26 Ağustos 2013 Pazartesi

YUNAN MASALLARI




YUNAN MASALLARI
 Derleme * sunum
    İrini Kioulafidou * Dora Papayonou
 
Çeviri
Attila aker

Kitap hakkında önsözüm:

Çevirisini yaptığım bu kitap yabancı dil öğretim amacıyla yazılmıştır. Orijinal ismi bu sebeple “Yunanca Masallardır”.
İçeriği Yunan Halk Edebiyatından 19 halk masalıdır ve basit Yunanca ile yazılmıştır. Ben de Yunanca öğrenen biri olarak, yeni öğrenenlere ne kadar yararlı olabileceğini gördüm. Kitaptaki metinlerin ifade tarzına sadık kalarak Türkçesini yazdım. Çünkü kitabın yazım amacının yabancı dil öğretimi olduğu önsözünde açıklanıyor.
Şunu da ilave etmek istiyorum: kitabın Türkçe çevirisi, Türkçe öğrenen yabancılara da yardımcı olabilir.
Kitabımın ikinci bölümüne çocuk kitapları yazarı ve arkadaşım Maro Matheou’nun yazdığı bir çocuk masalını da sundum.
Attila Aker
İÇİNDEKİLER
Fare ve kızı, Yumurtalar, Yengeç ve yılan, Çukura düşen tilki, Üç güzel öğüt, Yoksul ve para, Tilki on yaşındaysa yavrusu onbirdir, Baykuş ve keklik, Dünyada en ağır şey, Değirmen, Kurt, tilki ve eşek, Talihsiz prenses, Güneş ve ay, Çoban ve yılan, Balıkçının çocuğu, Yılan, Oniki ay, Gökyüzü köprüsü, Çıngırakçıklar
                                                
                                          *                                     
Fare ve kızı
Evvel zaman içinde bir farecik yaşarmış ve onun da çok güzel bir kızı varmış. Farecik kızını evlendirmek istiyormuş ama bir fareye vermek istemiyormuş. Bu kadar güzel kızının dünyanın en kuvvetlisine yakışacağını düşünüyormuş.
            Düşünüp dururken, gökte parlayan güneşi görmüş. “A! İşte kızım için damat, demiş ve zaman kaybetmeden kızını almış güneşin sarayına gitmiş.
“Güneş, kızımı karın olarak ister misin? O kadar güzel ki başkasına vermek istemiyorum, çünkü sen dünyada en güçlüsün, başkası olmaz.”
“A! Ben düşündüğün gibi dünyanın en güçlüsü değilim. Onu rahat bırakması için fareciğe böyle söylemiş. “Oradaki bulutu görüyor musun, benim üzerimi örttüğü zaman kararıyorum ve ona karşı hiç bir şey yapamıyorum. Buluta gidin. Eminim aradığın damat odur.”
            Zavallı farecik ne yapsın! Doğru buluta gitmiş ve ona demiş ki:
“Bulut, kızımla evlenmek ister misin? Öyle güzel ki, onu sadece sana verebilirim, çünkü sen dünyanın en güçlüsüsün.”
“Kızınla evlenmek beni mutlu eder ama dünyanın en güçlüsü ben değilim”. “Poyraz rüzgârına bakar mısın? O estiği zaman ben kaçacak delik arıyorum.”
Fare o zaman kızını alıp poyraz rüzgârına gitmiş ve ona demiş:
“Poyraz, kızımla evlenmek ister misin? Çok güzeldir ve onu sana vermek istiyorum çünkü sen dünyanın en kuvvetlisisin.”
Bulut da:
“Kızınla evlenmek benim için büyük mutluluk olacak lakin dünyanın en kuvvetlisi ben değilim” demiş. “Oradaki şatoyu görüyor musun?  Kırk sene oldu, esiyorum ama onu yıkamadım. Ona gidin.”
            Farecik şatoya koşmuş ve ona şöyle demiş:
“Şatocuğum, kızımı karın olarak ister misin? O çok güzel ve ben onu sadece sana vermek istiyorum, çünkü sen dünyanın en güçlüsüsün.”
Şato cevap vermiş:
“Farecik, farecik, en güçlü olan ben değilim. Duvarlarımın içinden gelen sesi herhalde duyuyorsun. Acaba ne olduğunu zannediyorsun? Cesur ve güçlü fareler beni kemiriyor, yıkmalarına az kaldı. Kimseye kulak asma! Dünyada farelerden daha cesur ve güçlü hiçbir yaratık yoktur.”
            O zaman farecik bunu duyduğuna çok memnun olmuş ve kızını cesur ve güçlü bir fareye vermiş! Düğüne herkes davetliymiş ve eğlenceler günlerce sürmüş.
    Fakat ne ben oradaydım
            Ne de sen buna inanacaksın.
 

 Yengeç ve Yılan
Bir varmış bir yokmuş, günün birinde yılan deniz kıyısına inmiş, bir yengeçle karşılaşmış ve ona şöyle demiş:
“Sevgili yengeççiğim, denizde yaşayan biriyle arkadaş olmak istiyorum. Bazen ben buraya gelirim, birlikte lezzetli deniz yiyeceklerinin tadına bakarız, bazen de istersen sen benim yuvama gelirsin ve taze otlardan yeriz, arkadaşlık yaparız. Ne diyorsun? Arkadaş olalım mı?”
            Yengeç düşünmüş taşınmış ve sonra cevap vermiş:
“Evet isterim. Neden arkadaş olmayalım!”
            Anlaşmışlar ve oturup yengecin getirdiği deniz yiyeceklerini iştahla yemeye başlamışlar. Şarap da içmişler ve yılan çok neşelenerek yengece demiş ki:
“Sağlığına arkadaşım, sağlığına”. Sonra da zavallı yengeci kucaklayıp sıkmaya başlamış. O zaman yengeç:
“Sağlığına arkadaş ama beni fazla sıkıyorsun.” Demiş.
“Fakat seni seviyorum, arkadaşım”. Diye cevap vermiş yılan.
            Az sonra yılan yine:
“Sağlığına arkadaşım”, demiş ve zavallı yengeççiği yine kuvvetlice sıkmış.
“Arkadaş, beni çok sıktın, kemiklerim acıyor.” Diye bağırmaya başlamış yengeç.
            Yengeci midesine indirmek isteyen yılan da demiş ki:
“Ama ben başka türlü yapamam, seni seviyorum.”
“Ben de seni seviyorum”, diye cevap vermiş yengeççik, fakat bu arkadaşlığın sonunun böyle giderse iyi olmayacağını görüyormuş. Yılan onu bırakmayıp sıktıkça sıkıyor ve nefes aldırmıyormuş.
           Biraz sonra yine öyle kuvvetli sıkmış ki zavallı yengeççik çaresizlik içinde acıyla dönüp yılanı boynundan ısırmış. O zaman yılan onu bırakmış ve biraz uzağa gidip oturmuş. Yengeç bundan hoşnut olarak şöyle demiş:
“İşte böylesi iyi, arkadaşım! Birbirimizi uzaktan sevelim!
 
 
 
Yumurtalar

Bir zamanlar bir kaptan varmış. Gemisiyle limanın birine gelip demirlemiş, karnı çok açmış ve hemen bir lokantaya gitmiş. İçeri girmiş ve lokantacıya sormuş:
“Yiyecek bir şeylerin var mı?”
“Hiç bir şey kalmadı. Yemekleri bitirdiler. Sadece tavada pişmiş dört yumurta kaldı. İster misin?”
Kaptan: “Getir yerim”, demiş ve masaya oturmuş.
            Tam yemeğini yiyecekken bir tayfası koşarak gelmiş ve telaşla ona hemen kaçmaları gerektiğini zira fırtınanın yaklaştığını söylemiş. Kaptan yemeği bıraktığı gibi hesabı da ödemeden hemen gemisine koşmuş. İçeri atlamış, demiri almış ve limandan ayrılmış. Gemisi tehlikedeymiş ama Tanrı ve Aziz Nikolas’ın yardımıyla fırtınadan kurtulabilmiş.
            Kaptanın yolu beş altı sene sonra yine o limana düşmüş. Gelir gelmez yumurtaların parasını ödemek için lokantaya gitmiş. Lokantacı hesap yapmış ve ona şöyle demiş:
            “Eğer bu yumurtaları tavuğun altına koysaydım dört civciv yapacaktı. Civcivler tavuk olacaktı ve başka yumurtalarım olacaktı, onlardan da başka yumurtalar olacaktı. Borcunu ödemen için gemini bana vermelisin, eğer vermezsen seni yarın mahkemeye vereceğim.”
            Kaptan duyduklarına inanamamış, tavada dört yumurtaya karşılık gemisini mi verecekti! Şarap içmek için başka bir lokantaya gitmiş. Oradaki bir adam onu düşünceli görünce ne olduğunu sormuş ve hikâyeyi öğrenince de şöyle demiş:
“Kaptan, efkârlanma, bana da bir şarap koy içeyim. Senin avukatın olacağım ve yarın mahkemede gemini kurtaracağım.”
            Kaptan adama şarap koymuş ve onu ertesi sabah mahkeme önünde saat dokuzda bekleyeceğini söylemiş.
            Ertesi sabah saat dokuz olmuş, on, onbir derken vakit öğlene yaklaşmış fakat avukat hâla ortada yok. Nihayet saat on iki civarında şarkı söyleyerek görünmüş. Yargıç ona söylenmiş:
“Bravo sana! Neredesin? Bunca saat seni bekliyoruz.”
“Benim suçum değil sayın yargıç. Dün beş kilo fasulye satın almıştım, karım hepsini pişirdi. Dün bütün gün yedik, sabaha hala birazı kalmıştı. O zaman ziyan olmasın diye ben de onları toprağa dikmek için tarlaya gittim ve bu yüzden sabah vaktinde gelemedim.”
            O vakit lokantacı ona sormuş:
“Ama pişmiş fasulye biter mi?”    
            Avukat da cevabı yapıştırmış:
“Tavadaki yumurtadan civciv çıkar mı?”
            Yargıç hemen kararı vermiş:
“Kaptan, dört yumurta yedin. Dört lira eder, iki de ekmek için, hepsi altı lira yapar. Lokantacıya öde!”
            Kaptan gemisini işte böyle kurtarmış. Lokantacıya borcunu ödemiş ve avukata da şarap için birkaç kuruş vermiş, sağlıcakla içsin diye!
   
Üç güzel öğüt
 
Bir zamanlar, Yanis adında yoksul bir adam varmış. Karısı ve on yaşındaki oğluyla beraber yaşıyormuş. Adamcağız her gün sabahtan akşama kadar çalışıyormuş fakat eve yetecek para kazanamıyormuş. Kazandığı ancak ailesinin ekmeğini almaya yetiyormuş.
Bir gün, Yanis karısına şöyle demiş: “Bu hayat böyle geçmeyecek karıcığım. Sabahtan akşama kadar çalışıyorum ama hiç paramız yok. Gideceğim. Yarın gurbete gidiyorum, iyi bir iş bulacağım ve sana para göndereceğim, oğlum ve sen rahat yaşayın.”
“Yolun açık olsun kocacığım, ama bizi unutmayasın”, demiş karısı da.
            Yanis böylece gitmiş ve uzak bir memlekete varmış, fakat bir iş bulamamış ve ancak bir zenginin uşağı olabilmiş.
            Yanis yıl boyu çalışmış ama ona bir şey ödenmemiş. Sadece, zenginin karısı harçlık için az bir para veriyormuş, adamcağız da onu ailesine gönderiyormuş.
            Böyle on yıl geçmiş ve Yanis yabancı diyarlarda yorulmuş. Artık sıla özlemine dayanamaz olmuş, karısına ve çocuğuna dönmek istiyormuş.
            Öteberisini toplamış ve efendisinden çalıştığı yılların karşılığını istemiş.
            Efendi de çıkarıp ona üç lira vermiş ve şunu söylemiş:
“Al bu üç lirayı Yanis. Burada kalıp çalıştığın on yıl için bu kadar yapar. Yolun açık olsun.”
            Zavallı Yanis üç lirayı almış, ne kadar az olduğunu görmüş ama hiç bir şey söylememiş. Sadece içini çekmiş ve efendisini selamlayıp sılaya dönüş için hazırlanmış.
            Tam çıkacakmış ki efendisi ona seslenmiş:
“Verdiğim liraların birini bana ver sana bir öğüt söyleyeyim.”
“Ama efendim …”
“Hayır, ver bir lirayı”, demiş efendi.
            Adam ne yapsın, parayı vermiş. Efendisi de ona öğüdü söylemiş:
“Seni ilgilendirmeyen şeyi sorma”
“İyi” demiş Yanis ve gitmek için hareket etmiş. Evden çıkarken efendisi yine seslenmiş:
“Buraya gel, buraya gel. Verdiğim diğer lirayı da bana ver sana başka bir öğüt vereceğim.”
            Ona diğer lirayı da vermiş. Efendisi de ikinci öğüdü söylemiş:
“Asla yolundan ayrılma.”
            Yanis yola çıkmak için tekrar harekete geçmiş fakat bir taraftan da düşünüyormuş: Sadece bir liram kaldı, zavallı ben bununla ne yapayım? Gurbette geçen bunca yıldan sonra memlekete bir lirayla nasıl döneceğim?”
            Evden çok uzaklaşmamıştı ki patronu üçüncü kez seslenmiş.
“O son lirayı da bana ver sana başka bir öğüt vereceğim.”
            Patronu son lirayı da almış ve üçüncü öğüdü söylemiş:
            “Akşamki öfkeni sabaha bırak”
            Beş parasız, canı sıkılmış Yanis sıla yoluna çıkmış.
            Yolda yürürken bir ağacın yapraklarına liraları yapıştıran bir çingene görmüş. Yanis çok şaşırmış fakat hiç bir şey dememiş, çünkü patronunun ilk öğüdü aklına gelmiş; “seni ilgilendirmeyen şeyi sorma”. Yoluna devam etmiş. Çingene arkadan bağırmış: “Dur, nereye gidiyorsun.”
            Yanis korkarak durmuş. Çingene ona şöyle demiş:
“Yüz senedir bu ağacın yapraklarına liraları yapıştırıyorum. Buradan çok adam geçti ve hepsi de bana niçin böyle yaptığımı sordu. Sadece sen sormadın yoluna devam ettin. Bravo! Sen akıllı adamsın. Bütün bu liraları sana veriyorum. Al ve yolun açık olsun.”
            Yanis liraları almış ve oradan sevinçle ayrılmış.
Yolda düşünüyormuş:
“Ne iyi yaptım da o lirayı efendime verdim. Birinci öğüdü bana bunca lira kazandırdı.”
            Yanis yola devam etmiş ve üç gün sonra otuz katır yükü mal götüren bir tacir kervanıyla karşılaşmış. Onlar da Yanis’le aynı yere gidiyorlarmış. Bir katırın sırtına binmek için rica etmiş çünkü çok yorulmuş. Böylece hep birlikte yola devam etmişler.
            Biraz sonra bir hana varmışlar, tacirler yemek ve bir şeyler içmek için içeri girmişler. Yanis’e sen de gel demişler. Yanis o zaman efendisinin ikinci öğüdünü hatırlamış: “Asla yolundan çıkma”. Onlarla gitmemiş. Dışarıda oturmuş ve beklemiş. Tacirler içeride yemeklerini yemişler, o sırada büyük bir deprem olmuş, han yıkılmış ve hepsi ölmüş.
            Fukaracık depremden çok korkmuş fakat kurtulmuş. Tanrıya şükretmiş ve düşünmüş:
“Ne iyi yaptım ikinci lirayı da efendime verdim. İkinci öğüdüyle ölmekten kurtuldum.”
            Böylelikle, sahipsiz kalan yüklü katırları almış ve yoluna devam etmiş.
            Birkaç gün sonra memleketine varmış ve katırlarla evine gelmiş. Kapıyı vurmuş, kapıyı karısı açmış fakat onu tanımamış. Yanis kim olduğunu söylememiş, sadece katırlarıyla beraber avluda geceyi geçirmek için rica etmiş.
            Karısı cevap vermiş:
            “Şayet evde kalmak isteseydin sana hayır diyecektim, fakat gece için katırlarınla beraber avluya geçebilirsin.”
            Birazdan, orada uyumaya hazırlanırken, bir adamın evden içeri girdiğini görmüş.
“A! Başka biriyle evlenmiş karım, beni de unutmuş”, demiş.
            Yanis buna çok öfkelenmiş. Tüfeğini almış, içeri girip ikisini de öldürmek istemiş. Lakin o anda efendisinin üçüncü öğüdü aklına gelmiş: “Akşamki öfkeni sabaha bırak”.
            Tüfeğini bırakmış ve uzanmış fakat uyuyamamış.
            Sabah olunca kalkmış ve hayvanların yemini vermiş. O zaman, akşam içeri giren adamın karısına seslenişini duymuş:
“İşe gidiyorum ana, pişirmen için öğlene sana fasulye göndereceğim.”
            O zaman Yanis öldürmek istediği adamın oğlu olduğunu anlamış. Eve koşmuş, karısına ve oğluna kim olduğunu söylemiş. Kucaklaşıp öpüşmüşler ve bundan böyle mutlu yaşayıp gitmişler.
 
