24 Ağustos 2013 Cumartesi

VATANIM AYVALIK / bölüm: Sakız'lı Aziz Yorgis


Fotis Kondoğlu


 


VATANIM

AYVALIK

 
Yunanca’dan çeviren: Atila Aker
2001/  9.baskısından

 
 
Kitap  Sakız'lı Aziz Yorgis'in hikayesiyle başlıyor

 

Sakız’lı Aziz Yorgis 

                Bugün yine eski bir hikâyeyi yazmaya başlıyorum. Bu eski hikâyeleri eşeleyip ortaya çıkarıyor ve bütün çıplaklığıyla anlatıyorsam suçu bana ait değil. Halk bugün tamamen değişti, o yıllarda insanlarda mertlik vardı, onur vardı, öğrenme merakı vardı. Tanrı vergisi yeteneklerden böyle böyle hikâyeler doğuyor, ağızlarda dolaşarak eski devirlerden sana bana ulaşıyor, onların şan ve şöhretleri dünyaya duyuruluyor.
         Oturduğum buradan karşıdaki dağları görüyorum, kaleleri, ovaları görüyorum, zamanında kana susamış delikanlılar oraların içinde saklandı ve şimdi saban sürüyorlar. Oturduğum pencerenin karşısındaki Türkiye dağlarının görüntüsü bulanık denize aksediyor. Ben de oralarda doğdum, şayet şimdi buradaki biri beni o taraflara bakarken görürse gözlerimdeki yaşı da görür. Ama toprağına bastığım bu ada da ve buradan ötedeki topraklar da Türk’ten çok çekmiştir. Bastığın ve kalıp yaşadığın bu yerlerde, bu tarihi toprakların üstüne karıncalar gibi üşüşen, evlerimize girip namusumuzu iki paralık eden, kanımızı son damlasına kadar emen, bu vahşi köpeğin insafsızlık ve kabalığını görüp hatırlarsın. Korkunun binlerce kalbi durdurduğu günler, geceler geçti, bu ülke genç delikanlıları ve kızlarıyla, şimdi yeniden doğuyor! Bunca asır bu yılanın zehirli nefesiyle sararan ağaç nasıl kurumadı! İçimden sorguluyorum ve dağlara bakıyorum, soruyorum her şeyi görüp bilen toprağa, soruyorum denize… Sultanın turalı kanunlarıyla, semiz domuzlar viran kalelerde hâlâ sırt üstü uzanıp yatıyor, pastan yemyeşil olmuş maskelerini saklıyorlar. Mermer gülleler, çifte topuzlar toprağa sokulmuş duruyor, sahilin dalgalarında alam tarlam.(*)
Muhammet’in lanetli harfleriyle yapılmış plakalar duvarlarda duruyor. Karanlık bodrumların ve baruthanelerin içinden gelen, işkenceden gözleri yuvalarına çökmüş, bir köşeye kıvrılmış kansız bedenlerin çıkardıkları sesleri duyduğun zaman, kuşaklarında kamaları, kafalarında koca sarıklarıyla damların üstünde bağdaş kurup nöbet duran çeteleri, başıbozukları görürsün. Burçların dışından evler başlar, Türk evleri, oraya buraya serpilmiş bir yığın minare vardır. Haram yiyiciler, bağı bahçeyi, tarlaları aldı, mezar için bile yer bırakmadı. Ev sahipleri tekmeyi yiyerek kovuldu ve aç biilaç lağımlara, yıkıntılara sığındı.  Savaşın kanunu Türk için böyledir.
         Bu sefilliklerine rağmen, sultanın kulları veremli bedenleri içinde birazcık insani duygu taşıyordu. Rahatça, fazla çaba göstermeden. İstanbul’un düştüğü zamandan edinilen dehşet ve korkuyla, sararıp sola sola uzun yıllar geçti. Sonunda bu halk hayatını köpek gibi geçirmemeyi, köpeklere
_________________________________________________
(*)Alam tarlam: karmakarışık
Yazar hikâyelerinde o zamanki deyişle çokça Türkçe sözcük kullanıyor. Kitapta bunlar yatık harflerle yazılarak belirtildi. 

sırnaşmamayı başardı. Yönetimde hem paşalar, derebeyleri, ağalar, müftüler vardı ve hem de Hıristiyan kocabaşılar (Osmanlı döneminde şehir yöneticisi), ayan ve despotlar (idareciler) vardı. Ama bu ayan takımı ve kocabaşılar hallerinden pek de memnun efendiler değildi. Yüzlerinde sadece hüzün ve kaygının gölgeleri dolaşıyordu. Yanakları solgun, mütevazı ve mahzun bakışlı, bıyıkları burulmamış, sakalları berber tarağı görmemiş efendilerdi, onları görünce büyük soydan gelen beyler değil de münzevi aziz tipleri derdiniz. Türk ona dostmuş gibi görünüyordu, fakat reaya Türk’e asla güvenmiyordu. Soylu insanlar darağacında ya da kazığa vurularak ölüyordu, papazlar onları hançerle takdis ediyordu. Konuşmaları ağlar, şarkıları ağıt gibiydi, yürüyüşleri temenna ve selam aleküm. Zehir üstüne zehir.

***
       Duyduğum ve yazıya döktüğüm hikâye doğumumdan yüz sene önce geçmişti. Fakat canlanıp belleğime öylesine yerleşti ki sanki bugün yaşanmış gibi bana görünüyor ve hikâye ettikçe de gözlerimle görüyor gibiyim. Beni büyüten bu hikâyeleri bana o kadar iyi anlattılar.
         Her sene Kasım ayının 26’sında şehrin on iki çan kulesinde çanlar akşamdan hüzünle çalmaya başlardı ve bütün halk en iyi elbiselerini giyer çarşıya inerdi, mum yakıp yıpranmış bir taşın üzerine yapıştırır ve oradaki o taş plakanın üzerinde işkence gören Sakız’lı Aziz Yorgis’in kutsal başına dua ederdi. Çanlar gece yarısına kadar çalardı ve halkın çoğu o gece uyumazdı, evlerinde azizlerin yaşam öyküleri kitabından Aziz Yorgis’i okurlardı, yaşlılar boğazlanma gününden neyi hatırlıyorsa hikâye ederdi, daha yaşlılardan duymuş olsun olmasın. Böylece hüznü biz küçüklere düşer, kalplerimize kazınıp iki üç gün kalırdı, her birimizin algılamasına göre. Küçükten beri bana anlatılan hikâyelerin elimden yazılıp benden sonraya kalması için tuttuğum bir hatıra defterim vardı.
         Doğduğum çileli şehir şimdi yeryüzünden kayboldu, kiliseler cami, tavla oldu, Sakız’lı Aziz Yorgis’ın kemiklerini kim bilir hangi rüzgâr aldı. Piskoposun kutsal ikonalar ve silahlarla beraber onları da sakladığını öğrendim. O ve diğer bütün papazlar kılıçtan geçti ve kimse artık bize çarşıdaki o yıpranmış taşın nerede olduğunu bile söyleyemez.
         Anlattığım şehir, okur zannetmesin, adı çok bilinen şanlı şöhretli eski şehirlerden biri değildir. Ne Roma, ne Atina, ne Truva ne de bunlar gibi başka biri. Adı nerdeyse dünya âlemin belleğinden silinmiştir, karanlık tarihine, gizlide kuytuda olmasına rağmen, uzun lafa gerek yok, o ve tarihçi, ikisi bu görünmezlikte buluşurlar, dolayısıyla sonuç olarak hiçbirimiz tarihini ve şöhretini yadsıyamayız.
         Şayet rast gelir de Midilli boğazından bir gemiyle geçerseniz, güneşin doğduğu tarafta, Anadolu karası üzerinde alçak sıra dağlar görürsünüz. Kuzeye doğru Kaz Dağ yükselir, tarihçi Homeros bu büyük dağa İda diyor, dağın zirvesinde güya, on iki Tanrı oturup Truva savaşını seyretmiş, derler. Karaya daha fazla yaklaşınca, hiçbir yerde köy kent gözükmemesini yadırgarsın. Bir yığın büyük küçük ıssız ada etrafa saçılmıştır. O zaman dar bir girişten içeri girersin, Dalyan denir ona ve sanki bir kuvvet seni içeri çeker, umulmadık şekilde önüne büyük bir koy çıkar,  göl gibidir, dağların gerisinde bunun olabileceğini hiç tahmin edemezsin. Koyun içinde, gözlerden saklanıp oraya yuvalanmış sana anlattığım şehri görürsün.
         Ne zaman kurulduğunu sağlamına kim bilebilir! 1600’lere doğru kurulduğunu derler. Şehri inşa edenler korsanlardan kaçmak için gidip bu deniz kovuğuna yuvalandılar, nice keskin ağıtlar yaktılar denize. 1770 lere kadar bu insanlar, Türkiye’nin bütün Rumları gibi, Tanrıdan gizli yaşadılar. O zamanlar çok akıllı bir papaz ortaya çıktı ve neye el attıysa altından başarıyla çıktı, görüldü ki onlara Tanrı tarafından gönderilmişti. Onun adı Papaz Yannis İkonomos’tur. Kimileri onu tümden okuma yazma bilmez diye anlattı, kimileri de okumuş, Aynoros’daki büyük okuldan mezun dedi. Ne olursa olsun, adamın kentin direği olduğu gerçeği, üstün nitelikleri, korkusuzluğu ve politika yeteneği tek doğru olandır.
         Yukarıda, adı 1770 den sonra duyulmaya başlayan Ayvalık’ı anlattım.
 
         Türklerin Ruslarla büyük deniz savaşı o yıllarda Çeşme sularında oldu. Rusların bu büyük zaferini çoğu kimse bilir fakat bu zaferin İkonomos’a ne büyük şans getirdiğini herkes bilmez, bu olayla, böylece o da memleketi için bir zafer kazanmış olur.

         Türk donanması tarumar olup, perişan denizciler etrafa dağıldığı zaman, onlardan biri, Hasan Paşa - ve sonraları sultan ona kazandığı bir zaferden dolayı gazi unvanı verecektir - Azrail’den kıl payı kurtuldu. İstanbul’a karadan çekip gitmek istedi, zira deniz düşman tarafından tutulmuştu. Bir akşam vakti perişan halde İkonomos’un kentine konuk olmak şansına erdi. Papaz evine dönmek isteyen Türkü hanesine buyur etti ve yaralarını iyileştirip yeniden hayat verdi, o da İkonomos’dan gördüğü iyiliği asla unutmayacağına dair ant içti.
         Gel zaman git zaman, iki uzun sene geçti, Gazi Hasan Paşanın güçlenip, sultanın her şeye gücü yeten veziri olduğu duyuldu, İstanbul’da astığı astık kestiği kestikti. Bu haber İkonomos’un kulağına varınca oyalanmadan kalktı ve İstanbul’a gitti. Şehre gelince ilk olarak saraya çıktı ve baş sarraflar Mavroyenis ve Petrakis’i gördü. İkisinin de şehirde büyük gücü vardı ve arkadaşlarıydı, oturup Paşa’dan istediği yardımı beraberce kâğıda döktüler. 
        Sonra, tekrar saraya gitti ve Hasan Paşa tarafından canı yürekten kabul gördü, Paşa hatırını sorarak ondan ne istediğini sordu. O zaman İkonomos, kâğıdı açtı ve okuması için vezirin önüne koydu, bakalım onu ne kadar seviyordu. Ağzından çıkan vaadi kâğıtta görünce, adam doğru sultana çıktı ve rica etti, papaz eli boş gitmesin, dedi. Onu evine yarı çıplak halde kabul ettiğini ve yaralarını iyileştirdiğini söyledi. Ve gerçekten, sultandan çıkan fetva İkonomos’un kentine verdikleri imtiyazları sıralıyordu:

a)    Şehir içinde evi olan bütün Türkler derhal aileleriyle etraftaki Türk köylerine göçecekler. Hiçbir Osmanlı şehirde ev açmayacak hane kurmayacak. Türk atlısı horoz ötene kadar şehre girmek için yaklaşmayacak. Şayet ordudan önemli biri içeri atlı girecek olursa, hayvanın nallarını çıkaracak.

b)    Şehir, civara atanacak derebeylerinden bağımsız olacak.

c)    Yönetim ve mahkeme yerli Hıristiyanlara verilecek, onlar da her sene için kırk sekiz bin kuruş haraç ödeyecek.

d)    Kaymakam, ağa İstanbul’dan gönderilecek, fakat Hıristiyanların isteyip seçtiği kişi atanacak. Maaşlarını Hıristiyanlar ödeyecek ve ne zaman isterse değiştirebilecek.

e)    Kadı İstanbul’dan ya da başka yerden gönderilecek, fakat aylığını Hıristiyanlar ödeyecek.

f)     Garnizon komutanının şehirde oturmasına izin yoktur, yakınından dahi geçmeyecek.

g)    Şehir eskiden olduğu gibi öşür vergisi vermeyecek. Bununla beraber zeytini olup da hali vakti yerinde olanlar her ağaç için iki para ödeyecek.

 

         Ve daha bir sürü madde. Ferman, Ayvalık çevresindeki üç Türk köyünü de kapsıyordu ve dahası vardı; İstanbul Boğazının girişindeki Rum köylerini de içine alıyordu. Onlara Gavur Kioya deniyordu.

İkonomos bu hediyeyi elinde tutarak sevinçle memleketine döndü. Bölge bundan çok hoşnut oldu ve İkonomos’a bin kere şükretti, derebeyleri Ömer Ağa ve Burunoğlu mahalleleri titretiyordu ve kan emici Bergamalı Karaosmanoğlu da aynıydı, onlarla savaştı, sadece İstanbul’un büyük hatırıyla değil, silahla da, bütün Hıristiyanlarını silahlandırarak.

         Memleket zamanla doruğa çıktı ve büyük nüfusa sahip oldu. Zulmedilen Hıristiyanlar adalardan, Anadolu’nun Rum diyarlarından ve Mora’dan kaçıp gelerek bu şehirde sakin bir sığınak buldu.

         Endişelerden kurtulunca meşhur ‘Panagia Orfanon’ kilisesinin 1870 de temelini atıp inşa etti. Minberiyle, biri piskoposa diğeri başpapaza ait fildişi ve abanozdan iki piskopos koltuğuyla, Eritre denizinden çıkarılmış sedeflerle yapılan süslemeleriyle ve daha; bütün hepsi büyük ustalık işi bağış kutusu ve rahlesiyle, teblo’suyla (mihrabı minberden ayıran ahşap işi perde) kilise başlı başına büyük bir sanat eseriydi. Kilise duvarlarını da çok başarılı resimlerle süsletti. Yerli sanatkârlara harika tören giysileri ve buhurdanlıklar sipariş etti, böyle bir kilise Anadolu’da ilk defa görülüyordu.

         Kiliseyle beraber büyük bir okul da inşa etti, özellikle dışarıdan gelen öğretmenler ve öğrencilerin kalmaları için yaptı. İçinde din, felsefe ve daha başka kitapların olduğu, okulun bir kütüphanesi de vardı. Bu okul sonra bütün dünyada çok meşhur oldu, İkonomos artık öldükten sonra Ayvalık’tan Sarafis, Lesvos’dan Venyamin ve meşhur Teofilos Kayris öğretmen olarak gelip kaldılar.

         Fakat İkonomos işlerinin meyvesini göremeden gitti, elli altı yaşında öldü. Memleketi için ne mümkünse yaptı ama düşmanlarının şerrinden çok üzgündü, arkadaşı Petraki’nin 1786 da İstanbul’da sultanın emriyle ölümü onu çok sarstı. Karaosmanoğlu İkonomos’tan öyle korkmuştu ki öldüğünü öğrenince, doğruluğuna inanmak için mezarına gitti açmalarını buyurdu. Naşını görünce ağladı ve onun soyunu düşmanlarının saldırısından korudu. O yıllarda onun kadar akıllı, politik ve korkusuz başka bir Hıristiyan Anadolu topraklarında görülmedi. Her sorunu iyi sonlandırdı ve karşısındaki koca Türkiye’ye rağmen korkmadı.

         Bu ışığı, bu gözü pekliği Aziz Kostantinos’un kılıcından, Aziz Yorgis’in gücünden ve sarraf başı Petraki’nin hediyesinden aldığını söylüyorlar. Kılıcın bir tarafına ilahinin sözleri yazılmıştı. Diğer tarafına Hristos (İsa) kazınmıştı. Elbette, Kapodistrias’a (Yunanitanın kuruluş önderi ve geçici ilk başkanı) hediye edilen bu kılıcın Sira’da (Yunan anakarasındaki bölgeler) artık gereği kalmadı, dediler. O da onu aldı Rus Çarı I. Nikolas’a gönderdi ve bu kılıç Kırım savaşında kuşanıldı.

 

***

        

         Hikâyemden çıkan her şeyi bir yere getireceğim.

         Yunan ayaklanması yıllarıydı, Ayvalık diğer Anadolu şehirlerinin bir ilki olarak Türklerin haritasından çıkarılmıştı. 1828 Mayıs’ının ilk günlerinde liman dışında Yunan gemileri görünmüştü. Türk kadırgaları ağır ve az yolluydu, Yunan gemilerine yetişemiyordu, böylece Yunanlılar ilerliyor ve adalara asker çıkarıyordu. İçi silme Bergama’dan Türk askeri dolu iki büyük kayığı liman dışında yakmışlardı bile, askerler oradan Rumeli’ye (Anadolu içine) geçmeye çalışıyorlardı.

         Çok geçmeden Bursa ve Aydın paşalarına sahilleri iyi korumaları için İstanbul’dan emirler yağdı. O zaman Bursa paşası vaziyet alarak, emirlerle her taraftan Ayvalıklıları sıkıştırmaya başladı. Ama can alıcıları Bergama ağası oldu, çünkü o emirleri vezir Halit’den alıyordu, Vezir Halit de amet-muhamet (*)-ne pahasına olursa olsun- diyordu, her ne pahasına olursa olsun Anadolu’nun ilk Hıristiyan şehrini yok etmek istiyordu. Çeteler ve zeybekler, bunca yıldır kana susayan vahşi sürüleri, masum şehrin üzerine çullanmak için bu anı bekliyordu.

         Mayısın 15 ine doğru, tepelerde yedi yüz kadar atlı göründü, bunlar şehri karadan kuşatmıştı ve çarşı içine konuşlanmak istiyordu. Fakat şehir eşrafı şehre girmemelerini rica etti, askerle Hıristiyanlar arasına şeytanı sokacak bir çatışmadan çekindiler. Böylece Türkler de gitti ve bir saat uzaklıktaki ovaya üst üste çadırlarını kurdu.

         Fakat biraz ötede, yeniçerilerle yakın köylerden gelen tepeden tırnağa silahlı çete grupları buluşup bir araya geldi. Subay da şehre adam gönderdi ve Hıristiyanlardan bin kadar tüfek ve kama teslim almak için arama yaptırdı. Hıristiyanlar da gerçekten başka bir şeylerinin olmadığını söyleyerek ona çok para verdiler. Türkler kırlarda dolaşan çobanları yakalayıp öldürdü, çiftlikleri ve ağılları yağmaladı.

         Zavallı Ayvalıklılar hayatlarını ve namuslarını koruma kararı aldı ve her biri olabildiği kadar silahlandı. Türk subay Bursa paşasına Ayvalık ayaklandı diye haber yolladı. Bu olanların üstüne liman açıklarında Türk gemileri göründü.

Karadan ve denizden kuşatılmış Hıristiyanlar gemilere yolladıkları heyetle hediyeler gönderdi, diğer bir heyet de ağayı görmek için Bergama’ya gitti, Bursa paşasına ulak çıkarmasını isteyecekti. Fakat bu kargaşa içinde onlardan haber alınamadı. Mayısın 17 sinde Psarianos Papanikolis şaşkınlıktan havaya sıçradı, bir Türk firkateyni Eresos (Midilli güneyinde köy) yakınlarındaydı ve diğer bütün donanmayı önüne katmış kovalıyordu, gitti ve onları Boğaz’ın içinde kıstırdı.

         Galipler Ayvalık sularında göründüğü gün diğer Türkler de onlara destek için tepeleri ve iskeleyi tuttu. Yunan gemileri Ayvalıklıların ne kadar kötü durumda olduklarını öğrenmişti. Halkın çoğu gizlice Moskonisya’ya (Cunda adası) geçti.

         Haziranın 2 sinde, tatlı bir şafak vakti, üç bin yeniçeri şehre girdi ve iskeleyi zapt etti. Davut Paşa kocabaşından askerin iaşesi için binlerce kuruş talep etti. Fakat ona para olmadığını söylediler, çünkü şehrin zenginlerini asker baskıyla memleketten kaçırmıştı, çok önceden gitmişlerdi. Türkler o zaman palaları bilemeye başladı, halk evlere kapandı katliam vaktini bekledi. Ama Tanrı onlara yine yetişti.

         Birden yetmiş kadar Yunan gemisi Hıristiyanlara yardım için liman dışında göründü ve Moskonisyalıları gemilere almaya başladı. Halk, bir insan yanında ne kadar götürebilirse, eşyasını aldı ve kapılardan fırladı, sahile akmaya başladı. Ağıtlar, feryatlar. Adamlar, kadınlar, genç kızlar, yaşlılar, çocuklar gemilere kapağı atmak isteyerek umutsuzca birbirini ezmeye başladı. Bir kısmı kayıklara bineyim derken denize düştü, bazıları sövüp sayıyordu, bazıları ağlıyordu, bazıları çoluk çocuğuna sesleniyordu. Kayıklar kalabalıktan battı, kayıkçılar hasardan endişeleniyordu, üzerine atılan çılgına dönmüş halkı bir an evvel alıp kürekle karadan uzaklaşmak istiyordu. Kayıklar dolunca karadan açıldılar. Binemeyenler ümitsizce yüzerek gidip kayıkları kuşatıyor ve üzerine yapışıyordu, o zaman da küpeşteye asılan parmakları bıçakla kesiliyordu ve kafalarına nacaklarla baltalarla vuruyorlardı, gözlerine sırık sokuluyordu. Hâlâ sokaklardan çıkıp denize doğru akan şaşkın insan kalabalığı vardı, ulumalar ve tedirginlik gittikçe artıyordu.

         Bir gün bir gece böyle geçti. Gece yarısına doğru yeni ordu kopup geldi.

         Ertesi sabah güneş doğunca ve günlerden Haziranın 3 üydü, geride kalan sahildeki küçük kalabalık yaprak gibi titriyordu. Bir yığın tekne aralıksız gelip gidiyordu, tirhandiller, sandallar, derme çatma sallar, kürekle ve yelkenle halkı taşıyordu, çünkü gemiler liman dışında demirlemişti, şehre üç dört mil uzaktı.

         Sabahın dokuzuna doğru, boğaz girişinde, Yunan gemilerinin birkaç filikası göründü, içi silme deniz piyadesi doluydu. Karadan bir tüfek patlayınca yaylım ateşi başladı. Türkler iskeleden ve ele geçirdikleri denize yakın evlerden atıyordu. Denizciler tüfeğe aldırmayarak yanaştılar ve bin adamı paldır küldür dışarı çıkarmayı başardılar. O zamanlar bütün Ayvalıklılarda silah vardı, gemidekilerle birlik oldular ve Türklere karşı koydular. Fakat biraz sonra Türkler çarşıda mevzilendi ve iki saat boyunca dayandı, ama sonunda pes ettiler ve oraya buraya dağıldılar, sağı solu ateşe verdiler, sonra bir yere mevzilendiler ve tekrar şehri kuşattılar.

         Yunanlılar da Türklerin peşini bırakmıyor, artlarından diş gösteriyordu. Görülmemek için kendilerini çalılıklara atan kardeşlerini Azrail’den kurtarma arzuları böylesine kuvvetliydi.

         Güneş batana kadar alevler evleri yakıp kül etmişti, sadece dumandan kararan duvarları kalmıştı ve gökten kül yağıyordu.

         Gemiler yelkenlerini köküne kadar basmış gidiyordu. Onları yüz elli kadar lebalep insan dolu yerli kayık takip ediyordu. Geride nöbet tutmak için kıyıda kalmış beş altı büyük parça teknenin dışında, hepsi beraberce Psaras Adasına doğru yol alıyordu. Gece yarısına doğru Türklerin tekrar şehre inerek, yağma için kavrulmuş evlerine girdiklerini anladılar, karaya birkaç adam çıkardılar ve onların canına okudular.

         Bu üç savaşta bin beş yüzden fazla Türk öldü, Yunanlılar sadece yüz elliydi, ölü ve yaralı. Ayvalıklıların çoğu kurtuldu. Diğerleri ne Türklerle savaştan ne de yangından kayboldu. Bir kısmı kayıklara tutunmaya çalışırken boğuldu diğerleri de yine gemilere binerken can verdi.

         Psaras’dan sonra nerede yaşayabilecek yer bulabildilerse oraya gittiler. Çoluk çocuk adalara dağıldılar, adamlar Türklere karşı savaşan savaş taburlarına gittiler.

         Bin kadar Ayvalıklı meşhur savaş kahramanlarıyla omuz omuza savaşarak öldü. Seksen kişisi Yatrakos’laydı. Elli kadarı, Ayvalıklı Dimitros Kapadaros ile beraber mücadele ettiler. Diğer üç yüzü Argos Dramalis’te savaştı. İkonomos’un oğlu da orada öldü. Diğer yüz Ayvalıklı kuşatılmış Atina Akropol’unu koruyan Kriezis ile beraberdi. Altmış Ayvalıklı Kalamata’da Balestra savunmasındaydı, orada iki yüz kişi bir yıl içerde kaldı, onlara Tarelas komutanlık ediyordu. Çoğu Peta savaşında öldü. Yannis Saltelis Psaros kalesinde barutu ateşe verdi,  Ayvalıklılarla beraber içerde kapana kısılmıştı, hepsi havaya uçtu. Dimitros Saltedis, Miaulis’e eşlik ediyordu, hepsi yürekli kişilerdi, onun sekreteriydi. Angelos Zodanos Peta savaşında kahramanca vuruşarak öldü, Normanların dost taburunda. Aynı savaşta Manolis Amanitis elinde bayrakla büyük kahramanlık göstererek öldü, Yatrakos’la beraber, Mavrokordatos’un ordusunda, kardeşi Gavrilos Amanitis işleyen yaralarından ötürü öldü. Dimitris Ciciris Atina Akropoluna ilk giren oldu ve burcun üstünde öldü. Panayotis, Pisas Karisto’da, Favieros’un ordusunda aslanlar gibi savaşarak öldü ve Tanasis Pisas, Turlotis savaşında büyük delikanlılık gösterdi, Sakız’da Favieros’un harekâtında.

         Git gide hikâyemden çok uzaklaştım. Fakat bütün bunları laf olsun diye yazmadım, akıllara sokayım ki bu kitap ilerideki sayfalara arzuyla ilerlesin, bunca unutulmuş değeri hatırlamak ve hatırlatmak benim boynumun borcudur, bir solmuş çelenk için.

         Adam oraya buraya gidiyor, türlü türlü memleketlere seyahat ediyor, vahşi dağların arasından geçiyor, evine gitmek için acele ediyor, kalbi dışa o kadar kapalı ki sanki birinin diğerine sessizce dokunması gibi. Ve bastığı yerler için içinden diyor: “Buralarda, bu vahşi taşların içinde, insanoğlu hiç yaşamamıştır!”

         Rüzgâr pırnal çalılarının ve meşelerin arasında hafifçe esiyor. Bir kuru yaprak düşüyor ve öyle çok gürültü çıkarıyor ki insan yürüyor dersin. Hâlbuki kimse yürümüyor. Bir taşa oturuyorsun ve düşünceye dalıyorsun. Burada, bu dağlarda, şu oldu bu oldu, kurşun atıldı, insanlar öldü. Bütün bunlar kitaplarda yazılmıştır. Ama kitaplar raflarda örümcek bağlar ve dağlar ıssızlıkta fark edilir. Kimse artık neler olduğunu aklına getirmiyor. Güneş doğuyor, kuşlar cıvıldayarak uçuşuyor, böcekler toprakta orada burada dönüp dolaşıyor, sıcak reçine kokusunu etrafa saçıyor. Sessizlik ve ıssızlık öteden öteye.

         Tere batmış bir yolcu taşlı patikayı çıkıyor, duruyor, etrafına bakıyor ve dinlenmek için oturuyor. Alık gibi tekrar kayalıklara bakıyor, hâlbuki tek fısıltı çıkarmadan oldukları yerde duruyorlar, denizi kapatan diğer dağa bakıyor, sonra yerinden kalkıyor, bastonunu alıyor ve yoluna devam ediyor.

         Gece geliyor. Kuşlar uyumak için tünüyor, ağaçlar hayaletler gibi orada burada. Yolcu artık fakirhanesine varıyor. Dağların üzerinde sadece nakışlı gökyüzü var ve karanlık vadilerin içinde akan suyun sesi duyuluyor.

         Peki, öyleyse, yıllardan beri yok olmuş ve dağların içinde boğulmuş o insanın anılarında boy gösterecek olan nedir? Ahmakca ıssız kayalarda oturuyor ve kendi merakını dile getiriyor. Hâlbuki o yerde, ayak basmamış topraklarda, ıssız derbentlerde ve rüzgârlı kayalıklarda kalplerimizin kanı boşalmıştır. Çeşitli kitaplarda tarihi okuyorsun ve oralarda yürüdüğünü, sayfaları içinde meşhur biriyle karşılaşacağını sanıyorsun. Aşkolsun sana! Dağlar unutur, kaleler yıkılır, mahkûmlar dilsizdir, kemikler çok çabuk erir. Mademki insan da kendi dertlerini unutuyor, onlar neden acımıza vurdumduymaz olmasın! İnsan onurlu kalıntılarını unutulmaya bırakıyor. Her daim onurlu bir yürek için toprakta yatanların üstünde, içinde herhangi bir şey hissetmeksizin yürüyor.

         Fakat ben her hangi biri gibi, günümüzde öyle yaşamak istemiyorum. Gidiyorum ve Ayos Vima’da gizlice ağlıyorum, Türkü de Rumu da onu devirdi yere, oraya buraya dağılmış taşlara kulak kabartıyorum, eski ikonaların önünde duamı ediyorum, beni kutsuyorlar ve günahlarımdan arındırıyorlar.

         Okuyucum, sanırım duygularımı ve özlemimi anladın. Şimdi hikâyeme başlamanın zamanı geldi.

 

***

         1790 a doğru sultan tarafından Kavala’ya gerçek bir canavar atanmıştı, adı Mustafa Ağa’ydı. Rumları gözünü kırpmadan asıyor ve kazığa vuruyordu. Bir yığın zavallı fukara kaleye tıkılmıştı ve orada açlıktan, soğuktan ve hastalıktan ölüyordu. Tek tutkusu Hıristiyanlara din değiştirtmek için işkence etmekti.

         Türkler, dinlerinin en dindarına sahipti, Türklerin çoğu, bizim aziz dediğimiz gibi, kendi dillerinde ona dede diyordu. Hıristiyanları yine dehşet almıştı, onun için kafasında boynuzları var veya şeytan diyorlardı. Canavar, Karamanlı bir pehlivanı Ceneviz’den kalma kalenin harap baruthanesinde yatırıp besliyordu ve Hıristiyanlardan kimin kafasını kestirecekse ona gönderiyordu. Karamanlı da onları gömülmeden yaşayan ölülerin zindanına atıyordu, Paşa tebdili kıyafetle, yanına müftü ve üç dört silahlı adamı alıp geliyordu. Karamanlı da yanında bir Arnavut’la, beline önlük kuşanmış olarak, elinde bir kasap bıçağı,  içi un dolu bir teknenin önünde onları tam tekmil bekliyordu. Paşa konuşmadan diz çöküp namaza duruyordu. Sonra müftüyle beraber basamakları iniyorlar ve fukaraların içeri kapatıldığı zindanın kapısında biraz duruyorlar ve içlerinden bir dua okuyorlardı. Dua bittiği zaman, teknenin yanına gidip dikiliyorlardı. O zaman Karamanlı mahmur gözlerle kapıyı açıyor ve zavallılardan rastgele birini saçından çekip tekneye kadar sürüklüyor sonra silahlı adamlardan biri kurbanın ellerini bağlayıp, böğrüne bir tekme vurarak diz çöktürüyordu. Karamanlı kafayı kesiyor, bıçağı bırakıp gövdeyi burun üstü teknenin içine yuvarlıyordu, Arnavut hemen, fıskiye gibi fışkıran kanla unu yoğurup kırmızı hamur yapıyordu. Gövdenin suyu iyice süzüldüğü zaman beş altı küçük ekmek elle yoğrulup yapılmış oluyordu ve temiz bir örtüye sarılıp müftüye veriliyordu sonra da hepsi birden çekip gidiyordu. Onları pişiriyorlar ve Mustafa Ağa’nın emriyle Mekke’ye yolluyorlardı. Çok ekmek yapıyorlardı, zira her seferinde sadece birini boğazlamıyorlardı, beşini onunu topluca kesiyorlardı. Bu kudurmuş köpek Kavala’nın kanını tüketti.

         Bir gün on kadar Hıristiyan çocuğu karpuz çalmak için bir Türk bostanına girdi. Fakat Türk hemen haber aldı ve önce bir tüfek atıp sonra onları kovaladı. Çitten atlayıp kaçtılar. Sadece daha küçük bir çocuk, adı Yorgis, adımlarıyla diğerlerine yetişemeyip geride kaldı, tarlanın içinde ağlayarak oturan zavallıcığı bostancı yakaladı, ertesi gün paşa’ya teslim etti. O da çocuğu korkutmak için zindana kapatmalarını emretti, sonra da bir Türk ailesine verdi. Kara Ali diyorlardı ve kale içinde evi vardı, çocuğun sırtını sıvazlayıp öğüt verdi, olabildiğince iyi yedirdi, kırmızı kuşaklı gösterişli esvaplar giydirdi ve oynaması için çocuklarının yanına kattı. Harcamaları için de ona istediği kadar kuruşu verdiler.

         Bu çocuk Sakız’ın Pitios köyündendi. Babası Paraskefas isimli bir denizciydi ve anası Angeru onu dokuz aylıkken yetim bırakmıştı. Babası tekrar evlendi ve çocuğu üvey anası büyüttü. Büyüyünce sanat öğrenmek için bir ağaç işleri ustasının yanına girdi, adam kiliselere teblo yapıyordu, adı Vizetis’ti, çocuğu yanına aldı Psaras’a götürdü, orada Ayos-Nikolas kilisesinin teblosunu yaptı. Fakat Yorgis bir gün ustasından gizlice, adadan kaçtı ve Kavala’ya gitti, orada da yukarda anlattığım gibi Türkler onu yakaladı.

         Sonradan anlaşıldı ki o ailenin yaptıkları Paşa’nın emriyle oluyordu. Daha öyle küçükken, güzel esvabın tadını aldı ve Türk çocuklarına alıştı, lafı fazla uzatmadan, türlü türlü sırtı sıvazlanarak ve nefsi gıdıklanarak kandırıldı, evinde bunlar yoktu, böylece ailesine dönme isteğine son verdi ve bir yığın Türkçe laf söylemeye başladı.

         Aradan bir süre geçtikten sonra, Mustafa Ağa Kara Ali’yi yanına çağırdı ve Hıristiyan çocuğunu da yanında getirmesini istedi. Çocuğu getirilince yanına oturttu ve Kara Ali’yi gösterip onun bubası olduğunu söyleyerek tatlı bir dille konuşmaya başladı. Biraz cesaret bulunca, çocuğa tövbe ettirmek istedi, ona İsa ve azizlerin yalan, Muhammet’in peygamber olduğunu, bütün insanların ona secde etmesi gerektiğini ve kendilerinin Allahının gerçek olduğunu söyledi. Hıristiyan kavmi lanetli ve uğursuzdur, Türklerin kölesi olarak yaratılmıştır dedi. Ezcümle, paşa ona Türk olmak ister misin diye sordu, öyle yaptığı takdirde gül gibi geçinip rahat edeceğini, şayet istavroz çıkarmayı, Rumca konuşmayı bırakmazsa onu koyun gibi boğazlayacağını söyledi. 

         Bütün bu yapılanlar, din değiştirmek isteyen boş gezen aylakların hepsine yapılmıyordu. Zira Yorgis güzel, zeki, al yanaklı gürbüz bir oğlandı, pohpohlar bunun içindi. Fazla uzatmayalım, bunu kotardılar ve aynı akşam Kara Ali’nin evinde oğlanı sünnet ettiler ve adını Ahmet yaptılar.

         Ergenlik çağına gelince yaptığının idrakine vardı. Düşüncelere daldı ve yalnız kalınca ağladı. Kendine baktığında elbiseleri tuhafına gidiyordu ve iç geçiriyordu. Bütün bu olanlardan sonra Rumlardan kaçmaya başladı, görüp tanımalarından utanır oldu. Zaman zaman, onu Ahmet diye çağırdıklarında şaşırıyordu. Ana babası, Rum akranları, adı ve vaftiz babası aklına geliyordu ve yüreği sızlıyordu.

         Bir yıl olmuştu, Kara Ali’nin evinden ayrılmıştı, çünkü Kara Ali’nin bakacak çok çocuğu vardı. Şimdi bombardo teknesi (topla donatılmış gemi) olan, Haşere-baba denen biriyle kalıyordu. Adam artık denize çıkmıyordu, kendisi daimi karada oturuyor ve evli iki oğlunu gemide çalıştırıyordu, Yorgis’i de yanlarına almışlardı. Kışın gemiyi kızağa çektikten sonra Ahmet Haşere-baba ile kalıyor ve Türk mahallesinden dışarı çıkmıyordu.

         O yıllarda Türkler denizcilikle uğraşıyorlardı ve bir miktar çeşitli gemilerden mal mülkleri vardı, bunlar daha çok karavoska (400 tonluk direkli büyük gemi) ile toplu gemilerdi ve Midilli, Sakız, Molivos, İstanbul Boğazı ve Kavalaya kadar çalışıyorlardı.

         Haşere-Baba’nın gemisi bir süreliğine iş için Karaburun’a kiralandı ve Ahmet de oradayken, bir gün Çeşme’de Kırmızı Cami’nin önünde oturup kahve içiyordu, birden karşı Sakız dağlarından büyük bir gözün ona baktığını fark etti ve donup kaldı. Diğer bir defa da, Aziz Yorgis’in belli gününde, yine orada geniş bir bankonun üzerinde bağdaş kurmuş oturuyor ve gelen geçen halkı ve at sürülerini seyrediyordu, tam öğlen vakti, silahlı bir İslam Arnavut meydanda koşarak ve bir takım el kol hareketleri yaparak ona doğru yaklaşıyordu. Alışılmamış görünüşü ve eski devirlerden kalma silahları onu ürkütmüştü. Kalkıp içeri girmeye davrandı, çünkü kafasına bir ağrı saplanmıştı ama başını çevirene kadar silahlı adam kayboldu.

         İki üç gün ağzına tek lokma ekmek ve su koymadan gizlice ağladı. Hıristiyan’ı ortada görmediği için bombardo onsuz bir sefere çıktı, o da Haşere-babanın bir yeğeninin yanında kaldı, adamın Karaburun üzerinde Kızıl Dere’de bir çingene çadırı vardı. Orada, kendini zorlayarak geçmişini unutmak için üç sene çalıştı. Ama efendisi ölünce, Çeşme aklına takıldı ve oraya gitti, Kavala’dan tanıdığı bir Türk gemi kaptanını buldu, zira bir adama ihtiyacı vardı, adam onu kayığına aldı ve böylece önceki zanaatını bulmuş oldu. 

         Bir gün, Sakız’a kereste indirmişlerdi, orada bir Hıristiyan gördü, iskeleden geçerken rastlamıştı, yaşlı biriydi. Yorgis kafasını çevirip, ona baktı ve gözlerini üzerinden ayıramadan durdu kaldı. O adam da ısrarla ona bakıyordu, bakmaktan adamın boynunun tutulduğunu ve dizlerinin bağının çözüldüğünü anladı, iskele tahtasından atlayıp denizde kaybolmak istedi. Ama Hıristiyan ona yaklaşıyordu, selamladı ve şöyle dedi:

         “Sen gerçekten Yorgis değil misin? Çocukluğundan beri seni görmedim, şimdi delikanlı olmuşsun ama yine de seni tanıdım!”

         O an laf boğazında düğümlendi ve hemşerisi karşısında taş kesildi. Bütün bunların üstüne biri gemiden ona seslenmez mi:

         “Ahmet! Ahmet!”

         Dindaşına böyle seslenildiğini duyan Hıristiyan şaşırdı kaldı ve ona şöyle dedi:

         “Ulan Yorgi, ben ne duyuyorum? Neden bir şey söylemiyorsun?”

         Fakat o kafasını eğdi ve kayığa gitti.

         Acısı içini yaktı ve günden güne iyice dalgınlaştı. Ağzından zehir akıyordu. Gözleri yuvalarına çökmüş ve her zaman hüzünlüydü, saç sakal birbirine karışmış, bıyıkları ağzına giriyordu. Ne kahveye, ne camiye ne de başka yere gidiyordu. Limanda canlının uğramadığı bir köşeye çekilip oturuyordu, şayet birinin yaklaştığını görürse mezarlığa gidiyordu, zira orası birazcık daha sakindi. Kızarmış servilerin altında sırt üstü yatıp gökyüzüne bakarken içindeki hüzün onu yabanileştiriyordu.

         Efendisinin evi Sakız’da kalenin içindeydi. Türkler Ahmet’i böyle yalnız suspus görünce sebebini öğrendiler ve ondan kuşkulanmaya başladılar. Pişmanlık duyduğunu anladılar. “Gâvuru ne yapsan gâvurdur!” Sonunda onu öldürmek için anlaştılar.

         Mamafih, delikanlı hiçbir şeye aldırmıyordu. Artık zevk aldığı bir şey yoktu. Fesi kir pas içindeydi, elbisesi üstünden dökülüyordu, mintanının dirsekleri delik deşikti. Kuşağında bir elma soyacak çakısı bile yoktu, çakmağı da yoktu, bu züğürt diğer taraftan günde on çubuğun üstünde tüttürüyordu. Doksan yaşında bir ihtiyar gibi, ellerini arkasında bağlamış iki büklüm yürüyordu ve yavaş yavaş melankolik biri olup çıkmıştı.

         Bir sabah şafaktan önce yatağından kalktı, zira sıkıntı basmıştı ve uyuyamıyordu. O saatte denizde ve karada her şey uyuyordu. Denizden esen taze güney rüzgârı ıslak gökyüzünden damlalar serpiştiriyordu. Limana doğru yürüdü, Hıristiyanların kayıklarını bağladıkları yere varınca gizlenmeye çalışan iki gölge uzaktan gözüne ilişti. Ama iki gölgeden biri birden yolun kenarında durdu.

         Yorgis’le eskiden beri konuşan bir Hıristiyan’dı. Kılığından onu tahmin etti ve yaklaşmasını bekledi. Yorgis yaklaşınca ve tanıdığından emin olunca ortaya çıktı, yanına gitti selamladı ve konuşmaya başladı:

         “Niçin dinimizi inkâr ettin Yorgi? Neden soyumuzu rezil ettin? Hem cehennemlik oldun hem de soyuna utanç verdin! Vaftiz olduğun suyu kirlettin, vaftiz babanı da cehenneme yolladın! Seni görüyorum içim kan ağlıyor! Esvabın da aynı, o da üstünde feryat ediyor! Tanrı günahları büyükse günahkârı böyle terbiye eder, ama sürüden ayrılan zavallı koyunu kurtarmak için merhameti sonsuzdur! Şimdi bütün açıklığıyla elini verdi, senin selametin için! Bu vakitte iskelede ne aradığını sanıyorsun? Seni Meryem dürttü ve uyandın, bir daha günah uykusuna yatmamak için! Ben de öyle, bu vakitte evinin dışında ne arıyorsun diye bana sormuyorsun, mahalleden geçinceye kadar rüzgâr kalpağı başımdan aldı ama donumu kıçımdan sıyırmaya yanaşabildi mi? Çocuğum, aynı borcumuz için bizi karşıladı bugün İsa! Uzaktan göründüğün vakit, ben ve Yanis kaptan Beteftis’in kayığından çıkıyorduk. Birkaç gündür karar aldık, inkâr ettiğin tanrı adına Sakızdan ailelerimizle gizlice kaçalım dedik, zira paşanın adanın fakir fukaraları içinden başka Hıristiyanların da kafasını keseceğini duyduk. Buna karar verdik ve teferruatı konuşmak için üçümüz dün gece kayıkta buluştuk. Konuşarak bütün gece gözümüzü kırpmadık. Demem o ki yarın gece yarısını geçince buradan yelken basacağız, şimdi hava da yardım ediyor, çünkü kayığın burnunu Ayvalık’a doğru vereceğiz, çünkü oradaki Hıristiyanların rahatı yerindeymiş. Tanrının sana sunduğu cömertliği gör ve kendince değerlendir, Türkleri bırak ve tekrar git Hıristiyan gibi yaşa, anan baban gibi. İstavroz çıkar ve bizimle gel!”

         Onun suspus dikildiğini görünce tekrar konuşuyor:

         “Yorgi be, neden kararsız dikilip duruyorsun?

         Yorgis o zaman ağzını açmasıyla ağlamaya başlıyor:

         “Dilim uyuştu, konuşamıyorum! Benimki gibi böyle günah kimin başından geçti? Bu ateşin üzerinde kim kızardı? Aman! Tanrı neden koydu benim için böyle bir utancı? Fakat kulaklarım duyuyor, başkası da kalbimi duyuyor! Bana Ahmet diye sesleniyorlar, ben Yorgi diye duyuyorum ve yine sesleniyorlar Yorgi diye, Ahmet diyorlar gibi geliyor! Bana Türkçe konuşuyorlar, Yunanca duyuyorum! Türklerden korkuyorum, Rumlardan korkuyorum, nereye gidip saklanayım bilmiyorum! Camide melek kanatları görüyorum, teblo görüyorum ve ilahi duyuyorum! Bendeki kara talih dünyada kimsede yoktur! Bu dünyada ve öteki dünyada acı çekmeğe mahkûm doğmadım! Çocuktum, beni kandırdılar, çünkü hayat tatlı görünüyordu, din değiştirmede ne biçim zehrin var olduğunu onlar daha bilmiyor!”

         Gözyaşlarına boğuldu ve defalarca yalvardı:

         “Beni de yanınıza alın amca!”

         Yaşlı adam bunları duyup görerek memnun oldu, onu avuttu ve Yorgis’in de ertesi gece kayığa binmesine ve gurbete çıkmasına karar verdiler. Şafak sökmeye yüz tutmuştu, her taraftan gökyüzü kapalıydı, gün ışımadı, ayrılmakta acele ettiler. 

***

         O gün hava çok kötüledi. Rüzgâr fırtınaya döndü ve denizin uğultusu kulakları sağır ediyordu, daha karadayken adamları korku aldı. Şiddetli yağmur yoldaydı ve rüzgâr her an kuvvetini arttırıyordu, derme çatma evlerin üzerine yükleniyor, tarlalara mızrak gibi saplanıyordu. Delik ve yarıklardan evlerden içeri girip fırıl fırıl dönen rüzgârın sesinden kimse birbirini duyamıyordu. Eski şahnişlerin sıvaları sapır sapır dökülüyordu, kiremitler havada uçuşuyordu, duvarlar temellerinden sarsılıyordu. Rüzgâr meydanlardan cevizden iri taşları kaldırıp kapılara, kapalı pencerelere vuruyordu. İnsanlar gidecekleri yere varmak için duvar diplerinden siper alarak yürümek zorunda kalıyordu. Herkes şalvarını kuşağıyla sıkıca sarmış, semerini toplamıştı, yoksa yelkenleri birden fora edilmiş gemi gibi havada takla atmaları işten değildi.

         Limandaki çalkantı daha da fazlaydı. Rüzgâr Türk kayıklarını daha fazla sallıyordu, onların kayık barınağı limana girerken sağdaydı. Hava fırtınaya çevirmeye şafaktan başlamıştı, birçok Türk kayığı limanın diğer tarafına palamar atmış ve öte tarafa geçmek için uğraşıyordu. Fakat yine de büyük çapalarını filikalarına koydular, rüzgâr üstüne demirleyerek büyük çabalarla kayıklarını emniyete aldılar.

         Saat dörde doğru fırtına öyle bir yağmur indirdi ki denizciler şaşkına döndü, lodos rüzgârıyla beraber gök gürlemeye, şimşekler çakmaya başladı. Deniz birden liman girişinden gürüldeyerek dalga dalga akmaya başladı ve geldiği her seferde iskelenin üzerinden aşarak kıyıdan bir parçayı alıp götürdü. Kudurmuş deniz suları dışarıda uzanan yemyeşil bulanık ummandan kopup doludizgin koşan atlar gibi karaya vardığı zaman bir anda şaha kalkıyorlardı, kayaları yutmak istiyorlar sanırdın, sonra dar iskelenin üzerinden gürüldeyerek aşıp limanın içlerine ilerliyordu, sanki kale kapılarına dayanmış bir ordu vardı ve kuşatılmış şehre saldıran askerler nara atıyordu: “Hurra! Hurra!”

         Beş yüzden fazla insan havuzun içinde,  elleri ayakları birbirine dolanmış güreşiyor, haykırıyor, suda debeleniyor, birbirinin üzerinde yuvarlanıyordu. Bir tarafta, bulanık sudaki paslı zincirleri çekerek birbirine dolanan çapaları denizden alıyorlar, diğer tarafta filikalar çarpışıyor ve âmin diyene kadar dibi boyluyordu. Daha ötede, iki gemi bordalarından birbirine yapışmış, dolanmış yelken halatları, takılmış antenleri, parçalanmış küpeşteleriyle suda inip kalkıyordu. Yukarda yelkenler yalpalanıyor, direklerden ayrılıyor, iki gemiden bir yığın insan halatlara ve küpeşteye tırmanmış, inatla dövüşerek gemileri kurtarmaya çabalıyordu. Bir sürü küçük kayık karaya vurmuş yatıyordu, fakat gövdeden ikiye bölünmüş, başı kıçı bir taraftaydı. Büyük bir tekne, fırtınada demirini kopararak iki üç küçük kayığı altına alıp bordasından iskeleye vurmuştu, diğer tarafına deniz, havanda döver gibi merhametsizce vuruyordu. Oraya buraya saçılan tahta parçaları, variller, fesler, elbiseler çeşit çeşitti. Şehirde bütün minareler tepelerindeki külahları düşürmüştü.

         Bu fırtınanın ortasında kaçmak için toplanmış fukaraların kalp çarpıntısı inanılmazdı, fakat onlardan daha çok Yorgis’in durumu kötüydü. Karmakarışık duygular içindeydi.

         “Tekrar Hıristiyan olmasını yoksa Tanrı istemiyor mu?  Acaba Türklerden böyle gizlice kaçmasının ruhuna bir faydası olmayacak mıydı? Ortaya koyduğu engellerle Tanrı bunu mu göstermek istiyor? Açıkça İsa’yı inkâr etmemiş miydi? Sonuç olarak, borçlu olduğu, dinine döndüğünü haykırması gerektiği açıkça görünüyordu. İleri, başka türlü olmaz, şafak vaktinde mutlaka gitmeli, paşanın ve meclisin önünde, bütün Türkmenlerin önünde, Hıristiyan olduğunu itiraf etmeliydi!”

         Sabaha kadar yatakta bu düşüncelerle dönüp durdu. Fakat yataktan kalkınca şöyle düşündü.

         “Köpeklere teslim olmadan Hıristiyan olması gerçekte olamazdı. Demek ki, İsa ile hayat için, dini için, ölümden başka çare yoktu! Yoksa gidip ayak basmamış derbentlerdeki mağaraların birinde inzivaya çekilemez miydi! Neticede içmeye korktuğu bu küçük bardak, İsa ile aynı şeydi, adam onu İsa için içmeliydi, adam; basit, okumamış, Türklerin arasında Rumcayı unutmuş bir insan!”

         Cesaret boyun eğiyor ve ölmek istemiyor, istediği sadece Hıristiyan olmaktı. O gün de öyle geçti.

***

         Akşamüstü bir iki saat hızını kesen rüzgâr tekrar şiddetlendi. Hava kararmaya doğru Yorgis evden çıktı ve kıyıya indi. Liman sükûnet içindeydi, çünkü kayıkların bir kolayına bakmışlardı. Betefris’in kayığını nereye bağladığını bilmiyordu, zira fırtınadan her şey allak bullak olmuştu. Lakin onu her zamanki yerinde buldu ve sevindi, zira bir hasar olabilirdi. Elbette boştu ve bordasına hepsi Hıristiyan bir sürü küçük balıkçı kayığı bağlıydı. Kayıktan emin olunca kaleye döndü ve gözünü kırpmadan karanlığı bekledi.

         Gece yarısına doğru kimseye çaktırmadan tekrar limana indi. Onlar daha kayığa binmemişti. Kaptan Betefris Yorgis’i birden önünde görünce afalladı, çünkü Türk sandı. Ama Yorgis Rumca konuştu ve kim olduğunu anlattı, o zaman kaptan durumu anladı, içeri aldı ve pruva ambarına soktu. Bu arada evden götürecekleri eşyaları taşıyorlardı. Sonunda üç aile ve bir papaz kayığa bindi, korkudan dilini yutmuş çocuklar gibi çıt çıkarmıyorlardı.

         Herkes kayığa doluşunca kaptan sordu:

         “Dışarıda kimse kaldı mı?”

         Sonra miçoya palamarı çözmesini bir diğerine de demiri almasını ve sadece floku açmasını söyledi. Ana yelkeni açıp alabora olmak istemiyordu.

         Gece zifir gibi karaydı. Betefris burnu liman girişine verdi. Türk kayıklarının birkaç kulaç yanından geçtiler, ama kimsenin haberi olmadı çünkü bütün gün fırtınayla güreşmekten yorgun düşmüşler ve herkes leş gibi yatıyordu. Kaptan dümeni tutarken aklı onlara dolanmamak için denizdeki bir kaç çapanın halatındaydı ve kalenin altında girişi gözleyen iki Laz kayığının kokularını almamalarına dikkat ediyordu. Ama fırtınadan dolayı kayıkları içerde bir yere çekmişlerdi ve bir sıkıntı yaratmadı. Limandan böyle demir alıp uzaklaştılar. O vakit sadece arka yelkeni açtılar, çünkü fırtına kükreyerek üzerlerine çullanmıştı,  meçhule lanet okudular ve kurtaran Tanrıya gözyaşları içinde şükrettiler.

         Beyaz (Sakız teknesi), bütün gece suda ördek gibi çabaladı. Denizin suyu tekneye doldu. Şafağa kadar rüzgâr dövdü durdu. Güneş doğduğunda Midilli önlerine gelmişlerdi, Agrilias burnu önlerine. Bir saat içinde Tanrının lütfüyle hava düzeldi. Gökyüzünde bulutlar sıyrıldı, deniz çarşaf gibi oldu. Dağlar su üzerinde temiz çakıl taşları gibi görünüyordu. Herkes ambardan çıktı ve güverte üzerinde güneşlendi.

         Öğlene doğru kürekle gitmeye başladılar çünkü hiçbir taraftan esinti yoktu. Ama denizin kuvvetli çalkantısı onları sersem etmişti. Sarmusak açıklarına varmışlardı ve taş ocağıyla, tuzla net olarak seçiliyordu. Ayvalık uzak değildi.

         Kadınlar bir saksı içine biraz kömür koydular ve tütsü yaktılar. Biraz sonra açıktan gelen bir esinti yelkeni doldurdu ve büyük bir kara parçasıyla Çıplak ada denen bir ada arasından geçerek boğaza girdiler. Liman girişi, Dalyan, artık bir çubuk yakımı mesafedeydi ve kimse onlara bir şey sormadan içeri girdiler.

         Birçok balıkçı kayığı girip çıkıyordu. Sollarında Moskonisya’yı gördüler, balıkçılar ve süngerciler denize çıkıyordu, sağlarında tabak kadar bir adacık vardı, tıpkı püsküllü bir kamış, tıpkı Vaftizci Yahya. Ayvalık artık bir iki mil önlerindeydi, büyük bir şehir, güneşin doğduğu sarı bir tepenin altında uzanan bir kıyı buluyorlar.

 

***

 

         O günden beri birkaç ay geçmişti ve Yorgis Ayvalık’ta şehrin dışında çiftliği olan, Vizetis’in tanıdığı, iyi bir Hıristiyan’ın yanında sakin bir hayat sürüyordu. Yalnızlık gittikçe onu kendiyle barıştırıyordu. Kalp yaraları günden güne kapanıyordu.

         Zamanla cesareti yerine geldi ve şehre inmeye başladı, bir kaç şey satın alıyordu, ağaç saban için demir, ya da ihtiyaç olunan zahire. Gençliğini yine içinde duymaya başlamıştı ve eski merak ve heyecanını tekrar yakalamıştı. Önemli günler için, en iyi abacıya (terziye) elbise sipariş ediyordu, bir yığın harçlığına mal olan ipekli kumaştan ustalıkla dikilmiş kruvaze ceketler, kırmızı süslemeli şalvarlar. Sigara tabakaları, takımları, hepsi yerindendi, gümüşlü ve mineli. Bıyığı bakımlı, kuşağı ipekli dokumadan, işlemeleri ibrişimdendi.

         Herkes onu seviyordu, çünkü düşünceleri iyiydi ve başka insanda bulunmaz bir kalbi vardı. Pencereye gözünü dikip kimseye bakmıyordu. Dik ve ağırbaşlı yürüyordu, terbiyeli efendi tavırlıydı, uslu akıllı. Ağzından kötü bir laf çıkmıyordu, fakat öyle çok da konuşmuyordu.

         Şehirde annesi gibi sevdiği ve hikâyesini bilen yaşlı bir kadından başka arkadaşı yoktu.

         Gel zaman git zaman bir kıza vuruldu. Kız da ona meyyaldi. Onunla evlenmek istedi, yaşlı kadını ana babasıyla ara bulması için gönderdi. Fakat yaşlı kadın, kötü niyeti olmadan, kızın büyüklerine Yorgis’in şimdi dindar bir Hıristiyan olduğunu, dininin yükümlülüklerini yaptığını, herhangi biri gibi oruç tutup dua ettiğini dil döküp bir bir anlatırken, sırrını, daha ergen olmadan nasıl din değiştirdiğini de söyledi. Gelinin anası babası bunları duyduğu zaman çok şaşırmıştı. Ama delikanlı evlerine girip çıkınca hal ve tavrını gördüler, memnun oldular ve mutlu gün için kolları sıvadılar.

         Fakat kader başka türlü yazılmıştı. Gelinin aksi, cani ruhlu bir ağabeyi vardı ve Yorgis’e karşı çıktı. Öğrenince öç almak için vakit kaybetmeden ağa’ya gitti ve hainlik yaptı, Yorgis Türk dönmesidir, dedi.

         Kadersiz o zaman, gidip evde saklanmak zorunda kaldı, Tanrıdan ona güç vermesi, bu dertten delikanlı olarak çıkarması için yalvararak gece gündüz ağladı, tek arzusu buydu.

         Beş altı gün böyle geçti. Sonra artık kalbini dualarla sağlam tutunca karara varıp kuzu gibi uyudu. Sabah neşeyle kalktı, tıraş olup temizlendi, eski tahta döşemenin üzerine diz çöküp istavroz çıkardı. Mahalle artık haberi almıştı, herkes bunu gizledi ve birkaç gün için onu korudu. O artık tövbe ettiğine göre, bağrında doğru yoldan çıkan birini Hıristiyan yapan kutsal haçtan bir muska taşıyordu.

         Önlerinden geçerken, kadınlar acaba teslim olmaya mı gidiyor zannıyla, korkarak kapıyı aralayıp ona baktılar, sonra çabucak kol demirini indirip, tanrının ona güç vermesi için çocuklarıyla duaya oturdular. Moralılara kavuşmaya böyle gitti. Çarşıdan geçerken halk durup baktı ve dükkâncılar onu görmek için kapılardan dışarı fırladı.  Kahvelerdeki aylaklar, tanıdıkları, arkadaşları kederle selamladılar ve ona sordular. Cevap olarak verilen iki lafla, her taraftan büyük fısıltı yükseldi: “Yorgis teslim olmaya gidiyor!” - korkular şundandı; çünkü Türkler tövbe etsinler diye epeyce Hıristiyan’ı tutuklayıp deliğe tıkmıştı ve onları bir daha görememişlerdi.

         Dosdoğru konağa gitti ve ağanın huzuruna çıktı, kim olduğunu ona anlattı. Türk o zaman tatlı dille şöyle dedi:

         “Türk olduğunu biliyorum, adın Yorgis değil Ahmet. Doğru yolu bul ve âleme rezil olma, aylakların başıbozukların ayaklanmasına sebep olmayasın!”

         Ama Yorgis eskiden olduğu gibi bu sözlere aldanmıyor ve Ağa’ya diyor:

         “Ben Yorgis doğdum ve Yorgis öleceğim!”

         Sadece bu kadar laf etti ve gözünü ağa’nın yüzüne dikerek sustu. Ağa ürperdi, çünkü bir kul ilk defa ona böyle gözle bakıyordu. Fakat yine ağız aradı ve kızmamış görünerek tekrarladı:

         “Gençliğine acımıyor musun be Ahmet? Bıçağın boynunda olduğunu hiç mi aklına getirmiyorsun? Akıllı adam görünüyorsun, böyle zevzeklik nasıl yaparsın, hayatın pamuk ipliğine bağlı değil mi? Bana Türk olduğunu söyle ve camiye ibadete git, af olasın ve kimse sana zarar vermeden yaşayasın!”

         Yorgis de ona cevap verdi, bilge insanlar gibi:

         “İnsanoğlu akıldan yoksun ve basiretsiz doğar, Tanrı onun günahını sevabını hesaplamamıştır. Ama aklı erdiği zaman iyiyle kötüyü ayırır ve günahları sevapları yazılmaya başlar. Ben de öyle, o zamanlar çocuktum, büyük günah işledim, çünkü beni korkuttular ve sizin dininize döndürdüler, ama şimdi hisleri olan bir adamım ve bedenimin gücü kafama akıl ve korkusuz bir yürek veriyor. Bunun için senin sözlerin adaletsiz ve boşuna, her şey senin isteğine göre değildir, tanrıya rağmen!”

         Paşa bu sözler ağırına gitmemiş gibi göründü ve yağ çekmeye başladı, onu güzel bir hanımla evlendirmeyi vaat ederek giriş yaptı. Ama Yorgis kararının açıkça ölmek olduğunu ve onların dininin kendisi için bir aşağılama olduğunu söyledi!

         Onun böyle konuştuğunu duyunca Türk köpek gibi havlamaya başladı, zabitlerine kollarından askıya bağlamalarını ve aletini donundan çıkarmalarını emretti, nasıl sünnetliymiş bütün meclis görsün bakalım! O zaman Yorgis olacak rezilliği düşünerek vahşileşti. Gözleri ateşten kor oldu, yüzü birden alev aldı, yeniçeriler yanında dikiliyordu. Fakat bir anda sakinleşti, Türkler onu askıya bağladılar ve donunu indirdiler. Kısmetli kafasını eğdi İsa gibi durdu, belden aşağı çıplak. Sadece iki gözyaşı damlası yanaklarında tomurcuklandı. Donunu tekrar yukarı çektikten sonra Ağa delikanlıya döndü ve dedi:

         “Bu küçük tamirattan sonra, şayet adamsan, Türkün, Hıristiyan’ın önünde daha kötü rezillik olmasından çekinirsin. Şayet hala kafana girmediyse ve dinimize dönmezsen, sana çarşının ortasında şatafatlı bir tören düşünüyorum, sonra da en sert bir ölüm seni bekliyor!”

         Yorgis’in yüzü o zaman, tekrar alevlendi ve ağaya cevap verdi:

         “Uyuz köpek! Sana demiştim, tekrar söylüyorum, haksızlığa uğramış kimsesiz biri olarak sana ricaya geldim, köle gibi temennaya değil! Ölüme geldim, kanımla günahımı temizlemek için! Sen de çocuklara söylenecek laflarla beni döndürmeye çalışıyorsun, Hıristiyan iken kâfir, Rum iken Türk olayım diyorsun! Kim ipek şalvarı çıkarır bitli poturu giyer? Hangi akıllı adam eğerli atı değiştirir, yoluk eşeğe biner? Kim şakıyan bülbülü alır gaklayan kargaların yanına koyar? Sen korkacağımı ve turana tapacağımı sanıyorsun, ama benim için bugün, çölde gezen şanslı yolcunun vaha bulduğu gündür, çünkü bütün hayatım çile çekmekle geçti ve şimdi dinlenmek istiyorum! Bedenim işkence görebilir, ama ruhum çınar gibi sağlam duruyor ve sen onun kökünü kemiren karıncaya benziyorsun ve yıkacağını sanıyorsun! Leşler! Hıristiyan oğlunun ne kılıçla ne iple ne de hiçbir şeyle kökü kazınmaz, çünkü dünyanın köşe taşıdır!”

         Lafını daha tamamlamamıştı ki zabitler onu yakaladı tekmeleyerek sürükleyip götürdü. Konaktan çıkarılana kadar kafasını ağaya çevirmiş bunları bağırıyordu. Halk arkadan izledi. Mahpushaneye vardıklarında onu hemen içeri koymadılar, önce soydular, yüzüstü yere yatırdılar, sonra bir arap acımasızca kırbaçladı. Yorulunca baktılar ki adam titremiyor bile, alıp zindana attılar.

         On yedi gün işkence yaptılar, 8 Kasımdan 26 Kasıma kadar. Her gün, Hıristiyanlar çarşıdayken birdenbire hapishaneye doğru koşuyordu, birbirlerine diyorlardı: “Yine Yorgis’i dövüyorlar!” Fakat bu kadar işkenceye rağmen düşüncesini değiştirmedi ve ağzından ne Rumca ne de Türkçe tek laf çıkmadı.

         Korkutarak ona bir şey yapamayacağını ve sadece el âleme rezil olduğunu anlayınca, sonunda ağaya gına geldi ve kafasını kesmeye karar verdi.

*** 

         Bütün şehir kedere gömüldü. O günlerde ağızlardan tek şarkı çıkmadı, tek bir ses bile duyulmadı. Hıristiyanlar sakal bırakmıştı, çoğu siyah mintanlarını giymişti.

         Yorgis, ölüm günü onu papazsız bırakmamaları için haber yolladı. O zaman bir papaz Hıristiyan’ın biriyle çarşıda numaradan kavgaya tutuştu, alıp onu hapse attılar, Yorgis ile içerde böylece ilişki kurdu ve günah çıkardı. Ayın 25 i gecesinde Yorgis hiç uyumadı, hücresinde ayaklarında gülle ile sadece diz çöküp dua etti.

         O yıl kış ağır bastırmıştı. Dışarıda tarlalarda, vahşi kuzey rüzgârları kurşun gibi insanın içine işliyordu. Sular donmuştu ve öyle bir felaketti ki yaşlılar böylesini hatırlamıyordu, kış bütün zeytin ağaçlarını yakmıştı. Yorgis’in çalıştığı çiftlik yerle bir olmuştu. Rüzgâr ağaçları kökünden sallıyordu, dalları arasından uğuldayarak geçiyordu, Yorgis’in köpeği, ona Ahmet adını vermişti, bütün gün ve gece uluyarak, kaburgaları birbirine yapışmış, dört dönüp durmuştu.

         Nihayet göreceği son şafak vakti de geldi. O akşam gece yarısı onu boğazlayacaklardı. Öğlene doğru konağın zabitleri sarmusak taşından büyük bir taş plakayı çarşının ortasına taşıdılar, öldürecekleri yere yerleştirdiler. Dört bir tarafta Hıristiyanlar sapsarı yüzlerle donup kaldı ve sokaklarda sadece kafa sallayarak selamlaştılar. Gün batımına doğru askerler, ağa ve meclis için divan hazırladı.

         Gece olunca halk her taraftan akın akın çarşıya inmeye başladı. Bakmaya yüreği dayanamayan kiliselere gitti ve bütün gece dua etti.

         Türkler Hıristiyan mahallesinde bir ayaklanmadan korkuyordu, bunun için elli kadar askeri hapishanenin çevresine dizmişti. Tepeden tırnağa silahlı ve ellerinde uzun değnekler olan yüz kadar zeybeği de halkı uzak tutmak için getirmişlerdi. Kazarmada(kışlada), tabyalarda, Bergama’dan bütün taburu ne olur ne olmaz diye indirdikleri söyleniyordu.

         Gecenin dördüne doğru evlerde hastalar dışında adam kalmadı. Halk arasında bir kargaşa çıktı, patırtı koptu, kalabalık keçi sürüsü gibi ezip çiğneyerek Yorgis’in boğazlanacağı yere akın ediyordu. Bir kısım fukara da diğerlerinin arasına ısınmak için sokulmuştu. Bütün ağızlardan acıklı mırıltılar halinde ağıtlar dökülüyordu. Yorgis’in arkadaşları sabahtan beri ağızlarına lokma koymamıştı, şayet yüreksizlik edecek olursa onu yüreklendirmek için büyük taş plakanın önünde toplanmıştı.

         Sonunda ağa yanında on iki kişiyle geldi ve yerlerine oturdular. Beş altı köle büyük bir fener tutuyordu ve yer gün gibi aydınlanıyordu, kuzey yıldızı da yanıp sönerek katkı sağlıyordu. Ağa ayak ayak üstüne atınca dönüp halka vahşi bir nazar attı, sakalını sıvazlayarak hafifçe söylendi: “Ulen, bu gâvurlar ne isterler?”

         Cellât taş plakanın başında dikilmiş bekliyordu, yanında ona yardım için iki üç zeybek de vardı. Hepsi vahşi yaratıklardı, hiçbiri sanki insan soyundan değildi. Cellâda Çingene Hasan diyorlardı, Bursa tarafındandı. İşi çingenelikti ama çok hayvan boğazlandığı günlerde salhanede çalışıyordu, bıçakta birinci ustaydı. Gövdesi kırmızı bir kuşak içine kundaklanmıştı, memelerinden edep yerine kadar. Üzerinde, üç dört kişiyi silahlandırmaya yetecek bir yığın bıçak, tabanca, masat ve demir şişler olan enli bir kuşak da kuşanmıştı. Kabalarını bir karış kadar bez parçasıyla sarıp kalçasında bağlamıştı, kirli dizleri çıplak kalmıştı. Kapkara bacakları sıskaydı, pembemsi dizleri deveninki gibiydi. Üzerine nakışlı bir cepken giymişti, don gibi dardı, koltuk altlarının biraz altına iniyordu. Bütün bu kılık kıyafetiyle şeytanın aynısıydı, ama daha fazla yeşile çalan kara suratı şeytana benziyordu, Bir Arap ve beyaz bir anneden olduğunu gösteriyordu, tekne kazıntısı. Dişlerinin arasında yarım kulaçtan uzun çıplak bir pala ısırıyordu. Kellesi deriye kadar usturaya vurulmuştu ve kafa pasparıldak ortadaydı, tepesinde zeybeklerin bıraktıkları gibi sadece püskül, bir tutam saç bırakılmıştı, buna caba deniyordu. Arkadaşlarının da görünümü kendisi gibiydi, sadece başları açık değildi, kafalarına üç karış yüksekliğinde bir başlık takmışlardı, marhamatlar (başlığın püskülleri) kara suratlarına düşünce onları daha vahşi yapmıştı.

         Vakit yaklaştıkça kalpler daha hızlı çarpmaya başladı, hapishane tarafındaki halkın içinden birden bir uğultu yükseldi: “Onu getiriyorlar! Onu getiriyorlar!”

         Üç silahlı adam etrafını kuşatmıştı, ama onu tutmuyorlardı. Göğsünde çapraz bağlanmış ellerle yürüyordu, kafa geriye atılmıştı. Elbiseleri beyaz ve tertemizdi, görünüşüne çeki düzen vermek için hapishanede Hıristiyanlar vermişti. Üzerinde sadece gömlek ve don vardı, kemersiz, yalınayak ve başı açıktı. Gözleri gülüyordu, siyah bıyığı hafifçe burulmuştu, saçları taranmıştı. Yüzünde tefekkür vardı, hemen Tanrıyı gördüğüne inanırsın. Gömleği efendice boynunda iliklenmişti, bağ ile omuzları geri çekildiğinden boyun damarları şişmişti. Önünde bir fener gidiyordu.

         Yere varıldığı zaman, hükmü okumak için durdurdular. Ağa ona bir şeyler söylemek istiyordu ama buna vakit bulamadı, çünkü Yorgis bok herifin ne diyeceğine kulak asmadan gitti ve taşın önünde diz çöküp kafasını eğdi. Ağa lafı ağzına tıkılmış vaziyette kala kalmıştı ve bütün Türkler bundan utandı. Hıristiyan halktan bir mırıltı yükseldi, gördükleri delikanlılık için tanrıya şükrettiler. Arkadaşlarından biri taş plakanın karşısında durdu ve yüksek sesle bağırdı: “Aferim Yorgi!” Fakat hemen bir Türk askeri atılıp suratına kamçıyı indirdi, surat kan içinde kaldı.

         Bu arada cellât diz çökmüş Yorgis’e yaklaştı ve apış arasına bir tekme savurdu ve zeybeklerden biri kesecekleri kafaya fener tuttu. Cellât onu dehşete düşürmek için bir süre palasını masatla garç gurç biledi, ağanın yanında oturan müftü yerinden kalktı, müstakbel ölüye yaklaşarak canının bağışlanması için dönmek isteyip istemediğini sordu. Öteki hayır diye çabucak kafasını salladı.

         Çingene Hasan o zaman küfrederek, Yorgis’in gömleğini boynundan biraz sıyırdı, parmaklarını saçlarının arasına soktu, sanki onu okşuyor sanırdın, diğer eliyle de kaşla göz arasında küçük bir bıçakla boynu çizdi. O kadar çabuk ve birden yaptı ki taşın üzerine akan kırmızı kanı gören herkes şaşırdı.

         Beden titriyordu, ama ağız hala mırıldanıyordu: “Tanrım, ruhumu kabul et!” –zira bıçak gırtlağı kesmemişti.

         Bununla beraber gözler de hareket ediyordu, Türk büyük hançeri eline aldı ve maharetle bir iki çekti, sanki çektiği usta kemancının yayıydı. Kesikten tüyler ürpertici bir hırıltı çıktı. Kan oluk gibi göğsüne ve bacaklarına doğru boşaldı, gözler donuklaştı. Vücut tek parça eğildi, burun üstü taşın üzerine düştü. Ama köpek onu saçlarından tutup kaldırdı, diğer ikisi de omuzlarından tutup diklettiler. Azizin göz yuvarlaklarını yuvaları içinde göz bebekleri görünmeyecek şekilde çevirdiler. Yanaklarındaki sinirler titriyordu, ağzı açılıp kapanıyor, kanlı bir köpük çıkarıyordu. O şeytan kandan sarhoş olarak, bedeni bacakları arasına sıkıştırdı ve korkunç bir bıçak hüneri daha gösterdi, ağaç budar gibi.

         Fakat bıçak kördü, kesip işi bitirmiyordu, boynu âdete doğruyordu. Hâlâ taşa sıçrayan kanla beraber et parçalarının da düştüğünü görüyordun, el ve ayaklar arasında sıkıştırılmış beden sanki kaçmak ister gibi kasılıyordu. Cellât sonunda, bütün gücünü vererek kurbanın sırtına dizini dayadı, bıçağı olabildiğince derine sapladı. Boğazlanmış ama kafası tamamen kopmamış beden birden at gibi şaha kalktı, ayakları üstüne dimdik dikildi ve sonra şiddetli bir güdüyle öyle bir ileri atıldı ki kendisiyle beraber diğer üçünü de sürükledi. Cellât bıçağı çekip çıkaramamıştı, nefes nefese üzerinden yere düştü, zira bıçak kemiğe öyle kuvvetli saplanmıştı ki boşuna çıkarmaya uğraşmıştı, bir taşla vurup bıçağı çekebilmek epey zamanını aldı.

         Böyle bir mücadeleye hangi yürek dayanabilir? Hangi göz daha görmemek için kapanmak istemez? Görseydin, o canı olmayan taşın, üzerinde yapılan bu vahşi güreşten titrediğini söylerdin!

         Halk, elinde pamuklarla, kandan bir parça alıp saklamak için taş plakaya hücum etti, ama Türkler engel oldu.

         Saatlerce onu bitirene kadar işkence ettiler. Gövde sapsarı kesilince ve ruh göğe çıkınca, cellât bir an için onu bıraktı, ellerini sildi, sonra ensesine vurarak kafayı gövdeden ayırdı. Sonunda üzerine dayanarak kalktı, kesik başı önce ağaya gösterdikten sonra görmeleri için Hıristiyanlara doğru döndü.

         O kalabalık, o zaman, çılgın gibi sıcak bedenin üzerine atıldı. Kimi kanı siliyor, kimi azizin naşıyla kurtlarını döküyor, kimi elbisesinden bir parça yırtıyor, kimi tanrıya şükrediyordu. Türkler boşuna değneklerle halkı dürtüp, tekmeliyordu. Ağa daha sıkı bastırmaları için emirler veriyordu, Türkler nara atarak yalın kılıç Hıristiyanların üzerine atıldı. Bahtı kara Hıristiyanlar bağırarak çil yavrusu gibi dağıldı: “Şefaat ya Rab! Şefaat ya Rab!” Kargaşada kimi fenerini, kimi bastonunu kimi pabucunu, kimi kalpağını kaybetti.

         Bu arada cellât aziz Yorgis’in ellerine bağlı ipi kesti, başka bir Türk de cesedi konağa götürmek için taşıdı. Azizin naşı yerde sürüklenirken, bu mücadelede sarsıntıdan donunun uçkuru çözüldü, Türk onu sırtından tutup kaldırdı ve don aşağı düştü, bacaklarına kadar indi. O zaman, başsız gövdenin elleriyle donunu çektiğini ve çıplaklığının görünmemesi için bir düğmeyi iliklediğini anlatıyorlar!

Sakızlı Aziz Yorgis inancı için böyle eza çekti, İsa’nın son askeri, çünkü ilk şahit Stefanos’un açtığı kanlı kitabı o kapadı.

*** 

         Ertesi gün olunca, defnetmek için cesedini aradılar. Ama Türkler vermedi, cesedi köpekler yesin diye şehrin dışında bir dere yatağına atmışlardı. Mamafih iki üç Ayvalıklı gece gizlice cesedi bulup oradan kaldırdı, bir sandala koyarak getirdi ve ıssız bir adanın tepesine gömdü. Bu ada Nisopula’dır (şimdi tımarhane adası) ve Ayvalık’tan dört mil uzaklıkta Şeytan sofrasına yakın bir koydadır.

         Yıllar sonra Türkler bunu öğrendi ve Hıristiyanlar azizin kemiklerini oradan taşıdı. Son şahit aziz Yorgis’in adına inşa ettikleri büyük bir kiliseye defnettiler.

         Nişanlısı çok yıllar yaşayarak yaşlılığı gördü. Kadının onu rüyasında gördüğünü anlatıyorlar, büyüyü bozmamasını, başkasıyla evlenmemesini, yüzüğünü saklamasını söylüyormuş. Her gece de ocağın üstüne geçimi için bir altın sikke bırakıyormuş, yoksulluk çekmesin diye. Sadakatinin bittiği günden sonra da, sadece nişanlanmıştı, her sabah bulduğu altın sikkenin kesildiğini, söylüyorlar.

 

         Bazı yerli ressamlar onun ikonasını yaptılar.

         İlk tasviri Dadinas isimli amatör bir ressam çizdi, adam mütevazı ve Tanrı korkusu olan biriydi. Boğazlandığı geceye tanık olmuştu. İkonada onu yirmi beş yaşlarında bir delikanlı olarak betimledi, ince bıyıklı, siyah saçlı, ince bedenli, hüzünlü ve biraz da kırgındı, yaşamındaki gibi kar beyazı mintan ve iki parmak darlıkta sardunya kuşaklı bir şalvar giymişti. Sol elinde kesik başını tutuyordu, sağda açılmış avucunda, inancımız için kurban olarak gençliğini teslim edişini gösteren haçımız vardı. Çıplak ayakları otluk bir tepeye basıyordu ve arkasındaki fonda parlak bir koy ve şehir uzanıyordu. Tasvirin alt kısımda dörde ayrılmış yazılı bir bölüm vardı ve her birinde bir görgü tanıklığı hikâye ediliyordu: a) ağanın yargılaması b) hapishaneye konulması c) kafasının kesilmesi d) iskeletinin defnedilmek için Nisopulo’ya sandalla götürülmesi.

         Sonraki yıllarda, İtalya’da tahsil etmiş meşhur bir sanatçı, Yorgis Agrafiotis de onun büyük bir ikonasını yaptı. Adam üzerine bütün sanatını koyarak, onu arkaik devir giysileri içinde, eski devirlerin azizleri gibi betimledi. Dadinas’ın eskiden yaptığı, amatör elinden çıkma ikonadaki duygu ve ruh onun el sanatında yoktu.

         Başka bir Ayvalıklı, çok yaşlı bir papaz, bilge bir adam, adı Kaçareli, eski dilde bir ilahi yazdı ve sonra gittikçe de o günün hikâyesiyle bu ilahi birbirine çok uydu.
 
 

Fotis Kondoğlu
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 






 

 

 

 

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder