Fakat benim çok kardeşim var.
 -Hayır, avcım ile arkadaş olanı diyorum.
 -A! Artemi! 
 -Evet! O! Şimdi nerede?
 -Büyük cevizin orda bıraktım, bağın aşağısında. Bir cırcır böceğiyle oynuyordu.
 -A! İyi!
 Doris bir şey demeden, bana hoşça kal demeden, atını mahmuzluyor ve deniz patikasına giriyor.
 Avcıya ne oldu?

DORİS çiftliğine dönüyor ve orada bulduğu ilk kişi çiftçi Limnios’a soruyor:
 -Avcımı gördün mü?
 -Hayır! görmedik!
 Kamçısını kaldırıyor ve hiddetle havaya savuruyor.
 -Bu şimdi mi bana söylenir! Dediğimi duydun mu?
 Gidiyor ve odasına kapanıyor, biraz sonra uzun kavaklarla çevrili avluda büyük bir şamata kopuyor. Adamlar bağırıyor, kadınlar çığlık çığlığa.
 Limnios kapısını çalıyor ve içeri giriyor, korkudan deliye dönmüş, ellerini havada sallayarak:
 -Koş bayan! Avcının atı yalnız geldi! Yalnız…
 Doris dışarı fırlıyor. Bir şeyin etrafında çember olup bağrışan kalabalığa koşuyor. Kalabalığı zorla yarıyor.
 Herkes susuyor. Ve Doris şaşırarak bakıyor:
 Çemberin ortasında avcının atı soluk soluğa duruyor. Titreyen parlak derisinden ter damlıyor. Eyersiz. Fakat üzerinde uzun bir “heybe” karnından yere kadar sarkıyor. Küçük siyah bir hayvan, heybenin bir gözünden suratını dışarı çıkarmış, şaşkın şaşkın bakıyor. Köpek mi?
 Hayır, köpek değil. Küçük bir ayı! Bir yavru ayıcık!
 Kadınlar yine cayırtıyı koyveriyor:
 -Başına kötü bir şey geldi! Başına kötü bir şey geldi! Gitti, ayıyı ininden aldı!
 Koca Vilaras olanları görerek bir anda koşup geliyor. Yüzü sıkıntılıdır.
 -Doğru, diyor. Başına kötü bir şey geldi!
 - Büyük ana ayı onu paralamış olacak! Paralamış olacak! Bir kadın adeta uluyor.
 -Hayır! Diye düşünüyor koca Vilaras. Böyle olamaz! Ayı şayet onu paralasaydı yavrusunu kurtarırdı! Hayır! Avcı mutlaka ayıyı öldürdü.
 -Derin vadide bir yerde attan düşmüştür! Bağırıyor bir çiftçi.
 -Sen ne diyorsun? Ona katılmıyor bir diğer kişi. O mu? Böyle usta at binici attan mı düşecek? Zayıfın zayıfı ihtimal!
 -O zaman?
 -O zaman?
 -Avcıya ne oldu?
 -Yoksa onu öldürdüler mi?
 Yüzlere kuşku düşüyor ve dehşet doluyor.
 -Biri onu öldürdü mü? Neden?
 Doris dinliyor, burnunu heybeden dışarı çıkarmış zavallı ayıcığa bakıyor. Yaklaşıyor. Onu heybeden çıkarıyor. Ayakları ince bir sicimle ikişer ikişer bağlanmış. Pek solgun. “İster misin sana siyah ayının yavrusunu getireyim?” Avcının bu lafı dönüp dolaşıyor ve onu kuşatıyor. Kasırga günü yukardayken, kartal kayalıklarında söylenmişti. “İster misin, Kimindenilerde yaşayan siyah ayının yavrusunu sana getireyim?..”
 Doris, ani bir kararla küçük kalabalığa dönüyor:
 -Ayının inini sizden kim biliyor?
 Kimse bilmiyor. Kimse cevaplamıyor. Doris çileden çıkıyor.
 -Zavallı adamcıklar! Bu dağlarda yaşıyorsunuz da nasıl çevrenizi bilmezsiniz? Nasıl olur?
 -Sakin ol çocuğum, diyor ona yaşlı Vilaras. Onlara böyle deme. Çiftçi adamlardır ve bütün gün toprakta çalışırlar. Avcı değiller.
 -Şimdi ne olacak? Onu aramaya nereye gideceğiz şimdi? Bağırıyor Doris ve heyecanını gizlemek için hiç çaba göstermiyor.
 -Nereye gittiğini birinize söylemedi mi? Vilaras adamlarına soruyor.
 Kimse cevap vermiyor.
 -O zaman oraya buraya adam salacağız, bütün dağ patikalarına, arasınlar. Başka türlü olmaz, diyor Vilaras.
 Doris’in kafasından bir fikir şimşek gibi geçiyor:
 -Çabuk! Çabuk! Bağırıyor. Atımı getirin! Karabinamı getirin!
 -Tanrı adına! Ne düşünüyorsun? Diyor, koca Vilaras, ona doğru koşuyor ve ellerinden yakalıyor.
 -Siz bırakın baba! Ben biliyorum! Biliyorum onu nasıl bulacağımı!
 -Ama sen gitmeyesin! Bırak adamları gönderelim!
 -Hayır! Hayır! Olmaz, baba! Adamlarınız da bırak benimle gelsin!
 Ve etrafındaki kalabalığa dönerek:
 -Sen! Diyor birine. Sen de! Sen de! Çabuk, alın atları! Tüfeklerinizi de alın!
 Doris atına atlıyor ve şaha kaldırıyor. Arkasından çiftliğin silahlı üç adamı ona zor yetişiyor. Koca Vilaras, şaşkın, biçare, karşı koyamıyor, atların kaldırdığı toz duman içinde, suskun ve şaşkın dolaşan kalabalık arasında, şaşkınlıktan ağzı açık arkalarından bakıyor.
 Doris çiftliğimizin büyük kapısından dört nala giriyor ve avluda duruyor.
 -Artemi! Artemi!
 Tahta basamakların yukarısına ve pencerelere bakarak bağırıyor.
 -Artemi! Artemi!
 Pencerelerden iki üç şaşkın surat fırlıyor ve hemen geri çekiliyor.
 -Artemi! Artemi!
 Onu gittikçe daha sıcak bir sesle çağırıyor,  bekleme heyecanına boğulmuş bir sesle.
 Ses Artemi’ye ulaşıyor. Onu buluyor ve şaşkına çeviriyor. Acaba biri onu bu güne kadar böyle sıcak tonda bir sesle çağırmış mıydı?
 -Artemi! Artemi!
 Artemi koşup basamakları iniyor. Doris’in hemen atından atlayıp ona doğru koştuğunu görüyor. Gelip kuvvetle omuzlarından tutarak bakıyor. Artemi’nin omzundaki eller titriyordu.
 -Sana hiç söyledi mi ayının inini? Ayının ini nerede, biliyor musun? Tanrı adına! Söyle bana Artemi!
 Kızın gözleri vahşi bir ifadeye bürünüyor. Fakat Doris onu bırakmıyor.
 -Onun hayatı için soruyorum! Onun hayatı için! Bağırıyor. Söyle bana! Biliyor musun?
 Onun hayatı için mi? Onun hayatı için mi?!
 -Gerçekten öyle Artemi, öyle diyorum sana! Tehlikede! Biliyor musun?
 Sesin yürek paralayan yalvarışından, ölüm dehşetinden şaşkına dönen kız mırıldanıyor:
 -Biliyorum… Biliyorum büyük ayının inini. Daha bana yeni geldi, onu öldüreceğini söyledi. Yavrusunu alıp bana getireceğini söylüyordu.
 -Sahiden inin nerede olduğunu biliyor musun? Sana söyledi mi?
 -Nerede biliyorum. Bana gösterdi. Büyük derbentte. Kayınların ötesinde.
 -Atla atıma çabuk! Çabuk! Çabuk! Çık atıma!
 O anda gürültüyü duyan büyükbaba ve büyükanne ahşap basamakları iniyordu. Şaşkınlıkla Doris’in atına binen Artemi’ye bakarak atlılara doğru koşuyorlar.
 -Ne var, küçükhanım? Diyor büyükbaba. Ne oluyor?
 -Hiç bir şey! Hiç bir şey! Telaşla bağırıyor Doris. Affedin beni! Kızınızı aldım biraz gidiyoruz.
 Ona bir şey demelerine kalmadan, atını mahmuzlayıp, atlıları da arkadan onu izlerken dörtnala kayboluyor.
 -Bunlar ne biçim işler! Ne biçim işler! Öfkeyle mırıldanıyor büyükbaba. Koca Vilaras ne halt ediyor? Görmüyor mu bunları? Bir daha çocuklarımız onunla gitmeyecek!
AVCI kayın ormanının bittiği yerde, vadiden çıkan patikada, kalbinde bir kurşunla yatıyordu. Doris ve Artemi’nin atı ilk varıyor, diğerleri arkadan yetişiyor. Patikanın ortasında karşılarında yatan gövde ilk böyle bulundu.
 -Ah! Kuvvetli bir çığlık atıyor Artemi ve Doris’in vücuduna yığılıyor, sanki ölümden korunmak istiyor.
 Doris aşağı sıçrıyor ve avcıya koşuyor. Onu ellerinden yakalıyor ve kuvvetle sallıyor. Telaşlı hareketlerle gömleğinin düğmelerini çözüyor. Açılan küçük çeşmeden oluk gibi kan akmıştı, göğsü kan gölü olmuştu. Doris kulağını kalbine koyuyor. Artemi ve üç adam üstünde dikilmiş endişeyle bekliyor. Doris kalkıyor. Yüzü sapsarı dudakları bembeyazdı.
 -Bitti, diyor. Öldü.
 O zaman Artemi’nin sırası geliyor, kendini avcının üzerine atıyor. Baştan korkuyla, sonra inanılmaz cesaretle, parmaklarını saçlarına gömüyor, yüzünü okşuyor ve vahşi hayvan gibi uluyor.
 -Niçin bunu yaptın?.. Niçin bunu yaptın? Neden öldün?..
 Sarı yıldızlı mendil artık saçlarını taçlandırmıyor. Paçavra olmuştur. Kafasından sıyrılmış, boynuna sarılmıştır.
 -Onu öldürdüler! Diyor bir çiftçi. Bir yerde tüfeğini görüyor musun?
 -Hayır, diyor öteki, etrafı araştırarak. Yok, hiçbir yerde!
 -Onu öldürdüler! Diyor üçüncü çiftçi. Kim yaptı bunu? Neden?
 Artemi korkunç sözcüğü duyuyor, kafasında daireler çizmeye başlıyor, sesin taşıdığı sırrın onu sarıp sarmaladığını hissediyor. “Onu öldürdüler”. Ölüm şimdi gözlerinde daha korkunç ağırlık kazanıyor. Cesedin çevresine düşmekte olan karanlık dalga dalga geliyor. Karanlıktan korkan Artemi avcının saçlarını bırakıyor, parmaklarını ona dokunmaktan çekiyor.
 Yavaş yavaş kalkıyor.
 Öldürdüler mi onu? Öldürdüler mi dedin? Onu neden öldürsünler?
 Gözleri adamın üzerinden kalkıyor. Şimdi önsezileriyle, cevap alması gereken yere, cevap isteyeceği yere doğru çivileniyor.
 -Kim onu öldürdü?.. Diyor Doris’e. Kim onu öldürdü?..
 Bu soru arkasından hemen başka bir kuşkuyu getiriyor:
 -Sen nasıl biliyorsun, onu ayının inine giden patikada bulacağımızı nerden biliyorsun? Ayının inine gittiğini nasıl biliyorsun?
 Freni boşalmış gibi, dörtnala atı koşturarak buraya varmak için gelirken, ona sormak aklına gelmemişti, o zaman bunu düşünmemişti.
 -Nasıl biliyorsun? Diyor yine daha vahşice, sapsarı yüzle karşısında suskun duran Doris’e.
 -Sormaya gerek var mı? Diyor bir çiftçi. Atı heybesinde bir ayıyla geri döndüğüne göre? Demek ki, ayının inine gitmişti!
 -Ne? Hayretten vurulup paramparça oluyor kız. At yavru ayıyla geri mi gelmişti? Yavruyu almış mıydı?..
 Ve birden yine uluyup dövünmeye başlıyor.
 -Sen onu öldürdün! Sen onu öldürdün!.. Öfkeyle bağırıyor Doris’e, gırtlağı paralanırcasına. Senin için ayıyı almaya gitti. Sen onu öldürdün!..
 Doris kendini savunamıyor, savunmaya alışık değil. Bütün gücünü toplayıp kendini tutuyor. Hırstan ellerini ısırıyor.
 -Sus! Diyor sertçe Artemi’ye. Sus!
 Sonra da adamlarına dönerek:
 -Bir atın üstüne bağlayın! Onu aşağı götüreceğiz.
 Avcıyı sırtüstü ata bağlıyorlar. Yüzünü ve saçlarını sarı yıldızlı mendille örtüyorlar. Gözleri nasıl görsün artık kayınları ve Kimindenileri? Nasıl görsün artık, Doris’in sarı saçlarını ve Artemi’nin gözlerini?
 Dönüş yolunu tuttular. Yavaş yavaş ilerliyorlar, ölü gövde sarsılmasın, saçları dalgalanmasın. Önde iki atlı gidiyordu. Geriden gelen yaya adam avcıyı bağladıkları atın yularını tutuyordu. En arkadan da Doris’in atı onları izliyordu, üzerinde sıkı sıkıya birbirine yapışmış iki genç bedenle.
 Akşam bastırdı. Kayınlar haberi aldı, yapraklarının içinden fısıldaşıyorlar, ona bütün memleketlerini vermişlerdi.
 “Duydunuz mu? Avcı öldürüldü! Avcı artık gölgemiz altından geçmeyecek!”
 Bunu daha aşağıdaki yaban meşeleri de duydu, gelip geçen hüthütlere ve yaban güvercinlerine fısıldadılar. 
 “Öğrendiniz mi? Avcı öldürüldü!”
 “Hangi avcı öldürüldü?”
 “Hüthütleri ve yaban güvercinlerini vurmayan avcı. Büyük vadide yabandomuzlarını avlayan avcı”.
 “Yoksa yabandomuzlarının mağarasına giden yaşlı bir vahşi hayvanı mı vurdu?”
 “A! Hayır! O asla ölmeye giden hayvanı vurmazdı! Su içen kuşu da asla vurmadı. Gerçek avcıydı!”
 “O zaman neden öldü?” Sordular, hüthüt kuşları ve yaban güvercinleri.
 “Aşk yüzünden”, dedi meşeler.
 Kuşlar garip sözcüğü ağzına aldı ve onu Çakal Dere’ye götürdü. Dere onu aldı, aşağıya indirdi, denize bağlandığı yere, onu Ege’nin dalgalarına gönderdi, dalga olması için.
 ONLARA eşlik eden Artemi’yi bağımızın kenarında bıraktılar ve yalı çiftliğine doğru çekip gittiler.
 Çiftlik halkı sararıp solan ve ağlamış Artemi’den olayı öğrendi.
 -Onu ölü mü buldular, dedin? Kaygı dolu büyükbaba sorulara başladı. Sen gördün mü onu?
 -Gördüm, dede! Kaldırıp ata bağlayınca.
 -Tanrı ve Meryem korusun! Tanrı ve Meryem korusun! Büyükanne ve annem haç çıkarmaya başladılar ve kıza bağırdılar. Senin ne işin var yavrum bu işlerle, ne arıyordun orada? Ama şimdi büyükbabanın yüzünden o munis gülümsemesini çektiği zamandı. Onun yerinde şimdi hoşgörüsüz insanın ifadesi vardı.
 -Kesin sesinizi!
 Hemen çevresini ölüm sessizliği kapladı.
 -Atımı eyerlesinler! Emir verdi bir hizmetkârına.
 Büyükbaba yaşlı Vilaras ile konuşmaya yalı çiftliğine gitti.
 Döndüğü zaman güneş batmak üzereydi. Yüzü daha karanlıktı ve kara bulutlar hâlâ kaybolmamıştı. Odasına kapandı, birini gönderdi ve kâhyayı çağırdı. Aşağıda her ne öğrendiyse sır gibi gizliyordu. Olay sadece avcının ölü bulunması değildi. Aynı gün, Kimindenilerin başka bir yerinde, Vilaras’ın adamı başka bir Hıristiyan’a da kurşun sıkmışlardı. Ama onu sadece yaralamışlardı. Adam kurtulmuş ve haberi getirmişti. Ona kurşun sıkan bu adamlar hangi soy soptandı? Silahlı Yörüklerdi. Yörükler neden silahlanmıştı ve neden bir Hıristiyan’a kurşun sıkmışlardı? Böyle, Vilaras’ı da mı vurmak istiyorlardı? Neden? Yoksa bunlar eşkıya mıydı? Hayır, olamazdı. Fukara insanları vurmakla ne kazanmış olacaklardı: bir avcıyla çiftçiyi neden vuracaklardı?
 Öyleyse?
 Büyükbaba kâhyaya emir veriyor:
 -Bu akşam büyük kapı erken kapanacak. Hepiniz erkenden çiftlikte olmalısınız. Şayet gecelemeye gelen yabancılar olursa onları dışarıda bırakmayın. Fakat ben de göreceğim, bir bir hepsini. Silahları varsa alın ve sabah giderken verirsiniz. Senin seçeceğin içimizden üç kişi bu akşam büyük kapının arkasında nöbet tutacak. “Sarıdan” silah ve kurşun alın.
 Sonra büyükanneye ve annemize seslendi. Biz çocuklar da onlarla koştuk.
 -Bir şey yok, dedi büyükbaba, yüzüne sakin ifade vermeye çalışarak. Fakat bu günden sonra hiçbiriniz –biz çocuklara bakarak, diyor – büyük kapıdan uzaklaşmayacaksınız. Duydunuz mu? Hiç biriniz!
 -Ne var, dede? Ne var dede?
 -Hiçbir şey! Korkmayın.
 Sadece daha sonra, ona “ne olacağız” diye soran büyükanneye cevap verdi: “Tedbirimizi aldık. Vilaras Pagidas’ı çağıracak. Pagidas adamlarıyla gelecek”.

 GECE yatmak için odamıza gittiğimizde hepimiz huzursuz ve heyecanlıydık. Gizlilik ve korku başımızın üstünde dolaşıyordu. Ama başka şeyler de dolaşıyordu.
 -Tamam artık! Yataklarımıza çıktığımıza göre korkacak bir şey yok! Uyuyun şimdi. Rahat rahat uyuyun! Büyük kardeşimiz Antipi bize böyle diyor.
 “Rahat”, diyor, ama yüzünden işin ciddiyeti anlaşılıyor. Tehlikeleri sormaya başlamayalım diye bizi bırakıp çabucak gidiyor. Her zamankinden daha çabuk.
 Dışarısı çok sakin. Gece, bugün çok şeyler yaşayan Kimindenilerde dinleniyor. Kandilin ışığı bizi koruyan bebekli Meryem Ana ikonunu zayıfça aydınlatıyor.
 -Artemi…, ilk önce Lena ses veriyor yatağından, ve sesi titremeye başlıyor. Gerçekten onu gördün mü?.. Onu gördün mü?..
 Artemi cevaplamıyor. Ama Lena büyükanne gibi bir şeyden habersiz saf bir yaratıktır ve öğrenmek istiyor.
 -Ölü nasıl oluyor, Artemi? Vahşi mi?..
 Artemi ağlamaya başlıyor. Hıçkırıklarını yanı başımda duyuyorum, içinin nasıl parçalandığını tahmin ediyorum.
 -Ss! Diyorum Lena’ya buyurgan tavırla, çünkü ben içerde tek oğlanım, tek adam. Sen fırınına bak! Haydi uyu!
 Böyle diyorum. Ama ben de ölü birinin nasıl olduğunu bilmeyi öyle çok istiyordum ki!
 Biraz sonra öcünü almak isteyen Agapi içeri giriyor.
 -Oh olsun! Diyor Artemi’ye. Dağlarda vahşi hayvan gibi dönüp dolaşacak ne vardı! Şimdi ölüyü rüyanda göreceksin! Seni kovalayacak! Seni kovalayacak!
 Korkunç laf tüylerimi diken diken etti, dehşete düşürdü. Artemi gerçekten bundan sonra rüyasında ölüyü mü görecek? Zavallı Artemi! Zavallı Artemi?
 -Yoksa ellerin de kanına değdi mi? Agapi akla gelmeyen kötü sözleri söylemeye devam ediyor. Öyleyse hiç çıkmayacak! Asla!
 Artemi’nin hıçkırıkları kesiliyor, şimdi paniğe kapılıyor.
 -Kes sesini! Sus artık! Agapi’ye bağırıyor. Kötü yaratık! Sus…
 -Ellerindeki kan hep kalacak! Ellerinde hep onun kanı olacak! Katı yürekli büyük kız devam ediyor. Neden sana aritmetik öğretmemi istemiyorsun? Ellerinde kan olacak. Benimkiler yıldızları yazarken…
 -Sus! Sus artık…, Artemi şimdi daha yalvararak daha yumuşak sesle mırıldanıyordu.
 -Agapi’ciğim, sus…, Artemi’nin tahmin ettiği acısından duygulanarak tatlı sesiyle Lena da yalvarıyor. Acımıyor musun ona? Sus…
 Kulaklarım hafif bir gürültüyü alınca, ben de susmasını istiyorum. İlk çocukluk yıllarımızın anıları birden uyanıyor, bizi kuşatan gizli korkudan hareket alarak dalga dalga geliyor,
 -Dinleyin! Mırıldanıyorum yavaşça. Dinleyin!...
 -Ne var? Diyor Agapi şaşırarak.
 -Dinleyin! Yanda bir şeyler hareket ediyor. “Sarıda”…
 Hafif sesler artıyor, azalıyor. Çocukluğumuzun korkuları yine burada ve bizi sarıyor.
 -Kılıçlar uyanıyor…, Lena hafifçe mırıldanıyor. Kılıçlar uyanıyor…
 -Ne diyorsun orada! Agapi çocuğu azarlıyor, ona da gelen paniğe aritmetik hesaplarıyla direnmeye çalışarak. Kılıçlar hiç uyanır mı? Biz artık çocuk değiliz…
 Böyle diyor. Fakat sesler orada, gitmiyor. İnsan ayak sesleriyle karışıyor. Sanki insan gibiler. Boş yere bizi inandırmaya çalışan Agapi’nin sesi de titriyor.
 -Kılıçlar uyanmaz, diyorum size. Uyuyun…
 Ölü bir avcı, bir ayı ini, ıssız Kimindeniler, kan ve kılıçlar uyanıyor… Seslerini duymamak için, beni almayacaklarından emin olmak için başımı çarşafın içine sokuyorum.
 Biraz zaman geçiyor. Başımı beni koruyan çarşaftan dışarı çıkarmaya cesaret ediyorum.
 -Artemi… Bir şey duyuyor musun?..
 Artemi cevap vermiyor. Fakat sesler kaybolmuştu. Lena ve Agapi uyumuşlardı.
 Dağımızın tanrısal sesi derinden vahşice, sertçe duyuluyor: uluyan aç çakalların sesi.
 -Artemi, korkuyor musun?.. Gel yanıma.
 Yatağında vücudunun çarşafla yaptığı hafif sürtünme sesini duyuyorum, sonra bana doğru gelen beyaz gecelikli siluetini görüyorum. Yanıma uzanıyor. Çarşafı kafamıza çekip sıkıca kucaklaşıyoruz. Küçük vücudu korkudan çırpınıyor ve dişleri birbirine çarpıyor.
 -Rahatla, Artemi… Artık daima beraber olacağız, sen ve ben. Korkma…
 Acımasız karanlık sır ve korku memleketinin derinlerinden sanki bize gelecek günleri haber veriyordu. Kimindenilerde kayın ormanda, büyük ayının inine çıkan patikaya düşen bir piştov kurşunuyla sanki bize şafak senfonisinin bittiğini bildiriyordu, hem Artemi için hem de benim için. Piştov avcıyı beraberinde götürüyordu, onu Artemi’den alıyordu. Sudan iplikçikli büyüyü de benden alıyordu. Senfoni bitiyordu.
 O akşam kimse, 1914 ün yaz sabahında büyük vadimizde yankılanan piştovun ne demeğe geldiğini bilmiyordu. Kimse henüz, tarladaki sayılamaz başaklar kadar çok başkalarının da onu izleyerek geleceğini tahmin edemezdi. Bunun için herkes uykuya yatmıştı. Yalnız iki çocuk, Artemi ve ben, çakallar ulurken kucak kucağa ağladık, çünkü Senfonimiz bitiyordu. Sık bulutlar sona erdiği haberini çok üstümüzden bize getiriyordu, karanlık içimizde dalga dalgaydı. Henüz hiçbir şey bilmeyen yeryüzünün ilk yaratıkları gibiydik, 1914 ün yazında dünyanın matemini tutmak için ağlıyorduk.
 Artemi’ye de o gece uyku geç geldi ve sonunda gözlerini yumdu, hiç rüya görmedi. Artık hiç. Uzak denizlere gitmek istemiyor, Okyanus memleketini görmek istemiyor. Neden gitsin? Sarı yıldızlı avcıların martinileriyle gülleri koparıp armağan ettiği kızların saçlarını sudan iplikçikler gibi yapan memleketi bilmek istemiyor. Yunan adalarına gidip, başında söğüt çiçeklerinden tacıyla denize atlamak da istemiyor. Hayır. Gidip Çakal Derenin kenarlarından söğüt çiçekleri toplasın. Onları saçlarına takmasın. Ona götürsün, onun yattığı toprağa, çiçekler Artemi seni hatırlıyor ve ağlıyor desin ona.

 ERTESİ SABAH yalı çiftliğinden bir adam geldi. Elinde dikkatle yavru ayıyı tutuyor ve Artemi’yi arıyordu.
 -Yabancı hanımım bunu alsın, diyor. Bunu alsın ve büyütsün.
 Büyükanne ve annem çığlığı basıyor:
 -Tanrı adına! Yine nedir bu? Şimdi de ayak altında vahşi hayvanımız mı olacak?
 Ama Artemi hemen büyükbabaya atılıyor ve ağlayarak yalvarıyor:
 -Dede… İyi dedeciğim benim… Hayır deme… Bırak onu kalsın…
 Büyükbaba susuyor, kaygılarına gömülmüş. Fakat küçük kızın inanılmaz yalvarışını görüyor.
 -Bağlayın! Diyor bir adamına. Süt verin içsin!
 Artemi koşuyor ve ellerini öpüyor. Sonra küçük hayvana gidiyor. Parmaklarıyla korkarak siyah tüylerine dokunuyor. Parmakları orada kalıyor. Kalıyor.
 Büyükbaba daha sonra büyükanneye diyordu:
 -Ayıcılar geçtiği zaman onlara veririz.

 İKİNCİ BÖLÜMÜN SONU




ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
İ n s a n l a r
 



BİRİNCİ KISIM
Andonis Pagidas

GECE, yavaş ve sessiz adımlarla Ayvalık’ın gizemli tepesi Şeytan Sofrasına indi. Güney tarafına baktı, kayalarda kırılan Ege’nin dalgalarını gördü. Kuzey taraflarına bakınca, Kimindenileri, Anadolu’yu gördü.
 Gece dedi ki:
“Dalgalara sorayım, kaçakçılardan haber alayım. Anadolu dağlarına sorayım, bana delikanlılarımın ilerlediğini söylesinler”. Ege’den rüzgârı çağırdı, ona Eolia Toprağı dağlarından seslenerek sordu:
 “Memleketimin himaye ettiğim delikanlıları nasıl? Kaçakçılar nasıl?”
 “Yaşıyor ve saltanatlarını sürüyorlar”, cevap verdi rüzgârlar. “Sen rahat ol”.
 “Yürekleri daima çelik gibi mi ve her zaman hazırlar mı büyük yoldaşlarına, ölüme?
 “Her zaman”.

TANRININ çılgın kullarıydılar, zavallı bedenler. Kan tutkusu ve tehlike için içlerini bir şeytan dağlıyordu. Her gün hayatlarıyla kumar oynuyorlar, vuruyor vuruluyorlardı. Ateşle ve ölümle bir oyundu, onlar için anlamı olsun veya olmasın, biraz dinginlik versin diye, kızgın demiri biraz soğutmak için düşüncesiz ve çılgınca olan ne kadar çok şey varsa olmalıydı. En hovarda adamlardı, hiçbir kaçakçı asla ölçüsüz kazancından servet yapmayı düşünmezdi. Günlerce süren, dillere destan eğlencelerinde etrafa saçar, kadınlara harcar, fakir ev kadınlarına bölüştürürlerdi. Böylece ateş oyunu pratik amaçsız, temiz görünümde kalırdı. Bu onlar için gereksinimdi. Ne kadar daha çılgın olursa, dinginlik hayali o kadar akıllara sığmaz oluyordu. Kızgın demir soğumuyor, devamlı ısınıyordu, sükûnet sadece mezarda vardı.
 Kaçakçıların yüzlerinde bu dinmeyen tutkudan başka bir şey görünmezdi. Ağırbaşlıydılar, az konuşurlardı, şehirde kadınlar ve çocuklar içinde dolaştıkları zaman üzerlerinde çocuğun ürkekliği ve sakarlığı vardı. Savunmasız insanlara asla zarar vermezlerdi, kadınlara asla dil uzatmazlardı, içlerinde onlara her şeyden ulvi bir hisle dostluk duyarlardı. Kadınlar için, çocuklar için, arkadaşının temiz adı için, kaçakçı ölene kadar vurmalıydı. Başka yol yoktu.
 Asla çalmazlardı, hırsızlığı af bile etmiyorlardı. Bunun için hırsız şehirde barınamazdı. Kaçakçılar onun işini bitiriverirdi. Fakat katile saygı duyarlardı. Hangi nedenle yaptıysa yapsın, haklı veya haksız olsun, asla kınamazlardı. Başka türlüsü olmazdı, gerekliydi derlerdi. Dahası; oturup kurşunu nasıl bekleyesin, yoksa sen de onu bekleyen ötekilerden biri olursun, derlerdi. Az çok, sen de bizdensin, kaderin bizimle, diyecek olurlardı. Bunun için katil onların yüceliği için duacıydı: onların da onu himaye etme borçları vardı. Anadolu’nun çeşitli yörelerinde dolaşan katil, Türkleri öldüren ne kadar Hıristiyan varsa şimdi, Ayvalık’a girdiklerinde katillerin kutsal şehrine ayak bastıklarını biliyordu. Artık hiçbir şeyden korkuları olamazdı. Kaçakçılar onları koruyacak, hükümetten gizleyecek ve sonra kayıklara bindirip Ege adalarına, yabancı memlekete, Yunanistan’a götürecekti.
 Kaçakçılar kaçak tütünü Ege içlerinden, Balıkesir yörelerinden, kervanlarla indirip şehirde satıyor ya da kayıklarıyla başka yerlere götürüyorlardı. Yol boyunca her an tehlike karşılarındaydı. Memleketin diğer delikanlıları, ‘’kolcular’’, kaçakçı kovalama işinde çalışıyordu. Kolcuları atlatmak için geceden geceye ilerliyorlardı. Ama bu oyun sessiz sedasız olup bitiyordu. Ateşten insanların içindeki şeytan isyan etti:
 “Böyle olmaz! Ayvalık’ın delikanlıları böyle ilerlemez!”
 Böylece kaçakçılar merdivenin en üstüne çıktı. Kervanlarıyla şehir sınırına varınca yönetime haber gönderiyorlardı:
 “Bu akşam, gece yarısından sonra, falanca yoldan ineceğiz!”
 Haber şehirde ağızdan ağza dolaşıyordu. Belli saat gelinceye kadar hemşeriler telaşla birbirlerine soruyordu:
 “Onları vuracaklar mı? Vurmayacaklar mı?”
 Yeni yetme genç kızlar heyecan ve aşırı duygudan titriyordu. Onlara bir şey söylenmiyordu, fakat rüzgârdan kokuyu devamlı alıyorlardı, zira kan gölü içinde yetiştirilmişlerdi, kan kokan rüzgârı iliklerine kadar duyuyor,arzuluyorlardı. Telaş halindeki kadınlara ve kaçakçıların nişanlılarına koşuyorlardı. Onları sapsarı yüzler, donuk gözler ve gergin sinirlerle suskun buluyorlardı.
 “Angela…, bu akşam mı?”
 Angela kafasını geçen bulutlara kaldırıyor ve donuk sesle cevap veriyordu:
 “Bu akşam”.
Angela burnunu çekerken, eliyle bembeyaz dudaklarını siliyor. Hayır, Angela mutsuz değildir. O büyük anı beklemesini küçükten anasından öğrendi, anasının anasından, bütün Angelalar’dan öğrendi. O anı biliyor ve bekliyor. O zaman bütün kadınların gözlerinin üzerinde olacağını biliyor, sadece onun üzerinde, o büyük anda halk içindeki bütün kadınlarının arasında zirvedeki kişi olacağını biliyor. Ona bakacaklar, ona gıpta edecekler ve onu kıskanacaklar –zira bu kadar yükseğe çıkmak ona nasip olmuştu ve acı çekiyordu.
 Sonunda belli gece yarısı geliyor. Kadınlar, çocuklar, yaşlılar, pencere kanatlarının arkasına gizlenmiş hepsi bekliyor. Atların nal sesleri başta uzaktan hafifçe duyuluyor, demir nalların yolun taşlarına sertçe vurması nazik anın geldiğini anlatıyor. Atların üstünde kürklerine sarınmış, martinileri ellerinde kaçakçılar gürültüsüzce ilerleyen deve kervanını kuşatmışlar. Kervan develerinin çıngırakları yok, buna ihtiyaçları da yok. Kaçak malla yüklü, gecenin içinde sessizce hayalet gibi gidiyorlar. Beraberindekiler de ilerliyor. Atlar yürüyüşü daha sert ve daha ağır yapıyor. Bundan pencere arkasındaki insanlar vaktin geldiğini anlıyor. Atlılar kıvılcım saçan gözlerle karanlıkta etrafı görmeye çalışırken, tahmin ettikleri yolun köşelerinde pusudaki düşmanın kokusunu araştırıyor.
 O zaman, ölüm çığlığı sessiz gecenin içinde zorbaca çınlıyor. Martiniler, tabancalar ateş saçıyor, atlar şeytanca koşuyor ve develer birden duruyor. Duruyor ve geri çark ediyor. Tamamen planla uygun, bir grup kaçakçı tütün yüklü develeri alıyor ve yandaki dar bir sokakta kayboluyor. Diğerleri “kolcuları” tutmak için orada kalıyor, kervanın kaçışını sağlamak için. Karanlıkta sesler duyuluyor, vurulup attan düşen gövdeler, güdülüp sürüklenirken böğüren develer.
 Sonra her şey susuyor. Yolun taşlarına akan keskin kandan başka her şey, o bağırıyor.

KIRMIZI TİRHANDİL, Andonis Pagidas’ın meşhur kaçakçı dükkânı, “Çıplak”ı  -Ayvalık koyunun dışında ıssız bir ada- kıçında bırakarak, kuvvetli karayelin de yardımıyla, karşıdaki Anadolu kıyısına doğru yol alıyor, Vilaras’ın çiftliği oradaydı. Bu defa ambarındaki tütün değildir. Silahtır. Pagidas’ın bütün kumpanyası – delikanlıları - üç gün üç gecedir malı teslim almak için Çıplak’ta bekliyordu. Malı onlara Suriye’den getiriyorlardı. Lakin hava tersti ve bu Suriyeli kaçakçıların Çıplak’a vaktinde varmasını engellemişti. Pagidas’ın kaçakçıları onları beklerken içtiler, sarhoş oldular ve Çakıcı için şarkılar söylediler –ilk ve ikinci gece. İkinci gecenin gün doğumuna doğru, küçük adanın kuzey gözetleme yerindeki nöbetçi, uzakta pruvası parlayan bir filika gördü. Nöbetçi filikanın yanaşmasını bekledi ve sonra bir çığlık attı:
 -Hey! Kayık!
 -E!
 -Siz balık için mi?
 -Karadağ! Filikadaki adam parolayı seslendi. Andonis Pagidas’ı istiyorum!
 -Yanaş!
 Kaçakçıların bu adamı ne olmuştu da gece yarısı gizli yerlerine aniden çıkıp geliyordu? Yoksa kaçak ele mi verildi? Yoksa kolcular mı geliyordu?
 Hayır. Kaçak ele verilmedi. Kolcular daima Andonis Pagidas’ın bulunduğu yeri bilmezlikten gelir. Ayvalık delikanlısının korku salan şöhretli ismi o kadar büyüktür ki, onu vurmak ve yoluna taş koymak kimsenin aklından bile geçemez. Bunun dışında, kolcuların başı daima asker Garbis’tir ve Andonis Pagidas’ın candan arkadaşıdır. Kan ve cinayetle sınanmış arkadaşlıkları, Ayvalıklı delikanlıların dillerinde efsane gibi dolaşır. Pagidas’ın Garbis için, Garbis’in de Pagidas için kaç defa vurulduklarını yüzlerce defa anlatmışlardır. Herkes diyordu: “Şayet Pagidas ile Garbis beraber kaçakçılık işinde olsalar böyle bir güç tüm Anadolu’da bulunmaz”. Fakat bu asla olmadı. Yörenin bu önde gelen delikanlıları karşılaşmamak ve biri diğerinin onuruna dokunmamak için daima karşıt erlik alanında kaldılar. Ve daima birbirlerine göz kulak olmanın yolunu buldular. Sadece 1908 de, hükümet Pagidas belasından kesin kurtulma kararı aldı ve kolcularla beraber onu vuracak darbeyi hazırladı, o zaman Garbis, Pagidas’ın çetesinin yanında yer almaya karar verdi. Bir gece gizlice gitti ve onunla dağda buluştu, gizli hazırlıkların detaylarını verdi, onu öldürmek için tuzak hazırladıkları yeri söyledi. Pagidas geri çekilip kaçmayı kabul etmedi, Garbis o gece onunla gitti ve hükümet güçleri tarafından can arkadaşının yanında vuruldu.
 “Garbis, bunu hiç unutmayacağım”, 1908 in o gecesinde Pagidas ona böyle demişti.
 Ve bunu unutmadı.
 Filikayla gelen arkadaş ağzını açmaya cesaret edemiyor, kaçakçı başının karşısında sessizce duruyordu.
 -Ne var? Pagidas sordu.
 Çıt yok.
 -Konuşacak mısın, ulan?
 Andonis Pagidas’ın gözleri buğulanmaya başladı. Çevresindekiler böyle olunca bunun ne demek olduğunu biliyordu. Bu dünyada Andonis Pagidas buna dayanamaz diye ondan bir şey gizlenebilir mi?
 Filikadaki kaçakçı konuşmaktan başka çaresi olmadığını anladı.
 -Kardeşini öldürdüler! Dedi.
 Başkanlarının çevresindeki delikanlıların hepsi vurulan darbeyle yerinden sıçradı. Soru sormak için haberi getiren arkadaşın üzerine atlayacak oldular. Ama hemen Andonis Pagidas’ın sert ve soğuk gözleri onları yerlerine mıhladı. Kimse kımıldayamadı.
 -Kim? Pagidas’ın sesi gecenin içinde gürledi.
 -Garbis!
 Pagidas orada yiğitliğin bir alt basamağına inmişti, dünyada onu şaşırtabilecek, dinginliğini bozabilecek bir şey olamazdı. Fakat bu anda Andonis Pagidas, onun da kalbi ve kanı olduğunu gösteriyordu.
 -Kim dedin? Uludu, canhıraş çıkan sesi yürek yakıcıydı.
 -Garbis, kaptan! Asker Garbis!
 Andonis Pagidas’ın küçük kardeşi bir nebze ağabeyine çekmemişti. Onursuz, delikanlılıktan nasibi olmayan bir adamdı. Bununla beraber ağabeyinin sırtına basarak, o da kendi teknesi kendi adamlarıyla kaçakçılıkta çalışıyordu. Kolcular Andonis Pagidas’a olan saygılarından, küçük kardeşinin işlerine göz yumuyordu. Hal böyleyken, küçük kardeşi de günden güne arsızlaşıyor, daha hayâsız oluyordu. Göz yummalarının Andonis Pagidas’tan ötürü değil, ondan korktukları için olduğuna inandı. Ayvalık delikanlılarının hepsi yaptığı edepsizlikleri konuşuyor ve gizliden gizliye onunla dalga geçiyordu. Fakat kolcular onu daima görmezlikten geldi. Pagidas’ın kendine yakışmayan kardeşine olan zaafı kadar dünyada başka bir şey olmadığını biliyorlardı. Bu cesur adamda mevcut olan harcanmamış, üstü kan ve demirle kaplı sevginin kendini ispatlamasının tek yolu, varlığını küçük kardeşine göstermesiydi.
 -Onu kim öldürdü dedin? Yoldaşının omzundan tutup şiddetle sarsarken üçüncü defa gürlüyor Andonis Pagidas, sanki inanmak istemiyordu.
 -Garbis, kaptan! Asker Garbis!
 Sonra da soluk soluğa bir çırpıda olanları anlattı. Garip bir şeyler olduğu belliydi. Fakat iyice açıklığa kavuşmamıştı. Öyle görülüyordu ki; Asker Garbis kolcu teknesiyle Sarımsak açıklarında Kostandis Pagidas’ın kaçakçı teknesiyle karşılaşmıştı. Tekneyi tanımadı ve durdurmaya kalktı. İki tekneden de birkaç piştov ateşlendi. Konstandis Pagidas teknesinde yoktu. Fakat Garbis kaçak tütün yüklü teknenin onunki olduğundan emin olunca geçmesi için bıraktı.
 Konstandis Pagidas olan biteni öğrenince barut gibi oldu. Zaten bir karış havadaki aklı var olan rüzgârla uçup gitti. Orada burada Garbis tarafından teknesinin arandığı söylentisi dolaşıyordu. Kolcu teknesinin devriyeden döndüğünü öğrenince, eski ordu malı tüfeğini kaptığı gibi sahile koştu. “Sen”, dedi Garbis’e, “benim kayığı mı yakaladın?” Tüfeğine göz atar gibi yaptı. “Çek ulan!” Garbis hiç sarsılmadan karşılık verdi ona, teknesinin pruvasında her zamanki gibi silahsızdı. Konstandis Pagidas bir laf söyledi ona. “Çek git ulan”, dedi yine Garbis. O zaman Konstandis Pagidas küfretti ve ağzından ölümcül galiz küfürler savruldu, bunlar ağızdan çıkınca artık başka kurtuluş yoktu: kanla ödenmeliydi. Pagidas, Garbis’in önce davranıp ödetmemesi için silahını çekti ve üzerine sıktı. Ama hedefi tutturamadı. Garbis o zaman teknenin pruvasından karaya sıçradı, Pagidas’ın elindeki tüfeği aldı ve onu öldürdü.
 Andonis Pagidas dinledi. Bir şey demeden adamlarının önünden çekildi. Suratı sarsılmaz soğukkanlılığını tekrar kazanmıştı. Gün ağarıyordu. Bir sigara sardı. Yaktı. Mavi dumanlar havaya yükseliyor, sabah rüzgârıyla biraz salınıyor ve kayboluyordu. Bütün adamları durmuş sessizce ona bakıyordu. Artık biliyorlardı ki, korkunç bir şey hazırlanmaktaydı, o anda buna karar veriyordu, Anadolu’da kanayan her levent kalbinin yapacağı işe hazırlanıyordu.
 Andonis Pagidas sigarayı attı. Yavaşca. Buğulu gözlerini filikayla gelen kaçakçıya çevirdi.
 -Geri döneceksin! Sakince emir verdi. Garbis’e onu öldüreceğimi söyleyeceksin. Yanako Bibelas’ın çiftliğinin dışında, Salı günü ay batarken, onu bekleyeceğim.

KIRMIZI TİRHANDİL, Andonis Pagidas’ın meşhur kaçakçı dükkânı denizi yararak ilerliyor. Dalga ağacı dövüyor, ağaç suyla bütün gücüyle vuruşuyor, sanki biri öbürünü dize getirmeliydi. Ama ağaç ünlü, ona baş kaldırıyor. Bu akşam içinde çok şey taşıyor. Yalnız silahları değil, yalnız Andonis Pagitas ve delikanlılarını değil, Ayvalık delikanlılarının destansı kahramanlarının içinde en ünlü iki hayattan biri için karar verecek kaderi de taşıyor: Andonis Pagidas için ya da Asker Garbis için.
 Gece tirhandilin üstünde oturmuş çevreye kulak kabartıyor. Pagidas pruvaya çekilmiş, sessizce bir biri üstüne sigara tüttürüyor. Kayığını döven dalgaların sesini dinliyor, geçirdiği büyük hayatın uzayıp giden seslerini duyuyor, hepsi bu akşam yakına gelmiş olmalı  – belki bu akşam bu hayatı son defa denizlerde seyahat ettiriyordu. Kafasından bu düşünceler geçtikçe yaşamının son anları olabilecek şu saatlerde yalnızlığını daha iyi anlıyor. Yapayalnız. Çocukluk yıllarından beri onu izleyen tek duygu buydu. Annesi onu karnında taşırken o Ayos Simeon gününde bir av tavşanı temizliyordu. O gün gebe kadınlar ellerini önünde kavuşturup, hiçbir şey tutmamalıdır. Şayet bir şey tutacak olurlarsa, o her neyse, işaretleri doğacak çocuğunun yüzünde ya da vücudunda çıkacaktı. Andonis Pagidas’ın anası ne günde olduğunu unutmuştu. Bir komşusu girip onu görünce, hatırlattı:
 “Bugünde tavşan temizliyorsun, Hıristiyan komşum!” Diye bağırdı.
 Pagidas’ın anası elindeki av hayvanını korkuyla bıraktı ve iki elini göğsünde kavuşturdu.
 “İsa ve Meryem korusun!” Dedi ve altın sikke gibi sapsarı oldu.
 Bütün gece tanrıya yalvardı ve merhamet diledi. Ayos Simeon onu duydu. Çocuğunun yüzüne işaret bırakmadı. Çocuk doğunca yanında olan bütün kadınlar hayretle sırtında tavşan tüyünden geniş bir kuşak olduğunu gördü. Bu şeyi aralarında çok konuştular ve zaman geçince, o kadınlar ve adamlar çocuktan bahsederken: “vahşi hayvan sırtlı çocuk” dediler.
 “Büyüdüğünde ve gördüğünde ne olacak? Hayatı boyunca üzüntü duyacaktır”. Dediler.
 Fakat anaydı, içgüdüsüyle ona yardım etmenin bir yolunu buldu. Bir gün – oğlanla beraber komşuların çocuklarıyla ilk defa sahile yüzmeye gittiği zaman- ağlayan çocuğuna döndü:
 “Neyin var, evladım?”
 “Niçin benimle alay ediyorlar, ana?” Paralanan yüreğiyle bir köşeye sinmişti. “Neden sadece benim sırtımda hayvan derisi var?”
 O zaman anası ciddi bir tavır aldı ve ona şöyle dedi:
 “Bunu anlamıyor musun? Seni kıskanıyorlar! Sen kader perilerinin dokunduğu, Anadolu’nun tek oğlanısın!”
 “Kader perileri nedir?” Sordu çocuk.
 Kader perileri! Ona anlattı: Gökte meleklerle oturan iyi kadınlardır. Geçen her onca çok senede bir defa, fırtınalı gecede yeryüzüne inmeleri belirlenmiştir. İnsanlar bir şeyden habersiz uyurken sadece anneler, kader perileri çocuklarına gelsin diye uyumaz otururlar. Derler ki: “ Ah, kader perilerinin yılı keşke bu yıl olsa! Gelmeleri bu yıla denk düşse!”. Gözlerini dört açıp karanlığa bakarlar ve devamlı yalvarırlar: “Bu yıl gelsinler. Çocuğumun doğacağı zaman olsun…” Bir anne için ve onca senede sadece bir defa nihayet kutsal nimet gelecekti. Kader perileri kapısını açar ve o an tüm karanlıklar ışık dolar. Tatlı tatlı gülümseyerek yavaşça anneye giderler. Ellerini başına koyarlar, biraz orada tutarlar ve gülümseyerek geldikleri gibi giderler. Budur işte. Doğacak çocuk, kader perileri tarafından işaretlenecektir.
 “Sen kader perilerini gördün mü, ana?” Duyduklarına inanamayan çocuk sorar.
 “Evet, oğlum. Sen doğduğun zaman geldiler. Güçlü olacaksın! Kader perileri tarafından kutsandın. Anadolu’nun en namlı yiğidi olacaksın! Ağlama”.
 Andonis Pagidas’ın temiz kalpli annesi, bu ve bunun gibi şeylerle ve içgüdülerinin de yardımıyla mucize yarattı. Sadece, kusurlu olduğu duygusuyla onun boynu bükük kalmasını engellemekle kalmadı, fakat bedenine işaretlenmiş ve onu diğer çocuklardan ayıran biricik kaderi içinden ününü ve özgüvenini bulup çıkarmasına da yardım etti.
 Bir kış günü, beraberce, çam ormanının denize kadar indiği sahile gittiler. Şiddetli karayel boğazı dövüyor ve muazzam dalgalar kaldırıyordu. Hiçbir yelken buna dayanamazdı, hiçbir insan canlısının bu şeytanla savaşmaya gözü kesmezdi. Ana küçük Andonis Pagidas’ı dalgalarla yüz yüze getirdi ve ona şöyle dedi:
 “Sen savaşacaksın, oğlum. Sen memleketin en güçlü gemicisi olacaksın, ismin Karadenize kadar duyulacak. Adını şarkı yapacaklar: “Vahşi hayvan sırtlı gemici…”
 Oradaki küçük çam ormanında yıkılmaya yüz tutmuş eski bir burç vardı. Paçavra elbiseler içinde kamburu çıkmış bir yaşlının aniden burcun içinden çıkıp denize doğru gittiğini gördüler, orada biraz kaldı, fırtınaya baktı ve burca geri döndü.
 “Bu yaşlı adamı görüyor musun?” Dedi annesi küçük Andonis Pagidas’a.“Papaz İkonomos’dan kalmadır! Papaz İkonomos yöremizde adı hâlâ dillerde dolaşan en ünlü adam olarak kaldı! Yaşlı adam her akşam çıkar ve dalgalara seslenir, hanelerinin nasıl yerle bir olduğunu görmesini söyler ve döner. Delidir!”
 Dalgalar uğuldarken ve rüzgâr “Şeytan Sofrasından” inerken ağaçların arasında ulurken, Andonis Pagidas’ın anası küçük oğluna bu ünlü Papaz İkonomos’un yaptıklarını anlattı. Çok yıllar önce yaşadı, dünyadan elini eteğini çekmiş bir keşişti, ıssız sahilde bir kulübede tövbe ederek ve soyunun esirleri ve onların ruhlarına dua ederek yaşıyordu. Fırtınalı bir gecede, yardım arayan bir adamın denizden gelen inanılmaz haykırışını duydu. Gece yarısı çıktı, kayığını aldı, dalgalarla boğuşarak sese doğru gitti. Nerdeyse boğulacak gövdeyi denizden çekti, kulübesine getirdi, ısıttı ve ona hayat verdi.
 Kazazede soğuktan titriyordu.
 “Kimsin? Keşiş ona sordu.
 “Türküm”, diye cevap verdi. “Acı bana”.
 “Gemici misin? Kayığın mı battı?”
 “Hayır, gemici değilim. Sultanın gemilerinde zabitim. Çeşme’de Moskof’a kaybettik. Üç gün üç gece bir filikada dalgalarla boğuştum. Karanıza yaklaşırken filikam alabora oldu. Acı bana, yaralı ve savunmasız durumda bana kötülük yapma. Tanrın savunmasız ve güçsüzlere vurmaz, derler”.
 “Rahat ol”, dedi ona yaşlı iyi adam. “Tanrım bana savunmasız ve zayıflar için ne diyorsa yapacağım. İsterse Türk olsun”.
 Keşiş kazazedeyi korudu, ateş içinde kıvranırken ona baktı, şifalı bitkilerle iyileştirdi. Ve sonra da yaşadığı yere varması için gitmesi gereken yolu gösterdi.
 “Barış yolunda ilerle”, dedi ona. “Soyuma kötülük yapma. Soyuma acı, benim sana acıdığım gibi”.
 “Adım Hasan”, dedi Türk. “Adımı unutma, ihtiyacın olduğunda sana yardıma koşabileceğimi bil”.
 Keşiş yıllarca kazazedenin adını kafasında tuttu. Bir zaman sonra, Karadeniz’de dolaşan gemicilerden, o kış gününün kazazedesi Türkün baş vezir olduğunu öğrendi. Keşiş bastonunu aldı, Ayvalık’a doğru uzandı, gittiği yerdeki halk, fakir balıkçılar ve toprak işçileri esaretten bunalmıştı, bir kayığa bindi ve İstanbul’a gitti. Baş vezirin sarayına vardı.
 “Beni hatırlıyor musun?” Dedi ona.
 Oradaki bütün paşalar, vezirlerinin kalkıp, kâfir papazı kucaklayıp öpmesine bir anlam veremediler.
 “Seni nasıl unutabilirim, adam?” Dedi. “Söyle bana, ruhumu hafifletmek ve sana benzemek için ne yapmalıyım, bu konuda beni sen eğittin? Söyle bana, şimdi güçlüyüm ve borcumu ödemek için ne yapayım?”
 “Kendim için bir şey istemiyorum”, diye cevap verdi keşiş. “Halkım ve vatanım için istiyorum. Yardım et, acıları dinsin”.
 O zaman baş vezir emir verdi ve bir ferman hazırlandı. İçinde, artık bundan böyle keşişin şehrinde tek bir Türkün oturmasına izin verilmeyeceği yazıyordu. Orada kalan bütün Osmanlı aileleri çıkarılacaktı. Kenti, halkın seçeceği ve isterse işine son vereceği bir Türk yöneticiyle beraber yaşlı Hıristiyanlar yönetecekti. Asker yöneticinin kentte oturmaya değil, yolundan geçmeye bile izni yoktu. Şayet olağanüstü bir durumda gerek duyulursa, atının nallarını çıkarmak zorundaydı. Kent devlete her yıl için elli bin kuruş ödeyecekti ve bütün vergiyi kent toplayacaktı. Yörenin delikanlıları askerlik yapmayacak ve devşirilmeyecekti. Bütün imparatorlukta tek bağımsız yer olacaktı.
 Papaz İkonomos fermanı aldı ve vatanına döndü. Baskıdan bunalmış halk fermanda yazılanları öğrenince ayaklarına kapanıp öptü. Onu kocabaşı yaptılar ve ölene kadar yaşlılarla kenti yönetti.
 Önce, yüksek çan kulesi olan büyük bir kilise inşa etti, “Panagia ton Orfanon” kilisesini. Duvarları eski ahidi hikâye ediyordu. Vaaz kürsüsü ve başrahibin tahtı tepeden tırnağa abanoz ağacındandı, Sudan taraflarından getirilen fildişi ve bağa ile kakma yapılarak bezendi. Önemli okullar inşa etti ve Ege adalarındaki Yunanlılar ve esaret baskısından kaçıp kurtulmak için hür kente sığınan Anadolu’nun eski Yunan yörelerinin halkı için düşkünler evi açtı. Böylece, Eolia Toprağı balıkçılarının küçük köyü büyüdü, görkemli bir kent oldu. Keşiş de ölene kadar memleketin kocabaşı olarak kaldı. Onlara yapılan haddi hesabı olmayan haksızlıklara karşı halkına yaptığı iyilikte ne kadar haklıydı! Komşu yörelerdeki Altınova, Edremit ve Bergama halkına hükmeden derebeylerin saldığı dehşet korkunçtu. Derebeyi adamlarını silahlandırıyor, onları yanlarına alıyor, kendi bölgelerinin dışına, Hıristiyanların haklı kazanarak yaptıklarını haksızca yağmalamaya gidiyordu. Keşiş, derebeyi ailelerinin yol boyunca yaptıkları soygun baskınlarında kentini aynı güçle savundu.
 Adı herkesin ağzında söylenir oldu. Herkes diyordu:
 “Vatanımıza bu iyilikleri yapması için bu adamı kim kutsadı?”
 Ölünce vücudunu yıkayıp hazırladıkları zaman, sadece o zaman, sırrı gün yüzüne çıktı ve huşu içinde ağızdan ağza ışığa geçti ve halka ulaştı:
 “Keşiş meğerse kader perileri tarafından işaretlenmiş! Göğsünde yılan balığı işareti var!”
 En korkunç düşmanı, Bergama derebeyi ölümünü öğrenince kulaklarına inanamadı. Kalktı ve Ayvalık’a geldi, defnedenler onu çağırmıştı, cesedi gözleriyle görünce düşmanının mezarına gözyaşları aktı.
……………………………………………………………………………………………
 Küçük Andonis Pagidas bunları büyülenmiş gibi dinliyordu.
 “Evet, oğlum”, dedi ona anası. “O da senin gibi işaretlenmişti! Sen de büyük adam olacaksın, güçlü olacaksın!”
 Çocuk kendisine sürekli söylenen, kaderinin farklı olacağı heyecanıyla büyüdü. Bu ona pes etmemeye yardımcı oldu. Fakat onu başka uca götürdü. İçe dönük ve kavgacı bir çocuk yaptı, akranlarıyla arkadaşlık etmeye tenezzül etmiyordu. Ege insanlarının atalarından miras dizginlenemez hayal gücü onun kimsesizliğine yardım etti. Çevrede, rüzgârda, yöre şarkılarında, günlük olaylarda, leventlik devri en büyük zamanını yaşıyordu, kaçakçıların destanını. Andonis Pagidas onyedi yaşında kaçakçı oldu. Aynı yılda onu kovalayanları vurarak ilk cinayetini işledi. O günden sonra diğer cinayetler geldi, sırayla diğerleri de, sonu gelmedi, hepsi görülmemiş sertlikle, korkusuzlukla damgalanmış –daima yüz yüzeydi -, asla kalleşçe değildi, eski kurban törenlerinin dinmeyen tutkusu ona tehlikeye atılmayı ve adam gibi öldürmeyi emrediyor.

KIRMIZI TİRHANDİL, artık gün yüzünü gösterirken yalı çiftliğinin önünde demir atıyordu. Silahları indirdiler ve Vilaras’ın konağında emniyete aldılar. Pagidas uzanacağını söyledi onu kayıkta yalnız bırakmalarını istedi. Kalkınca yaşlı Vilaras’ı görecekti.
 Akşama kadar derin bir uyku çekti. Uyandı, kafasını denize sokup ıslattı ve yaşlı Vilaras’a gitti.
 Doris de oradaydı. Onlar erkek erkeğe konuşurken orada kalmasına izin vermelerini rica etti.
 Yaşlı zengin baştan sona tüm olayları dile getirdi, avcının nasıl ölü bulunduğunu anlattı. Kurşun attıkları diğer köylüye olanları da söyledi.
 Pagidas devamlı sigara içerek sessizce dinledi.
 -Ondan sonra başka bir şey oldu mu?
 -Kötü olan da bu, dedi Vilaras. Kötülük durmadı. O günden sonra Kimindenilerden dönen üç Hıristiyan’a daha kurşun attılar. Birini öldürdüler. Korkuyorum…
 -Neden? Onu lafını kesti Pagidas.
 -Bunların gerisinde bir plan olduğundan korkuyorum. Uzayacağından korkuyorum…
 -Bunu göreceğiz! Dedi Pagidas.
 Biraz düşündü. Sonra:
 -Getirdiğimiz silahların bir kısmı adamların için burada kalacak, dedi. Diğerleri Kimindenilerin gerisindeki Hıristiyan ahaliye gitmeli. Bunu ödeyebilirler mi bana?
 -Hepsini ben ödeyeceğim, diyor Vilaras. Sadece, silahları adamlarınla götürmeni istiyorum.
 -Onları götüreceğim. Böylece olanları da yakından göreceğim. Güvenilir bir adamın da bizimle gelmeli, köylerdeki Hıristiyanlar bizden korkmasın diye.
 Sessizce oturan Doris o zaman lafa karıştı:
 -Ben giderim, baba. Bırakın beni ben de gideyim.
 Yaşlı Vilaras şaşkınlıktan yerinden sıçradı.
 -Ne diyorsun, çocuğum? Tanrı adına! Olmaz! Olmaz! Sen nasıl gidebilirsin?
 -Bu işler kadın işi değil, dedi Pagidas da, sakince. Senin gelmen doğru olmaz.
 Doris gözlerini kaldırıp doğru onun üzerine dikiyor. İkinci defadır ki adam, Andonis Pagidas, bu çocuksu yüzdeki ustura gibi keskin gözlere dayanamayacağını görüyor.
 Gözlerini indiriyor.
 -Ben de seninle geleceğim! Diyor Doris, karşı lafı kaldırmayan bir tavırla, kararla.
 -A, yeter ama! Buna dayanmaya gücüm yok artık! Yaşlı zengin şimdi aşırı heyecandan titreyerek bağırmaya başlıyor. Bunu oğluma yazmalıyım…
 -Sakin olun, baba, diyor Doris, sükûnetle. Benim için korkmayın. Kocam karısının hiçbir şeyden korkmadığını öğrenince üzülmez.
 -Bu gece gideceğiz! Diyor, Pagidas. İki gün iki gece kaybolacağız.
 -Bu akşam kalın, yarın gidersiniz, diyor Vilaras, olabilirse, gelininin fikrini değiştirmek için zaman kazanacağını umuyor.
 -Hayır! Diyor Pagidas. Bu akşam kaçmalıyız! Yetişemem. Salı gecesi, ay batarken burada olmalıyım.
 -Yapacak neyin var? Vilaras sordu.
 -Hiç! Dedi Pagidas.  

İKİNCİ KISIM
     1914

BU YIL Kimindeniler yoruldu. Çok yoruldu. Gecenin gelmesini sabırsızlıkla bekliyor. Geceyi ilk kayınlar, sonra da meşeler görüyor.
 Geceye diyorlar:
 “Gel artık. Gel, anamız Kimindeniler yoruldu. Gel, onu dinlendir”.
 “Size ne yapabilirim?” Gece onlara soruyor. “Henüz yaz. Günler uzun. Güneş batmak için geç gidiyor”.
 O zaman kayınlar bulutlara yalvarıyor.
 Onlara diyorlar:
 “Güneş batmak için gecikiyor. Bırakın bir arkadaşınız gelsin onu kapatsın. Anamıza yardım edin, Kimindenilere, onu erkenden yatırın”.
 Doğudan kapkara bir bulut kalkıp batıya, masmavi gökyüzüne doğru ilerledi ve güneşi kapattı. Eolia Toprağına aniden karanlık çöktü. Mavi ışık altında oynaşan hüthütler ve yaban güvercinleri birden kendilerini yukardan gelen gölgeyle sarılmış buldular. İçgüdüleriyle sürülüp, korku içinde yuvalarına kapağı atmak için uçmaya başladılar.
 Bağıra çağıra uçuyorlar:
 “Kasırga!  Kasırga geliyor!  Kasırga geliyor!
 Bunu yeşil kertenkeleler duyuyor, ormanın çakalları duyuyor,  korku gözlerinden geçiyor. Hepsi yırtınırcasına bağırıyor:
 “Kasırga geliyor!  Kasırga geliyor!
 Yaban domuzları mağarasında ters dönmüş ölümü bekleyen küçük bir kaplumbağa, kuşların ve vahşi hayvanların haykırışlarını duyuyor. Korkarak bağası içine büzülüyor, ölümü bekleyen yeryüzünün bütün diğer yaratıkları gibi o da ürpererek ölümü bekliyor.
 “Kasırga geliyor!  Kasırga geliyor!”
 Kayınlar boşuna onların kaygılarını yatıştırmaya çabalıyor, boşuna diyor:
 “Yapmayın böyle! Kasırganın geldiği yok! Biz buluta rica ettik, güneşi kapattı!”
 Kayınlar istediği kadar söylesin. Kimse onları duymuyor. Çünkü Kimindenilerde derin ve sarsılmaz içgüdüler hüküm sürer. Bu da canlılara bilgeliği verdi, neyi isterlerse istesinler biliyorlar ki umut ve eylemlerin ötesinde bilinmez bir güç vardır, bu güç devinimi ellerinde tutuyor ve istediği biçim ve yolda veriyor, özlemlerde, umutlarda ve eylemlerde.
 “Hayır!  Hayır!  Bu kasırgadır!  Kasırga geliyor!”
 O zaman, Kimindeniler hafifçe kıpırdanıyor. Onu dinlendirmeye gelen uykusu üzerinden sıçrayıp gidiyor, kalkıyor ve sağa sola bakıyor. Doğuda kara bulutu görüyor. Gözlerini yukarıya, gökyüzüne çeviriyor. Birazdan yıldızların çıkacağını biliyor. Kayınların çağırdığı kara bulut güneş batar batmaz dağılıp gitmiş olabilir. Şüphesiz gidecek. Lâkin şimdi artık Kimindeniler de kasırgadan emindir. Çünkü uzun hayatında çok şeyler yaşadı gördü, kayınların, hüthüt kuşlarının, yaban domuzlarının ve çakalların bildiklerinden daha çok biliyor.
 Artık Kimindeniler kasırganın yolda olduğunu biliyor. Zira son ana kadar aksini ümit etsek de daima böyle olur. Kimindeniler batıdaki dağlara doğru dönüyor, doğuya dönüyor. Kaz Dağına soruyor, Ege’nin ötesindeki dağlara, Çanakkale Boğazından öteye, Tuna’dan öteye, nehirler tanrısına soruyor.
 Doğrulamak için soruyor:
 “Gerçek mi, kardeşlerim, geliyor mu?”
 Bütün dağlar, uzak Bosna’dan, uzak Tuna’dan, hepsi üzülerek bir ağızdan cevap veriyor:
 “Gerçektir, kardeşimiz! Geliyor! Kasırga geliyor!”
 Haberi sonunda insanlar alırlar, Kimindenilerde yaşayan yaratıkların sonuncusu, çünkü onlar her şeyin en sonuncusudur. Yoğun uğultu dalga dalga geliyor, seyahat ediyor, vurup döküyor, kabardıkça bir yere sığmıyor, gittikçe öfkeleniyor:
 “Geliyor! Kasırga geliyor! Savaş geliyor!”
 Eolia Toprağı semalarında yıldızlar sakin ve sarsılmaz bakarken bir köşeye sinen insanların kalpleri korkunun içlerine girmesi için açılmış bekliyor –insanların zavallı kalpleri.

BİZ ÇOCUKLAR odamıza çekilmiş, derin gece içinde uykumuzun gelmesini bekliyorduk. Şimdi Kimindenilerde geceler daha esrarlı daha vahşi oluyordu. Sadece uluyan çakallardan ve ıssızlıktan değildi. Avcıyı öldürmelerinden beri havada bir şey titreşiyordu: büyüklerin suratları asıktı, çiftlikten başımızı çıkarmaya bırakmıyorlardı, adamlarımız nöbetleşe bekçilik yapıyordu. Büyük kapının dışından gelen ayak sesleri, zaman zaman bir öksürük sesi, zaman zaman ıssızlığı yırtan başka bir ses kulaklarımızı tırmalıyordu.
 Daha korkuncu; kayınlar, yaban domuzları, hüthütler bizi unutmuştu.
 -Orada yukarda kaplumbağalarımız acaba ne oldu, yarasamız, yeşil kertenkelemiz de?
 -Ne dedin?
 -Yabandomuzları mağarasını diyorum. Ne oldu?
 Artemi ürperiyor. Parmaklarıyla sıktığı çarşafın hışırtısını duyuyorum.
 -Bilmek istemiyorum…, diye mırıldanıyor.
 -Yabandomuzları mağarasına gitmek istemiyor musun? Bizi dışarı bırakmalarını istemiyor musun?
 -Oraya bir daha gitmeyeceğim, diyor Artemi, titreyen sesiyle.
 -Yarasamız artık ölmüştür. İnce kemiklerini boynumuza asacaktık. Kemikleri bölüşürüz. Herkes artık bizi sever.
 -İstemem…, mırıldanıyor Artemi. İstemiyorum artık.
 -Sus, Artemi. Sus. Neden ağlıyorsun?
 Cevap yok.
 -Sus, Artemi. İyi, yarasanın kemiklerini takma. Ben seni öyle de seveceğim.
 -Ben yarın artık dışarı çıkacağım, diyor Lena. Dedeme yalvaracağım ve beni bırakacak. Yasef amcayla beraber gideceğim.
 -Ne yapacaksın ki? Agapi soruyor.
 -Kırmızı topraklı yere gideceğiz. Toprağımızın en güzel parçası orasıdır. Orasını evlenince dedem bana verecek. Orada bir ahlat var, Yasef amca onu benim adıma aşılayacak.
 Lena ileriki bir günde gitti ve Yasef amcayı buldu. Ona dedi ki: “Biliyor musun? Artemi büyüdüğü zaman bizi bırakıp gidecek. Bir avcıyla evlenecek ve uzaklara gidecekler”. “Neden, kızcağızım?” “Öyle işte, Yasef amca. Öyle karar vermiş. Herkes gidecek”. Yasef amca kendi yazgısını hatırladı, bir zamanlar adasından çıkmış bir daha dönmemişti. “Bazen böyle olur”, dedi. “İnsanlar bir kere çıktılar mı geri dönmezler, dönmek ellerinde değildir”. Küçük Lena da: “Fakat ben toprağımızda kalacağım”, dedi. “Ben toprağımızı seviyorum”. “Gel”, dedi yaşlı adam, “gel o zaman, senin adına bir ağaç daha aşılayayım. Meyvesini yediğin zaman beni hatırlarsın”.
 Lena diyor:
 -Öyle mi, Artemi? Kafanda hep bizden kaçmayı mı kuruyorsun?
 Cevap gelmiyor.
 -Artemi, diyorum! Hep uzaklara gitmeyi mi kuruyorsun?
 -Buradan gideceğim…, mırıldanıyor Artemi, derinden gelen sesle.
 -Kocan da avcı mı olacak?
 Cevap gelmiyor.
 -Kocan da avcı mı olacak?
 Lena üçüncü defa sormaya hazırlanıyordu fakat sesi duyunca durdu.
 -Dinleyin!  Dinleyin!
 -Nedir?
 Gecenin boynunda parlak, metalik bir çıngırak çalıyordu.
 -At değil mi? Dinleyin! Çıngırağı var! Kim geliyor?..
 Hepimiz susuyoruz ve dinliyoruz. Bir düğüm aniden kalbimizi bağlıyor ve korkuyla boğuyor. Karanlığın gizli güçleri geliyor, varlığımızın derinliklerinden, ıssız geceden.
 Bu nal sesleri de ne? Eşkıya mı yoksa?
 Kulaklarımız şimdi nal seslerinin gerisinde daha zayıf bir sesi daha ayırt ediyor. Sanki yumuşak toprakta dönen tekerlekler var.
 -Araba! Diyor Lena.
 Arkasından hemen:
 -Vilaras’ın paytonu olacaktır! Onun Çıngıraklı atı var!
 Vilaras’ın paytonu! Şükür sana Tanrı, eşkıya değilmiş! Ama tabii, yalı çiftliğinin paytonu olacaktı.
 Eşkıya korkusundan kurtulunca hafiflediğimizi hissediyoruz. Düşüncesini ilk Artemi söylüyor.
 -Gecenin bu saatinde hiç gelir miydi, yaşlı adam? Diye mırıldanıyor. Bir şey olacak. Büyük bir kötülük!
 Titreyen ses içinden geçen söz, yine korkuyu damarlara sokuyor, kana ve kalbe.
 Büyük kardeşimiz Antipi uyanıyor.
 -Ne oluyor? Diyor, şaşırmış bize bakarak. Neden hepiniz kalktınız!
 -Dinle, Antipi! Yaşlı zengin adam büyük kapının dışında!...
 Antipi kendine gelmek için gözlerini ovuşturuyor.
 - Yaşlı adam paytonla mı geldi, dedin?! Saat kaç?
 -Uu! Gece yarısı!
 -Vilaras olduğunu nerden biliyorsunuz?
 -Atının çıngırağını duyduk. Tekerlekleri duyduk.
 -Ss! Mırıldandı Lena.
 Büyük kapının dışından hafif fısıltılar geliyor. Ne dediklerini anlayamıyoruz. Şüphesiz, yaşlı Vilaras silahlı bekçilerimize içeri bırakmalarını söylüyordu.
 Bu olacaktı. Birazdan kapının gıcırtısını duyuyoruz.
 -Geliyor! Geliyor!..
Artemi geceliğinin üstüne bir şal atıyor. Bütün çocuklar da onun gibi yapıyor, sırtımıza bir şey alıyoruz. Antipi de bu beklenmeyen gece olayından büyülenmiş, meraktan, gizemin açıklığa kavuşmasından olacak bize engel olmayı düşünmüyor bile. Sadece öğüt veriyor:
 -Giyinin…Giyinin, üşümeyin!..
 Odanın kapısını açıyoruz. İlk Antipi çıkıyor. Arkasından Artemi, Agapi, Lena ve ben onu izliyoruz. Gürültü çıkarmamaya dikkat ediyoruz, parmaklarımızın ucunda ilerliyoruz. Avluda gölgeler görünüyor, uyanan çiftliğin adamları korkuyla çıkıyor ve ne olduğunu öğreniyor.
 Kalbimiz çatlayacak gibi oluyor.
 -Ne oldu?  Ne oldu?
 Büyükbabanın misafir kabul ettiği geniş divanlı büyük odada ışık yanıyor. Şimdi orada olacaklar, diyoruz ve ilerliyoruz. Kapı aralık. Antipi, sonra biz, bütün çocuklar, ayaklarımızın ucuna hafifçe basarak içeri kayıyoruz. Birbirimize sokulup duruyoruz.
 Gözlerimizi dört açıp bakıyoruz:
 Büyükbaba dimdik duruyor, sarsılmadan, sanki gövdesini bulutların kapladığı ulu ağaçlar gibi. Yanında darmadağınık beyaz saçlarıyla, yüzü korku dalgalarıyla dövülmekte olan büyükanne panik içinde bekliyor. Onların yanında da annemiz, o da sessiz. Yaşlı Vilaras, yalı çiftliğinin soylu efendisi, divanın üzerinde, sinirle saçlarını karıştırıyordu.
 Gözlerini yavaşça bizim üzerimize çevirdi, gizlice içeri dalan bizi görmüştü. Gözlerini tekrar geri çevirdi. Sanki onu hiçbir şey şaşırtmıyordu, uykuda gibiydi.
 -Korkunç…, diye mırıldandı yaşlı Vilaras. Şimdi bu kıvılcım bütün dünyayı ateşe verecek! Biz ne olacağız?
 -Neden bahsediyorsun, komşum? Büyükbaba yavaşça sordu. Ne demek istiyorsun?
 -Sarayevo, diyor Vilaras. Yukarda, Bosna taraflarında.
 Büyükbaba basit adamdı, okumamıştı, ne dediğini kolay anlayamadı.
 -Neden? Diyor. Mademki kötülük bu kadar uzakta, neden bize kadar gelsin, neden Anadolu’ya varsın?
 Fakat yaşlı Vilaras cahil adam değildi. İçi bilgi dolu kitapları, Avrupa’dan gelen gazeteleri okuyordu, her şeyi biliyordu.
 -Ama geldi, komşu! Hemen geldi, diyorum sana! Bu Hıristiyanların kovulması… Kozaklar’da başladığını öğrendim, daha içerlerde de başlamış. Neredeyse bizim sıramız da geliyor! Evet, evet. Avcımı neden öldürdüklerini, neden öbür adamıma kurşun attıklarını şimdi anlıyorum.
 Beyaz saçlarını görülmemiş bir sinirle durmadan karıştırıyordu.
 -Her an, her an, sıramız gelebilir. Vatanı terk etmeliyiz. Çocuğum da şu günlerde kaçakçılarla dağlarda…
 Büyükbaba bu anı daha da germek istemiyor. Ani feveranın onu boğduğunu anlıyor.
 -Gelininle olan bunlar, ne biçim şey bu komşum? Neden bıraktın onu, o kadar akıllı adamsın? Neden?
 -Tanrı adına, Yanako Bibela, sus! Rica ediyor yaşlı Vilaras, çaresiz olduğu görülüyor. Şimdi bunları söylemenin vakti değil! Haklısın, fakat sana nasıl izah edeyim? Ş i m d i  ne olacak? Şimdi?
 Büyükbaba susuyor ve düşünüyor.
 -Bu akşam adamlarımızı hemen kaçakçılara göndermeliyiz! Diyor sonunda ve sesi şimdiye kadar defalarca zor durumlarla yüz yüze gelmiş bir adamın kararlılığını taşıyor. Kadın geri dönmeli! Gittikleri yolu biliyor musun?
 Yaşlı Vilaras, Pagidas’ın Kimindeniler gerisinde hangi köye gitmeyi planladığını ve vadideki hangi patikalardan geçeceğini söylüyor.
 -Candan ne kadar adamın var? Büyükbaba sordu.
 -Aşağıdaki üç adamdan başka yok! Diğerleri korktu!
 -İyi! Benimkileri de yanlarına koyalım. Gel benimle!
 Büyükbaba önde, yaşlı Vilaras arkada çıktılar.
 Bütün çocuklar, Antipi, Agapi, Lena, Artemi ve ben, lambanın gölgesine sinmiş, ses çıkarmadan dikiliyorduk. Şimdi yırtılıp bu kargaşayı aniden şaşkın gözlerimiz önüne seren peçe neydi? Neydi bu evimizin koca çınarını alt üst eden şey, yaşlı büyükbaba daima güleçti, suratı neden bu kadar kararsın? Sarayevo’dan gelen bir alev dediler. Vatandan kovulma dediler, avcının öldürülmesi dediler, Doris tehlikede dediler. Tanrım, nedir bütün bunlar?
 Kurttan kaçan koyun sürüsü gibi koşuyoruz ve büyükanneyle annemizin ayaklarına düşüyoruz ve onların korumasına sığınıyoruz.
 -Nene! Nene! Ne oluyor?..
 -Anne! Anne! Ne oluyor?..
 -Yavrularım… Yavrularım…, biri fısıldıyor, öteki de fısıldıyor ve seslerinin titrememesi, gözyaşlarının akmaması için çabalıyorlar.
 -Neden geldiniz, yavrularım?.. Tanrı adına! Diyorlar, sanki bize şimdi dikkat ediyorlar.
 -Ne oluyor nene?.. Ne oluyor anne?..
 Bize neden anlatmıyor büyükanne, neden anlatmıyor annemiz, şimdi onlar da bizim gibi çocuk mu oldu, içlerinde bizimki gibi tarifsiz bir karmaşa mı var? Sarayevo’daki kıvılcımla alev alıp gelen şey için bizden fazla ne biliyorlar? Onlar da bizim gibi, kasırganın geldiğini haber veren karanlık güçten boğulmuşlar.
 -Yavrularım… Yavrularım…
 Büyükanne kuşun yavrularına kanat germesi gibi kollarını bize uzatıyor, küçüklerini korumak istiyor.
 -Gidin uyuyun…, diye mırıldanıyor.
 Karanlık koridora çıkıyoruz. Biz, küçük koyun sürüsü başta, arkadan büyükanne ve annemiz geliyor. İlerliyoruz. Odamızdaki kucağında bebeğiyle Meryem Ana ikonasının önünde asılı kandilin loş ışığı dehşet içindeki suratlarımızı aydınlatıyor. Büyükanne doğru ikona dolabına gidiyor. 
 -Gelin, gelin siz de, yavaşça mırıldanıyor. Siz de duanızı edin, yavrularım. Bize yardım etmesi için Meryem Anaya yalvarın.
 Biz çocuklar sessizce haç çıkarırken, büyükanne gece duasının doruğuna çıkarak, bizim için, insanlar için, dünyanın bütün çocukları için mütevazı ilahisini fısıldamaya başlıyor:
 Felaketlerin ve acıların kasırgasında
 çalkantılı denizde batıyoruz.....




ÜÇÜNCÜ KISIM
Kovuluş



GECE. Kimindenilerde, büyük derbendin tepesinden geçen patikada, Pagidas’ın kumpanyası, atlı adamları ve kaçak silahla yüklü katırları ağır ağır ilerliyor. Yolu açmak için dört kaçakçı önden gidiyor, ortada katırlar var ve arkadan da diğer delikanlılar izliyor. En arkadan Pagidas geliyor. Yanında da Doris var. Çıt çıkmıyor. Fısıltı yok, sohbet yok. Kaçakçılar tütün ya da başka bir kaçak malı bir yere indirmeye giderken, işin tehlikeli saatlerinde daima böyle olurdu. Her an karşılarına çıkabilecek pusuda bekleyen ölüm korkusundan dilleri tutulurdu. Fakat bu akşam tüm delikanlılar rüzgârın hafif uğultusundan, yaprakların hışırtısından, tepelerinde başka bir gücün sanki bulut gibi onlarla beraber ilerlediğini, adım adım izlediğini anlıyordu. Bu akşam kalplerini sıkıştıran şey sadece tehlike kaygısı değildi. Hepsi bu gecenin son gece olacağını biliyordu –Andonis Pagidas ya da Asker Garbis için. Bahtlarına kim çıkarsa o delikanlıyı gelecek için efsanevi masalına doğru yolcu edeceklerini biliyorlardı.
 Birinin ölümüne dek kalpleri çok üzüntülüydü.
 Delikanlılardan hiç biri Andonis Pagidas’ın yanına gidip onu kararından caydırmak için bir şey söylemeye cesaret edemiyordu. Herkes bilir ki, Andonis Pagidas bir şey söyledi mi ve ortada kan oldu mu, bu kanın bedeli ödenmelidir.
 Gece açıktır. Zaman zaman derinden gelen çakal ulumaları duyuluyordu. Sesler aşağıdaki ovadan geliyordu, açlıktan yiyecek için sağa sola saldırıyorlardı.
 -Duralım! Emir veriyor Pagidas. Atlar dinlensin biraz!
 Delikanlılar at iniyorlar, atları ağaçlara bağlıyorlar ve başkanlarının çevresinde toplanıyorlar. Nemli toprağa oturup sigara sarıyorlar.
 -Sen oturmayacak mısın? Diyor Pagidas, Doris’e.
 -Uyuşukluğumu atmak istiyorum, cevap veriyor ona ve gezinmeye başlıyor.
 Kaçakçılarla Kimindenilerde dolaştığı ikinci gecedir. Zor anlarda bu karanlık adamların arasında bulunan garip havanın bütün ağırlığıyla gittikçe onun da üzerine çökmekte olduğunu daha iyi anlıyor.
 Başta, yola çıktıktan hemen sonra, Andonis Pagidas’a bir şeyler sormaya niyetlenmişti, ondan hikâyelerini, serüvenlerini anlatmasını istemişti.
 Pagidas lafı kısa kesti.
 “Bilmiyorum!”
 Doris sustu. Ama biraz sonra, onunkiyle aynı olan içindeki söndürülemez serüven alevi onu yakmaya başladı, yine yasak olana tutkusu uyandı. Pagidas ile sohbeti açmayı tekrar denedi. Ne bu ateş adamlarının alışkanlıklarını biliyordu ne de başkanlarının kalbini döven fırtınadan haberi vardı.
 “Vuruldun mu hiç kaptan, bir kadını korurken? Ya da bir arkadaşını korurken?”
 Cevap yok.
 Gecenin yarısında Doris yine:
 “Bir avcım vardı. Öldü o. Bir gün bana, aranızda dostluğa çok önem verdiğinizi söylemişti. Daha çok da kadın, çocuk konusundaymış. Gerçekten öyle mi?
 Pagidas sigarasını ısırdı, yere tükürdü. Doris’in gözlerini görmüyordu, zira geceydi. Öfke onu boğmaya başladı.
 “Pişman oldum, kadın! Gelmen için gevşek davrandım! Başka laf etme, duydun mu? Kapa çeneni!
 Doris ona böyle konuşulmasına hiç alışık değildi, o da karşısındakini tahrik etti.
 “Peki, ne buradaki! Cenaze mi?”
 Pagidas’ın dudakları titriyordu. Ama kendine hakim oldu. Kararlı ve sakin konuştu:
 “Seni geri göndereceğim! Burada emirleri ben veririm! Kapa çeneni, dedim!”
 Doris o zaman ilk defa korktu.
 İlk gece böyle geçti. Gün ışıyınca kaçakçılar orman içine gizlendiler, kaçak yüklü katırlarını ve atlarını da gizlediler. Vardiyayla nöbetçi koydular ve uykuya yattılar. Doris de bir köşede akşama kadar uyudu.
 Ve ikinci gece geldi. O vakit tekrar yola koyuldular. Sabahla beraber silahları teslim edecekleri köyde olmaları gerektiğini hesaplıyorlardı.
 -Duralım, atlar dinlensin! Emir verdi Pagidas.

 ATLAR geviş getiriyor. Kaçakçılar birbiri ardına sigara sarıp sessizce tüttürüyor. Açık gökyüzünde yıldızlar insanları inceliyor. Her şey yalın ve sakin.
 Sessizlikte aniden Pagidas’ın sesi duyuluyor. Hiç umulmadık şekilde soruyor:
 -Neden, ulan, hiç biriniz konuşmuyor? Neden dilinizi yuttunuz?
 Bunu Pagidas mı diyor? Bir kaçakçının bunu sorduğu ne zaman duyulmuştur? Çünkü yoldaşları tehlike anında ağırbaşlıdır ve konuşmazlar.
 -Ne diyelim? Diyor şaşkınlıkla biri.
 -Ne olursa. Deyin bir şey.
 Ne olursa. Bırak konuşsunlar da ne olursa olsun, ağızlardan bir laf çıksın da ağır hava dağılsın, bu adama işkence için karanlıktan sökün eden yoğun güçler çözülsün. Korkusu öleceği için değildir. Başka şey: öldüreceği korkusudur. Andonis Pagidas ilk defa, eliyle akıttığı bunca kandan sonra kalbinin çarptığını anlıyor, kalbini koyu bir sis kaplıyor, çünkü öldürecektir. Çünkü bu katli yapacaktır.
 -Konuşun, arkadaşlar. Deyin bir şey.
 O zaman, Anadolu gecesi kanatlarını çırptı. Havayı dövdü, ağır ağır, rüzgâr sustu. Bütün fısıltılar, ağaçların hışırtısı, toprağı emen solucanlar, uzakta uluyan çakallar, her şey sustu. Arkadaşları, vurulup ölecek ya da ne olacaksa olacak bir Anadolu yiğidinin etrafında, çember olup oturdu. Etrafındaki çember bu akşamı şöyle anlıyordu: son “aşk töreni” nasıl yapılacaktı, onu nasıl uğurlayacaklardı. Damarlardaki kan köşeye sindi, sadece kalplerin vuruntusu kaldı. Ege kızlarının kestane rengi gözlerine sahip, uzak memleketten gelen Doris denen kadın, garip bir rastlantıyla aralarında bulunuyor, şaşkınlık içinde dinliyordu. İlk kaçakçı, Andonis Pagidas’tan sonra gelen ilk kaçakçı, töreni başlatarak konuştu. Sakin sesi derinden ve ağırdı.
 Konuştu:
 Arap Selim Bergama köylerinde taş üstünde taş bırakmadı, Ayazmatlıları (Altınova)perişan etti. Hıristiyan ve Türkler, çocuk ve yaşlılar arkasından kovalayanlardan kurtulmak için kaçıp yollara düştüler.
 “Arap Selim ardımızda! Hırsız Selim bizim tarafta!”
 Korkunç adı insanın kanını donduruyordu. Vardığı yerde canlı bırakmıyordu. Haberler geldi. “O n a”  kadar ulaştı. “O” Selim’e haber saldı.
 “Adamsan gel ikimiz vuruşalım. Büyük çınarda buluşalım, Çakal Dere’nin ikiye bölündüğü, derenin iki akarsu olduğu yerde”.
 Haberi alan Selim belirlenen yere gider. Yalnız gitmez. Arnavut delikanlıları da onunla beraberdir. Oturup beklerler. Çok geçmez. Bir gürültü duyarlar. Atlar mı? Sonra derler: “Adamlarıyla geliyor”, ve silahlarını çekerler.
 Hayır. Atlar yok, tek at, delikanlıları yok. Adam yalnızdır. Yapayalnız.
 “Doğru mu görüyorum?” Der Arap Selim, şaşkınlık içinde.
 “Yalnız mı?”
 “Yalnız!”
 “Allah! Buna inanamayarak çok şaşırır Selim.
 Arnavutlar bir kişinin üzerine çullanmaya hazırlanırlar. Atlar kişner, silahları ateş saçmaya hazırdır.
 “Geri!” Selim delikanlılarına gürler. “Geri çekilin!”
 Atına vurur ve tek başına, yalnız gelen adama gider.
 “Beni sen mi çağırdın buraya?” der ona ve biraz uzakta durur.
 “Ben!”
 “Sen yalnız mı geldin bana?” Bağırır Arap.
 “Adamdır dedim! Yalnız geldim! Seni de yalnız bekliyordum!”
 “Benim kim olduğumu bilmiyor musun peki?
 “Biliyorum!”
 Arnavutlar bir kenarda durup atlarından indikleri görülen iki adama bakarlar. Arap Selim, korkunç Selim, diğerinin yanına gider elini omzuna koyar.
 “Beni yendin”, der ona. “Ne istersin benden?”
 “Bu diyardan git! İki parçaya bölemeyiz. Beni öldüreceğin için seni öldürürüm!”
 “Gel benimle, der Selim. “Baş adamım olacaksın”.
 “Olmaz”, der öteki. “Ben kaçakçıyım. Hırsız değilim”.
 Selim biraz durur. Karşısındaki adamın gözlerinin içine bakar. Sonra gözlerini yere indirir.
 “Allaha ısmarladık!”
 “Uğur ola Selim!”
 Atına biner, adamlarını alır ve kaybolur oradan.
 İki kardeş dere Selim’e karşı duran yapayalnız adama bakarlar.
 “Onun adı ne?” Bir dere sorar.
 “Pagidas”, der diğeri. “Andonis Pagidas”.
 İkinci kaçakçı konuşmayı aldı.
 Dedi ki:
 Şeytan katran dolu kazanından fırladı, ağzından alevler çıkıyordu, insan şeklini aldı ve yeryüzüne indi. Tanrıya ve atı üzerinde mızraklı baş melek Ayos-Yorgis’imize gülen yüzünü gösterdi. Onlara gülümsedi ve papaz oldu, sonra da piskopos oldu. Güzel kokulu adalara, Moshonisya’ya (Ayvalık-Cunda Adası) geldi, bir şato inşa etti, kapısına sürgüler taktı, demirlerle kuşattı ve sonra Hıristiyanlara zulüm etmeye başladı. Ürünlerini yağmalıyor, hasatlarını çalıyor, kadınlarıyla debdebe içinde yaşıyordu. Türk asla bu zorbanın halka ettiği eziyeti yapmadı. Halk kan ağlıyordu, inim inim inliyordu, ama elinden gelen bir şey yoktu, çünkü : “Piskoposumuzdur, diyordu, ona laf söylemek ne haddimize! Tanrı seni yakar! Tanrının isteği Piskoposumuzun verdiği acıya katlanmaktır”. Zorba bir gün, yolculuğundan altınla dönen Karayel’e, kaçakçıya, haber gönderir ve çağırır. Ona zehir verip öldürür. Altınını alır ve karısına rezil işler yapar. Karısı iskeleye gider, suya atlayıp boğulur. Saçını başını yolan yaşlı anası yola düşer ve gidip “O n u”  bulur. Dizlerine çöker ve ona şöyle der: “Candan arkadaşına yaptığı kötülüğü yanına bırakacak mısın, kızımın kocasına yapılan kötülüğü böyle karşılıksız bırakıp geçecek misin? Dayanamıyoruz artık”. “O” da gece atlar Sakızlı Ayos-Yorgis’e gider, haç çıkarır ve tapınır. “Başka türlü olmaz”, der ona. “Başka türlü yapamam. “Ona senin yardımınla karşı koyacağım”. Azize yalvardığı yerdeki taşı öper, bir kayık bulur ve Moshonisya’ya geçer. Gece yarısı zorbanın şatosuna gider. Demirleri kırar ve içeri girer. Şatoyu ateşe verir, zorba uyanır. “Defol”, der zorbaya. “Ateşe verdim. İkimiz de ateşle çevrildik. Sana el vermeyeceğim. Çıkmayı dene. Bakalım kurtulacak mısın? Bakalım sen mi ben mi kurtulacağız?”
 Zorba ateşe atlar, yanıp kül olur. O da ateşe atlar, karaca gibi sıçrayıp kurtulur.
 Ateş almış lanetli şatoyu gören halk sevinçten havalara uçar ve kurtarıcısını alır elleri üzerinde kaldırır.   
 Ona Pagidas derler. Andonis Pagidas.
 Biraz essizlikten sora üçüncü kaçakçı konuşmayı aldı.
 Acayip bir masal anlattı. Bu tarafların masalı değildi. Onu uzaklardaki bir ses, çember yapıp çevire çevire getirmişti: Kapadokya’ya, Karadeniz’e, engin denizlere – Ege’ye, Girit Denizine ve İyon Denizine.
 Diyorlardı:
 Anadolu’nun en ücra bir yerinde yaşıyordu. Bir dev adamdı, ne ev onu çatısına alabilir ne de mağaraya sığabilirdi. Bir atlayışta hendekleri, duvarları aşardı, dağların zirvelerini bir sıçrayışta geçerdi. Sıçradığı zaman uçan kuşu, geçen şahinleri bir çırpıda yakalardı. İnsanın kanını donduran vahşi derbentleri korkusuzca geçerdi, oraları elli kişi, yüz kişi bile beraber geçse korkudan kalpleri titrerdi, adam oraları yaya ve dört karışlık kılıcıyla yalnız geçerdi. Bunca yıl yaşadı yeryüzünde, korku nedir bilmedi, karşılaştığı hiçbir şeyden korkmadı. Fakat bir gün bir yabancıyla karşılaştı, şimşek çakan gözleri vardı. “Gel”, dedi ona yabancı, “Er meydanında güreşelim. İkimizden kim kazanırsa ötekinin canını alsın…” Gittiler ve er meydanında güreştiler. Digenis ve Azrail.(*)Digenis: Bizans’ın efsanevi kahramanı. Araplara karşı gösterdiği kahramanlıklar Yunan beldelerinde dillere destan olmuş, ölümsüzlüğü şarkılarda dile getirilmiştir.
 Digenis kaybetmişti ve ölmesi lazımdır. Delikanlılarını çağırıyor ve onlara veda ediyor. Karısını da çağırıyor ve boğuyor, beraberinde götürmek için.
 Üçüncü kaçakçı sustu. Hayli zaman geçmişti. Gece yoruldu. Çakallar uzakta uludu.  
 -Neydi o? Biri sordu.
 -Kim?
 -Masaldaki o.
 -Onu anlatmıyor! Diye cevaplıyor üçüncü kaçakçı. Ama ne olabilir?
 -Ben bizimkiydi, diyeceğim. Kaçakçı olacaktı.
 -Öyledir. Bizimkiydi.

 İLK ÖNCE Andonis Pagidas “aşk töreninin” sessizliğini bozdu.
 -Gidelim, dedi yorgun ve kalktı.
 Delikanlılar atları almaya gitti. Kimse konuşmuyordu.
 Önce biri duydu. Sese kulak kabarttı.
 -Dinleyin!...Diğerlerine fısıldadı. Dinleyin!
 Vadinin ötesinden anlaşılmaz boğuk sesler geliyordu.
 -Nedir?
 -İnsan sesleri değil mi? Ayak seslerini duydunuz mu?
 -Bir davar sürüsü olabilir mi?
 Hepsi susup kulak kesildi.
 -Hayvan değil! Diyor Pagidas, sonunda emin olarak.
 Sonra da:
 -Çabuk! Atları bağlayın! Siper alın! Siz sola! Siz kayanın arkasına! Siz…
 Tehlike içgüdüsü kaptanı uyandırmıştı, uyuşukluğu üzerinden attı. Keskin emirlerle adamlarını gerekli postalara ayırdı, onlara komutlar verdi.
 -Benim sesimi duymadan kimse atmayacak!
 Seslerin geldiği tarafa önce kendisi gidecekti ki hatırladı.
 -Kadın nerede?
 -Buradayım! Diyor Doris.
 Heyecanını gizlemek için sesinin titremesine hâkim olmaya çalışıyordu. İçindeki korku değildi. Her şey sakinken bu denizlerde birden ortaya çıkan fırtına gibiydi. İskoçya’da doğup büyümüş soylu, zengin bir kızken, burada nasıl bir anda kendini elli kanlı gözü kara bu vahşi adamların arasında bulmuştu? Pagidas ve Garbis’in aralarında hazırladıkları ölüm randevusundan hiç haberi yoktu. Ona kimse söylememişti. Fakat havadaki esrarlı koku korkunç bir şeyin olacağını gösteriyordu. Kimindenilerin ıssız bir vadisinde, gece yarısında, kaçak silahların yanında, başkanın etrafındaki adamlarıyla yaptığı bu “aşk töreni” korkunç şeyin habercisi değil miydi? Şimdi de üstüne gelen bu ani değişiklik, kaçakçıların vuruşmaya hazırlanması neydi? Yalnız başına, bu karanlık adamların arasında, bu vahşi vadinin içinde o ne arıyordu? Birden kimsesiz ve yabancı olduğunu anladı, gittikçe daha yabancı. Kimse onu hesaba katmıyor. En önemlisi buydu. Ona böyle davranılmasına hiç alışık değildi – yabancı gibi. Mütevazı görünümü onu bunaltıyordu.
 -Neredesin? Pagidas yine sordu.
 -Buradayım.
 -Bunu demez olaydın! Pagidas kendisiyle konuşur gibi, öfkeyle mırıldandı. Bizimle gelmekle ne istedin?
 Biraz düşündü.
 -Bir ağacın arkasına gizlen. Patikadan uzak dur!
 -Hayır! Diyor Doris ve sesi artık usanç duymaktan öfkeyle titriyor. Sizinle kalacağım!
 Pagidas sarsılmaz sakinlikle:
 -İyi. Kaybedecek zamanım yok! Nerede durursan dur.
 -Seninle geliyorum! Diyor Doris. Korkmuyorum!
 Pagidas patikaya yürüyor, arkasından Doris onu izliyor. Arkadaşlarının elli metre ötesinde duruyor. Bir kayayı siper alıyor. Elinde karabinasıyla Doris yanında diz çöküyor.
 Kulak kabartıyorlar.
 Uzaktaki sesler gittikçe netleşiyor, yaklaşıyor. Ayak sesleri, hafif fısıltılar.
 “Nedir? Kim bunlar?”
 Beklenmedik seslerin ne olduğunu ilk Doris fark ediyor. Konuşacak oluyor ama Pagidas hemen durduruyor.
 -Ss!
 Yıldızların ışığında parlayan adamın korkunç suratını görüyor. Bakışları karşıya çivilenmiş, gecede gerilmiş, o anı sanki bütün benliğiyle yaşıyor.
 Doris seslerin tınısından anlıyor. Yine konuşacakken duraklıyor. Ama arık dayanamıyor.
 -Kadın sesleri duyuyorum! Diye fısıldıyor. Kadınlar!..
 Kadınlar mı? Böyle gecede, korkunç vadide, Kimindenilerde? Ne arıyorlar?
 Pagidas inanmak istemiyor. Kafası almıyor. Fakat! Şimdi o da açıkça sesleri seçiyor. Hafiften kadın, çocuk sesleri, kalın erkek seslerine karışıyor, sürüyle insan gecenin içinden çıkmış geliyor.
 Gittikçe yaklaşıyorlar. Yaklaşıyorlar. Patikanın başında ilk gölgelerin kımıldadığı görülüyor.
 Pagidas Doris’in elini tutup sıkıyor yerinden kımıldamasın diye. Sürü sindikleri kayanın önünden geçmeye başlıyor.
 O zaman görüyorlar.
 Sürü: yaşlılar, kadınlar, adamlar ve çocuklardandı. Kadınlar inliyordu, çocuklar büyüklere yetişmek için koşuyordu, yorgunluk ve açlıktan bitaptılar, gövdeleri yaralı kuş gibi rüzgârda sallanıyordu. Daha küçük çocukları anaları sırtına almıştı ve bunlar uyuyordu, böylece melekli, ayılı rüyalar görerek kader yolunu çiziyorlardı. Sonra başka bir şaşırtıcı şey göründü. Altı adam omuzlarına bir şey kaldırmıştı, insan gövdesi değildi, hayvan da değildi. Tahta bir sandıktı, sanki sanduka. Tökezlememek için dikkatle ilerliyorlardı. Kutsal sandukaya saygısızlık etmemek için öndeki kalabalık sürüsüyle aralarında boşluk bırakmışlardı.
 Pagidas anlayabilmek için, baktı, baktı. Hiçbir şeye yoramadı! Öncelikle sanduka onun aklını karıştırmıştı, bunu izah edemiyordu. Aklı hazineye gitti, kaçak mala.
 Daha dayanamadı. Sesi gecede vahşice yankılandı, bakışlarını üzerine çivilediği sürüden çıkan bütün sesleri bastırdı.
 -Durun!  Durun, dedim!
 Sesin duyulmasıyla adamları da siperlerinden fırladılar ve ellerinde martinilerle tören alayını kuşattılar. Onları gören kadınlar yürek paralayıcı çığlıklarla cayırtıyı koyuverdi, yalvararak:
 -Acıyın bize! Acıyın bize!
 -Susun, dedim! Pagidas’ın sesi yine gürledi.
 Sessizlik geri geldi. Sadece yapraklarla oynaşan rüzgârın sesi duyuluyordu.
 Pagidas sandukaya doğru gidiyor.
 -Nesiniz siz, sertçe soruyor.
 -Hıristiyanız!  Acıyın bize! Siz de Hıristiyansanız acırsınız bize!
 -Bu saatte nereye gidiyorsunuz? Ne arıyorsunuz?
 -Boşnaklar! Boşnaklar geldi! Kalabalık panik içinde dövünüyordu.
 Çabucak, soluk soluğa anlattılar. Kimindenilerdeki küçük bir köyün Hıristiyanlarıydı. Pagidas’ın silahları götürdüğü köydendiler. Köyümüzün kökünü kazıdılar, diyorlardı. Boşnaklar vardı geldi, göçmen Türkler Bosna’dan gelmiş, kulübelerimizi, bütün mallarımızı aldılar, diyorlardı. Boşnaklar silahlı zeybeklerle bir olup ahaliyi kesmişler ve yakıp yıkmışlardı.
 İşte, buydu: Anadolu Hıristiyanlarının kovuluşu Kimindenilerde başlamıştı. Uzaktan yola çıkan kıvılcım buralara varmıştı.
 Fakat Pagidas kıvılcımdan habersiz, hazırlıksız, olanları bir kefeye koyamıyordu. Yoksa onunla dalga mı geçiyorlardı?
 Gözünü yine sandukaya, acayip tabuta dikti. Kurnazca düşünceler aklını karıştırıyordu. Karaca gibi çevikçe atılıp onu ters çevirmek için ellerini tabuta uzattı.
 O zaman, kalabalığın yakarış dolu sesi, dehşetle Kimindenilerde yankılandı:
 -Yapma! Tanrı adına! Yapma!..
 Ne kadar kadın erkek varsa hazinelerini korumak için koşup geldiler. Sandukayla kaçakçı arasına duvar ördüler.
 Böyle engellenmiş, gururuyla oynanmış Pagidas, yasak olan şeyi görme tutkusuyla olanca gücüyle gürledi:
 -Çekilin kenara! Ne var içinde! Ne var, diyorum!
 Umulmadık çabuklukta dosdoğru gelen yalın ses eylemin kararlılığını gösteriyordu.
 -Tanrı adına!  Tanrı adına!.. Kadınlar yalvarıyordu. Azizimizi rahatsız etme. Onu rahatsız etme!..
 -Ne dediniz? Neyiniz var içinde?
 Evet, evet, öyleydi, ona izah ettiler. Kovulanlar vatanlarından kaçarken başka bir şey almamışlardı. Sadece ‘Aile ocağının Tanrısını’ almışlardı. Köylerinde taptıkları Tanrıyı yanlarında götürüyorlardı. Delikanlıları onu, sığınak bulacakları yeni topraklara, onlara yardım etmesi, koruması için, karanlık gecede, vahşi derbentlerde, omuzlarında taşıyarak götürüyorlardı.
 -O bizim küçük, iyi azizimizdir…, kadınlar şimdi mırıldanır gibi daha sessizce ağlıyordu. Hiç olmazsa bize bunu yapın, onu rahatsız etmeyin. Eğil, bak…
 İnsanlar duvarı araladı. Bir kadın tabutu açtı. Biri çıra yaktı. Pagidas’ın vahşi suratı eğildi. Ve alev ışığında onu gördü:
 İçerdeki, sırt üstü uzanmış, kuru ağaç ve gül yapraklarıyla süslenmiş ergen bir insan kadavrasıydı. Kemik iskelet değildi. Mumya gibi bir şeydi, esmer deri kemikleri örtüyordu ve insan vücudu şekli veriyordu. Kara buruşuk derili bir iskeletti.
 -Ayacıklarına bak, mırıldanıyor bir nene. Ne kadar genç… Yıllardan beri tapıyordu, çok eski yıllardan beri…
 İskelete duyulan huşu çok eski yıllardan geliyordu, kadıncağızın yaptığı jest sevginin en derinini ifade ediyordu, bu hareket vahşi bir yabancıyı koruyucu tanrıya sevgiye çağırıyordu.
 -Bak, ne sakin yatıyor… Bak ona…
 Onu yıldızlar da gördü. Gece de gördü. Pagidas da gördü. Vücudundan şiddetli bir ürperti geçti. Sanki zorba bir güç ve korku tarafından itilir gibi geri sıçradı.
 -Nedir bu!.. Derin bir tanrı korkusuyla karışık saygıya boğularak mırıldadı.
 Kalpağını çıkardı ve haç çıkardı.
 O zaman bütün halk haç çıkardı ve kadınlar yavaşça mırıldandı:
 -Kutsanmış adına… Kutsanmış adına..

 PAGİDAS ayrıntıları öğrendi. Sürünün yaşlıları ona anlattı, Kimindenilerdeki köylerin bütün Hıristiyanları kaçıyordu, kovalananlar kurtulmayı umut ettikleri sahillere varmak için değişik patikalardan yollara düşmüştü. Bahar kasırgaları gibi habersizce aniden patlayan, vahşi bir boraydı. Ne kadar zamandır, ne kadar gündür dinginlik bu topraklarda hüküm sürüyordu?
 Pagidas düşünüyordu. Planını ters yüzü çevirmişti. Mademki Hıristiyanlar kaçıyordu, silahları onlara dağıtmak için köylere gitmenin lafı bile olmazdı. Şimdi yapabileceğini açıkça görüyordu. Her ne olursa olsun silahların düşman eline geçmesini önlemeliydi.
 Kararını anında aldı.
 -Tüfekleri ve kurşunları bütün adamlar bölüşsün! Diye emir verdi. Ne kadarsınız?
 Tüfekleri getirdiler ve insan sürüsünün adamlarına bölüştürdüler. Pagidas sonra onlara yol gösterdi.
 -Doğru Yanakos Bibelas’ın çiftliğine çekip gidin! Yarın akşama orada olursunuz. Ben peşi sıranız geleceğim. Sizi geriden vurmasınlar diye koruyacağım!
 Sürü yola çıkmak için hazırlanıyordu, o zaman Pagidas bir şeyi hatırladı:
 -Kadın nerede! Diye bağırdı. Vilaras’ın kızı nerede?
 -Buradayım, Doris’in sesi hafifçe duyuldu.
 Bütün gece hikâyesini soluk soluğa şaşkınlıkla izlemişti. Derbentte yaşanan vahşi anlar içinde kimse onunla ilgilenmemişti. Yürekleri parçalayan çılgın kalabalığı görmüştü, yanlarında getirdikleri inanılmaz tanrıyı da alev ışığında görmüştü. Bölüşülen silahları görmüş, emirleri duymuştu. Her şey birbirine karışmış, her şey zihninde bulanıktı. Sanki garip bir rüyada yaşıyordu.
 -Buradayım…
 -Onlarla gitmelisin! Pagidas bağırdı.
 Ne dedi? Gitmesini mi?
 -Biz geriden geleceğiz, bizi vurabilirler! Böyle izah etti Pagidas. Onlarla gitmelisin!
 Ona yalvarmaya başladı, yabancı ve kimsesiz, kara tanrılı bu sessiz kalabalıkla gitmek fikri gerçekten onu yıkmıştı.
 -Sizinle kalayım… Beni bırakma… Nereye gideceğim?
 Küçük ve zayıf bir çocuk gibiydi.
 -Sizinle kalayım… Beni bırakma…
 Pagidas tereddüt ediyordu hâlâ. Bir arkadaşı koşarak ona haber getirirken kararını ölçüp biçiyordu:
 -Kaptan! Dinle! Atlılar geliyor! Deniz tarafından geliyorlar!
 -Yatın yere! Hepiniz! Boğulur gibi uludu Pagidas.
 Korkunç bir kargaşa oldu. Kadınlar çığırtıyordu. Pagidas’ın gür sesi diğer sesleri ustura gibi kesti.
 -Susun! Kimse soluk almasın!
 Hızla delikanlılarını aldı ve nal seslerinin duyulduğu tarafa doğru patikadan gitti.
 Aç çakallar uluyordu. Ağaçlar sallanıyordu –en hafifinden fısıldayarak. Yıldızlar, havadaki nem, olanlara ilgisiz titreşiyordu. Sadece insan kalbi, kovulmuş, bir sığınak arayarak toprağa yaslanmıştı. Solucanlar da şaşkın, durmuş kalplerinin vuruşlarını dinliyordu.
 Bir hayli zaman geçiyor. Kaçakçıların gittiği yerde ne oluyor acaba? Düşmanlar mı geliyor? Vuracaklar mı? Doris orada dehşetin örtüsüne sarınmış oturuyor ve hatırlıyor. Küçükken, çok küçükken masal dinlemeyi öğrenmişti, içinde canavarlar ve prenslerin olduğu masallar değildi, Yunan ve Ege masalları dingin ve ışıklı memleketlerde geçiyordu. İçinde orman tanrıları, su perileri, nehir tanrıları ve ışığın, avın, rüzgârın tanrıları vardı. Böylece, yavaş yavaş, içinde mavi memleket için büyülü bir dünya şekillendi. Anlamaya başladığı zaman, bir gün nenesine sordu: “Orada gerçek insanlar da yaşıyor mu nene?” “Yaşıyor”, ona gülerek cevap verdi nenesi. “Bizim gibi mi?” Çocuğun yaşadığı harika havayı bozmak istemedi. “Biraz değişikler”, dedi ona. Daha sonra büyüyünce Doris, İskoçya’nın heyecanlı tarihini öğrendi, büyülü memleketten gelen nenesine yine sordu: “Orada aşağıdaki insanlar da bizim insanlarımız gibi mi? Bizimkiler gibi onlar da böyle sert mi?” “Doris”, dedi ciddiyetle, Mikonos’tan gelen yaşlı kadın, “İnsanların hepsi aynıdır. Hepsi”.
 Evet, hepsi – bu sözcüğü tekrarladı –aynı, içimize gizlenen korkunç şeytan uyandığı zaman.
 Bu konuşmayı Doris şimdi hatırlıyor. Denizde sığınak arayarak dört dönen yurtlarından kovulmuş halk sürüsüyle çevrilmiş, o n u n olacağını, şeytanın uyanacağını içgüdüsüyle tahmin ediyor. Fakat canlanan kıvılcımdan henüz hiç haberi yok. Ve anlamaya çalışıyor…
 Patikanın ilerisinden hiç bir ses gelmiyor. Fakat birden vahşi bir çığlık geceyi yırtıyor. Sesin gelen atlılara durması için emir verdiği anlaşılıyor. Tekrar kısa bir zaman geçiyor. Şimdi vuracaklar! Şimdi!
 Hiçbir şey. Biraz sonra dönen kaçakçıların ayak sesleri duyuluyor. Atların da. Korkulu bir ses Doris’i arıyor.
 -Bayan!  Bayan!
 Andonis Pagidas da sesleniyor:
 -Yabancı kadın nerede? Vilaras’ın gelini, nerede!
 Doris birden çiftliğin adamlarını tanıyor, onu bulmaları için yaşlı Bilaras göndermişti.
 -Gel küçük hanım, çabuk! Çabuk! Geri dönmelisin! Seni almaya geldik!
 -Ne var? Ne var? Doris soruyor.
 -Memleketimize büyük bir felaketin geldiği görülüyor!
 Bunu duyan kalabalık koro halinde haykırarak bir çığlık atıyor.
 -Vay başımıza gelen!  Vay başımıza gelen!
 -Bu kâğıdı okuman için efendimiz sana gönderdi! Diyor, çiftliğin adamlarından biri ve zarfı Doris’e uzatıyor. Bunu göreceksin…
 Çırayı yakıyorlar. Kaçakçı delikanlılar, sürünün kadınları, çocukları ve yaşlıları, herkes sakin gecede yanan çıranın alevinde toplanıyor. Işığa doymak ister gibi donuk ve kederli gözlerini açıyorlar. Kalpler sinmiş, ağızlardan çıkan sesler susmuş. Ege’nin uyuyan gövdesi tabutun içinde aciz ve yalnız oturuyor.
 Doris titreyen alevde okuyor. Herkes onun tepkisini izliyor, ellerini, sararan yüzünü.
 Gözlerini kaldırıyor. Sesi boşluğa bir taş gibi düşüyor:
 -Savaş! Dünyada olan en büyük savaş geliyor!
 Kadın ve yaşlılardan halk, korkunç sözcüğü duyarak, kendilerini yere atıp dövünmeye başlıyor:
 -Vah bize, çocuklarımıza! Vah bize, çocuklarımıza!
 Andonis Pagidas koşup Doris’i bir kenara çekiyor.
 -Anlat bana! Ne oluyor? Ne demek istedin?
 İskoçyalı kız karmaşık sözleri Kimindenilere hükmeden delikanlıya izah etmeye çalışıyor, ona Kaz Dağlarını aşıp gelen haberi aktarıyor, daha ötedeki dağlardan, Çanakkale boğazı tarafından, Tuna’dan, uzak Bosna’dan aşıp Eolia Toprağına geldi, diyor.
 -Çabuk!  Çabuk! Denize ulaşalım!
 -Çabuk!  Çabuk! Denize!
 Halk titreyerek ve dövünerek azizini omzuna aldı ve aşağıya koşmaya başladı.
 Gece de Kimindenilerde tekrar dinginliği yakaladı ve yıldızlar da sakinliğe kavuştu.



DÖRDÜNCÜ KISIM
Ege’de, senfoni sona ererken

GÜNEŞ alçalıyordu. Çiftlikteki günümüz korkunç sıkıcı geçti. Büyük kapıdan dışarı burnumuzu çıkaramıyorduk. Çiftçiler avluda avare dört dönüyor, toplaşan gruplar aralarında alçak sesle konuşuyordu. Büyükbabanın suratında kara bulutlar dolaşıyordu. Hiçbirimiz ona yaklaşmaya cesaret edemiyorduk. Atlı adamlar sürekli gelip gidiyordu. Ona, zaman zaman yalı çiftliğinden ve acaba bizi vurmaya gelen birileri var mı diye çevreyi dolaşmaya gönderdiği devriyelerden haberler getiriyorlardı.
 Uzakta durmuş sessizce yüzünü okumaya çalışıyordum. Sonra Artemi’ye koşarak Doris ve kaçakçılardan yeni haberler götürüyordum.
 -Geliyorlar mı? Ben daha ağzımı açmadan soruyordu.
 -Daha değil! Daha yoklar!
 -Bir şey duymadın mı?
 -Hayır, hiçbir şey! Yine Kimindenilere, patikalara atlılar gönderiyorlar. Bu akşam görünmeliler, diyor!
 Başka bir şey sormak istemiyor. Lakin şunu tahmin ediyorum: Artemi’nin kalbi de benimki gibi Doris için çarpıyor. Kötü bir şey olduysa!
 - Bana söylesene Artemi, neden dağlara gitti?
 -Bilmiyorum, Petrocuk.
 Fakat seziyordu. Avcı için olacaktı. Başka türlü olmaz, onun için gitmiş olacaktı. Şüphesiz ona ne olduğunu öğrenmek için gidecekti, kanı yerde kimsesiz bağırıp kalmamalıydı. Avcının canını alanı bulmak için gidecekti, o öldürülmüşken ilgisiz kalamazdı, katilin kodese konduğunu bilmeliydi. Şimdi artık avcı öldüğüne göre Artemi de, kimseye kin duyamazdı, onu hatırladıkça sevmek istiyordu.
 -Ne zaman dönecekler? Büyüklerin konuşmalarından gizlice öğrenebildiklerimizden neler planladıklarını biliyoruz. Kente giden yolun hâlâ bize açık olduğuna inanıyorlar. Kaçakçıları bekliyorlar ve yarın delikanlılarının korumasında yola koyulalım, diyorlar.
 -Neden hâlâ görünmüyorlar?
 Büyükbaba emri veriyor: Herkes dengini hazırlasın, ne kadar kaldırabiliyorsa! Kadınlar ve adamlar avaz avaza oraya buraya koşuşturup hazırlık yapıyorlar. Sadece biri sakin ve yerinden kıpırdamıyor. Bir zaman delikanlıyken bize Limnos’dan gelen yaşlı adam, biraz varlık edinip, yıldızlara bakarak onu bekleyen kıza geri dönmek için bir süreliğine bize gelen adam. Fakat aramızda yaşlandı ve gitmedi: Yasef Amca.
 Küçük Lena gidip onu buluyor.
 -Yazık, diyor ona. Benim adıma bir ahladı aşılamıştın Yasef amca. Kırmızı topraklı yerde. Yazık oldu, gideceğiz.
 -Üzülme, kızcağızım, diyor yaşlı adam, sevecenlikle. Seni unutmayacağım.
 -Ama gideceğiz, Yasef Amca! Büyükbaba öyle dedi. Hepimiz toprağımızdan gideceğiz.
 -Üzülme kızcağızım, diyor yine sevecenlikle, yaşlı adam.
 Lena bu cevabın ne anlama geldiğini anlamıyor, fakat ısrar etmiyor. Kafasında çok şey birbirine karışmış dolaşıyor. Oradan oraya sıçrıyor. Aklında daha çok, az önce buraya ulaşan ve herkesin ağzında olan o büyük sözcük kalıyor.
 “Savaş”.
 -Savaş nedir, Yasef amca?
 Lena onu, masallarındaki küçük prensi yakalayıp hapseden kırk devden en büyüğü gibi hayal ediyor. Böyle bir şey olacaktı. Ama bu korkunç dev sadece prensleri kovalamıyordu. Bütün insanları kovalıyordu. Onlar da kaçıp kurtulmak için koşuyordu.
 -Savaş nedir, Yasef amca?
 -Kızcağızım, neden bunu öğrenmek istiyorsun? Cevap veriyor ihtiyar. Büyümene bak sen.
 Lena gelip bizi buluyor, Artemi ve beni. Öğrenmek istiyor. Mademki büyüklerden olmuyordu, belki biz ona yardım edebilirdik.
 -Savaş nedir, siz biliyor musunuz?
 O zaman, çocukluk yıllarımızın anılarından aklımıza geliyor.
 -Hatırlamadın mı? Diyor Artemi. Hani o zamanlar, ilk defa duymuştuk, çakallarla…
 Evet. İlk defa o zaman duymuştuk korkunç sözcüğü. İlk defa görmüştük, geceydi, sürüyle insan, açlıktan sınırımıza kadar gelen çakalları naralar atarak, davullara durarak kovmuşlardı. “Savaş”. Bize böyle dediler. Fakat biz de, insanların tarafında, dünyanın aç çakalları için dua etmeyi öğrenmiştik. O zaman, bir neden bulmak için umutla büyükbabaya koşmuştuk. Ama o, o kadar bilgili olmasına rağmen anlamamış ve bize gülmüştü. “Onları vurmalıyız”, demişti.
 “Bu gerekli”.
 Şimdi de toprağımızı bırakmamız gerekli, Lena. Kaçmalıyız ve Artemi’yi izlemeliyiz, o bunu kafasında hep kurarken biz gitmeyi hiç hesaplamamıştık. Sen büyükbabadan büyüyünce kırmızı topraklı yeri sana vermesini isteyecektin, orada tavşanların olacaktı ve kabaran ekmekler pişirecektin. Ben de avcı olayım, Kimindenilerin vadilerinde dolaşayım diyordum, kayın ormanında, meşe ormanında.
 “Gerekli”.
 Savaş bu olacak.

 HABER geldiği zaman güneş batıyordu:
 -Geliyorlar! Kaçakçılar geliyor. Yanlarında halk da var! Çok kalabalık!
 Büyük şamata koptu. Çiftlikte ne kadar adam varsa, büyükbaba, büyükanne, hepimiz büyük kapıya koştuk.
 -Nedir bu! Dedi büyükbaba, gelen kalabalığa bakarak çok şaşırmıştı. Nereden geliyorlar?
 Şimdi uzun yürüyüşten bitkin düşen kadınların, çocukların, yaşlıların feryatları daha açık duyuluyordu. Bütün kaçakçılar atlarını yularından çekerek yaya geliyordu, atların üzerinde hastalar, gebe kadınlar ve takati tükenmiş yaşlılar vardı. Doris de ilerliyordu. Yüzü sapsarıydı, giysileri buruşmuş, başında artık sudan iplikçiklerden taç yoktu. Ziynetini yolun tozu kaplamıştı.
 Geriden, yorgunluktan dizleri bükülen adamların omzunda, bütün gençliğiyle Aziz geliyordu, kurumuş gövde.
 Sessizce yer açıyoruz, büyük kapıdan çekiliyoruz. Kalabalık avluya akıyor ve yürekleri parçalayarak kendini yere atıyor.
 -Su!  Su!
 Büyükbaba göçmenlere iyi bakmalarını, onlara süt ve tarhana vermelerini söylüyor.
 Büyükbaba Andonis Pagidas’ı bir kenara çekti ve ondan ayrıntıları öğrendi.
 -Çabuk, gelinini yaşlı Vilaras’a gönderelim! Dedi.
 Doris kalabalıktan ayrı, bir taşın üzerinde kafasını elleri arasına almış, oturuyordu. Sanki yaramazlık yapıp cezalandırılan bir çocuk gibiydi. Yanında ayakta durmuş ona bakıyordum, diğer tarafında da Artemi duruyordu.
 -Ne istersin? Diyor kardeşim, hayranlık ve şefkatle. Ne getireyim istersin?
 Cevap vermiyor.
 Artemi gidip ona sıcak süt getiriyor.
 -İç bunu. Sana iyi gelecek.
 Doris gözlerini kaldırıyor. O zaman onu görüyor. Siyah tüylü ayı avluda yakın bir ağaca ince bir sicimle bağlanmış, yere uzanmış şaşkın gözlerle etrafındaki kalabalığa bakıyor. Doris uzun süre onu izliyor. Sonra Artemi’ye bakıyor. Gözlerinde damlacıklar oluşmadan önce göz kapakları titriyor.
 -Bunu iç, kupayı uzatırken mırıldanıyor Artemi. İç bunu…, diyor ve gözlerini yere indiriyor, sırrını açığa çıkarmamak için.
 Doris küçük kardeşimden kupayı alıyor ve onu kendine çekerek yanağından öpüyor. Eğilip sütü ağır ağır, kupa boşalana kadar içiyor.
 -Gel, kızım, diyor büyükbaba, bize yaklaşarak. Evine gitmelisin.
 Atına biniyor. Dört kaçakçı delikanlıyla beraber gidiyor. Onu gurup vaktinin parlak renkleri içinde gözden kaybolana kadar izliyorum. Saçları artık toz içinde değildi, giysileri paçavra gibi görünmüyordu. Mesafe bu gibi ayrıntıları ve yüzüne damgalanmış acıyı siliyor. Eolia Toprağının ışıldayan altın rengine bürünmüş,  hayatıma ilk geldiği zamanki gibi gidiyor.
 Elveda, Doris.

 GÜN geceledi. Avludaki bütün odalarda göçmenler yatıyor ve inliyor. Avlunun ortasına Azizlerini koymuşlardı. Ne kadar kadın varsa kalkıp aile ocaklarının tanrısına gidiyor, önünde tapınıyor ve gövdesini koruyan ağaç sandukayı öpüyor. Sanduka üstündeki bir yağ kandili dua edip yalvaran çileli suratları aydınlatıyor.
 Felaketin getirdiği tanrı korkusuyla dehşete kapılmış, benlikleri alt üst olmuş yerde uzanan gövdeler arasında Artemi’yle dolaşıyoruz. Bizimkilerden kimse bizle ilgilenir görünmüyor. Sadece çok sonra, Antipi aramaya çıkıyor.
 -Ne arıyorsunuz burada? Çabuk! Yatağa!
 Odamıza çıkıyoruz. Uzanıyoruz ama uyku tutmuyor. Zaman geçiyor. Dışarıdaki gürültüler kesiliyor. Sadece çakallar uluyor.
 -Uyuyamıyorum, diyorum yavaşça Artemi’ye. Ben aşağı ineceğim.
 -Ben de geliyorum, diye mırıldanıyor.
 Ayaklarımızın ucuna bakarak odadan çıkıyoruz ve avluya iniyoruz. Avlunun ortasında yağ kandili azizin gövdesini aydınlatmaya devam ediyor. Fakat avlunun bir köşesinde, kapalı büyük kapıya yakın bir yerde, sigara içen uyanık siyah gölgeler var.
 Görüp bizi haber vermesinler diye duvar kenarından giderek yaklaşıyoruz, alçak bir duvarın arkasına gizlenerek gözetliyoruz. Yanımızda bağlı ayıcık havayı kokluyor ve mızıldanıyor. Fakat kimse onunla ilgilenmiyor. Sonunda susuyor. Pagidas’ın delikanlıları başkanlarını ortalarına almış oturuyor. Kimse konuşmuyor, soluk çıkmıyor.
 -Ne yapıyorlar? Fısıldıyorum Artemi’ye.
 Susmam içim elimi sıkıyor. Biraz zaman geçiyor. Andonis Pagidas yerinden kalktı. Yüzünü seçemiyoruz. Fakat cüssesinden o olduğunu anlıyoruz.
 Başını kaldırdı, vakti anlamak için geceye baktı. Yıldızlar ona zamanı söyledi.
 -Gideceğim, diyor.
 Herhangi bir cevap yok.
 -E, hadi hoşça kalın! Diyor yine, sesi soğuk fakat titremiyor.
 Bir, iki adım atar gibi oluyor, belli ki kapıya yöneliyor.
 O zaman, adamlarından biri kalkıyor.
 -Kaptan!
 -Ne?
 -Gitme, kaptan! Yalvarırım gitme. Bak, memlekete ne kötülük geldi! Bu zamanda mı gideceksin!
 Bir an, bunu düşünmek ister gibi kararsızca atılan adımlar duruyor. Fakat bekleyiş bir kuşun gelip geçmesi kadar bile sürmüyor.
 -Olmaz! Diyor Pagidas’ın sakin sesi. Hoşça kalın!
 Sürgüyü çekiyor, büyük kapıyı açıyor ve ıssız gecede kayboluyor.

 AÇIK, en açık gecelerden biriydi.
 Pagidas tek başına belirledikleri yere ilerliyor, Asker Garbis’in onu beklemesi gereken yere gidiyor. İçine bir kurt düşüyor. Acaba geçebilecek mi o, ya yollar kesilmişse ve geçemezse? İçindeki ses olabilecek bütün kabalığıyla şunu söylüyor: Bırak geçememiş olsun! Bırak karşı güçler, onlar istemese de, aralarına girsin ve olması gerekeni önlesin!
 İlerliyor. Alabildiğine gergin, gözlerini dört açmış, çevreyi araştırıyor. Hiçbir şey. Canlı yok. Sadece yapraklar oynuyor. Gece çok ayaz yapıyor.
 Pagidas belirledikleri yere varıyor. Bakıyor. Hiçbir şey görünmüyor. Kalbi ki yaşamı boyunda o kadar çok attı, şimdi çatlayacak gibi oluyor.
 Acaba, yoksa?..
 Hayır. Yere yapışmış bir gölge kımıldıyor, yerden ayrılıyor ve gittikçe büyüyor. Emin adımlarla geliyor, sessizce, ilerleyen ağaç gibi.
 -Sen misin? Diyor Pagidas.
 Arkadaşının tanıdık sesi kısadan cevap veriyor:
 -Ben!
 Aralarında birkaç adım kalınca duruyorlar.
 Nedir bu içlerinde boğuşan şey, kanı çalkalayan, boğazlarına kadar çıkacak gibi olup tekrar kovalanarak geri dönen şey?
 Kısa bir an geçiyor. İki saniye.
 Pagidas yine:
 -Yol açık mı?
 Garbis:
 -Hayır!
 Açık değil. Fakat Garbis geçti: Çünkü öyle  g e r e k l i y d i.
 Hava esiyor. Temiz, yıldızlarla sulanmış. Vuruşmak istemeyen fakat vuruşmadan yapamayacak iki adamın ciğerlerine böyle temiz giriyor. Hava esiyor. Bir an , sadece bir an, daha derinlere nüfuz etmek için esiyor.
 -Asker, diyor Pagidas.
 Telaffuz edilen bu küçük adın içinde, çelik gibi sert, sarımsak taşı kadar yumuşak bir şey titriyor, sevgi.
 Ne? Diyor öbür ses.
 -Git, ulan, diyor Pagidas ve şimdi sesinde yalvarış var.
 -Beni çağırdın, diyor Garbis, ben de geldim. Sen git.
 An gergin geçiyor. Kim geri adım atacak?
 Gerginliğin zirvesinde bu defa kan uyanıyor. Korkunçtur, acımasızdır, yerinde duramıyor.
 -Neden,  ulan, onu öldürdün? Diyor Pagidas ve kardeşinin anısıyla dişlerini gıcırdatıyor.
 O zaman Garbis,  can arkadaşıyla onun arasına giren, onları yok eden ölü için bütün hırsını akıtarak korkunç bir küfür savuruyor.
 İşte sonunda olacak buydu.
 -Bende sadece bıçak var! Pagidas gürlüyor.
 Garbis martinisini omzundan çıkarıp yere atıyor. Kuşağından kamasını çekiyor. Artık daha sakindir, kaçınılmaz dostluk şarabını serpmeye hazırdır.(*)Eski Yunan’da dinsel törenlerde yere şarap serpme geleneği.
 -Gel!
 Gel diyor öbürü de arkadaşının küçük ismiyle. Sanki helalleşiyor.
 -Gel, Andoni.
 Çok yürek yakan bir çağrıydı – sevecenlik alın yazısıyla karışmış.
_________________________________________________

Gecenin içinde kamalar parladı ve gövdeler birbiri üzerine atıldı. Böğürüp köpürdüler. Çevredeki ağaçlar sustu, yıldızlar eğilip ne olduğuna baktı, uzun zaman.

ALÇAK DUVARIN arkasına gizlenmiş Artemi ve ben nefesimizi tutmuş bekliyorduk. Bir şeylerin olduğunun, korkunç bir şeye tanık olacağımızın farkındaydık. Kaçakçı başı nereye gitmişti? Adamları neden onu tutmak için çaba göstermedi?
 Konuşmalardan kulağımıza bir şeyler gelir, diyoruz. Ama hiçbiri konuşmuyor. Sadece sigara tüttürüyorlar.
 -Gidelim mi?.. Artemi’ye fısıldıyorum, ayazdan çenelerim birbirine vuruyor.
 Elimi sıkıyor. O da titriyor.
 -Hayır! Bekleyelim. Görelim bakalım…
 Kalalım. Sonunu görelim, ucuna kadar. Rüyalarımız dolsun, altın ışıklı gökyüzü mavisi saatine kadar, yeni dalgayla, yeryüzünün haberiyle dolsun, dolsun kırmızı.
 Bir kaçakçı büyük kapının dışında dikilmiş, başkanlarının gittiği tarafa kulak kabartmıştı. Her içeri girişinde arkadaşları soruyordu:  
 -Bir şey duydun mu?
 -Hiçbir şey.
 -Ses bile mi?
 -Ses bile.
 Nihayet nöbetçi seslendi:
 -Ayak sesleri duyuyorum! Biri geliyor!
 Kaçakçılar yerlerinden fırladılar ve martinileri ellerinde kapıya koştular.
 Bekliyoruz. Bekliyoruz.
 -Kimdir? Nöbetçinin vahşi sesi duyuldu.
 Cevap daha yavaş, sakin ve yorgun geldi.
 -Ben!
 Geri çekilip yol açan adamların karaltılarını görüyoruz. Açılan kapkara nehrin arasından geçip giriyor Pagidas. Azizin gövdesi üzerinde yanan kandil, belli belirsiz ışığını kaçakçı başına gönderiyor. Vahşi yüzü loş ışıkta parlıyor. Başında astragan kalpağı yok. Saçları darmadağınık.
 -Gidin onu alın! Diyor sadece ve bir köşeye yığılıyor.
 Gittiler ve onu omuzlarında getirdiler. Onu saygıyla azizin gövdesinin yanına yatırdılar.
 -Su getirin bana, dedi Pagidas ve kalktı.
 Getirdikleri suyu aldı, ellerini yıkadı ve ölü arkadaşının yaralı yüzünü temizledi. Saçlarını düzeltti. Adam yalnız yaptı bunları. Başkası yok. Hiç kimse. Sonra ölünün başından çekildi.
 -Rom getirin bana, dedi.
 Andonis Pagidas arkadaşını öldüren gece bitene kadar,  İçerek dolaşıp, adamlarına, sessizliğe ve gelen savaş kasırgasına eşlik etti.
 Kimindenilerdeki son gecemizde bunları gördük.

KAÇAKÇILAR sabah sabah önce ölüsüyle ilgilendi. Asker Garbis’i çiftliğin çıkışındaki büyük meşenin altına gömdüler. Kalın zeytin dallarıyla yaptıkları haçı mezarına diktiler.
 Büyükbaba, büyükanne, tüm kalabalık gece olanları şaşırarak öğrendi. Ayrıntıları sordular. Ama kimse onlara cevap vermedi.
 Hepsi uzaktan cenazede hazır bulundu.
 Bunlar bitince, Pagidas büyükbabayı bir kenara çekti. Suratı tekrar kararlılığın sertliğini kazanmıştı.
 -Kente gidebilirsek durumu göreceğiz, dedi.
 Atlılarını yol açık mı baksınlar diye gönderdi.
 Öğlene doğru döndüler.
 -Hayır, kaptan! Yol kapalı. Türkler nerdeyse her yere üşüşmüşler! Denizden gitmeliyiz! Önüne geleni yakarak, boğazlayarak geliyorlar!
 -Vay halimize! Vay halimize! Halk bunları duyunca dövünmeye başladı. Vay halimize ki, yurdumuzu terk edeceğiz!..
 Son ana kadar sahilde kalıp, fırtına geçiştirilince köylerine, kentlerine dönme ümitlerini taşıdılar. Ama bunun artık olamayacağı görülüyordu.
 -Vay halimize!  Vay halimize!
 Önce köyden göçenler yola çıktı. Dikili sahiline doğru, kayık bulabilecekleri bir yere inmeyi kararlaştırdılar. Azizlerini de omuzlarına aldılar. Pagidas’ın bölüştürdüğü silahlarla donanmış adamlarının korumasında yola koyuldular.
 Onları gözden kaybolana kadar kapıdan seyrettik.
 -Sıra bizde, dedi büyükbaba hislenerek.
 Olaylar böyle zorbaca geldi ve evimizin yaşlı çınarını kökünden salladı. Bu gergin anda düşmemek için kendini zor tutuyordu.
 Önce çiftlikteki çalışanlar gitti, adamlar ve kadınlar. Taşıdıkları denklerle büyük kapıda duran büyükbabanın önünden sırayla geçtiler. Ağlayarak eğiliyorlar, elini öpüyorlar, öteki de selametliyor ve onlara hayırdua ediyordu.
 -Hoşça kalın. Hoşça kalın.
 Hepsi gitti.
 -E, biz de gidelim, Despina…,diyor büyükanneye, elini tutup sıkıyor.
 Vilaras’ın çiftliğinin altındaki sahilden tekneye bineceğiz. Oraya kadar at arabasıyla gideceğiz.
 Arabaya ilk büyükanne çıkıyor. Avutulamayacak kadar kederliydi. Tatlı yüzünü taçlandıran beyaz saçları artık bakımlı değildi, hafif esen rüzgârda savruluyordu. Dizleri titriyordu. Büyükbaba ve annemiz çıkması için dayandılar.
 Sonra annemiz çıkıyor, sonra Antipi, Lena ve Agapi. Bir elinde bohçasını tutuyor, diğerinde astronomisini –yıldız hesaplarını.
 Artemi’nin sırası geliyor. Dün uyumamıştık, ne o ne ben. Yüzü sapsarı.
 -Gel, Artemi.
 Bağladığı sicimle ayısını sürüklüyor. Yavaş geliyor. Kafasını çevirip yana bakıyor. Orada yakındaydı. Artık küçük bir ceviz ağaççığı olmuştu, onu eliyle dikmişti, şayet ceviz dikerse ürün verdiği yıl bunu hayatıyla ödeyecek mi ödemeyecek mi merakına kapılmıştı. Ağaççığa bakıyor. Ona veda ediyor.
 “Küçük ceviz! Artemi gidiyor. Acaba, gittiği yerde mi ödeyecek? Yoksa ödemeyecek mi?..”
 Artemi ayıcığın ipini çözüyor. Küçük kara vahşi hayvan sağa sola bakıyor ve mutlaka içgüdüsünün çağrısıyla, sarhoş gibi yalpalayarak Kimindenilere giden patikaya koşuyor.
 En sona büyükbabayla ben kalıyoruz. Pagidas ve tayfası bize eşlik etmek için bekliyor. Büyükbaba arkasına dönüyor ağaçlarla ve Kimindenilerle vedalaşıyor. O zaman onu görüyor:
 Avludan geliyordu. Yılların yorgunu titrek bacaklarıyla ağır ağır ilerliyor ve büyük kapının önünde duruyor.
 Yasef Amca!
 -Sen gitmedin mi koca Yasef? Büyükbaba çok şaşırarak soruyor ve ona doğru yürüyor.
 Limnos’lu ihtiyarın sakin, dingin sesi:
 -Hayır, efendi. Ben kalacağım.
 -Kalacak mısın?
 Büyükbaba da, herkes de böyle bir şeye hazırlıksızdı. Nasıl kalacaksın? Diyor ona. Türkler geliyor! Canlı bırakmazlar!
 Yasef amca dinliyor. Fakat karar vermişti. Zamanında Kimindenilerden gitmemişti. Ölümden daha kuvvetli bir ses onu çağırdığı zaman dönmemişti, kalbinin sesi davet ettiği zaman gitmemişti, o çıplak adalarında –Limnos – yıldızlara bakan kızın sesi. O zaman yapamamıştı. Şimdi geç. Hangi nedenle şimdi gitsin? Zamanı, günleri sayılı. Geçtir artık.
 -Kalacağım, efendi. Bana artık ne yapabilirler?
 -İhtiyar, seni yok ederler! Bağırıyor Andonis Pagidas. Kaç!
 Fakat ihtiyarın kederli gözlerindeki karar kesindir, güçlüdür, toprak sevgisi gibi.
 -Kalacağım.
 Onu fikrinden döndürmenin yolu olmadığını hepsi anlıyor. Pagidas alçalmakta olan güneşe bakıyor.
 -Vaktimiz yok! Acele etmeliyiz!
 Büyükbaba titrek bacaklarla Yasef amcaya ilerliyor. Limnos’lu ihtiyar hafifçe eğiliyor ve öbür ihtiyarın elini öpüyor. Büyükbaba onu kucaklıyor, yaslı gözlerle bakıyor ve sonra alnından öpüyor.
 -Elveda!
 Büyükbaba yine duruyor. Bir an gözlerini çiftliğin büyük kapısına çevirerek dikiliyor. Bizim büyük meşemiz, zamanın ağarttığı saçlarıyla taçlandırılmış başı dimdik, batan güneşin altın rengi ışıklarına bürünmüş duruyor orada ve sanki onlara dua ediyor.
 Sonra kalpağını çıkarıyor, gösterişsizce diz çöküyor, eğiliyor ve hayatıyla kutsadığı toprağı öpüyor.
 -Elveda!

 BİZİ bekleyen kayığa biniyoruz. Yalı çiftliği bomboştu. Vilaraslar biraz evvel demir almışlardı. Tekne yelkenini açmış karadan uzaklaşırken onlara bakıyoruz. Doris’i seçmeye çalışıyorum. Yapamıyorum. Sadece bir an pruvada bir şeyin dalgalandığını görüyorum, altın ışıltıları denizin mavisine karışıyor ve imbatta dalgalanan flokun arkasında kayboluyor. Saçları olacak.
 Kaçakçı tayfası sırayla kırmızı tirhandillerine giriyor. Pagidas atın üzerinde onları izliyor. Sonuncu da girdi. Artık karada canlı kalmamıştı. Bütün delikanlılar başkanlarına baktılar.
 -Kaptan! Gel!
 Pagidas başını sağa sola çeviriyor. Batan güneşin son ışıklarıyla yüzü parlıyor, kıpkırmızıydı. Atın yularını kuvvetle çekiyor.
 -Hoşça kalın! Adamlarına bağırıyor.
 Kaptanları onlarla gitmeyecek mi?
 Hayır, gitmeyecek. Kayıktaki delikanlılar başkanlarının nereye gideceğini biliyor. Vurulmaya gidiyor, tek başına, çekirge sürüsü gibi toplanan halk ile. Ölmek istiyor. Başka türlü olmaz. Öldürdüğü arkadaşına kavuşmaya gidiyor.
 Onu kızıl ışıkta, atının üstünde dörtnala kaybolurken görüyorum. Kaçakçıların martinileri son veda olarak kayık içinde patlıyor. Metalin gürültüsü denize düşüyor ve dalgalarda sönüyor.

 YILDIZLARIN hepsi çıkmıştı. Çocukluk rüyalarımız Ege’de seyahat ediyor. Dalga kayığımızın bordasına vuruyor ve rüyalarımıza ninni söylüyor. Uyuyun rüyalarımız. Göçmen gittiğimiz yabancı memlekette acaba ne bekliyor bizi, nasıl günler doğacak üzerimize?
 Lena uykuya daldı. Kırmızı topraklı yeri çok istiyordu. Onu alacak kocasıyla orada yaşayacaktı, çocuklar yapacaktı, tavşanları, güvercinleri ve daha başka şeyleri olacaktı. Hayır, Lena denizlerde seyahati hiç kafasında kurmamıştı, onu Kimindenilerden koparsınlar istemiyordu. İstemiyordu bunu.
 Agapi gözlerini dikmiş dalgın dalgın yıldızlara bakıyordu. Son zamanlarda onları ne kadar çok incelemişti, konumlarını bulmak için aritmetiğiyle ne hesaplar yapmıştı! Lakin onlara baktığı şu anda zorlu yollar için, doğduğu topraklardan koparılmış kaçıyordu, şimdi sadece şunu keşfediyordu: yanlışı olduğunu görüyor, düzeltilemez bir yanlış. Yıldızları onun kontrolünden çıktı. Biz Eolia Toprağının vadilerinde düşlerimizle yaşarken, geleceğin bütün kederli günlerinde bizi izleyecek daimi arkadaşlıklar yaratırken, bu küçük haliyle o gökyüzünü yere indirmek istiyordu.
 Zavallı Agapi… Zavallı Agapi…
 Bir yerde, Anadolu’nun bir çiftliğinde, Kimindeniler dediğimiz dağların eteğinde, bir “Sarı” oda var. İçerde asılı kılıçlar geceleri uyanıyordu. Bir zamanlar oradan bir adam geçti. Anadolu yollarını arşınlayarak beyaz başlı deveyi arıyordu. Bu biricik beyaz başlı deve bir zamanlar hayatından geçmiş ve kaybolmuştu. İnsanlar onunla alay ediyordu, ama adam onları duymuyordu. Zira şuna inanamıyordu, beyaz başlı devesinin kaybolduğuna inanmak istemiyordu, artık hayatından çıktığına inanmıyordu.
 Aynı gün bir başka adam daha geçmişti. Uzaklardaki Yeruşalem’e çekmiş gidiyordu, sesleri yakalamayı umarak, sesleri altın satirli kutuda susmadan devamlı tutmak için. “Biliyor musun, nerede Azizler Toprağı, nerede Yeruşalem?” Merhametli arkadaşlar ona diyordu. “Bütün Anadolu’yu geçmen lazım…” “Bütün Anadolu’yu geçeceğim”, ona cevap veriyordu içten, sakin ve tutkusuna inançla.
 Orada, Kimindeniler denen dağların altında, yaşlanmış yabandomuzlarının ölmek için gittiği bir mağara vardır. Bir kertenkele, bir yavru kaplumbağa, çarmıha gerilmiş bir yarasa ölümü bekliyor. Yetişemedik, Artemi, kuşun ince kemiklerini altın haçımızın yanına boynumuza asalım, diyordu. Böylece herkes bizi sevecekti. Ama yetişemedik.
 Fakat daha ötede, Çakal Derenin ötesinde kartalın yuvası var. Bir yaz günü oradayken kasırga koptu. Bırak kutsansın. Artık kopacak bütün kasırgalar onu hatırlatacak. Bırak kutsansın.
 Daha yukarda da, kayın ormanının ötesinde, yaban meşelerinin vatanında, büyük derbendin kenarında bir tüfek patladı ve kurşunu Lübnan’ın koca ayısını buldu. Bir yavrusu vardı, siyak tüylü bir ayıcık. Ana ayı ölecek. Başına sarı yıldız işlemeli beyaz mendil bağlamış bir avcı da ölecek. “Neden”, diyor, hüthüt kuşları ve yaban güvercinleri. “Sevdiği için”, diye cevap veriyor meşeler.
 Artemi, sen ve ben yabancı memlekette kimsesiz olmayacağız. Bundan sonra bütün günler, sona kadar, kimsesiz olmayacağız.

RÜYALARIMIZ Ege’de seyahat ediyor.
 Nenemiz yoruldu. Başını büyükbabanın göğsüne koyuyor, o da gözlerini geriye dikmiş acaba karada, Kimindenilerde bir şey seçebilir miyim diye bakıyor. Fakat artık bir şey görünmüyor. Gece şekilleri yuttu.
 Büyükanne kafasını eğiyor ve hayatı boyunca onu koruyan göğse dayıyor. Bir şey engelliyor ve kafası bir türlü rahat edemiyor. Sanki yaşlı adamın gömleğinin içinde bir yumru var.
 -Nedir burandaki? Soruyor fazla önemsemeden.
 Büyükbaba gömleğinden içeri elini sokuyor, kalbinin vuruşlarını dinleyen göğsüne koyduğu yabancı cismi buluyor.
 -Nedir?
 -Bir şey değil, diyor büyükbaba, suç işlemiş çocuk gibi utanarak. Bir şey değil. Biraz toprak.
 -Toprak!
 Evet, topraklarından bir parça topraktır. Gideceğimiz yabancı yerde bir fesleğen dikmek için, diyor büyükanneye. Hatırlatması için.
 Yaşlı adamın parmakları ağır ağır toprağı koyduğu mendili açıyor. Parmakları içerde araştırıyor, orada sanki onu okşayan büyükannenin parmaklarını arıyor. Gözleri yaşlı öyle duruyor.
 -Bir şey değil diyordum. Biraz toprak.
 Toprak, Eolia Toprağı, vatanımın toprağı.
          
 
SON


İÇİNDEKİLER

BİRİNCİ BÖLÜM
Toplum

Kısım 1.  Kimindeniler                                                             
Kısım 2.  Bir su taşkını ve korkunç eşkıya Laz Efe             
Kısım 3.  Aç çakallar                           
Kısım 4.  Yasef Amca
Kısım 5.  Kimindenilere yağmur gelince
Kısım 6.  Beyaz başlı deveyi arayan bir adam
Kısım 7.  Kimindenilere hayaletler geldi
Kısım 8.  Sarı yıldızlı avcı


İKİNCİ BÖLÜM
Şafak Senfonisi

Kısım 1.  İskoçya’da bir kış gecesi
Kısım 2.  Mikonoslu balıkçıların bir kızı                               
Kısım 3.  Doris 
Kısım 4.  Düşlere ve yıldızlara seyahat
Kısım 5.  Bahar kasırgasında kartal yuvalarına
Kısım 6.  Mistik büyü
Kısım 7.  Yaban domuzlarının mağarasına
Kısım 8.  Lübnan’ın bir ayısı, yavru ayı ve insanlar
Kısım 9.  Sarı yıldızlı avcı ve kara ayı
Kısım10. 1914 yazında kayın ormanına düşen
   bir piştov kurşunu

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
İnsanlar

Kısım 1.  Andonis Pagidas
Kısım 2.  1914 
Kısım 3.  Kovuluş
Kısım 4.  Ege’de senfoni sona ererken   



7 yorum:

  1. DR AJAYI BÜYÜ EVİ BÜYÜK ATALARI TARAFINDAN MUTLU OLMUŞTUR.

    Gey veya lezbiyen misiniz ve eşiniz sizi terk etti ama yine de onu seviyor ve tekrar hayatınızda olmasını istiyorsunuz, Dr Ajayi harika büyü tekeri bu iş için doğru kişi. İletişim Viber veya Whatsapp numarası: +2347084887094 veya E-posta: drajayi1990@gmail.com

    Evlilik problemin mi var?
    Adaletle ilgili sorunlarınız mı var?
    Patronunuzla sorunlarınız mı var?
    Çevrenizdekiler tarafından tehdit ediliyor musunuz?
    Farkında olmadan para mı harcıyorsunuz?
    Hamile kalmakta sorun mu yaşıyorsunuz?
    Piyango büyüsünün büyük kazanmasını ister misiniz?
    Geleceğini bilmek ister misin?
    Eşinizi tatmin etmiyor musunuz?
    Erkek arkadaşın seni terk mi etti?
    Herhangi bir sağlık sorununuz var ve çözüm mü istiyorsunuz?

    Viber veya Whatsapp Numarasıyla İletişime Geçin: +2347084887094
    E-posta: tüm ihtiyaçlarınız için drajayi1990@gmail.com.
    *GÜN 7 / 24 MEVCUTTUR.
    * Sonuçlar %100 garantilidir.

    YanıtlaSil
  2. Daiva adında bir bayanın ifadesine rastladığımda evliliğimde cehennem yaşıyordum. Adamı onu onlarsız başka bir kadın için terk ettiği için ilişkisini Dr Ajayi adında bir büyücünün yardımıyla nasıl kurtarabildiğini anlattı. herhangi bir önemli yanlış anlaşılma var ama ataları tarafından kutsanan büyü uygulayıcısı Dr Ajayi, büyü yapma gücüne yardım etti ve adamı başına ne geldiğini bilmediğini söyleyerek geri döndü, ben de neredeyse benzer bir durumla karşılaşıyordum çünkü kocam bunu yapmak istiyordu boşanma davası açtım ama dağılmış bir yuva istemiyorum çünkü 15 yıldır birlikteyiz Daiva'nın ifadesini okuduktan sonra büyü uygulayıcısı Dr Ajayi ile temasa geçtim ve durumumu ona anlattım, bana yapılması gereken bazı şeyleri söyledi ve Büyüden bir hafta sonra talimatlarını yerine getirdim, kocam bana ve çocuklara yaşattığı acılardan dolayı üzgün olduğunu, hepimizin yanında olacağına söz verdiğini ve o zamandan beri barış içinde yaşadığımızı söyledi. Benimkine benzer bir sorununuz varsa veya hayatınızda herhangi bir sorun varsa, ister iş, ister okul, ister sağlıkla ilgili sorunlar olsun, büyü yapan Dr. Ajayi ile iletişime geçin, işi %101 garantilidir. E-posta: drajayi1990@gmail.com Viber veya Whatsapp: +2347084887094

    YanıtlaSil
  3. Aylarca süren ayrılık ve yalnızlıktan sonra eski sevgilimi bana geri getirerek hayatımda yaptığı büyük manevi dualar için Dr Ajayi adlı büyük bir büyü uygulayıcısına büyük bir teşekkür etmek istiyorum. Bununla, insanları kalp kırıklıklarından kurtarmak ve aynı zamanda her ilişki sorununa çözüm bulmamıza yardımcı olmak için bu dünyaya gönderildiğinize inanıyorum. Aranızda bir ilişki sorunu yaşayanlar için neden Dr Ajayi ile iletişime geçmiyorsunuz, burası iş eksikliği ve terfiler, bağlama ve evlilik büyüleri, boşanma ve çekicilik büyüleri de dahil olmak üzere tüm sorunlarınızı çözebileceğiniz en iyi yer. iyi şanslar ve loto büyüleri, doğurganlık ve hamilelik büyülerinin yanı sıra iş başarısı ve müşteri artışı, davaların kazanılması ve çok daha fazlası. onunla E-posta yoluyla iletişime geçin: drajayi1990@gmail.com veya whatsapp +2347084887094 ile iletişime geçin

    YanıtlaSil
  4. Merhaba arkadaşlar, paylaşacaklarım belki sizin veya tanıdıklarınızın işine yarayabilir, daha önce böyle bir tanıklık yazacağımı hiç düşünmezdim ama benim bulduğum mutluluğu başkaları da bulsun istiyorum. Bir zamanlar beni seven bir adam olan kocamla cehennemde yaşıyordum, evliliğimizden 5 yıl sonra artık kocam olarak görevini yerine getirmiyordu ve bana da düşmanca davranıyordu, korku içinde yaşıyordum ve neredeyse bir kaçamak yapıyordum. boşanmak. Evlilikteki sorunlar ve hızlı çözüm hakkında bazı makaleler okuyordum ve birçok insanın ilişki sorunlarında yardımcı olan güçlü bir ruhani adam olan Dr. Ajayi ile karşılaştım, onunla iletişime geçtim ve kocamın bana karşı davranışı hakkında onunla konuştum. ne yapılması gerekiyor ve ben söylendiği gibi yaptım ve Dr Ajayi ile çalışmaya başladıktan birkaç gün sonra kocam daha iyiye doğru değişti, bana yaptığı yanlış şeylerden dolayı özür dilemek için bana yeni bir araba aldığında şaşırdım ve artık huzur içinde yaşıyoruz. Dr Ajayi'ye teşekkürler, eğer herhangi bir ilişki sorunuyla karşı karşıyaysanız, sorununuzdan çekinmeyin, sorununuza kalıcı bir çözüm için Whatsapp / Viber: +2347084887094 üzerinden Dr Ajayi ile iletişime geçin.

    YanıtlaSil
  5. Merhaba arkadaşlar, ben Aina ve asla doğaüstü bir şeye inanmadım ama Dr Ajayi adında güçlü bir adam hayata farklı bir bakış açısına sahip olmamı sağladı. Güçlü adam Dr Ajayi ile internette, duygusal acılar çekerken tanıştım çünkü 4 yıllık sevgilim, hiçbir yanlış anlaşılma yaşamadan beni başka bir kadın için terk etti. Durumumu güçlü adam Dr Ajayi'ye anlattım ve o da bana olup bitenlerin doğal olmadığını anlamamı sağladı ve sevgilimi geri kazanmak için atılması gereken adımları anlattı, talimatlarını yerine getirdim ve 8 aydır beni terk eden sevgilim 2 gün sonra sosyal platformundaki engellememi kaldırdı ve eve geri döneceğini ve onu affetmem gerektiğini söyledi. O zamandan beri aşk hayatım muhteşemdi. Beni doğaüstüne inandırdığın için teşekkürler Dr Ajayi, aşk hayatında yardıma ihtiyacın olursa, Dr Ajayi kesinlikle emin. onunla e-posta yoluyla iletişime geçin: drajayi1990@gmail.com veya Viber / Whatsapp: +2347084887094

    YanıtlaSil
  6. Büyük adam Dr Ajayi'nin ataları tarafından nasıl manevi güçle kutsandığını dünyayla paylaşmak istiyorum. 2 yıldır benden ayrılan kocamla evliliğimi yeniden birleştirmeme yardım etti, onu geri kazanmaya çalışıyordum ve neredeyse pes ediyordum ama Dr Ajayi beni yeniden gülümsetmeyi başardı. Dr Ajayi gerçek bir büyü uygulayıcısıdır; ayrıca Dr Ajayi'nin yardımıyla Eski sevgilinizi geri alabilir ve sonsuza kadar mutlu bir hayat yaşayabilirsiniz. İletişim E-postası: drajayi1990@gmail.com veya Whatsapp: +2347084887094

    YanıtlaSil
  7. İlişkimi dağılmaktan kurtararak bana büyük bir iyilik yapan Dr Ilekhojie sayesinde her gün yüzümde bir gülümsemeyle uyanıyorum. Mükemmel bir ilişkim olduğunu düşünürdüm, ta ki sevgilim eve geç gelip her gün bana farklı bahaneler sunana kadar, onu yakından takip etmeye karar verdim ve sonra onun başka bir kızla ilişkisi olduğunu keşfettim. Ona çok güvendiğim ve onun gizli bir ilişkisi olduğunu ve artık benimle ilgilendiğini veya bana sevgi gösterdiğini bildiğim için kalbim kırıldı. Daha farkına varmadan beni kız için terk etti ve ben de onu başka bir kadına kaptırdığım için büyük bir çıkmaza girdim. Ama Dr Ilekhojie'nin iletişim bilgilerini internete koyan herkese teşekkür ederim. Onu 48 saat içinde geri almamda bana yardımcı oldu ve bugün ilişkim her zamankinden daha fazla sevgi ve güçlü duygusal bağla yeniden tesis edildi. Dr Ilekhojie ile +2348147400259 numaralı telefondan arayarak veya WhatsApp aracılığıyla iletişime geçebilirsiniz.

    YanıtlaSil