 
 
 Çukura düşen tilki

Bir gün, tilki yiyecek bir şeyler bulmak için ormanda dolaşıyormuş. Bütün gününü böyle geçmiş ve çok acıkmış.
Kuşlar ağaç tepelerinde cıvıldayarak uçuşuyormuş. Tilki onları gördükçe deliye dönüyormuş. Gözü yukarda hem yürüyor, hem de onları midesinde hayal ediyormuş. Birisini nasıl yakalarım diye düşünüp durmuş ama aklına bir şey gelmemiş.
Yorgunluktan halsiz düşüp aç karınla ağlayıp sızlayarak: “Tanrı ne yaptığını görmüyor! Beni yerde yürüyen bir yaratık olarak yarattı ve yemek için hiçbir şey bulamıyorum. Şayet kuş gibi yaratsaydı her zaman yiyecek bir şeylerim olurdu! Şurada yukarı konmuş olan ve burada yakınımda cıvıldayan diğer kuş da şimdi midemde olurdu.”
Böyle söylenerek ve kafası yukarda kuşlara bakarak yürüyen tilki birden kendini bir çukurun içinde buluvermiş. O zaman demiş ki:
“Şükür ki çukurda su yokmuş! Yoksa ne olduğunu anlamadan boğuluverecektim. Meğerse ne kadar nankörmüşüm ben! Tanrı beni böyle yarattığı için sızlandım ve ondan beni gökte uçan kuş yapmasını istedim.”
                             

Yoksul ve para
 
Bir zamanlar karısı ve dört çocuğuyla yaşayan yoksul bir adam varmış. Bütün gün çalışır, akşam yorgun argın eve dönermiş. Hep beraber sessizce yemeklerini yedikten sonra adam çalgısını eline alırmış, karısı şarkılar söylermiş, çocukları da oynarmış. Akşam vakitlerini böyle güle oynaya neşe içinde geçirirlermiş.
Bitişikte oturan komşusu zenginmiş ve her akşam yandan gelen kahkahaları duyarak çok şaşırıyormuş: “Niçin ben onun gibi neşeli olamıyorum, o bütün gün çalışıyor, yorgun argın eve dönüyor ama akşamları çoluk çocuk eğleniyorlar.”
Zengin komşu şöyle düşünmüş: “Eğer ona para verecek olursam, bakalım o zaman ne yapacak?”
Ertesi gün yoksul komşusuna gitmiş ona şöyle demiş:
“Senin nasıl dürüst bir adam olduğunu biliyorum, sana bin lira vereceğim. Bu parayla kendi işini kur, şayet zengin olursan bana geri verirsin yok olamazsan sana armağanım olsun.”
“Size teşekkür ederim bayım”, demiş yoksul adam ve parayı almış. “Bu parayla ailemi daha iyi yaşatmak için çaba göstereceğim”, demiş.
            Zengin komşu parayı verip gitmiş ve yoksul bütün gün bu parayla ne yapacağını düşünmüş: “Dükkân mı açayım? Bankaya mı koyayım? Yoksa toprak mı alayım?”
            Akşam olmuş eli çalgısına gitmek istememiş. Karısı şarkı söylememiş, çocuklar oynamamış ve babalarıyla konuşmak istediklerinde adam kızıyormuş.
            Ertesi gün canı ne işe gitmek ne de dışarı çıkmak istemiş. Oturmuş ve düşünmüş. Karısı onu böyle görünce sormuş:
“Neyin var kocacığım, niçin sıkılıyorsun?”
Kocası cevap vermiş:
“Bir şeyim yok. Sıkılmıyorum.”
            O zaman karısı onu biraz güldürmeye çalışmış fakat adam beni rahat bırak demiş.
            İlk akşam geçmiş, ertesi akşam geçmiş, üçüncü akşam da geçmiş, zengin adam artık bitişikten ne çalgı, ne şarkı ne de oyun sesleri duymaz olmuş.
            Sabah yoksul adam zengine gitmiş ve şöyle demiş:
“Arkadaşım, al paranı. Ne para ne de düşünecek sorunum olsun istiyorum.”
            O günden sonra, yoksul adam yine evinde neşeyle çalgısını eline almış, karısı şarkılar söylemeye başlamış, çocukları da oynamışlar ve sabah olunca işine gitmiş.
 
 

 Tilki on yaşındaysa yavrusu on birdir
 
Soğuk bir kış günü tilki yuvasından çıkmış ve gidip güneşin altına uzanmış. Biraz sonra yavruları da gelip yanına oturmuşlar. Öğlen olmuş fakat tilkinin uzandığı yerden kımıldamaya hiç niyeti yokmuş.
Yavrularından biri sıkılmış ve annesine sormuş:
“Burada ne yapıyoruz ana?”
“Ateşin sıcaklığından keyif alıyoruz, çocuğum.” Diye ona cevap vermiş.
“İyi de ateş nerde, ana?”
“Görmüyor musun? Nah işte! Yukarıda, dağın tepesinde.”
            Yavru tilki başka bir şey sormamış. Az sonra çığlığı basmış:
“Anacığım, anacığım! Ana, su…!”
“Neyin var yavrucuğum? Ne yapacaksın suyu?”
“Su ana, su! Yanıyorum!”
“Neden yanıyorsun, yavrucuğum?
“Dağın tepesindeki ateşten bir kıvılcım sıçradı ve kulağımı yaktı.”
“Bravo sana çocuğum!” Demiş ona ana tilki. Sonra da: “Şimdi biliyorum ki sen benden daha kurnazsın, artık tek başına yaşayabilirsin.”

            Boşuna dememişler: “Tilki on yaşındaysa yavrusu on birdir!”
 
 
 
 Baykuş ve keklik
 
Bir gün bütün kuşlar toplanmışlar ve yavrularının okuma yazma öğrenmesi için bir okul açmaya karar vermişler. Öğretmen bulmuşlar, okulu açmışlar ve dersler başlamış.
Birkaç gün geçmiş, okula giden bazı çocuklar derslerini bilememiş. Öğretmen de cezalandırmak için onları öğleyin okulda yemeksiz bırakmış. Bu çocuklardan biri baykuşun yavrusuymuş.
Bayan Baykuş öğleyin çocukların döndüğünü fakat kendi çocuğunun eve gelmediğini görünce telaşlanmış ve çocuklara sormuş. Onlar da anlatmışlar:
“Bayan Baykuş, bazı çocuklar derslerini bilemediler ve öğretmen de ceza için onları okulda yemeksiz bıraktı.”
            Bayan Baykuşun canı çok sıkılmış, biraz ekmek almış ve yavrusuna vermek için okula gitmiş.
            Giderken yolda Bayan Keklikle karşılaşmışlar.
“Günaydın Bayan Baykuş, nereye gidiyorsun?” Demiş keklik.
“Yavruma vermek için okula biraz ekmek götürüyorum. Öğretmen, dersini bilemediği için ceza vermiş, onu okulda yemeksiz bırakmış. Sen nereye gidiyorsun?”
“Ben de okula gidiyorum. Benim yavrum da cezaya kalmış. Fakat öyle çok işim var ki güzel komşucuğum acaba benim yavrumun yemeğini de götürüp verir misin?”
“Ver komşucuğum”, demiş Bayan Baykuş.  “Fakat hangisi senin yavrun, bilmiyorum.”
“O, çok kolay, onu bulursun”, demiş Bayan Keklik, “yavrum okulun en güzelidir.”
            Bayan Baykuş okula gitmiş, yavrusunun ekmeğini vermiş ve Bayan Kekliğin yavrusunu bulmaya çalışıyormuş. İyice bakmış fakat bulamamış.
            Bayan Baykuş geri dönmüş ve Bayan Keklik’e gitmiş. Ona:
“Bayan Keklik, yavrunu bulamadım. Bana verdiğin ekmeği alır mısın? Senin için ne yapacağımı bilemedim! Bir saat baktım fakat okul içinde benimkinden daha güzel bir çocuk göremedim.”
 
 
 
Dünyanın en ağır şeyi
 

Bir zamanlar ortak tarlası olan iki kardeş varmış. Biri kurnaz öteki safmış.
            Bir gün kurnaz olan saf olana demiş ki:
“Kardeş, tarlayı bölüşmek istiyorum.”
“Tamam, kardeşim.” Demiş saf olan da.
            Bir gün kurnaz kardeş tarlayı bölmüş ve iyi parçayı kendine almış. Kardeşine bıraktığı diğer yarı çorakmış.
            Zavallı saf kardeş tarlanın öbür iyi tarafını istemiş ama kardeşi olmaz demiş. O da krala gitmiş.
            Kral hemen birini göndermiş ve kurnaz kardeşi çağırtmış ve soruna bir çözüm bulmaya çalışmış fakat boşuna! İkisi de iyi kısmı istiyormuş.
            O zaman kral bir bilmece düşünmüş, kim bilirse iyi tarlayı o alsın demiş. Kardeşler de tamam demişler. Kurnaz bu işe çok memnun olmuş çünkü kardeşinin ahmak olduğunu ve bilmeceyi çözemeyeceğini düşünmüş.
            Kral onlara bilmeceyi söylemiş: “Bana dünyadaki en hızlı şeyi bulacaksınız. Size düşünmek için sekiz gün veriyorum.”
            Kardeşler evlerine gitmiş. Kurnaz düşünmeye başlamış: “ Budur, şudur, yok diğeridir…”
            Zavallı saf kardeş ise hiç bir şey düşünemiyormuş. Bütün gün ve gece sıkıntıdan dönüp durmuş. Güzel kızı onu böyle görünce sormuş:
“Neyin var baba, çok tasalısın?”
            Adam o zaman ona hikâyeyi; kralın onlara bir bilmece verdiğini, kim bilirse iyi tarlayı onun alacağını anlatmış.
“Nedir bilmece, baba?”
“Dünyada en hızlı şeyin ne olduğunu bilmemizi istiyor.”
“Üzülme babacığım”, demiş ona. “Krala gitme günün geldiğinde ona ne diyeceğini ben sana söyleyeceğim ve sen de iyi tarlayı alacaksın.”
            Adam çok sevinmiş. Günler geçmiş ve Krala gitme vakti gelmiş. O zaman kızına gitmiş ve sormuş, o da şöyle demiş:
“Babacığım diyeceksin ki: Dünyada en hızlı şey akıldır. Çünkü biz buradayken aklımız Amerika’da olabilir.”
            Saraya gitmişler. Kral kardeşlere sormuş ve Kurnaz dünyanın en hızlı yaratığının kuş olduğunu söylemiş.
“Hayır”, demiş Kral.
“Attır.”
“Hayır”, demiş Kral tekrar ve saf olana dönmüş: “Sen söyle.”
“Kralım, dünyada en hızlı şey akıldır çünkü biz buradayken aklımız Amerika’da olabilir!”
“Pek tabi, bunu bildin! Lakin size başka bir bilmece daha soracağım. Bana dünyanın en ağır şeyinin ne olduğunu bileceksiniz.”
            Kurnaz yine düşüncelere dalmış: “Bu sefer mutlaka bulacağım”, demiş. Hemen evine gitmiş ve düşünmeye başlamış.
            Fakat saf da kendinden eminmiş. “Doğru cevabı bana söyleyecek kızım var”, diyormuş. Kızına gitmiş, bu sefer dünyadaki en ağır şeyin ne olduğunu bileceklerini söylemiş. Kızı da ona, kaygılanma, saraya gitme günü geldiğinde sana söyleyeceğim, demiş.
            Yine Kralın verdiği sekiz gün geçmiş, saf kardeş kızına sormuş o da cevaplamış: “Dünyanın en ağır şeyi alevdir çünkü onu hiç kaldıramazsın”.
            Kardeşler saraya gitmişler, Kral onlara bilmeceyi sormuş, önce kurnaz cevaplamış:
“Dünyanın en ağır şeyi mermerdir, demiş”.
“Hayır”, demiş Kral.
“Demir”. Kral, o da değil demiş.
            Sıra saf kardeşe gelince:
“Dünyanın en ağır şeyi alevdir”, diye cevaplamış.
“Ama niçin?” Diye sormuş Kral.
“Çünkü onu hiç kaldıramazsın.”
“Evet, işte bu!”, demiş Kral. “Lakin henüz bitmedi, size bir bilmece daha soracağım, yine sekiz gün sonra geleceksiniz ve o zaman kararımı vereceğim, bakalım kim iyi tarlayı alacakmış. Bana evrende olan bize en gerekli şeyi söyleyeceksiniz.”
            Tekrar evlerine gitmişler. Kurnaz düşünmüş: “Nedir? Ne değildir? Paradır!”
            Öteki kızına gitmiş ve ona, Kralın evrende bize en gerekli şeyi sorduğunu söylemiş, kızı da: “Vakti gelince sana onu söyleyeceğim, baba”, demiş. Sekiz gün geçtikten:
“Evrende bize en gerekli şeyin yeryüzü olduğunu söyle, çünkü o olmazsa biz nerede olacaktık?” Demiş.
            Tekrar saraya gitmişler. Kurnaz, dünyadaki en gerekli şeyin para olduğunu söylemiş.
“Hayır”, demiş Kral.
“Ekmek.”
“Hayır!”
            Sıra ona gelince, zavallı saf kardeş cevaplamış:
“Evrende bize en gerekli şey yeryüzüdür, çünkü o olmazsa biz nerede olacaktık?”
“Evet”, demiş Kral. “Şimdi artık iyi tarla senindir!”
            Saf kardeş gitmeden Kral ona sormuş:
“Sana bu bilmecelerin çözümü için kim akıl verdi?”
“Hiç kimse”.
“Doğru söylemiyorsun”, demiş Kral. “Bana söylemeni istiyorum, bu aklı kim verdi sana? Şimdi artık korkmana sebep yok. Tarla senindir.”
            O zaman saf kardeş, cevapları kızından aldığını söylemiş. Kral da demiş:
“Yarın onu buraya saraya getir, göreyim.”
            Ertesi gün saf adam kızını alıp saraya gitmiş. Kral kızın güzelliğini görür görmez hayran olmuş ve hemen evlenme teklif etmiş. Kız da:
“Bu olamaz. Sen soylu bir Kralsın, ben ise fakir bir kızım”, demiş.
“Seni istediğime göre hiç bir şeyden korkmamalısın. Senden sadece tek şey istiyorum. Bir anlaşma yapacağız. Benim işlerim için karar vermeyeceksin, şayet bunu yaparsan saraydan istediğini alıp gideceksin.”
            Böyle anlaşmışlar, düğün olmuş ve mutlu yaşıyorlarmış. Kızcağız kralın işlerine karışmamış ve kral da bundan çok memnunmuş.
            Mutlu birkaç yıl geçirdikten sonra, kraliçe bir gün pencere önünde oturuyormuş ve bir yaşlı adamın eşeği ile geldiğini görmüş. Aniden eşek yolda düşüp ölmüş.
            O anda genç bir adam da eşeği ile oradan geçiyormuş. Ölen eşeğin semerinin yeni olduğunu görmüş ve onu almış. O zaman iki adam semer için kavgaya tutuşmuşlar.
            Kraliçe pencereden olanları görmüş ve onlara bağırmış:
“Yaşlı adam alsın semeri çünkü onundu.”
            Ve öyle de olmuş, mademki kraliçe böyle buyurmuştu. Fakat kraliçenin kendi işiyle ilgili bir karar verdiğini öğrenen kral buna çok kızmış ve kraliçeye saraydan gitmesini çünkü sözünü tutmadığını söylemiş.
            Ama kraliçe zeki ve kurnazmış, ona demiş ki:
“Gideceğim fakat akşam yemeğini beraber yiyelim.”
“Olur”, demiş Kral.
            Kraliçe yemekte Kralın şarap bardağına uyku ilacı koymuş ve kral içer içmez uykuya dalmış. Sonra uyuyan kralı kral arabasına koymalarını buyurmuş ve babasının evine gitmişler.
            Babası onu görünce çok korkmuş ve sormuş: “Ne oldu, çocuğum?” Öteki ona sessiz olmasını çünkü kralın uyuduğunu ve onu yatağa yatırmak istediğini söylemiş.
            Sabahleyin, kral uyandığı zaman nerede olduğunu bilmiyormuş. Ellerini çırpmış ve kraliçe hemen yanına gelmiş ve ona demiş ki:
“Ne istiyorsunuz kralım?”
“Neredeyim, bana söyle.”
“Babamın evindesiniz.”
“Sana kim izin verdi, beni buraya getirdin?”
            O zaman Kraliçe ona bu izni veren anlaşmayı hatırlatmış: Saraydan neyi isterse alıp gidebilecekti.
“Ben ne senin paranı istedim ne de senin başka şeylerini”, demiş ona.  Sadece seni istiyordum ve seni aldım.”
            Kral gülmüş ve ona şöyle demiş:
“Bravo sana! Sen benden daha akıllısın ve kararları bundan böyle kendi başına alabilirsin.”
            Kalkmışlar ve saraylarına dönmüşler.
                        Nice yıllar yaşadılar, öldüler,
                        nice çocuklar ve torunlar yaptılar.
 
 

 Değirmen

Bir zamanlar iki kardeş varmış. Biri zengin öteki yoksulmuş. Yoksul olan zengine çobanlık yaparmış.
            Büyük Cumartesi Bayramı geldiği zaman, zengin kardeş Paskalya Yortusu için satacakları kuzuları seçip ayırmış. Yoksul da ailesiyle Paskalyayı kutlamak için kardeşinden bir kuzu istemiş.
            Zengin kızmış ve onu terslemiş:
“Verdiğim iş sana yetmiyor mu, bir de kuzu istiyorsun?”
Yoksul karşılık vermemiş ancak bütün kuzular satılıp sadece biri kaldığı zaman kardeşine sormuş:
“Bu kuzuyu alayım mı?”
“Al onu şeytanın anasına götür!” Demiş Zengin.
            Yoksul işittiği bunca laftan çok üzülmüş ve eve gitmeden önce, kuzuyu alıp ‘şeytanın anasını’ bulmaya karar vermiş.
            Saatlerce yürümüş, hava kararınca dinlenmek için bir yere oturmuş. Aniden bir ateş görmüş. Kalkmış ve bakmak için yanına gitmiş. Bir de ne görsün! Büyük bir masa, çevresinde bütün şeytanlar oturmuş yiyip içiyorlar. Onu görünce:
“Hoş geldin! Nasıl geldin buraya? Bunca senedir buradayız bir Allahın kulu bizi görmeye gelmedi.” Demişler.
            Adam cevap vermiş:
“Kardeşim bu kuzuyu bana verdi ve şeytanın anasına götür dedi. Bunun için gelmiştim, sizi buldum ve onu vermek istiyorum.”
            Ona teşekkür etmişler ve yemeye davet etmişler fakat adam istememiş. O zaman şeytanlar ona sormuş:
“Bize getirdiğin kuzu için sana ne vermemizi istiyorsun?”
“Ne isterseniz verin”, demiş adam da.
            Ona kahve öğütücü bir değirmen vermişler ve çevirdiğin zaman ne istersen o çıkar, para, yiyecek, her şey, fakat asla başkasına vermeyeceksin, demişler.
            Adam değirmeni almış ve evine dönmüş. Paskalya günü sabahıymış. Çocukları ağlıyormuş çünkü ne yiyecek ekmekleri ne de giyecek yeni elbiseleri varmış. Babaları eve gelince değirmeni biraz çevirmiş ve ekmekler, yiyecekler, paralar, esvaplar, ne istemişlerse çıkmaya başlamış. Yemişler, giyinmişler ve kiliseye gitmişler.
            Zengin kardeşini çoluk çocuk böyle pür neşe görünce şaşırıp kalmış. Neden bu kadar neşeli olduklarını ve giydikleri elbiseleri nereden bulduklarını merak etmiş. Kiliseden çıkınca çocuklara defalarca sormuş ve kardeşinin ne istersen çıkaran bir değirmeni olduğunu böyle öğrenmiş.
            Kardeşine gitmiş sormuş, o da bütün gerçeği anlatmış. O zaman zengin kardeşi değirmeni istemiş ve karşılığında ona bütün servetini vereceğini söylemiş.
            Adam kabul etmiş fakat önce eve gitmiş, değirmeni çevirmiş, istediği kadar parayı almış ve sonra değirmeni kardeşine vermiş.
            Zengin teşekkür bile etmemiş. Değirmeni alıp köyde otursun istemiyormuş, seyahate çıkıp onu dünya âleme göstermek istiyormuş.
            Bir gemiyle yolculuk ederken yemeğe serpeceği tuza ihtiyacı olmuş. Zengin değirmeni almış, tuz çıkarması için çevirmiş. Değirmen tuzu çıkarmış fakat durmuyormuş. Kendi başına dönüp duruyormuş. Tuzu çıkarmış, çıkarmış, sonunda gemi tuzla dolmuş ve batmış.
            Değirmen de hala denizin içinde tuz çıkarmaya devam ediyormuş. Şeytanlar gidip değirmeni almışlar ve şöyle demişler:
“Başka bir insana verinceye kadar bizde kalsın.”
 
 

Kurt, tilki ve eşek
 

Bir zamanlar güzel, semiz bir eşek varmış. Tilki onu görüyormuş ve ah bir yiyebilsem diyormuş. Kurda gitmiş ve düşüncesini anlatmış:
“Gel sen de gör eşeği kurt kardeş, böyle lezzetlisini yememişsindir.”
            Kurt gitmiş eşeği görmüş ve onun da canı çekmiş.
“Ne yapacağımızı biliyor musun kurt kardeş”, demiş tilki.
“Hayır bilmiyorum. Sen daha kurnazsın benden. Ne yapalım?”
“Bir kayık satın alalım, eşeği de yanımıza alalım, gezintiye çıkalım. Denizde onu yeriz. Sen git bir kayık satın al ben de gidip eşeğe bizimle kayık gezisine gelmesini söyleyeyim.”
            Kurt kayık satın almaya gitmiş. Tilki de eşeğe gitmiş ona şöyle demiş:
“Eşek kardeş, kurt kardeş ve ben kayık gezintisi yapacağız. Bizimle gelmek ister misin?”
“Tabi, isterim!” Demiş eşek.
            Tilki almış eşeği sahile inmişler ve hep beraber kayığa binmişler.
            Denize açılınca tilki demiş:
“Denizde geziyoruz, iyi güzel de kim söyleyebilir canlı döneceğimizi? İyisi var kötüsü var, gelin günah çıkaralım.”
“Haklısın”, demiş kurt ve hemen tilkiye sormuş.
“Ne günahlar işledin, tilki kardeş?”
“Çok tavuk çaldım ve onları yedim.”
“Bu yaptığın kötü değil tilki kardeş, seni affediyoruz.”
            O zaman tilki şöyle demiş:
“Sen de günahlarını söyle, kurt kardeş.”
“Çok kuzu çaldım ve yedim.”
“A! Bunlar küçük şeyler, seni affediyoruz.”
            Sonra kurt eşeğe sormuş:
“Sen de gel, eşek kardeş, ne günahlar işledin bize söyle.”
“Ben”, demiş eşek, “Bir keresinde sırtımda marul yükü vardı. Döndüm ve bir yaprak koparıp yedim.”
“A, eşek kardeş!” İkisi bir ağızdan atılmışlar. “Senin günahın çok büyük, seni yememiz lazım.”
“Yo, yo! Beni yemeyin!
“Hayır, seni yememiz lazım!”
“İyi”, demiş eşek, “fakat önce ölen babam ayağımdaki nala bir şeyler yazmıştı. Gel kurt kardeş, bak bakalım ne yazmışlar bana, sonra beni yersiniz.”
            Eşek arka ayağını kaldırmış, kurt okumaya gitmiş, eşek o zaman çifteyi basmış ve kurt denize uçmuş. Olan biteni gören tilki ne yapsın, korkmuş o da kendini denize atmış hemen.
            Böylece eşek kurtulmuş ve güle oynaya denizde sandal gezisin keyfini çıkarmış.
 
 

 
Talihsiz Prenses

 

Evvel zaman içinde bir yerde, üç kızı olan bir kraliçe varmış. Kraliçe çok üzgünmüş çünkü bütün diğer kızlar koca bulup evlenirken, kızları hem daha güzel hem de prensesken o damat bulamıyormuş.
            Günlerden bir gün sarayın kapısından yoksul bir kadın geçiyormuş ve onlardan biraz ekmek istemiş. Kraliçenin üzgün olduğunu görmüş ve ona neyin var demiş.
“Kızlarımı evlendiremiyorum”, diye cevap vermiş kraliçe.
“Dinle bak sana bir şey söyleyeyim”, demiş yoksul kadın. “Kızların gece uyuduğu zaman git bak bakalım nasıl uyuyorlar sonra da gel bana anlat.”
            Kraliçe gece gitmiş ve kızların nasıl uyuduklarına bakmış. Birincisi elleri başının üstünde, ikincisi göğsünde, üçüncüsü en küçüğü de dizleri üstünde uyuyormuş.
            Ertesi gün Kraliçe yoksul kadına kızlarının nasıl uyuduklarını anlatmış.
“Beni dinle Kraliçem”, demiş kadın. “Elleri dizleri üstünde uyuyan var ya, onun kötü talihi diğer kızlarının da evlenmesine izin vermiyor.”
            En küçük kız bu sözleri duymuş, annesi yalnızken gitmiş ve ona şöyle söylemiş:
“Üzülme anneciğim. Kadının söylediklerini duydum ve anladım ki, benim ve kız kardeşlerimin evlenememesinden kötü talihim suçlu. Biraz para ver bırak beni gideyim.”
            Kraliçe ağlamış ve gitmesi için onu bırakmamış fakat küçük prenses bir türlü söz dinlemiyormuş. Basit bir elbise giymiş, annesinden biraz para almış ve gitmiş.
            Daha sarayın kapısından çıkarken kardeşleri için gelen iki damat görmüş.
            Talihsiz Prenses bütün gün yürümüş ve akşam bir köye varmış. Bir dükkâna girmiş ve sahibine orada geceleyebileceği bir yeri var mı, diye sormuş. Adam ona:
“Tabi, burada uyuyabilirsiniz, kızım.” Demiş.
            Böylece Prenses o gece dükkânda kalmış. Fakat geceleyin kötü talihi dükkânın içinde ne varsa kırıp dökmeye başlamış. Prenses ona durması için çok rica ediyormuş ama sesini duyuramıyormuş.
            Sabah, sahibi dükkânına gelip her şeyi kırılmış dökülmüş görünce şaşırıp sormuş:
“A! Nedir bu bana yaptığın kötülük, kızım? Şimdi ben ne yapacağım?”
“Üzülme”, demiş Prenses, ona bir miktar para vermiş ve:
“Bunlar yeter mi?” Demiş.
“Yeter”, demiş dükkâncı.
            Böylece Prenses oradan ayrılmış. O gün boyu yürümüş ve akşam başka bir köye varmış. Bir dükkâna girmiş ve sahibinden orada geceleyebilir miyim diye rica etmiş. Dükkâncı da uyuması için onu dükkânda bırakmış ve gitmiş.
            Lakin gece kötü talihi yine gelmiş ve dükkândaki her şeyi kırıp dökmüş.
            Ertesi gün dükkân sahibi gelmiş ve her şeyin kırılıp döküldüğünü görmüş. Başlamış bağırmaya fakat Prenses ona da bir miktar para vermiş oradan ayrılmış.
            Prenses o yol bu yol derken bir saraya varmış. Orada Kraliçeyi görmüş ve ondan bir iş vermesini rica etmiş.
            Kraliçe zeki kadınmış ve hemen basit esvabı içindeki kızın bir prenses olduğunu anlamış. Ona nakış bilir misin diye sormuş, öteki de bilirim diye cevap verince sarayda kalabilirsin demiş. Fakat Prenses nakış işlemeye başlar başlamaz kötü talihi yine onu bırakmamış. Sarayda çalışan diğer kızlar zaten fırsat kolluyormuş, hemen Kraliçeye şikâyete gitmişler:
“Biz bütün gün nakış işliyoruz o hiç bir şey yapmıyor.”
            Fakat Kraliçe onlara demiş ki:
“Şikâyet etmeyin. O bir prenses ama kötü talihi var zavallının.”
            Kraliçe bir gün talihsiz prensese şöyle demiş:
“Beni dinle, çocuğum. Böyle yaşayamazsın. Kaderine gitmelisin ve sana başka iyi bir talih vermesini ondan dilemelisin.” Demiş.
“Fakat bunu nasıl yapacağım?” demiş genç kız.
“Gel sana söyleyeyim. Oradaki yüksek dağı görüyor musun? Bütün kaderler o dağın tepesindedir. Oraya gitmelisin, kaderini bulmalısın, ona bu ekmeği verip sana iyi bir talih vermesini rica etmelisin. O ne yaparsa yapsın sen vazgeçme, ekmeği ellerinin arasına koymaya çalış.”
            Böyle yapmış Prenses. Ekmeği almış ve gitmiş. Dağın tepesine vardığı zaman bir saray görmüş. Kapıyı çalmış ve çok güzel bir kız çıkmış.
“Siz benim kaderim misiniz?” Diye sormuş Prenses.
“Hayır, ben değilim”, demiş güzel kız ve içeri girmiş.
            Biraz sonra, daha da güzel bir kız çıkmış.
“Acaba benim kaderim siz misiniz”, demiş Prenses.
“Seni tanımıyorum, güzel kızım”, diye cevap vermiş ve o kader de gitmiş.
            Prenses hangi kapıyı çaldıysa her seferinde başka biri çıkmış fakat hiçbiri onu tanımamış.
            Sonunda çok çirkin bir kadın çıkmış ve prensesi görünce başlamış bağırmaya:
“Burada ne arıyorsun? Defol! Seni görmek istemiyorum.”
            Zavallı Prenses ekmeği vermeye çabalarken şöyle diyormuş:
“Kaderim, sizden rica ediyorum bana bir iyi bir talih verin.”
“Sana doğduğun zaman talihini vermiştim. Yeniden doğarsan başkasını vereceğim.
“Prenses başlamış ağlamaya ve diğer kaderler de hep bir ağızdan bağırıyorlarmış:
“Ne olur ona şimdi iyi bir talih ver.”
“İstemiyorum! Defolsun!” Demiş kötü kader.
            Prenses yalvarmaya devam etmiş ve bir taraftan da ekmeği eline koymaya çalışıyormuş. Fakat diğer kaderler de durmadan genç kız için iyi talih dilemeye devam ediyorlarmış.
            Epey zaman sonra kötü kader şunu demiş:
“Ekmeği ver bana ve sana söyleyeceğimi iyi dinle! Al bu altın sırma yumağı ve onu iyi koru! Ne birine sat ne de bağışla! Sadece yumağın tarttığı şeyi alırsan onu verebilirsin. Git şimdi.”
             Prenses elinde yumak Kraliçeye dönmüş. Şimdi artık kaderi onu nakış işlemesi için serbest bırakıyormuş.
            Bir zaman sonra, komşu memlekette kralın kızı evleniyormuş ve düğün elbisesi için altın sırma arıyorlarmış. Sarayın adamları onu bulmak için her yeri aramışlar ve komşu krallıkta bir genç kızda bir yumak altın sırma olduğunu öğrenmişler. Yumağı alıp saraylarına getirmek için kıza ricaya gitmişler.
            Kıza ulaştıkları zaman görmüşler ki yumak tam satın almak istedikleri yumakmış. Genç kız onlara:
“Onu size ancak yumakla tartılabilen ağırlıktaki şeyi alırsam verebilirim.” Demiş.
            Sarayın adamları kabul etmiş ve yumağı terazinin bir kefesine koymuşlar. Diğer kefeye de liraları koymağa başlamışlar fakat ne kadar lira konsa bile kefe yerinden kımıldamıyormuş.
            O zaman kralın oğlu aynı kefenin üstüne çıkmış ve herkes görmüş ki yumak onu tartmış ve terazinin kefeleri aynı hizaya gelmiş.
            O zaman Prens Prensese:
“Yumağın yalnız benimle tartılıyor. Bizim yumağı almamız için senin de beni alman lazım!”
            Böyle olmuş. Prens Prensesle evlenmiş, büyük şölen olmuş, onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine. 
 
    
 
 
Güneş ve Ay

 
Bir zamanlar yaşlı bir adam ve karısı varmış. Yaşlı adam bir gün tarlaya gitmiş, güneşle ayı kavga ederken görmüş. Güneşle ay ihtiyarın kendilerine baktığını anlayınca ona seslenmişler:
“İyi günler, dede. Söyle bize, sen bilirsin, güneş mi daha iyidir, yoksa ay mı? İkimizden hangisinin bu dünya için daha iyi olduğunu düşünürsün?”
            Yaşlı adam cevap vermiş:
“Güneş gündüzleri daha iyidir, ay da geceleri.”
            Güneş ve ay ihtiyara çok teşekkür etmişler ve ona dile ne dilersen demişler.
“Ne isterseniz onu verin. Teşekkür ederim size”, demiş yaşlı adam. 
            O zaman, güneş ve ay ona bir tavuk vermiş ve evine götürmeden önce tavuğa şunu söylemesini istemiş:
            “Tavuk, para yumurtla” de “ tavuk bunu yapacak. Söylediğin her seferde tavuk para yumurtlayacak.”
            Yaşlı adam tavuğu almış ve yolda ona söylemiş: “Tavuk, para yumurtla” ve tavuk yumurtlamış.
            İhtiyar evine sevinçle dönmüş ve yaşlı karısına iyi haberlerim var demiş. Sonra tavuğa kümes yaptırmak için bir usta getirmeğe gitmiş ve yaşlı karısına ustaya hiç bir şey söylememesini tembihlemiş.
            Usta gelmiş ve kümesi yapmaya başlamış. Yaşlı kadın sır tutamıyormuş ve ustaya her şeyi anlatmış. Sonra da tavuktan para yumurtlamasını istemiş ve tavuk da yumurtlamış.
            Usta kurnazmış, para yumurtlayan tavuğa benzer bir tavuk satın almış kümese koymuş ve öteki tavuğu da götürmüş.
            Yaşlı adam ve karısı tavuğun önüne yemini koymuşlar ve kendi tavukları zannetmişler. Ne bilsinler ustanın onu alıp götürdüğünü!
            Birkaç gün sonra ihtiyarın paraya ihtiyacı olmuş. Tavuğu almış ve ona demiş: “Tavuk, para yumurtla”, fakat tavukta ses seda yok. O zaman yaşlı adam ne olduğunu anlamış, doğru ustaya gitmiş ve tavuğunu istemiş. Ona:
“Nasıl olduysa oldu. Sırrı sen de öğrendin. Sana rica ediyorum, tavuğumu bana ver, yumurtladığı paraları seninle bölüşeceğim.” Demiş. Usta da ona:
“Seni hiç görmedim, tanımıyorum seni. Dediklerini de anlamadım. Git buradan”, demiş.
            Zavallı ihtiyar üzgün evine dönmüş. Sonra tarlaya çalışmaya gitmiş.
            Orada güneşle ayın yine kavga ettiklerini görmüş. Onlar da onu görmüş ve:
“İyi günler dede. Söyle bize, kim daha parlak güneş mi ay mı?” Demişler.
“Gündüzleri güneş daha parlak, geceleri ay”, diye cevap vermiş yaşlı adam.
            Güneş ve ay çok teşekkür etmiş ve ona ne dilediğini sormuş. O da:
“Ne isterseniz, çocuklarım”, diye cevap vermiş.
            O zaman, Güneşle ay ihtiyara bir masa örtüsü vermiş ve:
“Eve götürmeden önce masa örtüsünü aç bak, içinde istediğin ne kadar yiyecek varsa bulacaksın. Ne zaman yemek istersen aç onu, istediğin her yemeği içinde bulacaksın. Lakin dikkat et onu senden almasınlar.” Diye uyarmışlar.
“Merak etmeyin”, demiş yaşlı adam, “artık ne yapmam gerektiğini biliyorum.”
            Yaşlı adam masa örtüsünü almış, yolda açmış ve istediği her şeyi içinde bulmuş.
            Sonra sevinçle evine varmış ve karısına iyi haberler var demiş. Masa örtüsünü açmışlar ve istediklerini yemişler, içmişler.
            Her gün böyle yapıyorlarmış, ikisi de sevinçten uçuyormuş çünkü çalışmaya ihtiyaçları kalmamış. Canı çektiklerini yiyorlarmış, hepsini masa örtüsünde buluyorlarmış.
            Bir gün yaşlı adam kadına demiş:
“Askerleriyle beraber kralı yemeğe davet edelim!”
“İyi dersin ihtiyar, bunu yapınca kral ne kadar çok memnun olacak.”
            İhtiyar krala gitmiş, onu askerleriyle evine yemeğe davet etmiş. Kral önce çok şaşırmış, bu davete hayret etmiş fakat yaşlı adamı kırmamak için askerlerini almış ve ihtiyarın evine gitmiş.
            Eve vardığı zaman yaşlı adam masa örtüsünü açmış ve krala ne canı çekiyorsa söylemesini istemiş. Bütün güzel yemeklerin, eski şarapların bir bir ortaya çıkışı hayret vericiymiş! Yemeklerini yedikten sonra kral yaşlı adama masa örtüsünü nereden bulduğunu sormuş. Yaşlı adam güneş ve ayı söylemek istememiş ve ona tarlasında bulduğunu demiş. O zaman kral ona:
“Sen ve karın yaşlısınız, böyle masa örtüsüne ihtiyacınız yok, yalnız başına iki insansınız. Oysa benim beslemek zorunda olduğum askerlerim var.” Demiş.
            Yaşlı adam ve karısı krala yalvarmışlar fakat o dinlememiş ve masa örtüsünü almış.
            Zavallı ihtiyar çok ağladıktan sonra tarlasına gidip çalışmaya karar vermiş.
            Orada yine güneşle ayın kavga ettiklerini görmüş. İhtiyarı görünce ona demişler:
“İyi günler, dede. Sen bilirsin, söyle bize kim daha güzel, güneş mi ay mı?”
“Güneş gündüzleri daha güzeldir, ay da geceleri”, demiş ihtiyar.
            O zaman güneş ve ay ona ağaçtan kocaman bir sopa vermiş ve şöyle demiş:
“Asla sopaya; ‘vurma’, demeyeceksin. Dikkat et bunu unutma.”
            İhtiyar sopayı almış ve evin yolunda, merak bu ya, “sopa, vurma”, demiş.
            Sopa başlamış ona vurmaya. Acıdan ihtiyarın gözlerinden yaş çıkıyor ve sopaya vurma diye yalvarıyormuş fakat sopa durmuyormuş. Ancak saatler sonra durmuş ihtiyar da evine dönmüş.
            O zaman düşünmüş ve bu sopayla tavuk ve masa örtüsünü geri alabileceğini anlamış. Doğru ustaya gitmiş ve ona:
“Tavuğumu ver bana.” Demiş.
“Seni tanımıyorum, seni hiç görmedim”, demiş usta.
            O zaman ihtiyar sopaya demiş:
“Sopa, ona vurma.”
            Sopa başlamış ustaya vurmaya ve usta öyle korkmuş ki hemen tavuğu vermiş. İhtiyar tavuğu almış ve evine götürüp kümese koymuş.
            Sonra krala gitmiş, ona da:
“Kralım, masa örtüsü epey zamandır sizde, artık bana verin onu.” Demiş.
            Kral cevap vermiş:
“Defol buradan yoksa şimdi askerlerime seni öldürmelerini söyleyeceğim.”
            O zaman ihtiyar sopaya demiş:
“Sopa, krala vurma.”
            Sopa krala öldüresiye vurmaya başlamış. Kral çok korkmuş hemen masa örtüsünü ihtiyara vermiş.
            Yaşlı adam masa örtüsünü almış, evine dönmüş ve yaşlı karısıyla mesut bahtiyar yaşamışlar, yemişler, içmişler ve o günden sonra kimse onlara kötülük yapamamış.
 
 

 
 Çoban ve Yılan

 

Bir zamanlar bir çoban varmış. Bir sabah koyunlarıyla beraber otururken delikten çıkan bir yılan görmüş. Çoban tabağa biraz süt dökmüş ve yılanın önüne koymuş.
            Ertesi sabah yine tabakta biraz sütü deliğin önüne koymuş ve konuşmuş:
“Çık dışarı yılancağızım, tatlı sütceğizi iç”. Yılan çıkmış ve sütü içmiş. Çoban tabağı almak için gittiği zaman orada bir lira bulmuş.
            Öğlen vakti, çoban yine deliğin önüne süt koymuş. Yılan çıkmış, sütü içmiş ve ona yine bir lira bırakmış. Akşam da aynı şey olmuş, yılan çıkmış çobanın koyduğu sütü içmiş ve bir lira bırakmış.
            Böyle arkadaş olmuşlar. Günde üç sefer süt götüren çobana yılan her seferinde bir lira bırakıyormuş. Çoban yılanın paralarıyla çok zengin olmuş ve ailesine bazı şeyler satın almak için büyük bir şehre gitmiş. Fakat gitmeden önce, karısından yılana sabah, öğlen, akşam süt vermesini istemiş. Karısı da çobanın dediğini yapmış.
            Bir gün yanına küçük çocuğunu da almış. Çocuk koyunların arasında dolaşıp oyun oynuyormuş. Oradaki yılanı görmemiş, üzerine basmış ve kuyruğunu koparmış. Yılan acıyla dönmüş ve çocuğu ısırmış, çocuk da zehrinden ölmüş.
            Çocuğu gömmüşler fakat karısı yılanı unutmamış. Aynı gün öğlen vakti yine yılanın deliğine süt bırakmış ama yılan delikten çıkmamış. Akşam tekrar süt bırakmak için gittiğinde yılanın öğlenki sütü içmediğini görmüş. Böylece süt koymayı bırakmış ve bir daha da yılanı görmemiş.
            Bir zaman sonra çoban seyahatten dönmüş, çocuğunu görememiş ve sormuş:
“Çocuğumuz nerede? Ona bir sürü hediye getirmiştim.”
“Ah, kocacığım, felaket bizi buldu, demiş kadın. “Çocuğumuzu yılan ısırdı ve öldü.”
            Çoban çocuğunun ölümüne ağlamış fakat ertesi gün tabağa süt koymuş ve yılanın deliğine götürmüş, ona demiş:
“Çık dışarı yılancağızım, tatlı sütceğizini iç”.
            Yılan çobanı duymuş ve delikten seslenmiş:
“Ah, çoban! Sen ölmüş çocuğunu hatırladıkça ve ben de kopan kuyruğumu gördükçe nasıl arkadaş kalabiliriz?
 
 

 
 Çoban ve Yılan

Bir zamanlar bir çoban varmış. Bir sabah koyunlarıyla beraber otururken delikten çıkan bir yılan görmüş. Çoban tabağa biraz süt dökmüş ve yılanın önüne koymuş.
            Ertesi sabah yine tabakta biraz sütü deliğin önüne koymuş ve konuşmuş:
“Çık dışarı yılancağızım, tatlı sütceğizi iç”. Yılan çıkmış ve sütü içmiş. Çoban tabağı almak için gittiği zaman orada bir lira bulmuş.
            Öğlen vakti, çoban yine deliğin önüne süt koymuş. Yılan çıkmış, sütü içmiş ve ona yine bir lira bırakmış. Akşam da aynı şey olmuş, yılan çıkmış çobanın koyduğu sütü içmiş ve bir lira bırakmış.
            Böyle arkadaş olmuşlar. Günde üç sefer süt götüren çobana yılan her seferinde bir lira bırakıyormuş. Çoban yılanın paralarıyla çok zengin olmuş ve ailesine bazı şeyler satın almak için büyük bir şehre gitmiş. Fakat gitmeden önce, karısından yılana sabah, öğlen, akşam süt vermesini istemiş. Karısı da çobanın dediğini yapmış.
            Bir gün yanına küçük çocuğunu da almış. Çocuk koyunların arasında dolaşıp oyun oynuyormuş. Oradaki yılanı görmemiş, üzerine basmış ve kuyruğunu koparmış. Yılan acıyla dönmüş ve çocuğu ısırmış, çocuk da zehrinden ölmüş.
            Çocuğu gömmüşler fakat karısı yılanı unutmamış. Aynı gün öğlen vakti yine yılanın deliğine süt bırakmış ama yılan delikten çıkmamış. Akşam tekrar süt bırakmak için gittiğinde yılanın öğlenki sütü içmediğini görmüş. Böylece süt koymayı bırakmış ve bir daha da yılanı görmemiş.
            Bir zaman sonra çoban seyahatten dönmüş, çocuğunu görememiş ve sormuş:
“Çocuğumuz nerede? Ona bir sürü hediye getirmiştim.”
“Ah, kocacığım, felaket bizi buldu, demiş kadın. “Çocuğumuzu yılan ısırdı ve öldü.”
            Çoban çocuğunun ölümüne ağlamış fakat ertesi gün tabağa süt koymuş ve yılanın deliğine götürmüş, ona demiş:
“Çık dışarı yılancağızım, tatlı sütceğizini iç”.
            Yılan çobanı duymuş ve delikten seslenmiş:
“Ah, çoban! Sen ölmüş çocuğunu hatırladıkça ve ben de kopan kuyruğumu gördükçe nasıl arkadaş kalabiliriz?
 
 

Balıkçının çocuğu

 

Kırmızı iplik bükülsün
yele sarılsın
ver tekmeyi dönsün
masal da başlasın.

 
Bir zamanlar günleri sıkı çalışmakla geçen bir balıkçı varmış. Her gün halinden yakınıyormuş çünkü onunla çalışacak, onu dinlendirecek ve arkadaşlık edecek bir çocuğu yokmuş.
Balıkta olduğu bir gün o kadar çok yorulmuş ki kendini kayığın üstüne bırakmış.
            “Ah! Tanrım, demiş, “bana bir çocuk ver!”
            O zaman denizden bir denizkızı çıkmış ve balıkçıya sormuş:
            “Neyin var, neden şikayet ediyorsun?”
            “Neyim mi var?”, her gün bu kadar sıkı çalışıyorum ve bir çocuğum yok, bu beni yoruyor.”
            “Sana bir çocuk versem on iki yaşında olunca onu bana getirecek misin?
            “Evet!”, diyor balıkçı sevinçle, çünkü çocuğu on iki yaşına gelene kadar denizkızının bunu unutacağını düşünüyormuş.
            “Al”, diyor ona denizkızı, “bu elmayı karına ver, dokuz ay sonra bir oğul doğuracak.”
            Balıkçı elmayı almış ve karısına vermiş. Dokuz ay sonra, denizkızının dediği gibi karısı balıkçıya bir oğul doğurmuş.
            Çocuk büyümüş ve çok güzel olmuş, babası sevinçten deli gibiymiş, onu denizkızına götürmeyi unutmuş.
            Bir gün, çocuk da sandalın üzerinde olduğu zaman, denizkızı denizden dışarı çıkmış, çocuğu kaptığı gibi yuvasına götürmüş. Böylece zavallı balıkçı yine yalnız kalmış.
            Çocuk on yedi yaşına kadar denizkızıyla mutlu yaşamış. Denizkızı onu sahile bıraktığı zaman ona derisinden bir pul vermiş ve şöyle demiş:
            Şimdi istediğin yere git, ne zaman bana ihtiyacın olursa sana verdiğim pulu yak ben hemen geleceğim.
            Delikanlı pulu almış ve hemen evine dönmüş. Anne ve babası onu görünce çok sevinmişler.
Bir gün, delikanlı yürüdüğü yerde ölü bir hayvan için kavga eden domuz, kartal ve bir karınca görmüş. Delikanlıyı görünce ona demişler:
“Geldiğin ne iyi oldu delikanlı, bu yiyeceği bize paylaştırır mısın?”
Delikanlı biraz düşünmüş sonra ölü hayvanı aralarında paylaştırmış, ne kadar iyi yapabilmişse.
Domuz delikanlıya teşekkür için bir kılını koparıp vermiş, kartal bir tüyünü, karınca da bir kanadını.
Delikanlı kanadı görünce demiş:
“Bunu ne yapayım?”
“Al onu”, demiş karınca, “sana bir gün büyük bir iyilik yapabilirim. Ben küçüğüm, fakat sana karını vereceğim.”
Böylece delikanlı kanatçığı almış. Domuz, kartal ve karınca da ona öyle demiş:
“Ne zaman bize ihtiyacın olursa sana verdiklerimize karıncanın dediğini yap, biz hemen geleceğiz.”
Zaman geçmiş ve bir gün babası delikanlıya demiş:
“Çocuğum artık büyüdün, evlenme zamanın geldi.
Lakin kralın kızı için damat aradığını duyana kadar hiçbir kız delikanlının hoşuna gitmemiş. Fakat kralın kızıyla evlenebilmek için prensesin istediği şeyi yapmalıymış, yoksa hayatını kaybedecekmiş.
Delikanlı saraya gitmeye karar vermiş. Ana babası korkudan onun için ağlamışlar fakat sonunda ona şunu demişler:
“Dualarımız seninle. Sağlıcakla git ve gel!”
Delikanlı birkaç gün sonra saraya varmış. Prenses yüzüne bakılamayacak kadar güzelmiş. Elinde bir ayna tutuyormuş ve delikanlıya demiş:
            “Git, gizlen! Seni yarın akşam dokuza kadar bulamazsam karın olacağım.”
“İyi”, demiş ona ve gitmiş delikanlı.
Doğru denize gitmiş, derisinden verdiği pulu yakmış ve denizkızı hemen gelmiş.
            “Ne istiyorsun?”, diye sormuş.
            “Beni yarın akşam dokuza kadar saklamanı istiyorum, kimse beni bulamasın”, diye cevap vermiş delikanlı.
Denizkızı onu yuvasına götürmüş, kimse görmesin diye denizin bütün balıklarını yuvanın önüne koymuş.
Prenses sabah kalkmış, aynasını almış ve bakmış. Dağlara bakmış, onu görememiş, yeryüzünde her yere bakmış onu bulamamış, yıldızlara bakmış, yok! Denize bakmış ve denizin bütün balıklarının bir yerde toplandığını görmüş. Çocuğun saklandığı yer orası olacak diye düşünmüş.
“Onu görene kadar buradan ayrılmayacağım”, demiş.
Akşam olunca balıklar yuvalarına gitmek için denizkızının yuvasının önünden ayrılmışlar. Böylece prenses de delikanlıyı denizkızının yuvasında otururken görmüş. Gülümseyerek uyumaya gitmiş.
Sabah delikanlı prensese gitmiş.
“E, nerede gizlenmiştin?”, demiş prenses.
“Sen bul, ben bilmiyorum.”
“Denizin içindeydin ve yuvada bir denizkızı vardı.”
Delikanlı şaşırmış ve prensese demiş:
“İyi, yarın da saklanayım, başarabilirsen bul beni!”
Ertesi gün delikanlı tüyü yakmış ve hemen kartal gelmiş.
“Ne istiyorsun?” Demiş ona.
“Yarın akşam dokuza kadar beni saklamanı istiyorum, kimse beni bulamasın.”
Bütün kartallar gelmiş, onu Afrika ya götürmüşler ve bir dağın tepesinde gizlemişler. Sonra kale duvarı gibi hepsi önünde oturmuş.
Sabah prenses kalkmış, aynasını almış ve bakmış.
“E!” demiş, dün beni çok yormuştu, bugün ne yapacağız görelim bakalım.”
Bakmış denize, bakmış oradan, bakmış buradan onu bulamamış. Bakmış gökyüzüne, yok! Bakmış yıldızların içine, yok! Sonra dağlara bakmış, uzaklarda bir sürü kartalın bir dağın tepesinde toplanıp beraberce oturduğunu görmüş.
Hava kararmaya başlayınca kartallar birer birer gitmişler ve prenses delikanlıyı görmüş. O zaman gönül rahatlığıyla yatmaya gitmiş.
Sabah delikanlı prensese gitmiş.
“Nerede saklanmıştın? Beni çok yordun sen.” Demiş prenses.
“Olduğum yeri bul.”
“Afrika’daydın ve saklandığın yerde kartallar vardı.”
“İyi”, demiş delikanlı. “Bir kere daha saklanayım, eğer bulursan canımı al.”
“İyi, seni saklanman için bir kere daha bırakıyorum, bulursam canını alacağım.”
Bunu Prensesin ağzı söylemişti, fakat kalbi onu sevmeye başlamıştı.
Ertesi gün delikanlı kılı yakmış ve hemen domuz gelmiş.
“Ne istiyorsun?”
“Yarın akşam saat dokuza kadar beni gizlemeni istiyorum, kimse beni bulamasın.”
Bütün domuzlar gitmişler ve bir çukur kazmışlar, delikanlıyı içine koymuşlar ve üzerine oturmuşlar.
Sabah prenses kalkmış, aynasını almış ve bakmış. Dağlara bakmış, yıldızlara, denize bakmış onu görememiş.
“Şimdi ben onu nerede bulacağım?”, demiş.
Birden bir yerde toplanıp oturan birçok domuz görmüş. Oraya dikkatlice bakmış, hava kararınca domuzlar tek tek çukurdan ayrılmışlar. Biraz beklemiş ve delikanlıyı çukurun içinde görmüş.
“A! Şimdi seni buldum”, demiş ve gülümseyerek yatmaya gitmiş.
Sabah, delikanlı saraya gelince ona sormuş;
“Neredeydin?”
“Sen bul!”
“Bir çukurdaydın ve domuzlar toplanmış üzerinde oturuyordu.”
“İyi”, bırak son bir defa daha gizleneyim, bulursan canımı al.”
“Tamam.”
Delikanlı gitmiş, kanatçığı yakmış ve hemen karınca gelmiş.
“Ne istiyorsun?”
“Yarın akşam dokuza kadar beni saklamanı istiyorum, prenses beni bulamasın.”
“Bu kanadı ağzına koy, o zaman sen de karınca olacaksın. Sarayın duvarına tırmandıktan sonra prensesin arkasına saklan.”
Delikanlı karıncanın dediğini yapmış.
Sabah prenses aynasını almış ve bakmış. Denize bakmış, yıldızlara, dağlara bakmış onu hiçbir yerde görememiş.
Sabahtan akşama kadar aynaya bakmış ve düşünmüş:
“Ama tanrı aşkına nereye gizlenmiş olabilir!”
Aynaya tekrar tekrar bakmış fakat delikanlıyı hiçbir yerde bulamamış. Öfkeden aynayı yere atıp paramparça etmiş.
“Nerdeysen çık, seninle evleneceğim!” diye bağırmış.
Delikanlı kanadı ağzından çıkarmış, tekrar insan gibi olmuş ve prensesi kucaklamış.
“Buradayım”, demiş ona.
Böylece delikanlı ve prenses evlenmişler ve onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine.
 
 
Yılan
Bir zamanlar ülkenin birinde bir kral varmış, onun da üç kızı varmış.Kral seyahate çıkmak için hazırlanıyormuş, dönüşte kızlarına hediye getirmek istemiş ve onlara sormuş:
            “Kızım, yarın seyahate çıkacağım, sana bir hediye getirmek istiyorum. Ne istersin, söyle bana?”
            Kızı da demiş ki:
            “Babacığım bana bir elbise getirmeni istiyorum ama üzerinde yıldızlarla gökyüzü olsun.”
            Kral sonra ikinci kızını çağırmış ona da sormuş:
            “Sen, kızım, sana ne getireyim seyahatten?
            O da babası krala söylemiş:
“Babacığım ben de su içmek için gümüş bardak istiyorum.”
Kral üçüncü kızını da çağırmış ona da sormuş.
“Sen, kızım, sana ne getireyim seyahatten?”
“Babacığım, ben bir şey istemiyorum.”
“Olmaz kızım, sana da bir şey getirmek istiyorum.”
“O zaman, babacığım, bir tane gül getir, eğer hediyemi unutursan gemin dursun ve ne öne ne arkaya gitmesin”
Kral ülkeden ayrılmış ve yabancı bir memlekete gitmiş. Orada bütün işlerini görünce kızlarının hediyelerini almaya gitmiş. Bir mağazaya girmiş ve büyük kızının istediği elbiseyi almış. Sonra başka bir mağazaya girmiş ve ortanca kızının istediği gümüş bardağı almış. Fakat küçük kızının istediği gülü hiçbir yerde bulamamış.
Böyle canı sıkılarak, ülkesine dönmek için gemiye binmiş. Demiri almışlar fakat gemi ne öne ne geriye gitmiyormuş. O zaman kaptan seslenmiş:
“Acaba biriniz sizden istedikleri bir şeyi satın almayı mı unuttu? Buradan ayrılabilmemiz için insin aşağı ve gidip onu alsın.”
Kral o zaman kızının sözlerini hatırlamış ve geminin kalkması için gülü mutlaka bulması gerektiğini anlamış. Gemiden inmiş ve gülü aramaya başlamış. Yürürken kocaman bahçesi olan güzel bir saray görmüş. Kapıyı açmış, bahçeye girmiş ve güllerin olduğu yerde açmış tek bir gül görmüş. Onu koparmaya izin almak için etrafına bakmış fakat kimseyi görememiş. O zaman gülü koparmış ve gidiyormuş. Fakat kapıya varmadan bir ses duymuş:
“E! Sen, neden kopardın gülü? Kral bakınca ayağının dibinde bir yılan görmüş.
Kralın korkudan dili tutulmuş.
“Korkma”, demiş ona yılan, “ben de senin gibi insanım. Sadece gülü neden kopardığını bilmek istiyorum.”
Kral konuşabilince ona demiş:
“Ben yabancıyım, memleketine seyahat için geldim. Üç kızım var, ülkemden ayrılmadan önce hepsi benden bir hediye istedi. En küçük olanı da gül getirmemi istedi.”
O zaman, yılan ona demiş:
“İyi, al gülü ve git, ama üç gün içinde küçük kızını bana getir. Onu karım yapmak istiyorum. Bu yüzüğü de al, taktığı zaman hemen buraya gelecek. Bunu yapmazsan felaketin büyüğü seni bulacak.”
Kral korkarak oradan ayrılmış ve ülkesine dönmüş. Kraliçe ve prensesler onu görünce çok sevinmişler.
Önce büyük kızı sormuş:
“Babacığım, senden istediğim elbiseyi getirdin mi?”
“Evet kızım. Burada işte, al onu.”
Sonra, ortanca kızı sormuş:
“Babacığım, senden istediğim gümüş bardağı getirdin mi?”
“Evet kızım. Burada işte, al onu.”
Küçük kızı da yanına gelince kral ona demiş:
“Kızım, benden istediğin o hediye neydi? Gülü al, fakat üç gün içinde seni onu kopardığım saraya götürmeliyim. O orada kalıyor, senin karısı olmanı istiyor.”
Kral üçüncü gün yüzüğü kızına vermiş ve takmasını istemiş. Bir dakika içinde ikisi de yılanın bahçesindeymiş. Bir tur atmışlar sonra saraya çıkmışlar ve sarayın ne kadar hoş olduğunu görmüşler.
Birazdan yılan da gelmiş. Prenses onu görünce bayılacak gibi olmuş.
Babası kızını teselli etmiş ve yılan kıza demiş:
“Bana alışacaksın ve bir zaman sonra ne güzel geçindiğimizi göreceksin.”
Sonra kral gitmiş ve prenses yılanla kalmış.
Günler sakin geçiyormuş fakat prenses çok üzgünmüş. Yılan bunu anlamış ve ona sormuş:
“Neyin var? Neden üzülüyorsun?”
O da cevap vermiş:
“Ana babamı ve kardeşlerimi özlüyorum.”
O zaman yılan ona yüzüğü vermiş ve şöyle demiş:
“Yüzüğü parmağına tak, birazdan evinde olacaksın fakat tekrar buraya dönmek için üç gün içinde takmayı unutma.”
Prenses yüzüğü takmış ve evine gitmiş. Ana babası ve kardeşleri onu gördüklerine çok sevinmiş. Üç gün geçirmişler ve hepsi o kadar mutluymuş ki prensesin gitmesi gerektiğini unutmuşlar. Bir hafta geçmiş ve yılanı o zaman sadece prenses hatırlamış. Hemen yüzüğü takmış ve yılanın sarayına dönmüş.
Her yere bakmış fakat yılanı bulamamış. Gül bahçesine inmiş ve orada görmüş ki yılan ölüyor. Prenses koşmuş ve onu elleri arasına almış ve ona yaptığı kötülük için ağlamış. Gözyaşları üzerine düşünce yılan güzel bir delikanlı olmuş!
“Memleketin prensiydim fakat bir bedduadan yılan oldum ve eğer güzel bir kızın gözyaşları üzerime düşmeseydi tekrar insan olamayacaktım. Sen beni kurtardın! Seni karım ve kraliçem yapacağım.”
Böylece evlenmişler ve sarayda çocuklarıyla birlikte nice mutlu yıllar yaşamışlar.

                        

On iki ay

Bir zamanlar beş çocuğu olan, çok fakir dul bir kadın varmış. Hiçbir yerde iş bulamamış ve haftada sadece bir gün zengin bir komşusuna gidiyormuş, çok az para karşılığında ona hamur yoğurup ekmek yapıyormuş. Komşusunun ekmeğini hazırlayınca, ellerine sıvaşmış hamurla hemen eve koşup onunla da çocuklarına yemek yapıyormuş. Bu yemeği haftaya tekrar zengin komşusuna hamur yoğurmak için gidene kadar yiyorlarmış.
Zengin kadının çocukları iyi ve bol yiyecekleri olmasına rağmen mızmız ve daima hastaymış. Fakir kadının çocukları ise sağlıklı ve daima neşeliymiş. Zengin komşusu arkadaşlarına bunun sebebini sormuş, onlar da fakir kadın çocuklarının aşı için yanında hamur götürüyor demiş.
Zengin kadın buna inanmış ve fakir komşusu hamur yoğurmaya gelince ona gitmeden önce ellerini iyice yıkamasını tembihlemiş.
Böylece fakir kadın o gün ağlayarak evine dönmüş. Çocukları onu görünce onlar da ağlamaya başlamış ve anneleri çaresizlik içinde yiyecek bulmaya çıkmış.
Saatlerce yürümüş ve bir dağa varmış. Aniden karanlığın içinde bir ışık görmüş ve yakınına gidince bir ev olduğunu anlamış. İçeri girmiş ve on iki genç çocuk görmüş. Üçünün ellerinde papatyalar ve güller varmış. Onların yanında duran diğer üçünün ellerinde sapsarı başaklar ve meyveler varmış. Karşıda oturan üç delikanlı da ellerinde üzüm salkımları tutuyormuş. Daha ilerideki üçü de sıcak tutacak elbiseler giyiyormuş. Delikanlılar kadını görünce demişler:
“Hoş geldiniz! Buyurun oturun.”
Kadın oturunca, gece vakti neden dağa geldiğini sormuşlar. O da onlara hikâyesini anlatmış, çocuklar kadının aç olduğunu anlamışlar sıcak tutan elbise giyenlerden biri önüne yiyecek koymuş.
Kadın önüne konanları yemiş ve sonra delikanlılar ona şehirdeki hayatın nasıl olduğunu sormuş. Önce ellerinde çiçek tutanlar sormuş:
“Yılın ayları nasıl geçiyor? Mart hoşunuza gidiyor mu, ya Nisan, Mayıs?”
“İyi geçiyor, çocuklarım”, diye cevap vermiş kadın, bu aylar gelince her taraf çiçek ve kokularıyla doluyor. Kuşlar cıvıldamaya başlıyor. Çiftçiler tarlalarını yemyeşil görüyor, ambarlarını hazırlıyorlar ve kalpleri sevinçle atıyor. İlkbahar çok hoştur!”
Sonra başak ve meyve tutan delikanlılar sormuş:
“Haziran, Temmuz, Ağustos size nasıl görünüyor?”
O zaman fakir kadın cevaplamış:
“Bu aylar da hoş görünüyor, çünkü sıcakla meyveler olgunlaşıyor, hayvanlar büyüyor ve çiftçiler buğday biçiyor. Dahası, fakirler seviniyor çünkü bu yaz aylarında çok pahalı giysiler giymek zorunda değiller.”
Sonra ellerinde üzüm salkımları tutan diğer üç delikanlı sormuş:
“Eylül, Ekim, Kasım ayları nasıl geçiyor?”
“Bu aylar da güzel geçiyor”, diye cevap vermiş kadın. İnsanlar sonbaharda üzümleri topluyor ve şarap yapıyor. Tarlalarını ekiyor, yakacak odunlarını ve kışlık elbiselerini hazırlıyorlar.
Sonra sıcak tutan elbiseler giyen delikanlılar da sormuş:
“Aralık, Ocak, Şubat nasıl geçiyor?”
“A! Bu aylar bizi çok seviyor”, demiş fakir kadın, “biz de onları çok seviyoruz. Neden biliyor musunuz? İnsanlar, doğal olarak, çok para kazanmak için bütün yıl çalışmak istiyorlar. Lakin kış soğukla beraber geliyor, bizi evlerin içine kapatıyor ve böylece yaz işlerinin yorgunluğunu üzerimizden atmış oluyoruz. Dahası, insanlar bu ayları seviyor çünkü kar ve yağmurlar tarlalara iyi geliyor. İşte böyle çocuklarım, bütün aylar iyidir. Biz insanlar iyi değiliz”.
Delikanlılar kadının bu güzel sözlerinden etkilenip çok memnun olmuşlar ve biri kapalı bir küp getirmiş ve ona demiş:
“Sana bu küpü veriyoruz. Evine gidince onu aç. Al onu ve hoşça kal!”
“Teşekkür ederim, çocuğum”, demiş kadın. Küpü almış ve gitmiş.
Evine varınca çocuklarını uyurken bulmuş. Küpü açmış ve görmüş ki içi silme para dolu. Çok sevinmiş. Gün doğunca doğru fırına gitmiş ekmek satın almış, oradan bakkala gidip peynir almış ve çocuklarına kahvaltı hazırlamak için eve dönmüş. Yolda giderken onu zengin komşusu görmüş ve yiyecek satın alacak parayı nerden bulduğunu sormuş. Fakir kadın bütün gerçeği anlatmış ve zengin onu çok kıskanmış.
Gece olunca, çocukları uykuya yattığı zaman, dağa gitmek için evden çıkmış. On iki delikanlının olduğu evi bulmuş, içeri girmiş ve delikanlılar onu görünce sormuş:
“Hoş geldin, bayan! Gece yarısı burada ne arıyorsun?”
“Ben fakirim”, diye cevap vermiş, “bana yardım etmeniz için geldim”
“Çok güzel”, “aç mısın? Yiyecek ister misin?”
“Hayır, teşekkür ederim, aç değilim”, diye cevaplamış.
“Çok iyi”, demiş delikanlılar. “Şehirde hayat nasıl geçiyor?”
“Çok kötü. Daha kötüsü olamaz!”
“Ayları nasıl geçiriyorsunuz?”
“Nasıl mı geçiriyoruz? Her ay ötekinden daha kötü. Ağustosun sıcağına alışmışken Eylül, Ekim, Kasım geliyor ve bizi üşütüyor. Sonra kış ayları giriyor, Aralık, Ocak ve Şubat bizleri donduruyor ve kar yolları kapatıyor, dışarı çıkamıyoruz. Çılgın aylar, Mart, Nisan, Mayısta da kimse baharı anlamıyor, yine soğuk yapıyorlar ve böylece yılın dokuz ayı kışı yaşıyoruz. Sonra Haziran, Temmuz, Ağustos geliyor ve sıcağıyla bizi delirtiyor. Size ne diyeyim çocuklarım, bu ayların hepsi kötü geçiyor.”
Delikanlılar hiçbir şey söylememiş, fakat biri kalkmış ve kadına kapalı bir küp vermiş ve ona demiş:
“Bunu al, evine varınca bir odaya yalnız başına kapan ve o zaman küpü aç”.
“Tamam”, demiş kadın ve küpü alıp sevinçle evine koşmuş. Bir odaya tek başına kapanmış, küpü açmış ki bir de ne görsün! İçi yılan dolu! Panik içinde oradan koşarak uzaklaşmış ve kimse bir daha onu görmemiş. 
 
           
 Gökyüzü köprüsü

Nehrin kıyısında tek başına oturan Nikolis: “Ah, bir uzun boylu olsaydım, bir de büyücü olsaydım”, diyormuş. “Yeryüzünden göğe çıkan bir köprü yapacaktım. Üzerine çıkıp yürüyecektim, yıldızlara varacaktım, ışığı alıp yeryüzüne inecektim. Gözleri yıldızlar gibi parlaması için onu anama verecektim”. Demiş.
Nikolis bunları defalarca söylemiş ve birdenbire nehirden bir su perisi çıkmış. Yeşil esvap giyiyormuş ve çiçek kadar güzelmiş.
Nikolis çok korkmuş ama su perisi gülümsemiş ve ona demiş:
“Nikoli, yeryüzünden gökyüzüne bir köprü yapmak mı istiyorsun?” Onu tek başına yapabilirsin ve bozabilirsin.”
“Onu nasıl, nasıl yapacağım?”, sormuş Nikolis, fakat su perisi ortadan kaybolmuş! Nehrin içine dikkatlice bakmış ve binlerce şarkı söyleyen su perisi görmüş:
“Onu tek başına yaparsın ve bozarsın.”
“Nasıl yapacağım?” Diye bağırmış Nikolis.
O günden sonra keyfi kaçmış. Ne bir şey yiyip içiyormuş, ne de içinden gülmek geliyormuş. Sadece köprüyü düşünüyormuş. Sabah akşam nehir kıyısına gidiyormuş ve su perilerine sesleniyormuş:
“Nasıl olacak? Nasıl tek başıma yapacağım köprüyü ve nasıl yıkacağım?” Su perileri nehrin içinden ona cevap veriyormuş:
“Tek başına onu yaparsın ve bozarsın.”
Anası onu keyifsiz görüyormuş ve bir gün sormuş:
“Neyin var, Nikoli’m? Eskisi gibi ne yemek yiyorsun bir şey içiyorsun ne gülüyorsun?”
“Bir şeyim yok ana. Sadece yeryüzünden gökyüzüne bir köprü yapıp, ışığı oradan alıp getirip, senin gözlerine koymak istiyorum.”
“İyi, çocuğum”, demiş anası ve onu kucaklayıp öpmüş. “İnsanlar bu şeyi yapamaz. Sen iyi bir çoban olmalısın ve hiçbir koyunu kaybetmemelisin.”
“Ne benim için, ne de koyunlar için kork ana. Fakat köprüyü yapmazsam içim rahat etmeyecek.”
Nikolis su perisinin sözlerini hatırlıyor ve canı daha çok sıkılıyormuş.
“Onu tek başıma nasıl yapayım ve nasıl yıkayım”, diye durmadan bunu düşünüyormuş.
Bir gün koyunlarıyla dağdayken birdenbire karşısına yaşlı bir nene çıkmış.
“İyi günler”, demiş ona nene.
“Sana da bayan” demiş Nikolis. “Otur sana biraz süt vereyim.”
Yaşlı nene sütü içince ona demiş:
“Tanrı ne muradın varsa versin.”
“Muradım nasıl gerçek olsun?”, demiş Nikolis. Anam bana insanlar bu şeyleri yapamaz diyor.” Ve ona düşündüğü köprüyü anlatmış.
Yaşlı nene gülmüş.
“Diyeceklerimi iyi dinle ve aklından çıkarma. Akşam eve dönünce, bulacağın en iyi elmayı anana ver, ona tatlı tatlı gülümse ve gününün nasıl geçtiğini sor. O da seninle konuşmaya başladığı zaman gözlerine iyi bak.”
“Tamam, bayan”, demiş Nikolis. “Dediğini yapacağım.”
Akşam eve dönünce, güzel bir elma aramış, fakat bütün elmalar ham görünüyormuş. Sadece bir elma olgunmuş fakat onu da kuşlar yemiş. Nikolis uzun zaman aramış ve sonunda dalında güzel bir elma bulmuş, fakat onu koparamıyormuş.
“Anam için seni koparmak istiyorum”, demiş.
O zaman elma hemen dalından kopmuş ve ağaçtan bir ses duyulmuş:
“Eğer anan içinse al onu!”
Nikolis şaşırmış, fakat bir şey dememiş. Elmayı almış ve eve dönmüş. Onu anasına vermiş, tatlı atlı gülümsemiş ve sormuş:
“Günün nasıl geçti, ana?”
“Çok güzel, çocuğum, dualarım her zaman üzerinde”, demiş anası ve onu öpmüş. Çocuk da anasının gözlerinde yıldız gibi parlayan hoş bir ışık görmüş. Işık bir an parlayıp sonra sönüyormuş.
Nikolis anasına gülümseyerek bakıp kalmış. Kadıncağız çok mutluymuş çünkü bunca günden sonra oğlunu ilk defa böyle güleç ve gözlerinde ışıkla görüyormuş.
Ertesi gün Nikolis koyunlarıylaymış ve yaşlı nene gidip onu bulmuş.
“Sana dediğim gibi yaptın mı?”, diye çocuğa sormuş.
“Evet. Ama anam elmaları ne yapsın? Ben bir köprü yapmak istiyorum, gökyüzüne çıkmak, yıldızlardan ışığı almak istiyorum, anamın gözleri onlar gibi parlak olsun istiyorum!”
“E, o zaman bu akşam ona bir çiçek ver”, demiş nene.
“Tamam, bayan”, demiş Nikolis ve akşam eve dönerken güzel bir çiçek görmüş, onu koparmış ve anasına götürmüş. Anası yine çok sevinmiş ve gözlerinde yıldız gibi bir ışık parlamış. Nikolis bunu görmüş ve çok mutlu olmuş.
Üçüncü gün yaşlı nene çocuğa demiş:
“Bu akşam eve dönünce anana onu ne kadar çok sevdiğini söyle.”
Nikolis öyle yapmış. Akşam eve dönünce anasına demiş:
“Sevgili anacığım, seni çok seviyorum!”
Anasının gözlerinde bu sefer öyle kuvvetli bir ışık parlamış ki sanki bütün yıldızlar oradaymış.
Fakat bir anda kötü bir şey olmuş! Işık kaybolmuş ve anası ona sormuş:
“Nikoli’m hâla o köprüyü yapmak istiyor musun?”
O zaman Nikolis su perisinin sözlerini hatırlamış: “Onu tek başına yapabilirsin ve bozabilirsin.”
“İşte köprü bu!”, diye düşünmüş. Anasını kucaklamış ve ona demiş:
“Onu yaptım ana, köprümü. Onu yaptım!”
Anası sevinçle oğluna bakmış ve Nikolis evden çıkmış doğru nehre koşmuş.
“Su perisi, sevgili su perim, köprümü yaptım onu artık bozmayacağım!”
Nehrin içinden tatlı bir mırıltı duyulmuş, sanki binlerce su perisi gülüyor gibiymiş.
Nikolis gözlerini gökyüzüne kaldırmış. Ona yüksekte bir köprüde anasını gördüğü görünmüş. Gözleri bütün yıldızlar kadar parlıyormuş. Bu ışık Nikolis’e o kadar çok mutluluk getirmiş ki, o kadar çok!

                         

Çıngırakçık

Bir zamanlar bir çocuk varmış, onun da bir çıngırakçığı varmış. Doğum gününde anası armağan etmiş ve çocuk çok sevinmiş.
Çocuk bahçeye çıkmış ve çıngırakçığını ağacın bir dalına asmayı düşünmüş. Böylece rüzgâr esince çıngırakçık müzik çalacakmış. Onu bahçedeki en güzel ağacın bir dalına asmış. Fakat o zaman ağaç dalını kaldırmış ve çocuk çıngırakçığını almak için artık dala bir daha uzanamamış.
“Sevgili ağaç”, demiş çocuk, “eğ dalını, çıngırakçığımı alayım.”
“Hayır”, demiş ağaç, şimdi çıngırakçık artık benim.”
“Sana yalvarıyorum, ağacım, eğ dalını da çıngırakçığımı alayım, çünkü bunu yapmazsan baltaya gideceğim, gelsin seni kessin.”
“Hayır”, demiş yine ağaç.
O zaman çocuk baltaya gitmiş ve demiş:
“Balta, sana rica ediyorum, git ve ağacı kes çünkü çıngırakçığımı almak için dalını eğmiyor.”
“Beni rahat bırak, şurada rahat oturuyorum.”
“Balta, ne olur git, çünkü gitmezsen ateşe gideceğim, gelip seni yaksın.”
“Hayır”, demiş balta.
O zaman çocuk ateşe gitmiş ve ona demiş:
“Ateş, sana rica ediyorum, git ve çıngırakçığımı almam için dalını eğmeyen ağacı kesmeyen baltayı yak.”
“Şimdi yapamam. İşim var.”
“Ateş, git diyorum, çünkü gitmezsen suya gideceğim, gelip seni söndürsün.”
“Hayır”, demiş ateş.
O zaman çocuk suya gitmiş ve demiş:
“Su, sana rica ediyorum, git ve çıngırakçığımı almam için dalını eğmeyen ağacı kesmeyen baltayı yakmayan ateşi söndür.”
“Beni rahat bırak. Yapacak başka işlerim var.”
“Su, sana git diyorum, çünkü gitmezsen öküze gideceğim, gelip seni içsin.”
“Hayır”, demiş su.
O zaman çocuk öküze gitmiş ve ona demiş:
“Öküz, sana rica ediyorum, git ve çıngırakçığımı almam için dalını eğmeyen ağacı kesmeyen baltayı yakmayan ateşi söndürmeyen suyu iç.”
“Yapamam. Şimdi yiyorum.”
“Öküz, sana git diyorum, çünkü gitmezsen fareye gideceğim, gelsin senin kulağına girsin.”
“Hayır”, demiş öküz.
O zaman çocuk fareye gitmiş ve ona demiş:
“Fare, sana rica ediyorum, git ve çıngırakçığımı almam için dalını eğmeyen ağacı kesmeyen baltayı yakmayan ateşi söndürmeyen suyu içmeyen öküzün kulağına gir.”
“Beni rahat bırak. Şimdi yapamam.”
“Fare, sana git diyorum, çünkü gitmezsen kediden isteyeceğim, gelsin seni yesin.”
“Hayır”, demiş fare.
O zaman çocuk kediye gitmiş ve demiş:
“Kedi, sana rica ediyorum, git ve çıngırakçığımı almam için dalını eğmeyen ağacı kesmeyen baltayı yakmayan ateşi söndürmeyen suyu içmeyen öküzün kulağına girmeyen fareyi ye.”
            “Tamam”, demiş kedi ve çocuğun çıngırakçığını alması için dalını eğmeyen ağacı kesmeyen baltayı yakmayan ateşi söndürmeyen suyu içmeyen öküzün kulağına girmeyen farenin üstüne onu yemek için saldırmış.

---------------------------------------                       

   

SİHİRLİ  İĞNE

Maro Matheou

 
Bir zamanlar, ıssız bir dağ köyünde karısı, dört oğlu ve bir kızıyla yaşayan bir oduncu varmış. Küçük kızının adı Altınparmak’mış. Küçük kıza böyle diyorlarmış, çünkü eli o kadar hünerliymiş ki, neyi tutsa altın olurmuş, ondan hiçbir iş kurtulmazmış.
Köyde yaşayan diğer insanlar gibi, oduncu da çoluk çocuğuyla yoksulluk içinde yaşıyormuş. Günlük ekmeğini binbir güçlükle ancak çıkarabiliyorlarmış. Toprak verimli değilmiş ve az hayvanı varmış, çünkü tarlanın ürünü ancak beslenmelerine yetiyormuş.
Baba hem dağdan odun kesip pazarda satıyor hem de koyunlarını güdüyormuş. Karısı ve küçük kızı evin geçimine yardım için dokuma dokuyor nakış işliyormuş. Köyün kızlarının çeyizini dikiyor böylece ancak günü idare edebiliyorlarmış. Kenara köşeye koyacak bir şey kalmıyor günler böyle geçiyormuş.
Altınparmak büyümüş, artık kendi çeyizini hazırlama zamanı gelen çok güzel bir genç kız olmuş. Fakat evdeki oğlanlar da pek tabi evlenme çağına gelmiş ve her birinin kendi ailesini kurması lazımmış. Ama bunların hepsi nasıl olacaktı? Köyde gelenek erkek kardeşlerin önce kız kardeşi evlendirmesiymiş, ancak sonra kendi hayatlarına bakabilirlermiş. Ana babalarından ve onların da ana babalarından böyle gelmiş. Köylerinin geleneği. Bu fukara halleriyle nasıl kızcağızın çeyizini hazırlayıp onu evlendirsinler?
Yakınlarda hayatlarını değiştirecek hiçbir umut ışığı görünmüyormuş. Günün birinde, adanın kralı oğlunun evlenme vaktinin geldiğine karar vermiş. Sarayın hizmetkârları şehri dolaşmışlar ve köylere gidip yüksek sesle bağırarak duyurmuşlar: Prens, krallığın en hünerli ve en güzel kızıyla evlenmek istiyormuş. Gelin adayları içinden, krala hediye edilecek en güzel altın işlemeli gömleği ve en güzel yaptıkları bir işi getiren prensle evlenecekmiş. Soylu prensle her kim hayat arkadaşı olacaksa, ne büyük kısmet demişler çünkü iyi ve hoş delikanlıymış.
Ada bu haberle çalkalanmaya başlamış. Kızlar tek başlarına bu gömleği yapamayacaklarını anlayınca önce terzilere koşmuşlar sonra altın işlemeyi yapması için en iyi nakışçıları aramışlar. Tanrını işine bak ki, aradıkları oduncunun evindeydi. Siparişçiler her yerden akın akın oduncunun fakir hanesine koşmaya başlamışlar. Görkemli bir kral düğünü düşleyen soylu prense yakışacak altın sırma işlemeli gömleği yapması için oduncunun karısına ve kızına yalvarmaya başlamışlar. Fakat zavallı Altınparmak sabahtan akşama kadar iğne elinde, hiç yüksünmeden, siparişleri yetiştirmek için gözlerini nakıştan kaldıramıyormuş. Harçlığını çıkarma fırsatı verdiği için kaderine bin şükür ediyormuş. Böyle çalışırsa kardeşlerini rahatlatacağını, omuzlarındaki çeyiz yükünü hafifleteceğini düşünüyormuş. Kendi düğünün de, alçak gönüllülükle, sade ve tutumlu olmasını diliyormuş. Üstesinden gelemeyeceği büyüklükte hayalleri asla olmamış.
Prensin düğün haberleri yöreye hareket getirmiş. Çarşıda, evlerde, sokaklarda bir curcuna yaşanıyormuş ki sormayın. Dükkâncılar kadife, ipekli kumaş ve dantel yetiştiremiyormuş. Terzi ve çırakları, güzel kadın elbisesi diktirmek isteyenlerden nefes alamaz olmuşlar. Hanımlar, hizmetçiler gelip gidiyormuş. Koşuşturma, talih kuşunun onlara konması içinmiş, büyük gün yaklaşıyormuş ama şanslı hala belli değilmiş.
Altınparmak da tabii ki işinin çokluğundan kafasını kaldırıp etrafa bakamıyormuş ve sadece siparişlerini almak için gelen gelin adayları ve refakatçilerinden haberleri alıyormuş. Elinde iğnesiyle kumaşlara eğilmiş bir saniye durmaksızın nakış işliyormuş. Modeller hünerli ellerindeki iğnelerden öylesine beceriyle kumaşların üzerinde şekilleniyormuş ki görenlerin ağzı açık kalıyormuş ve çeyizliklerinin karşılığını binlerce teşekkürle beraber ödeyip ayrılıyorlarmış.
Kızcağız bir gömleği bitiriyormuş sonra diğerini hazırlamaya başlıyormuş, hepsi de çok güzelmiş, biri öncekine benzemiyormuş, sabırlı kızın iğnesi kumaşların üzerine zevkli ve uyumlu şekilleri öyle büyük bir marifetle bırakıyormuş ki insan gözünü üzerinden ayıramıyormuş ve onu saatlerce okşayası geliyormuş.
Büyük günün arifesi, öğlen vakti, son siparişi de kapıya çıkıp teslim ettikten sonra tarif edilmez yorgunlukla evinin alçak avlu duvarına yığılıp kalmış. Kardeşleri henüz işten dönmemişler ve annesi su için çeşmeye gitmiş. Aniden avlu kapısında, sırtında bir bohçayla güçlükle ayakta durabilen, bir nene görmüş.
“Bana yardım et kızım”, demiş ona nenecik. “Uzun yoldan geliyorum, hem açım hem de çok yoruldum. Senden yardım istiyorum. Herkes bir şey için telaş içinde. Kimse yüzüme bile bakmadı. Ama seni de çok yorgun görüyorum ya…”
“Benim için üzülme, neneciğim, buyur gel içeri.” Altınparmak merhametle neneye koşarak böyle demiş. Yorgunluğuna rağmen, neneciğin bohçasını almış, eve girmesine yardım etmiş, onu oturtmuş, çabucak bir büyük kupa sıcak süt getirmiş. Süte banması için mis gibi kokan taze ekmekten iki kalın dilim kesip ona vermiş.
“Ye, nineciğim güçlenesin”, demiş ona tatlı tatlı bakarak. “Tekrar yola çıkmadan ne kadar istersen uzan dinlen”.
Nenecik sütünü içince Altınparmak’ı tepeden tırnağa süzerek ona şöyle demiş:
“Kızım sen yarın krala götürmek için gömlek hazırladın mı?
Altınparmak utangaç gülümseyerek cevap vermiş:
“Benim böyle bir şansım olamaz neneciğim. Ailemin pahalı kumaşlar ve altın sırmalar alacak parası yok. Ama ben bundan yakınmıyorum. Bildiğim sanatımla beni seçtiler ve birçok soylu bayan bana iş verdi böylece kendi çeyizim için bizimkilere yardımcı olabileceğim.
Nenecik onu gülümseyerek dinlemiş, gideceği vakit bohçasından bir paket çıkarmış ve verirken ona şunu söylemiş:  
“Kendine güvenmelisin kızım, sana hayatta verilen fırsatların boşa gitmesine izin verme. Bu pakette krala altın sırma işlemeli gömleği hazırlaman için her ne lazımsa bulacaksın ve yarın giymen gereken elbise için de…”
Altınparmak çok şaşırmış, ona teşekkür etmiş ve şöyle demiş:
“Rastgele beni seçerek layık gördüğünüz hediyeniz için size çok teşekkür ederim neneciğim fakat istesem de yetiştiremem. Eğer sabaha kadar gecelersem onları dikerim ama nakış olmaz, onun için günler ister, o kadar kolay değil. Yarın akşama kadar hazır olması olanaksız.
O zaman nenecik eski mantosunun önünü açmış, yıpranmış astarına tutturduğu bir iğneyi çekip çıkarmış ve onu kıza vermiş.
“Al onu”, demiş kızcağıza, “bununla her şeyi yetiştirebilirsin”. Git şimdi eve ve başla, zaman kaybetme, bitireceksin onu”, demiş ve bir anda gözden kaybolmuş.
Kız önce biraz şaşkınlık geçirmiş fakat çabuk kendine gelmiş. Doğru eve koşmuş, paketi açmış ve ne görsün! İçindeki saf ipekten kumaşlar, kadifeler, danteller, en güzelinden altın sırmalar karşısında duruyormuş. Hemen işe başlamış ve şafağa kadar bir gömlek dikmiş, yarı karanlıkta ışıl ışıl parlıyormuş. Ona nakış işlemek için nenenin verdiği iğneyi eline aldığı zaman ne görsün, iğne elinden kurtulmuş ve başlamış kendi kendine nakış işlemeye, hem de öyle çabuk yapıyormuş ki, nereden başlayıp nerede bitirdiğini göremiyormuşsun. Batıyor çıkıyor, ileri geri dönüp duruyormuş, az rastlanan güzellikteki şekilleri öyle bir işliyormuş ki insanın ağzı bir karış açık kalır, gözlerine inanamazmış. Garip olan şuymuş ki, dikiş sonrası temizlik için geriye hiçbir şey bırakmıyormuş, ne bir iplik parçası ne de düğüm geride kalmıyormuş. İğne işi böyle tertemiz bitiriyormuş. Nakışın neresi yüz neresi ters anlayamazmışsın! Nerede başlamış nerede bitmiş bilemezmişsin!
Kızcağız sonra eline harika beyaz bir kumaş almış ve dantellerle süslemeli çok basit bir gömlek ve ona bir yelek dikmiş ki görenin ağzının suyu akarmış. Daha biraz vakti varmış. O zaman sanatını ortaya koyarak koyu mavi kadifeden bir iki dikişle uzun bir eteklik de dikmiş. Sarayda giymek için harikulade, her parçası birbirine uyumlu bir elbise ortaya çıkmış. Sonunda onu bembeyaz dantellerle süslemiş ve iskarpincikleriyle de giyimini tamamlamış.
Her şey inanılmaz çabuklukta bitmiş ve Altınparmak sevinç içinde ağabeylerine koşmuş:
“Uyanın! Kalkın! Kente gitmeliyiz! Krala sunarken yanımda olmanızı istiyorum!”
Delikanlılar acaba rüya mı görüyoruz diye gözlerini ovuşturmaya başlamışlar. Şık ve zarif giysiler içinde karşılarında duran kız kardeşlerine bakakalmışlar. Altın işlemeli kral gömleği de tastamam hazırmış. Gördüklerinde büyülenmiş halde giyinmeye başlamışlar. Kardeşleri yolculuk için hazırlanırken Altınparmak onlara neler olduğunu bir bir anlatıyormuş.
Saraya vardıklarında, soylu prensesler pahalı mücevherler takıp takıştırmış, güzel giysileri içinde getirdikleri altın işlemeli gömlekleri sırayla krala sunuyorlarmış. Kral gözden geçirip kraliçeye veriyor ve sonra ikisi de genç kızların ellerini avuçlarında biraz tutarak selamlayıp hediyeleri için teşekkür ediyorlarmış. 
Hediyesini krala verme sırası Altınparmak’a gelince gömleği zarafetle krala uzatmış. O zaman aniden konuşmalar kesilmiş. Hayretten açılan gözlerin önünde bir terzilik ve nakışçılık harikası duruyormuş. Benzeri bir daha görülemezmiş. Sanki ona insan eli değmemiş. Kral ve kraliçe kutlamak için Altınparmak’ın ellerini avuçlarına almışlar ve ona teşekkürler etmişler. Kızcağızın ellerini, iğnelerin delik deşik ettiği parmaklarını okşayarak uzun süre tutmuşlar. Zira kısa zamanda gömlek üstüne gömlek nakışlamıştı kızcağız. Sonra bakışmışlar ve birlikte kafalarını iki yana sallamışlar. Karşılarındaki yeteneğin canlı bir kanıtıydı. Bütün ileri gelenler, zenginler, soylular, kral ve kraliçeyi terbiyeli ve utangaç bir reveransla selamlamakta olan geleceğin kraliçesini ayakta alkışlamışlar. Kızcağız sonra kızarmış yanaklarla prensin önünde zarif bir reverans yapmış. Öteki de güzelliğinden büyülenmiş olarak ona tatlı ve hoşnut olduğunu belirten bir gülümsemeyle cevap vermiş.
Ertesi gün kraliçe gelinini çeyizlerini sipariş etmiş; < Venedik’ten elbiseler, mücevherler>. Fakat gümüşleri krallığın ünlü gümüşçüleri hazırlamış ve o gümüşlerin şöhreti dillerden düşmemiş.
Soylu prensle Altınparmak günlerce süren şölenle düğünlerini yapmışlar. Yıllar sonra da kral ve kraliçe olup memleketi yönetmişler. Memleket refah içinde ilerlemiş ve krallığın halkı da mesut bahtiyar yaşamış.
Altınparmak aklı ve iyiliğiyle, sadakatla, kocasının yanında durmuş ve her daim zayıflara destek olmuş. Bir zamanlar fakir bir kız olduğunu ve önceki hayatını hiç unutmamış. Köyünün kızlarına bildiği nakış sanatını öğretmeye karar vermiş ve bunu aklından hiç çıkarmamış. Böylece onlara güzellikleri tanımaları, sanatın yararı ve değerini anlamaları için fırsat yaratmış. Bunun aynen, ibadet etmek gibi, mutluluklarının borcu olduğunu söylemiş onlara. Onlar da nakış işini sevmiş, hayal güçleriyle, hevesleriyle zenginleştirmişler ve sanatlarını çocuklarına her zaman öğretmişler.
Böylece yöreleri Krallıkta güzel nakış işleriyle çok ünlü, ayrıcalıklı ve biricik bir yer olmuş.
Altınparmak bütün nakış araçlarını onlara armağan ettiği zaman tanımadığı bir neneciğin ona verdiği sihirli iğneyi de aralarına koyduğu rivayet olunur. Lakin bu iğnenin şimdi nerede olduğunu kimse bilmiyormuş. Muhakkak ki şimdi bugün de orada bir yerlerdedir, sihirli iğne ve kraliçenin hüneri çok güzel nakışları yaratmaya hâla devam ediyordur.
Maro Matthaıou   06-02-2009     Kallony - Lesvos

***

Bu masal Kıbrıs’ın Lefkara denen çok güzel bir köyündeki nakış işleyen kadınlara adanmıştır. Şimdi zamanımızda da kumaş üzerine nehirleri, ağaçları, ormanı nakışlayarak çok eski bu geleneği sürdürmektedirler.

Lefkara’lı kadınlar çok hoş evlerinin rengârenk çiçekli avlularında büyüklü küçüklü arkadaşça oturup sohbet ederek aşkla keyifle biricik nakış işlerini yaratırlar, Lefkara’lı erkekler de memleketin dört bir yerini dolaşır satarlar, böylece yöreye zenginlik ve ilerleme sağlamış olurlar.

Şayet Lefkoşe yahut Larnaka’ya giderseniz Lefkara’ya kadar bir uzanıverin. Çok yakındır ve Altınparmak’ın kral için nakışladığı ve ona bir taht armağan eden o harikulade gömleğin benzeri şaheserleri yapan nakışçı kadınları görmek fırsatına sahip olursunuz.

SON

 

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder